Gürültü kirliliğiyle mücadele etmeye çalışan Çevre ve Orman Bakanlığı, 10 ayrı noktada sürekli gürültü kirliliği ölçümü yapıyor. 2008 yılında değişen yeni yönetmelik sonucu, nüfusu 250 binden yüksek yerlerin gürültü kirliliği haritası da çıkarılıyor.
Özgür Gürbüz-Gzt. Habertürk /30 Haziran 2009*
İstanbul Boğazı’nın her iki yakasında oturanlar özellikle yaz aylarında gece kulüplerinden yükselen gürültüden şikayet ediyor. Her yaz olduğu gibi, Çevre ve Orman Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait ekipler, 7 Mart 2008 tarihinde yürürlüğe giren Çevresel Gürültünün Değerlendirilmesi ve Yönetimi Yönetmeliği uyarınca denetlemelerini sıklaştırdı. Denizden yapılan ölçümlerin yanısıra Çevre Bakanlığı, belirlenen 10 merkezde sürekli ölçüm yapıyor. Tanınmış gece kulüplerinin yakınlarındaki bu merkezler sınır değerleri aşan işletmeleri tespit edip, cezai işlem uygulanmasını sağlıyor. 2009 yılı için belirlenen ceza miktarı 15 bin 531 TL. Suç tekrarlanırsa bu rakam önce 30, sonra 45 bine çıkıyor ve daha sonra mekana kapatma cezası veriliyor.
Arka plan gürültü seviyesi de ölçülüyor
Çevre ve Orman Bakanlığı yetkilileri, sınır değerlerin özellikle hafta sonları aşıldığını belirtiyor ve denetimlerini o tarihlerde sıklaştırıyor. Bakanlık, 7 Mart 2008 tarihli yönetmeliğe uygun olarak; konut, eğitim kurumları, otel, hastane gibi çok hassas kullanım alanları içinde veya bu alanlara yakın bir eğlence yerinden kaynaklanan arka plan gürültü seviyesinin 5 desibelden fazla olmasına izin vermiyor. Birden fazla eğlence yerinin bulunduğu alanlardan çevreye yayılan toplam gürültü seviyesinin, mevcut arka plan gürültü seviyesinin de 7-10 desibel aralığında tutulmasını istiyor. Bahçeli gazino, diskotek, lunapark, düğün salonları gibi eğlence yerlerinden gelen ses seviyesi de kaynağında 90 desibeli geçemiyor.
Gürültü haritaları çıkarılıyor
2008 yılında revize edilen Çevresel Gürültünün Değerlendirilmesi ve Yönetimi adlı yönetmelikle ilk planda nüfusu 250 binden fazla olan yerleşim yerlerinin gürültü haritası çıkarılıyor. Daha sonra ise nüfusu 100 bin üzeri kentlere aynı uygulama yapılacak. Gürültü haritaları için, bölgedeki araç trafiğinden, gürültü kaynağının yönüne kadar ciddi anlamda veri toplanması gerekiyor. Araç sayısı, araçların türü, gürültüye maruz kalan binalarda yaşayan insanların sayısı ve meteorolojik verilerin değerlendirilmesinden sonra bölgelerin ne kadar gürültülü olduğuna dair haritalar çıkarılacak.
*Orjinali
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Böğürtlenli güneş paneli, su borusundan rüzgar türbini
Sabancı Üniversitesi Enerji Kulübü öğrencileri, eski su borusundan rüzgar türbini yaptı. Şimdiki projeleri olan prototip güneş hücresinde ise kimyasal boya yerine böğürtlen kullanacaklar.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/29 Haziran 2009 *
Sabancı Üniversitesi Enerji Kulübü üyeleri, teoride olduğu kadar pratikte de kendilerini geliştirmeye çalışıyor. Projeleri arasında küçük bir rüzgar türbini imalatı, güneş hücresi yapımı, enerjinin verimli kullanılmasına örnek teşkil etmesi için, “Kampüste Yeşil Bina” uygulaması gibi birçok örnekler var. Rüzgar türbini tamamlanmış durumda ve yaklaşık 20 adet “Led” ampulü yakacak kadar elektrik üretiyor. Türbinin kanatlarını, hazır olan kıvrımlarından faydalanmak için, kampüste buldukları su borusundan yapmışlar. Şimdi üzerlerinde çalıştıkları güneşten elektrik üreten ev yapımı fotovoltaik hücrede ise kimyasal boya yerine böğürtlen suyu kullanılacak. Böğürtlen, içinde güneş ışığını soğuran organik bir molekül olduğu için seçilmiş. Suyu sıkılacak 1 kg. böğürtlen buzluğa atılmış kullanılmayı bekliyor. Yarısını kullanıp, yarısını pasta yapacaklar. Kulüp öğrenciler bu projeyi, “Hem yenilenebilir hem de yenebilir enerji” olarak tanımlıyor.
‘Göster Enerjini’ fotoğraf yarışması
Projeler, prototip olsa da, birçoğu daha bölümünü bile seçmemiş genç öğrenciler için teoriden pratiğe geçmek için iyi bir fırsat yaratıyor. “Amacımız da bu” diyorlar, hep bir ağızdan. Malzeme Bilimi ve Mühendisliği bölümü, 4. sınıf öğrencisi Cem Akatay, “Üniversite, bireylerin kendini yetiştirdiği ve hayata hazırladığı bir yer. Enerji de önemi giderek artan bir konu. Biz bu konuya eğilmezsek kim eğilecekti? Amacımız aynı zamanda üniversitedeki arkadaşların ilgisini konuya çekebilmek ve bilgilendirmek” diyor. Yerleşkenin orta yerine konacak olan rüzgar türbini tam da bu amaca hizmet ediyor. Ürettiği elektrik enerjisiyle ampullerini yakarak, gece gündüz diğer öğrencileri, “Göster Enerjini” adlı fotoğraf yarışmasına katılmaya çağırıyor. Türkiye’deki tüm üniversite öğrencilerine açık olan ve GEO dergisi editörlerinin jüride yer alacağı bu yarışmada amaç, enerji krizi ve yenilenebilir enerji konularını anlatan en iyi fotoğrafı çekmek.
Yurtlarda 100 bin lira tasarruf potansiyeli
Çalıştıkları projeler sadece teknik konular değil. Bir yıllık geçmişi olan kulüp, okulda enerji tüketimine dikkat çekmek için 500 kişinin katıldığı bir anket yapmışlar. Öğrencilerin yüzde 75’i kampüste yapılacak bir enerji verimliliği kampanyasına katılmaya gönüllü olduğunu söylemiş. Kalan yüzde 25’i ise bunun zaman kaybı olduğunu. Malzeme Bilimi ve Mühendisliği 4. sınıf öğrencisi Ece Gülşen, “Yaptığımız hesaba göre, 2008 yılında 2 milyon 800 bin TL elektrik faturası ödeyen üniversitenin, yılda ortalama 100 bin lira tasarruf potansiyeli olduğunu hesapladık” diyor. Bu rakam daha çok öğrencilerin yurtlarda açık bıraktığı lambalar, şarjda bırakılan cep telefonu ve dizüstü bilgisayarlardan kaynaklanıyor. Mühendislik bölümüne yeni adımını atmış Emre Özfatura buradan, “Enerji üretmeye çalışıyoruz ama harcamalarımızı da kısmaya çalışmalıyız” sonucunun çıktığını söylüyor. Enerji Kulübü, aynı zamanda Üniversitelerarası Enerji Birliği (Collegiate Energy Association) adlı oluşumun da Türkiye’deki tek üyesi. Oxford, Cambridge ve Yale gibi tanınmış üniversitelerdeki diğer öğrencilerle ortak etkinlik ve bilgi alışverişinde bulunuyorlar. Sponsor bulabilirlerse uluslararası bir sempozyum da düzenlemek istiyorlar.
*Orjinal metin
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/29 Haziran 2009 *
Sabancı Üniversitesi Enerji Kulübü üyeleri, teoride olduğu kadar pratikte de kendilerini geliştirmeye çalışıyor. Projeleri arasında küçük bir rüzgar türbini imalatı, güneş hücresi yapımı, enerjinin verimli kullanılmasına örnek teşkil etmesi için, “Kampüste Yeşil Bina” uygulaması gibi birçok örnekler var. Rüzgar türbini tamamlanmış durumda ve yaklaşık 20 adet “Led” ampulü yakacak kadar elektrik üretiyor. Türbinin kanatlarını, hazır olan kıvrımlarından faydalanmak için, kampüste buldukları su borusundan yapmışlar. Şimdi üzerlerinde çalıştıkları güneşten elektrik üreten ev yapımı fotovoltaik hücrede ise kimyasal boya yerine böğürtlen suyu kullanılacak. Böğürtlen, içinde güneş ışığını soğuran organik bir molekül olduğu için seçilmiş. Suyu sıkılacak 1 kg. böğürtlen buzluğa atılmış kullanılmayı bekliyor. Yarısını kullanıp, yarısını pasta yapacaklar. Kulüp öğrenciler bu projeyi, “Hem yenilenebilir hem de yenebilir enerji” olarak tanımlıyor.
‘Göster Enerjini’ fotoğraf yarışması
Projeler, prototip olsa da, birçoğu daha bölümünü bile seçmemiş genç öğrenciler için teoriden pratiğe geçmek için iyi bir fırsat yaratıyor. “Amacımız da bu” diyorlar, hep bir ağızdan. Malzeme Bilimi ve Mühendisliği bölümü, 4. sınıf öğrencisi Cem Akatay, “Üniversite, bireylerin kendini yetiştirdiği ve hayata hazırladığı bir yer. Enerji de önemi giderek artan bir konu. Biz bu konuya eğilmezsek kim eğilecekti? Amacımız aynı zamanda üniversitedeki arkadaşların ilgisini konuya çekebilmek ve bilgilendirmek” diyor. Yerleşkenin orta yerine konacak olan rüzgar türbini tam da bu amaca hizmet ediyor. Ürettiği elektrik enerjisiyle ampullerini yakarak, gece gündüz diğer öğrencileri, “Göster Enerjini” adlı fotoğraf yarışmasına katılmaya çağırıyor. Türkiye’deki tüm üniversite öğrencilerine açık olan ve GEO dergisi editörlerinin jüride yer alacağı bu yarışmada amaç, enerji krizi ve yenilenebilir enerji konularını anlatan en iyi fotoğrafı çekmek.
Yurtlarda 100 bin lira tasarruf potansiyeli
Çalıştıkları projeler sadece teknik konular değil. Bir yıllık geçmişi olan kulüp, okulda enerji tüketimine dikkat çekmek için 500 kişinin katıldığı bir anket yapmışlar. Öğrencilerin yüzde 75’i kampüste yapılacak bir enerji verimliliği kampanyasına katılmaya gönüllü olduğunu söylemiş. Kalan yüzde 25’i ise bunun zaman kaybı olduğunu. Malzeme Bilimi ve Mühendisliği 4. sınıf öğrencisi Ece Gülşen, “Yaptığımız hesaba göre, 2008 yılında 2 milyon 800 bin TL elektrik faturası ödeyen üniversitenin, yılda ortalama 100 bin lira tasarruf potansiyeli olduğunu hesapladık” diyor. Bu rakam daha çok öğrencilerin yurtlarda açık bıraktığı lambalar, şarjda bırakılan cep telefonu ve dizüstü bilgisayarlardan kaynaklanıyor. Mühendislik bölümüne yeni adımını atmış Emre Özfatura buradan, “Enerji üretmeye çalışıyoruz ama harcamalarımızı da kısmaya çalışmalıyız” sonucunun çıktığını söylüyor. Enerji Kulübü, aynı zamanda Üniversitelerarası Enerji Birliği (Collegiate Energy Association) adlı oluşumun da Türkiye’deki tek üyesi. Oxford, Cambridge ve Yale gibi tanınmış üniversitelerdeki diğer öğrencilerle ortak etkinlik ve bilgi alışverişinde bulunuyorlar. Sponsor bulabilirlerse uluslararası bir sempozyum da düzenlemek istiyorlar.
*Orjinal metin
Gay Hakemden "Sarı Kart"
Eşcinsel olduğu öğrenilince hakemlik yapılmasına izin verilmeyen Halil İbrahim Dinçdağ, hakkını sonuna kadar arayacağını ve gerekirse AİHM ve UEFA’ya başvuracağını söylüyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 26 Haziran 2009
Trabzon bölgesi hakemi olarak 14 yıl görev yaptıktan sonra eşcinsel olduğu ortaya çıkan ve hakemlik vizesi alamayan Halil İbrahim Dinçdağ, hukuk mücadelesine hazırlanıyor. İstanbul’da düzenlenen Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti, Transseksüel Onur Haftası kapsamında, "Yeşil Sahalarda Görmek İstemediğimiz Hareketler" adlı panele katılan Dinçdağ, Futbol Federasyonu ve Tahkim Kurulu'na yaptığı başvuruların sonucuna göre gerekirse konuyu mahkemeye ve UEFA'ya taşıyacağını söylüyor. Dinçdağ, Türkiye'deki mahkemelerde sonuç alamazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de başvuracak.
UEFA’ya şikayet edecek
Trabzon bölgesinde 14 yıl il hakemliği yapan Dinçdağ, profesyonel liglerde hakemlik yapmak için başvurmuş, askerlikle ilişkisi yoktur belgesi istenince, “askerlik yapamaz” raporunu İl Hakem Kurulu’na göndermişti. Merkez Hakem Kurulu’nun, “askerlikten muaf olanlar hakemlik yapamaz” kararına eşcinselliği sağlık sorunlarıyla aynı değerlendiriyorsunuz diyerek itiraz eden 33 yaşındaki hakem, Futbol Federasyonu ile yaptıkları yazışmaların medyaya sızmasıyla kamuoyunun gündemine gelmişti. Federasyonu, özel hayatını basına sızdırmakla suçlayan ve hukuki mücadeleye hazırlanan Dinçdağ, Türkiye Futbol Federasyonu Tahkim Kurulu’nu da hakemlik hakkını elinden almakla suçluyor ve başvurusuna yanıt verilmezse UEFA’ya gitmeye hazırlanıyor.
Dindar Ailem sahip çıktı
Panelde konuşan Dinçdağ, medyada yer alan haberlerden sonra kimliğini açıklamak zorunda kaldığını ve o an 32 yılını mezara gömdüğünü söylüyor. Dindar ve muhafazakar bir aileden geldiğini, iki kardeşinin de ilahiyat fakültesi mezunu, bir abisinin ise imam olduğunu anlatan Dinçdağ, “Şimdi daha güçlü bir şekilde direnmeye çalışıyorum. Ailemin vereceği tepki benim için çok önemliydi. Annemin televizyon programından sonra ağlayarak, ‘Yavrum, kim ne söylerse söylesin sen bizim evladımızsın. Biz seni biliyor, tanıyoruz’ demesi beni çok mutlu etti” dedi. Amacının bir insanın cinsel tercihinden dolayı işinden olmasını engellemek olduğunu söyleyen Dinçdağ, futbol hakemi değil de başka bir meslek sahibi olsaydı bu olayın gündeme dahi gelmeyeceğini söyledi.
***
Panelde destek: "Futbol Homofobik"
Halil İbrahim Dinçdağ ile aynı panelde konuşan spor yazarı Bağış Erten, “Futbolda homofobik bir dalga var. Futbolun kullandığı dil son derece hoyrat, son derece şoven ögeler içeriyor. Dünyanın her yerinde suç olabilecek sözleri stadlarda söyleyebiliyorsunuz. Eşcinselleri bırakın kadınları bile reddebiliyor. Futbol maçodur, bunu nasıl kırabileceğimizi tartışmalıyız” dedi. Futbolun hayata dair söylediği şeyler olduğundan bahseden Erten, “İşçiler sendika kursun derseniz, size solcu derler. Futbolcular sendika kursun derseniz, herkes olsun der” diyerek günlük hayatta tabu olan bazı konuların futbol söz konusu olduğunda kabul edilir olduğunu söyledi. Dinçdağ’ın mücadelesini hayranlıkla izlediğini de sözlerine ekledi.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 26 Haziran 2009
Trabzon bölgesi hakemi olarak 14 yıl görev yaptıktan sonra eşcinsel olduğu ortaya çıkan ve hakemlik vizesi alamayan Halil İbrahim Dinçdağ, hukuk mücadelesine hazırlanıyor. İstanbul’da düzenlenen Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti, Transseksüel Onur Haftası kapsamında, "Yeşil Sahalarda Görmek İstemediğimiz Hareketler" adlı panele katılan Dinçdağ, Futbol Federasyonu ve Tahkim Kurulu'na yaptığı başvuruların sonucuna göre gerekirse konuyu mahkemeye ve UEFA'ya taşıyacağını söylüyor. Dinçdağ, Türkiye'deki mahkemelerde sonuç alamazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de başvuracak.
UEFA’ya şikayet edecek
Trabzon bölgesinde 14 yıl il hakemliği yapan Dinçdağ, profesyonel liglerde hakemlik yapmak için başvurmuş, askerlikle ilişkisi yoktur belgesi istenince, “askerlik yapamaz” raporunu İl Hakem Kurulu’na göndermişti. Merkez Hakem Kurulu’nun, “askerlikten muaf olanlar hakemlik yapamaz” kararına eşcinselliği sağlık sorunlarıyla aynı değerlendiriyorsunuz diyerek itiraz eden 33 yaşındaki hakem, Futbol Federasyonu ile yaptıkları yazışmaların medyaya sızmasıyla kamuoyunun gündemine gelmişti. Federasyonu, özel hayatını basına sızdırmakla suçlayan ve hukuki mücadeleye hazırlanan Dinçdağ, Türkiye Futbol Federasyonu Tahkim Kurulu’nu da hakemlik hakkını elinden almakla suçluyor ve başvurusuna yanıt verilmezse UEFA’ya gitmeye hazırlanıyor.
Dindar Ailem sahip çıktı
Panelde konuşan Dinçdağ, medyada yer alan haberlerden sonra kimliğini açıklamak zorunda kaldığını ve o an 32 yılını mezara gömdüğünü söylüyor. Dindar ve muhafazakar bir aileden geldiğini, iki kardeşinin de ilahiyat fakültesi mezunu, bir abisinin ise imam olduğunu anlatan Dinçdağ, “Şimdi daha güçlü bir şekilde direnmeye çalışıyorum. Ailemin vereceği tepki benim için çok önemliydi. Annemin televizyon programından sonra ağlayarak, ‘Yavrum, kim ne söylerse söylesin sen bizim evladımızsın. Biz seni biliyor, tanıyoruz’ demesi beni çok mutlu etti” dedi. Amacının bir insanın cinsel tercihinden dolayı işinden olmasını engellemek olduğunu söyleyen Dinçdağ, futbol hakemi değil de başka bir meslek sahibi olsaydı bu olayın gündeme dahi gelmeyeceğini söyledi.
***
Panelde destek: "Futbol Homofobik"
Halil İbrahim Dinçdağ ile aynı panelde konuşan spor yazarı Bağış Erten, “Futbolda homofobik bir dalga var. Futbolun kullandığı dil son derece hoyrat, son derece şoven ögeler içeriyor. Dünyanın her yerinde suç olabilecek sözleri stadlarda söyleyebiliyorsunuz. Eşcinselleri bırakın kadınları bile reddebiliyor. Futbol maçodur, bunu nasıl kırabileceğimizi tartışmalıyız” dedi. Futbolun hayata dair söylediği şeyler olduğundan bahseden Erten, “İşçiler sendika kursun derseniz, size solcu derler. Futbolcular sendika kursun derseniz, herkes olsun der” diyerek günlük hayatta tabu olan bazı konuların futbol söz konusu olduğunda kabul edilir olduğunu söyledi. Dinçdağ’ın mücadelesini hayranlıkla izlediğini de sözlerine ekledi.
Avrupa’nın meydanı “güneş”i arkasına aldı
İstanbul Merter’de kurulacak olan Meydan alışveriş merkezi ısıtma ve soğutmasını güneş enerjisiyle yapacak. Üstü açık olan meydanın yarı şeffaf çatısı yağmurlu ve soğuk havalarda kapanabilecek.
Özgür Gürbüz / 23 Haziran 2009
Artan enerji maliyetleri ve çevre kaygısı alışveriş merkezlerini de değiştiriyor. Metro Grup, tarafından Merter’de yapımı sürdürülen alışveriş merkezinin ısıtma ve soğutması güneş enerjisinden sağlanacak. “Meydan” projelerinin ikincisi olan İstanbul'un Avrupa yakasındaki Merter’deki proje, çatıda kurulan güneş panelleri, suyu güneş enerjisiyle ısıtarak kış aylarında ısınma, yazın ise ısınan suyu soğutma makinelerine göndererek mağazaların serinlemesini sağlayacak. Bu sayede 50 mağaza ve retoranın bulunduğu merkez yılda 770 bin kilovatsaate eşdeğer enerji üretecek, 308 ton karbondioksitin atmosfere bırakılmasını engelleyerek küresel ısınmaya katkısını azaltacak. Metro Grup Emlak Yönetim Şirlketi Genel Müdürü Gündüz Bayer, güneş enerjisi sayesinde yapılan tasarrufun mağaza sahiplerine yansıtılacağını ve enerji maliyetlerinde azalma sağlanacağını dikkat çekiyor.
Antalya’daki mağazalarında da güneş enerjisiyle soğutma gerçekleştirdiklerini belirten Bayer, projenin sosyal sorumluluk projesinden öte ekonomik olduğuna dikkat çekiyor ve “Güneş enerjisi ucuz olmasa yapmazdık” diyor. Meydan Merter Alışveriş Merkezi, Güngören-Bağcılar tramvay hattı ile Güven mahallesi arasında kalıyor. Alışveriş Merkezi’nin mahalleye açılan kapısının 24 saat açık olacağını ve tramvay hattına bağlantı sağlayacağını belirten yetkililer, Meydan’ın planını bölge halkının isteklerine göre hazırladıklarını söylüyor. Merter Meydanı’n önündeki geniş bir alan da yine içinde ufak bir göleti olan, kaykay pisti bulunan bir parka ev sahipliği yapacak. 6 Ağustos’ta açılması planlanan, 50 milyon avroya mal olan alışveriş merkezinde 1320 araç kapasiteli bir otopark da bulunuyor. Daha önceki Meydan projesi olan Meydan Ümraniye de ısınma ve soğutma için ısı pompalarından yararlanıyor.
***
“Mahallenin bir parçası olmasını istiyoruz”
Gündüz Bayer
Metro Grup Emlak Yönetim Şirketi Genel Müdürü
Meydan Merter, çevreyle daha çok entegre olmuş bir yer. Buranın, mahallenin bir parçası olmasını, insanların buluşabilecekleri bir mekan haline gelmesini istiyoruz. Yaptırdığımız anketlerde hep böyle bir sonuç çıkıyor. Alışveriş merkezine gelen insanlar daha ferah, gürültüsüz mekan tercih ettiklerini söylüyor. Yapay ışık sevmiyorlar. Ziyaretçiler sadece alışveriş merkezine gelmek istemiyor. Geldiklerinde bir takım başka sosyal faaliyetler bulup yanında alışveriş yapmak istiyor. Son 2-3 yılda yaşanan en büyük değişiklik bu. Bundan sonraki alışveriş merkezlerinin de böyle olması gerekiyor. Elimde bu konuda yapılmış bir çalışma yok ama bence Ümraniye’nin açık alan olması oraya gelen insan sayısını arttırdı. Bir gün geliyor sadece yemek yiyor, bir gün sinemaya gidiyorlar. Bir başka gün de alışveriş yapıyorlar. Diğer alışveriş merkezlerinde ise sadece alışveriş seçeneği var.
Özgür Gürbüz / 23 Haziran 2009
Artan enerji maliyetleri ve çevre kaygısı alışveriş merkezlerini de değiştiriyor. Metro Grup, tarafından Merter’de yapımı sürdürülen alışveriş merkezinin ısıtma ve soğutması güneş enerjisinden sağlanacak. “Meydan” projelerinin ikincisi olan İstanbul'un Avrupa yakasındaki Merter’deki proje, çatıda kurulan güneş panelleri, suyu güneş enerjisiyle ısıtarak kış aylarında ısınma, yazın ise ısınan suyu soğutma makinelerine göndererek mağazaların serinlemesini sağlayacak. Bu sayede 50 mağaza ve retoranın bulunduğu merkez yılda 770 bin kilovatsaate eşdeğer enerji üretecek, 308 ton karbondioksitin atmosfere bırakılmasını engelleyerek küresel ısınmaya katkısını azaltacak. Metro Grup Emlak Yönetim Şirlketi Genel Müdürü Gündüz Bayer, güneş enerjisi sayesinde yapılan tasarrufun mağaza sahiplerine yansıtılacağını ve enerji maliyetlerinde azalma sağlanacağını dikkat çekiyor.
Antalya’daki mağazalarında da güneş enerjisiyle soğutma gerçekleştirdiklerini belirten Bayer, projenin sosyal sorumluluk projesinden öte ekonomik olduğuna dikkat çekiyor ve “Güneş enerjisi ucuz olmasa yapmazdık” diyor. Meydan Merter Alışveriş Merkezi, Güngören-Bağcılar tramvay hattı ile Güven mahallesi arasında kalıyor. Alışveriş Merkezi’nin mahalleye açılan kapısının 24 saat açık olacağını ve tramvay hattına bağlantı sağlayacağını belirten yetkililer, Meydan’ın planını bölge halkının isteklerine göre hazırladıklarını söylüyor. Merter Meydanı’n önündeki geniş bir alan da yine içinde ufak bir göleti olan, kaykay pisti bulunan bir parka ev sahipliği yapacak. 6 Ağustos’ta açılması planlanan, 50 milyon avroya mal olan alışveriş merkezinde 1320 araç kapasiteli bir otopark da bulunuyor. Daha önceki Meydan projesi olan Meydan Ümraniye de ısınma ve soğutma için ısı pompalarından yararlanıyor.
***
“Mahallenin bir parçası olmasını istiyoruz”
Gündüz Bayer
Metro Grup Emlak Yönetim Şirketi Genel Müdürü
Meydan Merter, çevreyle daha çok entegre olmuş bir yer. Buranın, mahallenin bir parçası olmasını, insanların buluşabilecekleri bir mekan haline gelmesini istiyoruz. Yaptırdığımız anketlerde hep böyle bir sonuç çıkıyor. Alışveriş merkezine gelen insanlar daha ferah, gürültüsüz mekan tercih ettiklerini söylüyor. Yapay ışık sevmiyorlar. Ziyaretçiler sadece alışveriş merkezine gelmek istemiyor. Geldiklerinde bir takım başka sosyal faaliyetler bulup yanında alışveriş yapmak istiyor. Son 2-3 yılda yaşanan en büyük değişiklik bu. Bundan sonraki alışveriş merkezlerinin de böyle olması gerekiyor. Elimde bu konuda yapılmış bir çalışma yok ama bence Ümraniye’nin açık alan olması oraya gelen insan sayısını arttırdı. Bir gün geliyor sadece yemek yiyor, bir gün sinemaya gidiyorlar. Bir başka gün de alışveriş yapıyorlar. Diğer alışveriş merkezlerinde ise sadece alışveriş seçeneği var.
Yenilenebilir Enerji Kanunu kime takıldı?
Yenilenebilir Enerji Kanunu’nda değişiklikler yapılması için Enerji Komisyonu Başkanı Soner Aksoy tarafından verilen teklif apar topar geri çekildi. Kulislerde, 2004 yılında ilk kez gündeme gelen Yenilenebilir Enerji Kanunu’nun bir yıl gecikmesine neden olan Ali Babacan’ın bu değişiklik teklifini de engellediği konuşuluyor. Aksoy ise kızgınlığını, “Hayret ediyorum” diyerek dile getiriyor.
Özgür Gürbüz / 19 Haziran 2009*
Yaklaşık 6 aydır üzerinde çalışılan ve 18 Haziran 2009 tarihinde TBMM’nin gündeminde 3. sırada yer alan Yenilenebilir Enerji kaynaklarıyla ilgili kanun aniden geri çekildi. TBMM, Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu Başkanı, Adalet ve Kalkınma Partisi Kütahya Milletvekili Soner Aksoy tarafından bizzat hazırlanan kanun teklifi, rüzgar, güneş, jeotermal ve biyokütle gibi enerji kaynaklarına uzun dönemli alım garantileri getiriyordu. Kulislerde, kanun teklifinin bizzat Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından engellendiği konuşuluyor. Teklifte bazı enerji kaynaklarına yüksek fiyat verildiği için Babacan’ın itiraz ettiği ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile konuşarak kanunun Meclis gündemine gelmesini engellediği söyleniyor. 2004 yılında ilk kez Türkiye’nin gündemine gelen Yenilenebilir Enerji ile ilgili kanuna da, o dönem Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yapan Ali Babacan itiraz etmiş, kanun yaklaşık 1 yıl gecikmeyle daha zayıf olarak çıkmıştı. Babacan’ın işadamlarıyla yaptığı bir konuşmada kendilerine, “Amerika'da Shell ve BP gibi şirketlerin ve Amerikan Enerji Ajansı'nın başkanları ile görüştüm; yenilenebilir enerji gereksizdir, dediler” sözleri de uzun süre konuşulmuştu.
"Hayret ediyorum"
2005 yılında yasalaşan kanunla ilgili değişiklik önerisi veren Enerji Komisyonu Başkanı Soner Aksoy, kanunun neden geri çekildiğini bilmediğini ancak hayretler içerisinde olduğunu söylüyor. Aksoy, “Hayret ediyorum. Hiçbir bilgim yok. Neden geri çekildiğini bilmiyorum. ABD’de, Çin’de herkes yenilenebilir enerjinin peşinde koşuyor” açıklamasını yapıyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen alım garantilerinin yüksek olmadığını söyleyen Aksoy, aylardır üzerinde çalıştıklarını, fizibilite çalışmalarını bizzat kendisinin de içerisinde bulunduğu bir grup tarafından yapıldığını belirtiyor. Değişiklik teklifine, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yanısıra muhalefet partilerinin de sıcak baktığı biliniyordu. Bazı eleştirileri olmakla birlikte, CHP ve MHP milletvekillerinin de Genel Kurul’da kanun değişikliğine evet oyu vermeye hazırlandıkları biliniyordu.
***
Değişiklik neler getiriyordu?
Söz konusu değişiklik tasarısı yasalaşsaydı, güneş, rüzgar, biyokütle ve jeotermal gibi yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarına 10 ila 20 yıl arasında alım garantisi getirecekti. 2005 yılında kanunlaşan metinde fazla destek göremeyen güneş, biyokütle, dalga, jeotermal ve denizde kurulacak rüzgar santrallerinin bu değişiklikten en çok yararlanacak kaynaklar olması bekleniyordu. Değişiklik teklifinde, güneş panellerinden üretilecek elektrik için ilk 10 yıl boyunca kilovatsaat başına 25 avro cent, ikinci 10 yılda da 20 avro cent ödenmesi planlanıyordu.
Verilen alım garantileri ve süreleri şöyle:
Enerji Türü - İlk 10 yıl için alım garantisi / İkinci 10 yıl için (Avro cent/kWs) Hidroelektrik 7 -
Karada rüzgar 8 -
Denizde rüzgar 12 -
Jeotermal 9 -
Güneş (fotovoltaik) 25 20
Güneş (yoğunlaştırılmış) 20 18
Biyokütle (çöp gazı dahil) 14 8
Dalga, akıntı, gel-git 16 -
*Bu haber 19 Haziran'da kaleme alındı, yayımlanmayınca e-gunluge 22 Haziran'da eklendi.
Özgür Gürbüz / 19 Haziran 2009*
Yaklaşık 6 aydır üzerinde çalışılan ve 18 Haziran 2009 tarihinde TBMM’nin gündeminde 3. sırada yer alan Yenilenebilir Enerji kaynaklarıyla ilgili kanun aniden geri çekildi. TBMM, Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu Başkanı, Adalet ve Kalkınma Partisi Kütahya Milletvekili Soner Aksoy tarafından bizzat hazırlanan kanun teklifi, rüzgar, güneş, jeotermal ve biyokütle gibi enerji kaynaklarına uzun dönemli alım garantileri getiriyordu. Kulislerde, kanun teklifinin bizzat Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından engellendiği konuşuluyor. Teklifte bazı enerji kaynaklarına yüksek fiyat verildiği için Babacan’ın itiraz ettiği ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile konuşarak kanunun Meclis gündemine gelmesini engellediği söyleniyor. 2004 yılında ilk kez Türkiye’nin gündemine gelen Yenilenebilir Enerji ile ilgili kanuna da, o dönem Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yapan Ali Babacan itiraz etmiş, kanun yaklaşık 1 yıl gecikmeyle daha zayıf olarak çıkmıştı. Babacan’ın işadamlarıyla yaptığı bir konuşmada kendilerine, “Amerika'da Shell ve BP gibi şirketlerin ve Amerikan Enerji Ajansı'nın başkanları ile görüştüm; yenilenebilir enerji gereksizdir, dediler” sözleri de uzun süre konuşulmuştu.
"Hayret ediyorum"
2005 yılında yasalaşan kanunla ilgili değişiklik önerisi veren Enerji Komisyonu Başkanı Soner Aksoy, kanunun neden geri çekildiğini bilmediğini ancak hayretler içerisinde olduğunu söylüyor. Aksoy, “Hayret ediyorum. Hiçbir bilgim yok. Neden geri çekildiğini bilmiyorum. ABD’de, Çin’de herkes yenilenebilir enerjinin peşinde koşuyor” açıklamasını yapıyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen alım garantilerinin yüksek olmadığını söyleyen Aksoy, aylardır üzerinde çalıştıklarını, fizibilite çalışmalarını bizzat kendisinin de içerisinde bulunduğu bir grup tarafından yapıldığını belirtiyor. Değişiklik teklifine, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yanısıra muhalefet partilerinin de sıcak baktığı biliniyordu. Bazı eleştirileri olmakla birlikte, CHP ve MHP milletvekillerinin de Genel Kurul’da kanun değişikliğine evet oyu vermeye hazırlandıkları biliniyordu.
***
Değişiklik neler getiriyordu?
Söz konusu değişiklik tasarısı yasalaşsaydı, güneş, rüzgar, biyokütle ve jeotermal gibi yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarına 10 ila 20 yıl arasında alım garantisi getirecekti. 2005 yılında kanunlaşan metinde fazla destek göremeyen güneş, biyokütle, dalga, jeotermal ve denizde kurulacak rüzgar santrallerinin bu değişiklikten en çok yararlanacak kaynaklar olması bekleniyordu. Değişiklik teklifinde, güneş panellerinden üretilecek elektrik için ilk 10 yıl boyunca kilovatsaat başına 25 avro cent, ikinci 10 yılda da 20 avro cent ödenmesi planlanıyordu.
Verilen alım garantileri ve süreleri şöyle:
Enerji Türü - İlk 10 yıl için alım garantisi / İkinci 10 yıl için (Avro cent/kWs) Hidroelektrik 7 -
Karada rüzgar 8 -
Denizde rüzgar 12 -
Jeotermal 9 -
Güneş (fotovoltaik) 25 20
Güneş (yoğunlaştırılmış) 20 18
Biyokütle (çöp gazı dahil) 14 8
Dalga, akıntı, gel-git 16 -
*Bu haber 19 Haziran'da kaleme alındı, yayımlanmayınca e-gunluge 22 Haziran'da eklendi.
“İsrail’de kuşlar, radarla tespit ediliyor”
Diyarbakır’a inmek istediği sırada kanadına çarpan bir kuş sonucu kumanda sistemi arızalanan ve ancak dördüncü denemesinde piste inebilen uçak, havaalanlarında kuşlara karşı ne gibi önlemler alındığı sorusunu da gündeme getirdi.
Özgür Gürbüz- Gazete Habertürk / 22 Haziran 2009
İstanbul’dan Diyarbakır’a giden Onur Air Havayolları’na ait Boeing 737-400 tipi uçağı, 14 Haziran akşamı kanadına kuş çarpması sonucu tehlike atlatmış ve piste dördüncü denemesinde inebilmişti. Yaşanan kaza, kuşlarla ilgili güvenlik tedbirlerinin yeterli olup olmadığı sorusunu akıllara getirdi. Kuş Araştırmaları Derneği (KAD) Tür Koruma ve İzleme Programı Sorumlusu İlker Özbahar, birçok kuşa ev sahipliği yapan Anadolu’da benzer bir olayın tekrar görülebileceğine değiniyor ve göç yolları üzerinde kalan havaalanlarında özel radarların kullanılması gerektiğini söylüyor. Ülkenin tamamı ana kuş göç yolları üzerinde yer alan İsrail’de kullanılan radarların beraber uçan 10-11 kuşu bile algılayabildiğini söyleyen Özbahar, İstanbul ve Hatay için özellikle bu radarların kullanılmasını öneriyor.
Hatay Riskli
Dernek olarak Hatay Havaalanı yapılırken çok uğraştıklarını, 10 yıllık süreç içerisinde halkla da karşı karşıya kaldıklarını belirten Özbahar, “İstanbul ve Artvin üzerinden gelen iki ana kuş göç yolu Hatay’da birleşiyor. Havaalanı bu güzergahta kurulu. Motorlarla kuşlar karşı karşıya” diyor. Özbahar, havaalanlarından kuşları kaçırmak için kullanılan ses, yırtcı kuş barındırma gibi yöntemlerinde işe yaramadığına dikkat çekiyor.
Askeri uçuşlara Flamingo ayarı
Kuşlar üzerine araştırmaları olan bir başka dernek olan Doğa Derneği’nin Tür Sorumlusu Ferdi Akarsu da, Hatay başta olmak üzere İstanbul Atatürk, Isparta verotanın biraz dışında kalsa da Adana havaalanlarını riskli görüyor. Özellikle göç dönemlerinde düzenli kuş gözlemi yapılması gerektiğini belirten Akarsu, gerekirse uçuş saatlerinin bu döenmlerde yeniden düzenlenmesi gerektiğini söylüyor. Çiğli Askeri Üssü’nde yapılan çalışmalarda, flamingoların hassas oldukları üreme dönemlerinde askeri uçuşların bölgeden kaydırıldığını belirten Akarsu, “Bu konuda ulusal bir politika geliştirilmeli. Deprem gibi olduktan sonra değil, olmadan harekete geçilmeli” diyor. Kuşların, 10 bin yıldır aynı rotayı kullanarak göç ettiği düşünülürse, uzmanların uçak seferleri ve rotalarıyla ilgili önerilerine kulak asmakta fayda var.
Özgür Gürbüz- Gazete Habertürk / 22 Haziran 2009
İstanbul’dan Diyarbakır’a giden Onur Air Havayolları’na ait Boeing 737-400 tipi uçağı, 14 Haziran akşamı kanadına kuş çarpması sonucu tehlike atlatmış ve piste dördüncü denemesinde inebilmişti. Yaşanan kaza, kuşlarla ilgili güvenlik tedbirlerinin yeterli olup olmadığı sorusunu akıllara getirdi. Kuş Araştırmaları Derneği (KAD) Tür Koruma ve İzleme Programı Sorumlusu İlker Özbahar, birçok kuşa ev sahipliği yapan Anadolu’da benzer bir olayın tekrar görülebileceğine değiniyor ve göç yolları üzerinde kalan havaalanlarında özel radarların kullanılması gerektiğini söylüyor. Ülkenin tamamı ana kuş göç yolları üzerinde yer alan İsrail’de kullanılan radarların beraber uçan 10-11 kuşu bile algılayabildiğini söyleyen Özbahar, İstanbul ve Hatay için özellikle bu radarların kullanılmasını öneriyor.
Hatay Riskli
Dernek olarak Hatay Havaalanı yapılırken çok uğraştıklarını, 10 yıllık süreç içerisinde halkla da karşı karşıya kaldıklarını belirten Özbahar, “İstanbul ve Artvin üzerinden gelen iki ana kuş göç yolu Hatay’da birleşiyor. Havaalanı bu güzergahta kurulu. Motorlarla kuşlar karşı karşıya” diyor. Özbahar, havaalanlarından kuşları kaçırmak için kullanılan ses, yırtcı kuş barındırma gibi yöntemlerinde işe yaramadığına dikkat çekiyor.
Askeri uçuşlara Flamingo ayarı
Kuşlar üzerine araştırmaları olan bir başka dernek olan Doğa Derneği’nin Tür Sorumlusu Ferdi Akarsu da, Hatay başta olmak üzere İstanbul Atatürk, Isparta verotanın biraz dışında kalsa da Adana havaalanlarını riskli görüyor. Özellikle göç dönemlerinde düzenli kuş gözlemi yapılması gerektiğini belirten Akarsu, gerekirse uçuş saatlerinin bu döenmlerde yeniden düzenlenmesi gerektiğini söylüyor. Çiğli Askeri Üssü’nde yapılan çalışmalarda, flamingoların hassas oldukları üreme dönemlerinde askeri uçuşların bölgeden kaydırıldığını belirten Akarsu, “Bu konuda ulusal bir politika geliştirilmeli. Deprem gibi olduktan sonra değil, olmadan harekete geçilmeli” diyor. Kuşların, 10 bin yıldır aynı rotayı kullanarak göç ettiği düşünülürse, uzmanların uçak seferleri ve rotalarıyla ilgili önerilerine kulak asmakta fayda var.
Çevre Oskar’ı Bangladeş’li avukatın oldu
Çevre Oskar’ı Bangladeş’li avukatın oldu Bangladeş’te, sağlıksız koşullar ve denetimden yoksun yapılan gemi sökümüne karşı mücadele eden Avukat Rizwana Hasan, “Çevre Oskarı” olarak da adlandırılan Goldman Çevre Ödülü’ne layık görüldü.
Özgür Gürbüz
Dünyadaki eski gemilerin yarısı Bangladeş’te sökülüyor. Aralarında 14 yaşında işçilerin de olduğu tam 20 bin kişi her gün asbestosdan arseniğe kadar birçok toksik maddeyle karşı karşıya kalıyor. Çoğunun ne bu iş için uygun kıyafetleri ne de bir sağlık güvencesi var. 24 yaşında hukuk alanındaki yüksek lisansını bitirir bitirmez Bangladeş Çevreci Avukatlar Birliği’ne (BELA) kaydolan Rizwana Hasan, kısa sürede çevre sorunları denince akla gelen ilk isim oldu. Rizwana Hasan şimdi 40 yaşında ve ülke çapında 6 ofisi ve 60 çalışanı olan BELA’nın bir numaralı yöneticisi.
Zehirli Gemiler Sınırdışı
Hasan’a Asya bölgesinde Goldman Çevre Ödülü’nün kazandıran mücadelesi ise dünyadaki eski gemilerin yaklaşık üçte birinin söküldüğü Bangladeş’te, tehlikeli gemi sökümüne karşı sürdürdüğü uzun soluklu mücadele oldu. Hasan, gemi söküm işinde çalışan işçilerin koşullarının ve tersanelerden kaynaklı çevre sorunlarının önlenmesi için 2003 yılında hukuki bir mücadele başlattı. Bangladeş’e Uluslararası Basel Konvansiyonu’nda belirtildiği üzere, asbestos gibi toksik atıklarından arındırıldığını belirten sertifikası olmayan gemilerin girişinin yasaklanmasını istedi. 2006 Ocak ayında, bu kriterlere uymayan, “SS Norway” ve “Alfaship” adlı gemilerin girişinin engellenmesini istedi. Çevre Bakanlığı bu talebi kabul etti ve Rizwana Hasan önemli bir başarıya imza attı. Mart 2009’da ise Bangladeş Yüksek Mahkemesi, Rizwana’nın şikayetlerini dikkate alarak 36 gemi sökümü tersanesini koşullar iyileştirilmezse kapatacağı mesajını verdi. Bu karar, Bangladeş’in tarihinde tersanelerde çalışan işçiler lehine alınmış en ciddi karar olarak yorumlanıyor.
Sahilde Söküme Yasak İsteniyor
Uluslararası Gemi Sökümü STK Platformu sözcüsü Erdem Vardar, platformun yönetim kurulunda bulunan Hasan'ın çalışmalarının ödüllendirilmesinin, gemilerin çevreye duyarlı ve insan sağlığını gözetir şekilde sökülmesi için yaptığımız çalışmalarda kendilerine güç katacağını söylüyor. Vardar, “Rizwana Hasan, Bangladeş'te gemilerin sahillerde parçalanmasını ve ülkeye temizlenmeden girişini yasaklatmayı başardı. Dünyadaki gemilerin neredeyse tamamının sahillerde ilkel şekilde parçalanması ve bu şekilde çevrenin en tehlikeli maddelerle kirletilmesi ve işçilerin yok pahasına ölmesi kabul edilemez bir durum” diyor. Platform, “Uluslararası Denizcilik Örgütü’nden Mayıs ayında, Hong Kong'ta yapacağı toplantıda tüm dünyada gemilerin sahillerde parçalanmasını yasaklamasını umuyor.
***
Sökülen gemi sayısında artış var 2009'un ilk üç ayında dünyada 272 gemi söküme yollandı. 2007 yılının tümünde bu rakam sadece 288’di. Ekonomik kriz nedeniyle azalan ticaret hacmi, eski gemilerin boş bekletilmek yerine sökülmeye gönderilmesine neden oluyor.
***
2009'da gemilerin yüzde 51'i Hindistan'da, yüzde 29'u Bangladeş'te söküldü. Bu ülkeleri sırasıyla Pakistan, Çin ve yüzde 2’yle Türkiye izledi.
***
Bangladeş'te sadece 2009 yılında 7 işçi, iş kazalarında yaşamını yitirdi. Bu ölümler Bangladeş'te de, Tuzla tersanelerindeki ölümlere duyulan kamuoyu tepkisine benzer bir tepkiyle karşılanıyor.
2009 Goldman Çevre Ödülleri’ni kazana diğer çevreciler
Marc Ona Essangui – Gabon Kongo yağmur ormanlarında orman katliamlarını engellediği ve madenlere karşı mücadele ettiği için. Olga Speranskaya – Rusya Eski Sovyetler Birliği ülkelerinde kalan toksik atıkları bulma ve yoketme konusundaki çabalarından ötürü. Yuyun Ismawati – Endenozya Fakir kent halkına sürdürülebilir atık yönetimini çözümleri ürettiği için. Maria Gunnoe – Amerika Appalachia’daki yüzey madenlerine karşı verdiği mücadele nedeniyle. Wanze Eduards ve Hugo Jabini – Surinam Yerli kabilelerin geleneksel topraklarını koruma haklarını kazanmaları için çalıştılar.
Özgür Gürbüz
Dünyadaki eski gemilerin yarısı Bangladeş’te sökülüyor. Aralarında 14 yaşında işçilerin de olduğu tam 20 bin kişi her gün asbestosdan arseniğe kadar birçok toksik maddeyle karşı karşıya kalıyor. Çoğunun ne bu iş için uygun kıyafetleri ne de bir sağlık güvencesi var. 24 yaşında hukuk alanındaki yüksek lisansını bitirir bitirmez Bangladeş Çevreci Avukatlar Birliği’ne (BELA) kaydolan Rizwana Hasan, kısa sürede çevre sorunları denince akla gelen ilk isim oldu. Rizwana Hasan şimdi 40 yaşında ve ülke çapında 6 ofisi ve 60 çalışanı olan BELA’nın bir numaralı yöneticisi.
Zehirli Gemiler Sınırdışı
Hasan’a Asya bölgesinde Goldman Çevre Ödülü’nün kazandıran mücadelesi ise dünyadaki eski gemilerin yaklaşık üçte birinin söküldüğü Bangladeş’te, tehlikeli gemi sökümüne karşı sürdürdüğü uzun soluklu mücadele oldu. Hasan, gemi söküm işinde çalışan işçilerin koşullarının ve tersanelerden kaynaklı çevre sorunlarının önlenmesi için 2003 yılında hukuki bir mücadele başlattı. Bangladeş’e Uluslararası Basel Konvansiyonu’nda belirtildiği üzere, asbestos gibi toksik atıklarından arındırıldığını belirten sertifikası olmayan gemilerin girişinin yasaklanmasını istedi. 2006 Ocak ayında, bu kriterlere uymayan, “SS Norway” ve “Alfaship” adlı gemilerin girişinin engellenmesini istedi. Çevre Bakanlığı bu talebi kabul etti ve Rizwana Hasan önemli bir başarıya imza attı. Mart 2009’da ise Bangladeş Yüksek Mahkemesi, Rizwana’nın şikayetlerini dikkate alarak 36 gemi sökümü tersanesini koşullar iyileştirilmezse kapatacağı mesajını verdi. Bu karar, Bangladeş’in tarihinde tersanelerde çalışan işçiler lehine alınmış en ciddi karar olarak yorumlanıyor.
Sahilde Söküme Yasak İsteniyor
Uluslararası Gemi Sökümü STK Platformu sözcüsü Erdem Vardar, platformun yönetim kurulunda bulunan Hasan'ın çalışmalarının ödüllendirilmesinin, gemilerin çevreye duyarlı ve insan sağlığını gözetir şekilde sökülmesi için yaptığımız çalışmalarda kendilerine güç katacağını söylüyor. Vardar, “Rizwana Hasan, Bangladeş'te gemilerin sahillerde parçalanmasını ve ülkeye temizlenmeden girişini yasaklatmayı başardı. Dünyadaki gemilerin neredeyse tamamının sahillerde ilkel şekilde parçalanması ve bu şekilde çevrenin en tehlikeli maddelerle kirletilmesi ve işçilerin yok pahasına ölmesi kabul edilemez bir durum” diyor. Platform, “Uluslararası Denizcilik Örgütü’nden Mayıs ayında, Hong Kong'ta yapacağı toplantıda tüm dünyada gemilerin sahillerde parçalanmasını yasaklamasını umuyor.
***
Sökülen gemi sayısında artış var 2009'un ilk üç ayında dünyada 272 gemi söküme yollandı. 2007 yılının tümünde bu rakam sadece 288’di. Ekonomik kriz nedeniyle azalan ticaret hacmi, eski gemilerin boş bekletilmek yerine sökülmeye gönderilmesine neden oluyor.
***
2009'da gemilerin yüzde 51'i Hindistan'da, yüzde 29'u Bangladeş'te söküldü. Bu ülkeleri sırasıyla Pakistan, Çin ve yüzde 2’yle Türkiye izledi.
***
Bangladeş'te sadece 2009 yılında 7 işçi, iş kazalarında yaşamını yitirdi. Bu ölümler Bangladeş'te de, Tuzla tersanelerindeki ölümlere duyulan kamuoyu tepkisine benzer bir tepkiyle karşılanıyor.
2009 Goldman Çevre Ödülleri’ni kazana diğer çevreciler
Marc Ona Essangui – Gabon Kongo yağmur ormanlarında orman katliamlarını engellediği ve madenlere karşı mücadele ettiği için. Olga Speranskaya – Rusya Eski Sovyetler Birliği ülkelerinde kalan toksik atıkları bulma ve yoketme konusundaki çabalarından ötürü. Yuyun Ismawati – Endenozya Fakir kent halkına sürdürülebilir atık yönetimini çözümleri ürettiği için. Maria Gunnoe – Amerika Appalachia’daki yüzey madenlerine karşı verdiği mücadele nedeniyle. Wanze Eduards ve Hugo Jabini – Surinam Yerli kabilelerin geleneksel topraklarını koruma haklarını kazanmaları için çalıştılar.
Atık yağları denize döken mavi bayraklı oteller var
2001 yılından bu yana atık yağları toplayarak biyodizel üreten Mustafa Ezici, Meclis’te bekleyen yenilenebilir enerjiyle ilgili yasa kabul edilirse atık yağlardan elektrik üretmeye de hazırlanıyor. Biyodizelcilerin en büyük sorunu ise denetim yetersizliği yüzünden atık yağları toplayamamak.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 19 Haziran 2009
Türkiye’de yılda 1,5 milyon ton bitkisel yağ tüketiliyor. Her yıl 350 bin ton atık yağ çıkıyor. Yasal düzenlemelere rağmen 350 bin ton atığın sadece 6 bin 300 tonu geri toplanabiliyor. Geri kalan 340 bin tonun üzerindeki kullanılmış yağlar, lavabolardan kanalizasyona ve dolayısıyla denize dökülüyor. Türkiye çapında dokuz firma, atık yağları toplamak için bakanlıktan lisans almış ve yatırım yapmış durumda ancak çevre bilincinin zayıf olması ve denetim eksikliği yatırımcıları kara kara düşündürüyor. Sektörün öncülerinden Ezici Biyodizel’in Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Ezici, 14 milyon TL’lik yatırım yaptığını ancak 60 araç ve 90 kişiden oluşan filoya rağmen ayda toplayabildikleri atık miktarının 350 tonda kaldığından yakınıyor. Ayda 5 bin ton atık toplayabilecek kapasiteye sahip olduklarını söyleyen Ezici, “Denizler kirlendiğinde milyonlar harcasanız da temizleyemezsiniz. Antalya’da mavi bayraklı oteller gece atık yağları denize bırakıyor. Sadece İstanbul’da bizle anlaşması olan 6 bin 600 işletme var ama 1800’ünden yağ toplayamıyoruz. Yasal düzenleme var ama denetimler yetersiz kalıyor” diyor.
250 yataklı otelden 50 kilogram yağ
Antalya’da 250 yataklı iki otelin birinden haftada 1 ton diğerinden 50 kilogram atık yağ topladıklarını anlatan Ezici, aradaki farkın denize gittiğine ve bunun da büyük çevre sorunları yarattığına dikkat çekiyor. Atık yağ toplayan firmalar, topladıkları yağ için ücret almıyor ancak denetim olmayınca herkes yağları lavaboya dökmeyi tercih ediyor. Mustafa Ezici, “Türkiye’de 17,5 milyon hane var. Buralardaki yağlar da toplanmıyor. Halbuki, 444 28 45 numaralı “Alo Atık” hattını kurduk. Özellikle İstanbul’da evinde 5 litre atık yağ biriktirenlerin kapısına kadar gelip alıyoruz ama bu rakam günde 10 evi geçmiyor” diye yakınıyor.
Atık yağdan elektrik
TBMM’de gündemde olan Yenilenebilir Enerji Kanunu geçerse atık yağları yakarak elektrik elde edecek bir tesis de kurmaya hazırlanan Ezici, 3,8 megavat kurulu gücündeki santral sayesinde 20 bin kişinin elektriğini karşılamayı, çıkan buharla da Dilovası Organize Sanayi’deki işyerlerinin ısıtmasını sağlamayı planlıyor. Tüm bu planların gerçekleşmesi, denetimlerin arttırılmasına ve insanların çevre için evlerinde kullandıkları yağları bir şişede toplamasına bağlı.
***
Yıllara göre Türkiye’de toplanan atık yağ miktarı (Ton)
YIL Miktar
2005 1858
2006 1700
2007 2852
2008 6300
Çevre için biraz fedakarlık yapın!
Evinizde kullandığınız yağları herhangi bir şişede toplamanız ve 5 litre olunca “Alo Atık” hattı, 444 28 45’i aramanız yeterli.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 19 Haziran 2009
Türkiye’de yılda 1,5 milyon ton bitkisel yağ tüketiliyor. Her yıl 350 bin ton atık yağ çıkıyor. Yasal düzenlemelere rağmen 350 bin ton atığın sadece 6 bin 300 tonu geri toplanabiliyor. Geri kalan 340 bin tonun üzerindeki kullanılmış yağlar, lavabolardan kanalizasyona ve dolayısıyla denize dökülüyor. Türkiye çapında dokuz firma, atık yağları toplamak için bakanlıktan lisans almış ve yatırım yapmış durumda ancak çevre bilincinin zayıf olması ve denetim eksikliği yatırımcıları kara kara düşündürüyor. Sektörün öncülerinden Ezici Biyodizel’in Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Ezici, 14 milyon TL’lik yatırım yaptığını ancak 60 araç ve 90 kişiden oluşan filoya rağmen ayda toplayabildikleri atık miktarının 350 tonda kaldığından yakınıyor. Ayda 5 bin ton atık toplayabilecek kapasiteye sahip olduklarını söyleyen Ezici, “Denizler kirlendiğinde milyonlar harcasanız da temizleyemezsiniz. Antalya’da mavi bayraklı oteller gece atık yağları denize bırakıyor. Sadece İstanbul’da bizle anlaşması olan 6 bin 600 işletme var ama 1800’ünden yağ toplayamıyoruz. Yasal düzenleme var ama denetimler yetersiz kalıyor” diyor.
250 yataklı otelden 50 kilogram yağ
Antalya’da 250 yataklı iki otelin birinden haftada 1 ton diğerinden 50 kilogram atık yağ topladıklarını anlatan Ezici, aradaki farkın denize gittiğine ve bunun da büyük çevre sorunları yarattığına dikkat çekiyor. Atık yağ toplayan firmalar, topladıkları yağ için ücret almıyor ancak denetim olmayınca herkes yağları lavaboya dökmeyi tercih ediyor. Mustafa Ezici, “Türkiye’de 17,5 milyon hane var. Buralardaki yağlar da toplanmıyor. Halbuki, 444 28 45 numaralı “Alo Atık” hattını kurduk. Özellikle İstanbul’da evinde 5 litre atık yağ biriktirenlerin kapısına kadar gelip alıyoruz ama bu rakam günde 10 evi geçmiyor” diye yakınıyor.
Atık yağdan elektrik
TBMM’de gündemde olan Yenilenebilir Enerji Kanunu geçerse atık yağları yakarak elektrik elde edecek bir tesis de kurmaya hazırlanan Ezici, 3,8 megavat kurulu gücündeki santral sayesinde 20 bin kişinin elektriğini karşılamayı, çıkan buharla da Dilovası Organize Sanayi’deki işyerlerinin ısıtmasını sağlamayı planlıyor. Tüm bu planların gerçekleşmesi, denetimlerin arttırılmasına ve insanların çevre için evlerinde kullandıkları yağları bir şişede toplamasına bağlı.
***
Yıllara göre Türkiye’de toplanan atık yağ miktarı (Ton)
YIL Miktar
2005 1858
2006 1700
2007 2852
2008 6300
Çevre için biraz fedakarlık yapın!
Evinizde kullandığınız yağları herhangi bir şişede toplamanız ve 5 litre olunca “Alo Atık” hattı, 444 28 45’i aramanız yeterli.
Domuz çiftliğinde ruhsat tartışması
Antalya’nın Manavgat İlçesi’ndeki domuz çiftliğine gelen, ‘domuzları kesin tebligatı’, işyeri sahipleriyle Manavgat Kaymakamlığı’nı davalık etti. Tropical Domuz Çiftliği’nin sahipleri, domuz ürettikleri için kendilerine izin verilmediğini belirtirken, Tarım Bakanlığı işletmeye diğer hayvan üreticilerinden farklı bir muamele yapılmadığını, işletmenin ruhsat sorunu olduğunu söylüyor.
Özgür Gürbüz / 19 Haziran 2009
Türkiye’de sayıları çok olmasa da bazı marketlerde domuz eti satışı yapılıyor. Domuz eti ayrıca Türkiye’ye konaklamaya gelen turistler tarafından da tercih ediliyor. Ancak Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından ülkede ruhsat verilmiş bir domuz üretim çiftliği yok. Bir ara sayıları 80’i bulan domuz çiftliklerinin sayısı 3’e düşmüş durumda. Hiçbiri ruhsatlı değil. Antalya’nın Manavgat ilçesindeki Tropical Turizm’e ait çiftlik bunlardan biri ve Manavgat Kaymakamlığı’nca yapılan tebligatla çiftlikteki 501 domuzun kesilmesi isteniyor.
Kesim kararı askıda
Tropical Domuz Çiftliği’nin sahibi Mustafa Kaya, 2001 yılından beri faaliyette olan çiftlikleri için mezbaha ve Gayri Sıhhi Müessese (GSM) ruhsatları aldıklarını, 2006 yılında yönetmelik değişmesi sonucu işletme ruhsatı için yeniden başvurduklarını ancak bu sırada kesim tebligatının kendilerine geldiğini söylüyor. Tarım Bakanlığı yetkilileriyse, söz konusu çiftliğin işletme ruhsatı için başvurusunun, çiftliğin bulunduğu yerin alternatif turizm bölgesi olması nedeniyle onay alamadığını belirtiyor ve 155 erkek, 296 dişi ve 50 yavrudan oluşan domuzların günde 30 kesim yapılarak öldürülmesi gerektiğini söylüyor. Karara itiraz eden işletme olayı mahkemeye götürmüş. Antalya 2. İdare Mahkemesi ise dava görülene kadar kesim kararını askıya almış.
“Maliyeti 3, ithal edersem 75 lira”
Domuz çiftliği’nin yanında bir lokantası olan ve kesilen etleri Side’deki 5 otelindeki yabancı turistlere sunan Mustafa Kaya, “Türkiye yılda 17-18 milyon dolarlık domuz eti ithal ediyor. Rodos’tan, Bulgaristan’dan kaçak getirildiğini bile duyuyoruz. Biz, ruhsatlıi, kontrollü olarak yetiştirelim istiyoruz ama izin alamıyoruz” diyor. Çiftlik kurulduğunda Oymapınar Belediyesi’nden GSM ruhsatı aldıklarını, daha sonra kendilerinden GSM ruhsatını Özel İdare’den almaları istendiğini ve bunu da yaptıklarını belirten Kaya, bu ruhsat içerisinde yetiştirme izninin de yer aldığını belirtiyor. “2006’daki değişiklikten sonra yetiştirme izni almak için Tarım İlçe Müdürlüğü’ne başvurmamız istendi. Kesimhane olmazsa izin veremeyiz dediler. Biz de kesimhane kurup 10 Şubat’ta onun ruhsatını da aldık. Tüm belgeleri tamamladık bu sefer de domuz gribi çıktı ve bize kesim tebligatı geldi” diyen Kaya, dışarıdan alınan domuz pastırmasına 70-75 lira ödenirken, kendi imalatlarında maliyetin 3 liraya kadar düştüğünü söylüyor. Çiftlikteki domuzlar, otellerdeki artık yemeklerle beslendiği için maliyet düşük kalıyor.
Domuz gribiyle ilgisi yok
Tarım Bakanlığı yetkilileri ilgili tesiste tetkiklerin yapıldığını, domuz gribi ya da başka bir hastalık görülmediğini teyid ediyor. Kapatma kararının ruhsatla ilgili olduğunu, çiftliğin yeriyle ilgili sorun yaşandığını belirtiyor. Adını vermek istemeyen bir yetkili, “Domuz, at, büyükbaş çiftliği olsun, işletme ruhsatı almanız lazım. Bu işletmenin ruhsatı yok” diyor. İşletme ruhsatı almak için de önce hayvanların nerede kesileceğine dair mezbaha ruhsatı almak gerekiyor. İlgililer, domuzların normal mezbahalarda kesilmesine izin verilmediği için mezbaha kurma şartı arandığını, bunun da özel bir durum olmadığını belirtiyor. Gerekli uyarıların 25 Kasım 2008’de yapıldığını ve sorumluluğun işletmede olduğunu öne sürüyor.
Özgür Gürbüz / 19 Haziran 2009
Türkiye’de sayıları çok olmasa da bazı marketlerde domuz eti satışı yapılıyor. Domuz eti ayrıca Türkiye’ye konaklamaya gelen turistler tarafından da tercih ediliyor. Ancak Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından ülkede ruhsat verilmiş bir domuz üretim çiftliği yok. Bir ara sayıları 80’i bulan domuz çiftliklerinin sayısı 3’e düşmüş durumda. Hiçbiri ruhsatlı değil. Antalya’nın Manavgat ilçesindeki Tropical Turizm’e ait çiftlik bunlardan biri ve Manavgat Kaymakamlığı’nca yapılan tebligatla çiftlikteki 501 domuzun kesilmesi isteniyor.
Kesim kararı askıda
Tropical Domuz Çiftliği’nin sahibi Mustafa Kaya, 2001 yılından beri faaliyette olan çiftlikleri için mezbaha ve Gayri Sıhhi Müessese (GSM) ruhsatları aldıklarını, 2006 yılında yönetmelik değişmesi sonucu işletme ruhsatı için yeniden başvurduklarını ancak bu sırada kesim tebligatının kendilerine geldiğini söylüyor. Tarım Bakanlığı yetkilileriyse, söz konusu çiftliğin işletme ruhsatı için başvurusunun, çiftliğin bulunduğu yerin alternatif turizm bölgesi olması nedeniyle onay alamadığını belirtiyor ve 155 erkek, 296 dişi ve 50 yavrudan oluşan domuzların günde 30 kesim yapılarak öldürülmesi gerektiğini söylüyor. Karara itiraz eden işletme olayı mahkemeye götürmüş. Antalya 2. İdare Mahkemesi ise dava görülene kadar kesim kararını askıya almış.
“Maliyeti 3, ithal edersem 75 lira”
Domuz çiftliği’nin yanında bir lokantası olan ve kesilen etleri Side’deki 5 otelindeki yabancı turistlere sunan Mustafa Kaya, “Türkiye yılda 17-18 milyon dolarlık domuz eti ithal ediyor. Rodos’tan, Bulgaristan’dan kaçak getirildiğini bile duyuyoruz. Biz, ruhsatlıi, kontrollü olarak yetiştirelim istiyoruz ama izin alamıyoruz” diyor. Çiftlik kurulduğunda Oymapınar Belediyesi’nden GSM ruhsatı aldıklarını, daha sonra kendilerinden GSM ruhsatını Özel İdare’den almaları istendiğini ve bunu da yaptıklarını belirten Kaya, bu ruhsat içerisinde yetiştirme izninin de yer aldığını belirtiyor. “2006’daki değişiklikten sonra yetiştirme izni almak için Tarım İlçe Müdürlüğü’ne başvurmamız istendi. Kesimhane olmazsa izin veremeyiz dediler. Biz de kesimhane kurup 10 Şubat’ta onun ruhsatını da aldık. Tüm belgeleri tamamladık bu sefer de domuz gribi çıktı ve bize kesim tebligatı geldi” diyen Kaya, dışarıdan alınan domuz pastırmasına 70-75 lira ödenirken, kendi imalatlarında maliyetin 3 liraya kadar düştüğünü söylüyor. Çiftlikteki domuzlar, otellerdeki artık yemeklerle beslendiği için maliyet düşük kalıyor.
Domuz gribiyle ilgisi yok
Tarım Bakanlığı yetkilileri ilgili tesiste tetkiklerin yapıldığını, domuz gribi ya da başka bir hastalık görülmediğini teyid ediyor. Kapatma kararının ruhsatla ilgili olduğunu, çiftliğin yeriyle ilgili sorun yaşandığını belirtiyor. Adını vermek istemeyen bir yetkili, “Domuz, at, büyükbaş çiftliği olsun, işletme ruhsatı almanız lazım. Bu işletmenin ruhsatı yok” diyor. İşletme ruhsatı almak için de önce hayvanların nerede kesileceğine dair mezbaha ruhsatı almak gerekiyor. İlgililer, domuzların normal mezbahalarda kesilmesine izin verilmediği için mezbaha kurma şartı arandığını, bunun da özel bir durum olmadığını belirtiyor. Gerekli uyarıların 25 Kasım 2008’de yapıldığını ve sorumluluğun işletmede olduğunu öne sürüyor.
GDO için şeytani plan!
ABD Tarım Bakanlığı’nın, TBMM milletvekillerini, GDO’ların önünü açacak Biyogüvenlik Yasası’na onay vermesi için ABD’de ağırlamalarıyla ortaya çıkan lobi faaliyetinin tek olmadığı anlaşıldı. 2005 yılında yazılan rapor, bu gezi dahil yapılacak lobi faaliyetlerini ve geçmişte yapılanları tek tek ortaya koyuyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 17 Haziran 2009*
TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri komisyonu üyesi milletvekillerinin, Genetiği Değiştirilmiş Organzimaların (GDO) Türkiye’de ekilmesi ve satışının önünü açacak Biyogüvenlik Yasası'na onay vermelerini sağlamak için ABD'de ağırlanmasının münferit bir olay olmadığı ortaya çıktı. Gazete Habertürk’ün ulaştığı ve dönemin ABD Tarım Ataşesi Robert Hanson tarafından kaleme alınan raporda, Türkiye’de genetiği değiştirilmiş (transgenik) ürünlere karşı bir kamuoyu oluştuğunu, bunun da muhtemelen ABD’den GDO’lu ürün ithal etmek isteyen üreticileri ürküttüğü belirtiliyor. Türkiye’nin GDO’lar karşısında Avrupa gibi “karşı” tavır aldığına dikkat çekilerek, söz konusu yasa tasarısının hükümetin aksini söylemesine rağmen GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye ithalinde engel teşkil edebileceği belirtiliyor. Yasanın bu haliyle çıkmaması için bu konuda karar vericileri, akademisyen ve üreticileri hedef alan bir dizi lobi çalışması yapılmasını öneriyor.
ABD Tarım Bakanlığı’nın (FAS) raporunda, 2005 yılına kadar yapılmış çalışmalar da yer alıyor. Üniversite, hükümet ve özel sektörden belirli kişilerin seçilerek ABD ve çeşitli ülkelerde seminer ve teknik gezilere götürüldüğü detaylarıyla belirtilmiş. Raporda ayrıca 1998-2000 yılları arasında yasak olmasına rağmen Türkiye’de sınırlı sayıda da olsa GDO’lu patates, mısır ve pamuk ekildiği belirtiliyor. Türkiye’de genleriyle oynanmış tarım ürünleriyle ilgili yasal boşluk nedeniyle, “GDO’lu ürün” etiketi taşıyan ürünlerin, ülkeye sokulmadığı, etiketsiz ürünlerinse girebildiği belirtilerek üreticilere yol gösteriliyor. gönderilmesi gizlice tavsiye edilmiş.
FAS Türkiye’nin yaptığı çalışmalardan bazıları:
Planlanan çalışmalardan bazıları:
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 17 Haziran 2009*
TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri komisyonu üyesi milletvekillerinin, Genetiği Değiştirilmiş Organzimaların (GDO) Türkiye’de ekilmesi ve satışının önünü açacak Biyogüvenlik Yasası'na onay vermelerini sağlamak için ABD'de ağırlanmasının münferit bir olay olmadığı ortaya çıktı. Gazete Habertürk’ün ulaştığı ve dönemin ABD Tarım Ataşesi Robert Hanson tarafından kaleme alınan raporda, Türkiye’de genetiği değiştirilmiş (transgenik) ürünlere karşı bir kamuoyu oluştuğunu, bunun da muhtemelen ABD’den GDO’lu ürün ithal etmek isteyen üreticileri ürküttüğü belirtiliyor. Türkiye’nin GDO’lar karşısında Avrupa gibi “karşı” tavır aldığına dikkat çekilerek, söz konusu yasa tasarısının hükümetin aksini söylemesine rağmen GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye ithalinde engel teşkil edebileceği belirtiliyor. Yasanın bu haliyle çıkmaması için bu konuda karar vericileri, akademisyen ve üreticileri hedef alan bir dizi lobi çalışması yapılmasını öneriyor.
ABD Tarım Bakanlığı’nın (FAS) raporunda, 2005 yılına kadar yapılmış çalışmalar da yer alıyor. Üniversite, hükümet ve özel sektörden belirli kişilerin seçilerek ABD ve çeşitli ülkelerde seminer ve teknik gezilere götürüldüğü detaylarıyla belirtilmiş. Raporda ayrıca 1998-2000 yılları arasında yasak olmasına rağmen Türkiye’de sınırlı sayıda da olsa GDO’lu patates, mısır ve pamuk ekildiği belirtiliyor. Türkiye’de genleriyle oynanmış tarım ürünleriyle ilgili yasal boşluk nedeniyle, “GDO’lu ürün” etiketi taşıyan ürünlerin, ülkeye sokulmadığı, etiketsiz ürünlerinse girebildiği belirtilerek üreticilere yol gösteriliyor. gönderilmesi gizlice tavsiye edilmiş.
FAS Türkiye’nin yaptığı çalışmalardan bazıları:
- 2000 yılından bu yana Cochran Programıyla biyoteknoloji adaylarının ABD’ye gönderilmesi.
- Biyoteknoloji konusundaki bilgilerin tercüme edilip hükümet ve paydaşlara iletilmesi.
- Seçilmiş, gıda güvenliği konusunda çalışan 2 hükümet yetkilisini 2002’de Tunus’taki biyoteknoloji seminerine gönderilmesi.
- Yüksek düzey iki Tarım Bakanlığı uzmanının 2003 yazındaki Amerikan Hububat Konseyi toplantısına katılması için aday gösterilmesi.
- 2003 sonbaharında Ankara’da hükümet yetkililerine (250 kişinin üzerinde katılım olmuş) büyük bir konferans düzenlenmesi.
- 2003 yılı sonbaharında bir üniversitenin biyoteknoloji uzmanının Amerika’daki biyoteknoloji konferansına gönderilmesi.
- 2004, 2005 ve 2006 yıllarında, bakanlığın 5 gıda güvenlik elemanının, devlet fonlarıyla Biyoteknoloji Uluslararası Ziyaret Programı’na katılmasının sağlanması.
- 2004 yılı yazında bakanlık yetkililerinin ve gazetecilerin USGC Biyoteknoloji programlarına katılmasının sağlanması.
- 2005 yılı Nisan ayında bir grup milletvekili ve Tarım Bkanlığı’nın kilit elemanlarının ABD’ye davet edilmesi ve ABD’nin tarımsal biyoteknolojiyi nasıl kullandığının gösterilmesi.
- 2005 yılı Eylül ayında ABD Tarım Bakanlığı’nın yardımıyla bir biyoteknoloji uzmanının Türkiye’deki üç üniversitede ,Bakanlık yetkilileri ve paydaşlara konferans vermesinin sağlanması.
Planlanan çalışmalardan bazıları:
- Karar yetkisine sahip yüksek düzeydeki Tarım Bakanlığı yetkililerinin, seyahat ve eğitim programlarına dahil olmasının garanti edilmesi.
- Basında ve siyasi alanlardaki eleştirileri yanıtlamak için Türkiye’deki yerli endüstri ve ithalatçılar ile eşgüdüm içerisinde olunması.
- Biyoteknolojinin yararlarını göstermek için Türkiye’deki yerel üniversitelerle eşgüdüm içinde olunması.Ankara ve İstanbul’da bakanlıkların dönem dönem değişebilen elemanlarına gıda güvenliği seminerleri verilmesi için konuşmacılar ayarlamak.
- Bu seminerlere FDA’nın (Yiyecek ve İlaç Departmanı) katılımının ve ABD’deki biyotek ürünlerin yararlarını anlatan Amerikalı üreticilerin bu toplantılarda olmasının sağlanması.
- Cooperator, Cochran ve Uluslararası Ziyaretçiler Programı aktivitelerinin devam ettirilmesi. Bu aktiviteler arttırılmalı ve ziyaretler için İngilizce bilmeyen daha yüksek düzeydeki resmi görevlilerin hedeflenmesi.
- Türkiye’nin, biyoteknolojik mısır ve pamuk üretiminden diğer ürünlere nazaran daha karlı çıkacağının üreticinin karının artacağının, resmi görevliler ve yerel üretici birliklerine devamlı olarak anlatılması.
Nazlı, bakan eliyle denizine kavuştu
Dalyan’daki rehabilitasyon merkezinde tedavisi biten Caretta Caretta türü deniz kaplumbağası Nazlı, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu tarafından denize bırakıldı. Koruma altındaki kaplumbağaların yumurta bırakmaya da başladı. Geçtiğimiz yıl kaplumbağalar 20 bin yumurta bırakmış, yumurtalardan çıkan 7 bin yavru Caretta denize ulaşmıştı.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 14 Haziran 2009 *
Türkiye’deki 14 Özel Çevre Koruma Bölgesi’nden biri olan Dalyan’ın İztuzu sahili, Caretta Caretta olarak bilinen onlarca deniz kaplumbağaları her yıl ev sahipliği yapıyor. Yumurtalarını bırakmak için onlarca kilometre yolu kat ederek İztuzu’na gelen kaplumbağalar gece yumurtalarını bırakıp denize geri dönüyor. Cumartesi sabah erken saatlerde ise yaklaşık bir yıl önce ağzında olta ve başında bir yarayla bulunan Nazlı adlı kaplumbağa, özel hasta havuzundan denize doğru yola çıktı. Dalyan’daki Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma, Rehabilitasyon ve Bilgilendirme Merkezi’nde tedavi edildikten sonra denize bırakılan ve Nazlı adı verilen kaplumbağayı Merkez’de ziyaret eden Çevre ve Orman Balanı Veysel Eroğlu, Nazlı’nın denize doğru taşınmasına da yardım etti. İztuzu’nda kumsala bırakılan Nazlı, medya ve devlet erkanının ilgisi nedeniyle önce bir nazlandı ama yüzünü vuran ilk küçük dalgayla Akdeniz’in yolunu tuttu. Eroğlu daha sonra, kumsala yumurta bırakan bir kaplumbağayı izledi ve ona kızının adı olan Ayşenur adını verdi.
32 derecede dişi, 26’da erkek oluyorlar
İribaş olarak da bilinen “Caretta caretta”lar dünyada neslini sürdürebilen sekiz deniz kaplumbağası türünden biri. Sadece Akdeniz’de yuvalayan Caretta’lar, sesten ve ışıktan uzak, gerekli iklim koşullarına uygun olduğu için her yıl Mayıs-Ekim ayları arasında İztuzu Plajı’nın yolunu tutuyor. Kumsalın denize yakın ıslak bölümünü geçen kaplumbağalar, daha içerideki sıcak kumları severse, arka ayaklarıyla 50-60 cm derinliğinde bir çukur kazıp pinpon topu büyüklüğünde 50-150 yumurta bırakıyor. Her 2-3 yılda bir buna benzer 3-5 yuva yapan dişi kaplumbağalar daha sonra denize dönüyor. Ortamın sıcaklığı 32 dereceleri bulursa yumurtadan dişi, 26’lara inerse erkek kaplumbağa çıkıyor. 2008 yılında yaklaşık 20 bin yumurta bırakılmış. Bunların 7 bini küçük adımlarla denize ulaşmayı başaran yavru “Caretta”lara dönüşmüş. İstatistiklere göre bu 7 bin yavrudan ergen kaplumbağa olacakların sayısı 30 ile 50 arasında. Yani, oran binde 3 ile 5.
Özel Çevre Koruma Bölgesi görevlileri ve Pamukkale Üniversitesi’nden Biyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Doç Dr. Yakup Kaska önderliğinde bir grup öğrenci ise yumurtlama dönemi boyunca geceleri kumsalı dolaşıp, yuvaları tilki ve martılardan korumak için özel kafeslerle koruyor. Rehabilitasyon Merkezi’nde de çalışan gençler, Dalyan Deltası’ndaki Nil kaplumbağaları ve Caretta’ların korunması ile izlenmesi için 2008’de 129 bin YTL bütçe ayrılmış. Bölge bu yatırım ve emeğin karşılığını ise her yıl Dalyan’ı ziyaret eden 500 bin turistten alıyor.
***
“Belediye başkanları hapse düşebilir”
Göçek-Dalyan Özel Çevre Koruma bölgelerini inceleyen Çevre Bakanı Veysel Eroğlu, sahil şeridindeki kaçak yapıların mutlaka yıkılacağını, buna göz yuman belediye başkanlarının da görevden alınacağını söyledi. Muğla bölgesinde uydu aracılığıyla kaçak yapıların tarandığını belirten Eroğlu, “Kaçak yapıya göz yuman, imar planına uygun olmadığı halde izin veren belediye başkanlarını açık bir şekilde uyarayım. Kanuna aykırı işlem yaptıkları için İçişleri Bakanlığı gereğini yapar, görevden alınabilir, hapse de düşebilirler” dedi.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 14 Haziran 2009 *
Türkiye’deki 14 Özel Çevre Koruma Bölgesi’nden biri olan Dalyan’ın İztuzu sahili, Caretta Caretta olarak bilinen onlarca deniz kaplumbağaları her yıl ev sahipliği yapıyor. Yumurtalarını bırakmak için onlarca kilometre yolu kat ederek İztuzu’na gelen kaplumbağalar gece yumurtalarını bırakıp denize geri dönüyor. Cumartesi sabah erken saatlerde ise yaklaşık bir yıl önce ağzında olta ve başında bir yarayla bulunan Nazlı adlı kaplumbağa, özel hasta havuzundan denize doğru yola çıktı. Dalyan’daki Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma, Rehabilitasyon ve Bilgilendirme Merkezi’nde tedavi edildikten sonra denize bırakılan ve Nazlı adı verilen kaplumbağayı Merkez’de ziyaret eden Çevre ve Orman Balanı Veysel Eroğlu, Nazlı’nın denize doğru taşınmasına da yardım etti. İztuzu’nda kumsala bırakılan Nazlı, medya ve devlet erkanının ilgisi nedeniyle önce bir nazlandı ama yüzünü vuran ilk küçük dalgayla Akdeniz’in yolunu tuttu. Eroğlu daha sonra, kumsala yumurta bırakan bir kaplumbağayı izledi ve ona kızının adı olan Ayşenur adını verdi.
32 derecede dişi, 26’da erkek oluyorlar
İribaş olarak da bilinen “Caretta caretta”lar dünyada neslini sürdürebilen sekiz deniz kaplumbağası türünden biri. Sadece Akdeniz’de yuvalayan Caretta’lar, sesten ve ışıktan uzak, gerekli iklim koşullarına uygun olduğu için her yıl Mayıs-Ekim ayları arasında İztuzu Plajı’nın yolunu tutuyor. Kumsalın denize yakın ıslak bölümünü geçen kaplumbağalar, daha içerideki sıcak kumları severse, arka ayaklarıyla 50-60 cm derinliğinde bir çukur kazıp pinpon topu büyüklüğünde 50-150 yumurta bırakıyor. Her 2-3 yılda bir buna benzer 3-5 yuva yapan dişi kaplumbağalar daha sonra denize dönüyor. Ortamın sıcaklığı 32 dereceleri bulursa yumurtadan dişi, 26’lara inerse erkek kaplumbağa çıkıyor. 2008 yılında yaklaşık 20 bin yumurta bırakılmış. Bunların 7 bini küçük adımlarla denize ulaşmayı başaran yavru “Caretta”lara dönüşmüş. İstatistiklere göre bu 7 bin yavrudan ergen kaplumbağa olacakların sayısı 30 ile 50 arasında. Yani, oran binde 3 ile 5.
Özel Çevre Koruma Bölgesi görevlileri ve Pamukkale Üniversitesi’nden Biyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Doç Dr. Yakup Kaska önderliğinde bir grup öğrenci ise yumurtlama dönemi boyunca geceleri kumsalı dolaşıp, yuvaları tilki ve martılardan korumak için özel kafeslerle koruyor. Rehabilitasyon Merkezi’nde de çalışan gençler, Dalyan Deltası’ndaki Nil kaplumbağaları ve Caretta’ların korunması ile izlenmesi için 2008’de 129 bin YTL bütçe ayrılmış. Bölge bu yatırım ve emeğin karşılığını ise her yıl Dalyan’ı ziyaret eden 500 bin turistten alıyor.
***
“Belediye başkanları hapse düşebilir”
Göçek-Dalyan Özel Çevre Koruma bölgelerini inceleyen Çevre Bakanı Veysel Eroğlu, sahil şeridindeki kaçak yapıların mutlaka yıkılacağını, buna göz yuman belediye başkanlarının da görevden alınacağını söyledi. Muğla bölgesinde uydu aracılığıyla kaçak yapıların tarandığını belirten Eroğlu, “Kaçak yapıya göz yuman, imar planına uygun olmadığı halde izin veren belediye başkanlarını açık bir şekilde uyarayım. Kanuna aykırı işlem yaptıkları için İçişleri Bakanlığı gereğini yapar, görevden alınabilir, hapse de düşebilirler” dedi.
Hatasız nükleer olmaz!
Finlandiya’nın nükleer hatası ...
Özgür Gürbüz - Karga Mecmua / Haziran 2009
1978 yılında ABD’de meydana gelen Üç Mil Adası (Three Mile Island) kazası, ardından dünya tarihine adını gelmiş geçmiş en büyük teknoloji felaketi olarak yazdıran Çernobil. Bu iki kaza zaten nükleer atıklar ve yüksek elektrik üretim maliyetleriyle başı iyice dertte olan sektöre adeta öldürücü darbeyi vurmuştu. Çernobil’den bu yana gerileme dönemine giren nükleer enerji, doğalgaz krizlerini, yüksek petrol fiyatlarını bahane ederek yeniden atağa kalktı. Çernobil’i anımsamayan bir kuşak ve eski defterlerin karıştırılmaması tek dilekleriydi. Bu dilek bir ölçüde tuttu, bahsettikleri gibi bir “nükleer rönesans” gerçekleşemedi ama işsizlikten kırılan ve neredeyse Fransa ve birkaç Asya ülkesi dışında sipariş alamayan nükleer endüstri bu sayede iflastan dönmüş oldu.
“Huylu huyundan vazgeçmez” misali, nükleer enerjinin geri dönüşü de altın çağını yaşadığı yıllardaki gibi sorunlu oldu. Koparılan onca gürültüye rağmen Batı Avrupa’da sadece iki nükleer reaktörün inşası sürüyor. Biri, nükleerden yıllardır taviz vermeyen ve nükleer reaktör satmak için bizzat cumhurbaşkanları Sarkozy’yi bir pazarlamacı gibi görevlendiren Fransa. Fransa’daki reaktör inşaatının nasıl gittiği hakkında çok detaylı bilgi almak, yıllardır bu konuda gizliliğini sürdüren devlet kontrolündeki nükleer sektör yüzünden pek mümkün değil. Buna karşın, dünyanın nükleer teknoloji konusunda örnek gösterilen Fransız Areva şirketi tarafından Finlandiya’da inşa edilen 1600 MW kurulu güçteki reaktörü hakkında oldukça fazla bilgiye ulaşmak mümkün. Ülkemizde medyanın ticari ilişkiler nedeniyle neredeyse hiç değinmediği bu haberler, nükleer rönesans masalının, Finlandiya’da nasıl bir kabusa dönüştüğünü gösteriyor.
Elektrik üretemedi ama 4 milyar avro zarar etti
Olkiluoto’daki 3 numaralı reaktörün inşası 2005 yılında başladı. Bittiğinde Avrupa’nın ilk üçüncü kuşak nükleer reaktörü olması bekleniyor. Yalnız inşaatın ne zaman biteceği pek belli değil. Dört yıldır üzerinde çalışılmasına rağmen, Finlandiya otoritelerinin aradığı güvenlik standartları hala sağlanamadı. Bu nedenle inşaat birkaç kez gözden geçirildi, bazı bölümlerin yeniden yapılması istendi. Normal şartlarda reaktörün bu yaza bitmesi gerekiyordu, halbuki şu anda görünen en erken tarih 2012. Bu gecikmenin maliyeti, üretilemeyen elektrik enerjisiyle birlikte 4 milyar avroyu buluyor. Santralin maliyetinin firma tarafından inşaattan önce 3 milyar avro olarak açıklandığını da anımsatmakta fayda var. İşin komik tarafı, gecikme ve yapılan hatalardan dolayı ortaya çıkan 4 milyar avroluk (lütfen bu rakamı tekrar tekrar okuyun) ek maliyet yüzünden reaktörü tasarlayan ve inşa eden Areva-Siemens konsorsiyomu ile Finlandiya’daki reaktörü sipariş eden TVO’nun bu bedeli kimin ödeyeceği üzerine tahkimlik olması. Sonuçta faturanın Finlandiya vatandaşlarına pahalı elektrik yoluyla çıkacağıysa ortada.
Tasarım hatası
Bu işin komik tarafıydı. İşin daha komik tarafı ise dünyanın en iyi nükleer teknolojisine sahip olduğu iddia edilen firmanın, tasarımını yaptığı üçüncü jenerasyon nükleer reaktörlerin tam anlamasıyla çuvallaması. Bu teknolojinin her derde deva olduğunu söyleyen atom mühendislerinden ülkemizde de çok sayıda bulunduğunu anımsatmakta yarar var. Finlandiya Nükleer Güvenlik Otoritesi (STUK), en son yaptığı uyarıda, daha önce de dikkat çektiği ana soğutma borularındaki kaynaklarda yine hatalar tespit etti (Bu borulara daha önce de üç kez kaynak yapıldığı belirtiliyor). Finlandiya’da bir televizyon kanalı, STUK’tan Areva’ya yazılmış bir mektubu kamuoyuna açıkladı. Greenpeace tarafından Türkiye’deki medyaya da gönderilen bu mektupta, STUK, Areva’dan temel nükleer güvenlik ilkelerine uygun bir tasarım beklentisi içerisinde olduğunu söylüyor. Yani, bütün olan biten tasarım hatası diyor. Bu da, Türkiye gibi, nükleer enerjiyi gerçekten tartıp biçmeden baştacı yapmaya çalışan ülkelere önerilen “son model” reaktörlerin ne durumda olduğunu gösteren iyi bir örnek.
Bildiğiniz gibi Mersin’in Akkuyu beldesine yapılmak istenen bir nükleer reaktör var ve ihale tüm olumsuzluklara rağmen garip bir şekilde sonuçlandırılamıyor. İhalede verilen fiyatı pahalı bulan nükleerciler, yukarıdaki tabloyu nasıl yorumluyor bilmiyorum ama Finlandiya’da yaşanan bir istisna değil. Bugün, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın inşası süren santraller listesinde yer alan Attucha-2 reaktörünün 1981 yılından bu yana bitirilemediğini ve bu listede yer aldığını biliyor muydunuz? Arjantin’in zararı, on milyarlarca dolar olarak tahmin ediliyor. Hatalardan ders çıkarmak iyidir ama bazen çok pahalıya mal olabilir. Türkiye’nin ortada alınacak bu kadar ders varken “nükleer hata” yapmasına engel olmak hepimizin görevi olmalı. Eğer bu memlekette yaşamaya niyetliysek...
Özgür Gürbüz - Karga Mecmua / Haziran 2009
1978 yılında ABD’de meydana gelen Üç Mil Adası (Three Mile Island) kazası, ardından dünya tarihine adını gelmiş geçmiş en büyük teknoloji felaketi olarak yazdıran Çernobil. Bu iki kaza zaten nükleer atıklar ve yüksek elektrik üretim maliyetleriyle başı iyice dertte olan sektöre adeta öldürücü darbeyi vurmuştu. Çernobil’den bu yana gerileme dönemine giren nükleer enerji, doğalgaz krizlerini, yüksek petrol fiyatlarını bahane ederek yeniden atağa kalktı. Çernobil’i anımsamayan bir kuşak ve eski defterlerin karıştırılmaması tek dilekleriydi. Bu dilek bir ölçüde tuttu, bahsettikleri gibi bir “nükleer rönesans” gerçekleşemedi ama işsizlikten kırılan ve neredeyse Fransa ve birkaç Asya ülkesi dışında sipariş alamayan nükleer endüstri bu sayede iflastan dönmüş oldu.
“Huylu huyundan vazgeçmez” misali, nükleer enerjinin geri dönüşü de altın çağını yaşadığı yıllardaki gibi sorunlu oldu. Koparılan onca gürültüye rağmen Batı Avrupa’da sadece iki nükleer reaktörün inşası sürüyor. Biri, nükleerden yıllardır taviz vermeyen ve nükleer reaktör satmak için bizzat cumhurbaşkanları Sarkozy’yi bir pazarlamacı gibi görevlendiren Fransa. Fransa’daki reaktör inşaatının nasıl gittiği hakkında çok detaylı bilgi almak, yıllardır bu konuda gizliliğini sürdüren devlet kontrolündeki nükleer sektör yüzünden pek mümkün değil. Buna karşın, dünyanın nükleer teknoloji konusunda örnek gösterilen Fransız Areva şirketi tarafından Finlandiya’da inşa edilen 1600 MW kurulu güçteki reaktörü hakkında oldukça fazla bilgiye ulaşmak mümkün. Ülkemizde medyanın ticari ilişkiler nedeniyle neredeyse hiç değinmediği bu haberler, nükleer rönesans masalının, Finlandiya’da nasıl bir kabusa dönüştüğünü gösteriyor.
Elektrik üretemedi ama 4 milyar avro zarar etti
Olkiluoto’daki 3 numaralı reaktörün inşası 2005 yılında başladı. Bittiğinde Avrupa’nın ilk üçüncü kuşak nükleer reaktörü olması bekleniyor. Yalnız inşaatın ne zaman biteceği pek belli değil. Dört yıldır üzerinde çalışılmasına rağmen, Finlandiya otoritelerinin aradığı güvenlik standartları hala sağlanamadı. Bu nedenle inşaat birkaç kez gözden geçirildi, bazı bölümlerin yeniden yapılması istendi. Normal şartlarda reaktörün bu yaza bitmesi gerekiyordu, halbuki şu anda görünen en erken tarih 2012. Bu gecikmenin maliyeti, üretilemeyen elektrik enerjisiyle birlikte 4 milyar avroyu buluyor. Santralin maliyetinin firma tarafından inşaattan önce 3 milyar avro olarak açıklandığını da anımsatmakta fayda var. İşin komik tarafı, gecikme ve yapılan hatalardan dolayı ortaya çıkan 4 milyar avroluk (lütfen bu rakamı tekrar tekrar okuyun) ek maliyet yüzünden reaktörü tasarlayan ve inşa eden Areva-Siemens konsorsiyomu ile Finlandiya’daki reaktörü sipariş eden TVO’nun bu bedeli kimin ödeyeceği üzerine tahkimlik olması. Sonuçta faturanın Finlandiya vatandaşlarına pahalı elektrik yoluyla çıkacağıysa ortada.
Tasarım hatası
Bu işin komik tarafıydı. İşin daha komik tarafı ise dünyanın en iyi nükleer teknolojisine sahip olduğu iddia edilen firmanın, tasarımını yaptığı üçüncü jenerasyon nükleer reaktörlerin tam anlamasıyla çuvallaması. Bu teknolojinin her derde deva olduğunu söyleyen atom mühendislerinden ülkemizde de çok sayıda bulunduğunu anımsatmakta yarar var. Finlandiya Nükleer Güvenlik Otoritesi (STUK), en son yaptığı uyarıda, daha önce de dikkat çektiği ana soğutma borularındaki kaynaklarda yine hatalar tespit etti (Bu borulara daha önce de üç kez kaynak yapıldığı belirtiliyor). Finlandiya’da bir televizyon kanalı, STUK’tan Areva’ya yazılmış bir mektubu kamuoyuna açıkladı. Greenpeace tarafından Türkiye’deki medyaya da gönderilen bu mektupta, STUK, Areva’dan temel nükleer güvenlik ilkelerine uygun bir tasarım beklentisi içerisinde olduğunu söylüyor. Yani, bütün olan biten tasarım hatası diyor. Bu da, Türkiye gibi, nükleer enerjiyi gerçekten tartıp biçmeden baştacı yapmaya çalışan ülkelere önerilen “son model” reaktörlerin ne durumda olduğunu gösteren iyi bir örnek.
Bildiğiniz gibi Mersin’in Akkuyu beldesine yapılmak istenen bir nükleer reaktör var ve ihale tüm olumsuzluklara rağmen garip bir şekilde sonuçlandırılamıyor. İhalede verilen fiyatı pahalı bulan nükleerciler, yukarıdaki tabloyu nasıl yorumluyor bilmiyorum ama Finlandiya’da yaşanan bir istisna değil. Bugün, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın inşası süren santraller listesinde yer alan Attucha-2 reaktörünün 1981 yılından bu yana bitirilemediğini ve bu listede yer aldığını biliyor muydunuz? Arjantin’in zararı, on milyarlarca dolar olarak tahmin ediliyor. Hatalardan ders çıkarmak iyidir ama bazen çok pahalıya mal olabilir. Türkiye’nin ortada alınacak bu kadar ders varken “nükleer hata” yapmasına engel olmak hepimizin görevi olmalı. Eğer bu memlekette yaşamaya niyetliysek...
Kopenhag zirvesine hazır mıyız?
Kyoto Protokolü’nün yerini alacak yeni anlaşma yıl sonunda şekillenecek ve ülkelerin hangi oranda seragazı indirimi yapacağı belli olacak. Bu konuda ilk net açıklama Avustralya’dan geldi. Avustralya, seragazı salımlarını 2020 yılında 2000 yılının yüzde 25 altına çekmeyi kabul ediyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/8 Haziran 2009
Danimarka’nın başkenti Kopenhag, yıl sonunda ya tarihi bir anlaşmaya sahne olacak ya da tarihi bir hayal kırıklığına. Kyoto Protokolü’nün yerini alacak yeni anlaşma, ülkelerin küresel ısınmayı durdurmak için 2012 sonrası neler yapması gerektiğini karar bağlayacak. Ülkelerin sorumluluklarının ne olacağı hakkında tartışmalar süredursun, Avustralya, seragazı salımlarını 2020 yılında 2000 yılının yüzde 25 altına çekmeyi önererek hedef önerisini kamuoyuna duyurdu. İklim değişikliği konusu Avustralya’da sert tartışmalara neden olmuş, bir önceki seçimde merkez sağ hükümetin Kyoto karşıtı tutumu, iktidarı elden kaçırmasının nedenlerinden biri olarak yorumlanmıştı.
İklim değişikliği bakanı
Avustralya’nın İklim Değişikliği Bakanı Senator Penny Wong “Avustralya için risk büyük. Gelecekteki refahımız ve eşsiz doğamızın akıbeti uluslararası düzeyde anlaşma yapılmasına bağlı” açıklamasını yapıyor. Çözüm yollarından birinin ormanları korumak olduğunu söyleyen Wong, “Ormanların tahrip edilmesi küresel sera gazı salınımlarının yüzde 18’ini oluşturmakta. Gelişmekte olan ülkelerdeki ormanların yok olmasına yol açan ekonomik zorunluluk yerine, ormanların korunmasını özendirmeliyiz” diyor. Avustralya karbondioksit gazının yakalanıp yeraltına gömülmesine yönelik teknolojilere de önlem paketi içerisinde yer veriyor ve iki milyar Avustralya doları ederinde bir yatırım planlıyor.
Taslak metin tartışılıyor
Öte yandan, ülkelerden gelen önerilerin derlenmesiyle oluşan Kyoto’nun yerini alacak metin de şekillenmeye başladı. Taslak metinde, 2020 yılına kadar seragazı emisyonlarını 1990 yılının yüzde 25 ile 45 oranında aşağı çekilmesini isteyen farklı hedefler var. 2050 yılında ise yine 1990 yılına göre seragazı emisyonlarını en az yüzde 75 azaltmayı hedefleyen öneriler var. Protokole taraf olan ülkeler, 7-18 Aralık tarihlerinde Kopenhag’ta yapılacak büyük buluşma öncesinde bir dizi toplantı yaparak bu farklı hedefler üzerinde bir anlaşmaya varmaya çalışacak. Tek tartışma konusu indirim oranının ne olacağı da değil. İndirimin öncelikli olarak hangi ülkeler tarafından yapılacağı, hedeflerden daha çok tartışılıyor. Üye ülkelerin verdiği önerilerle oluşturulan taslak metinde, sorumluluğun Kyoto’da olduğu gibi sadece “kalkınmış ülkeler” tarafından alınıp alınmayacağı henüz belli değil.
Üzerinde ciddi tartışmaların olacağı bir başka konu da atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonunun nerede sınırlandırılacağıyla ilgili. Birçok bilim insanı halihazırda dünyanın ortalama sıcaklığında meydana gelen 0,8 derecelik artışın 2 dereceyi geçmesi halinde geri dönülemez bir noktaya gelineceğini söylüyor. Bunun için de atmosferdeki seragazı konsantrasyonunun 400 ile 450 ppm (CO2 eşdeğeri) arasında sınırlandırılmasını öne sürenler de var. Daha sıkı tedbirler alınmasını isteyen bir başka öneri ise sıcaklığı en fazla 1,5 dereceye kadar arttırmayı, buna bağlı olarak konsantrasyon miktarını da 350 ppm’de sabitlemeyi öneriyor. Yine, Kyoto’dan farklı olarak indirim hedeflerinin, ülkelerin atmosfere bıraktıkları toplam emisyon miktarı yerine kişi başına düşen emisyon miktarından yapılması da öneriler arasında.
Türkiye’nin önerisi metinde yok
Üye ülkelerin önerilerinden oluşan taslakta Türkiye’nin kendisini tanımladığı ve gelişmiş ülkelerden farklı bir hedef verilmesini istediği, “İleri Gelişmiş Ülkeler” grubu yer almıyor. Türkiye’nin bu aşamadan sonra nasıl bir strateji izleyeceği ise merak konusu. Bilindiği gibi Türkiye, en son verilere göre 2007 yılı sonunda seragazı emisyon miktarını 372 milyon tona kadar çıkarmış, böylece 1990 ylına göre yüzde 119 oranında bir artışa imza atmıştı.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/8 Haziran 2009
Danimarka’nın başkenti Kopenhag, yıl sonunda ya tarihi bir anlaşmaya sahne olacak ya da tarihi bir hayal kırıklığına. Kyoto Protokolü’nün yerini alacak yeni anlaşma, ülkelerin küresel ısınmayı durdurmak için 2012 sonrası neler yapması gerektiğini karar bağlayacak. Ülkelerin sorumluluklarının ne olacağı hakkında tartışmalar süredursun, Avustralya, seragazı salımlarını 2020 yılında 2000 yılının yüzde 25 altına çekmeyi önererek hedef önerisini kamuoyuna duyurdu. İklim değişikliği konusu Avustralya’da sert tartışmalara neden olmuş, bir önceki seçimde merkez sağ hükümetin Kyoto karşıtı tutumu, iktidarı elden kaçırmasının nedenlerinden biri olarak yorumlanmıştı.
İklim değişikliği bakanı
Avustralya’nın İklim Değişikliği Bakanı Senator Penny Wong “Avustralya için risk büyük. Gelecekteki refahımız ve eşsiz doğamızın akıbeti uluslararası düzeyde anlaşma yapılmasına bağlı” açıklamasını yapıyor. Çözüm yollarından birinin ormanları korumak olduğunu söyleyen Wong, “Ormanların tahrip edilmesi küresel sera gazı salınımlarının yüzde 18’ini oluşturmakta. Gelişmekte olan ülkelerdeki ormanların yok olmasına yol açan ekonomik zorunluluk yerine, ormanların korunmasını özendirmeliyiz” diyor. Avustralya karbondioksit gazının yakalanıp yeraltına gömülmesine yönelik teknolojilere de önlem paketi içerisinde yer veriyor ve iki milyar Avustralya doları ederinde bir yatırım planlıyor.
Taslak metin tartışılıyor
Öte yandan, ülkelerden gelen önerilerin derlenmesiyle oluşan Kyoto’nun yerini alacak metin de şekillenmeye başladı. Taslak metinde, 2020 yılına kadar seragazı emisyonlarını 1990 yılının yüzde 25 ile 45 oranında aşağı çekilmesini isteyen farklı hedefler var. 2050 yılında ise yine 1990 yılına göre seragazı emisyonlarını en az yüzde 75 azaltmayı hedefleyen öneriler var. Protokole taraf olan ülkeler, 7-18 Aralık tarihlerinde Kopenhag’ta yapılacak büyük buluşma öncesinde bir dizi toplantı yaparak bu farklı hedefler üzerinde bir anlaşmaya varmaya çalışacak. Tek tartışma konusu indirim oranının ne olacağı da değil. İndirimin öncelikli olarak hangi ülkeler tarafından yapılacağı, hedeflerden daha çok tartışılıyor. Üye ülkelerin verdiği önerilerle oluşturulan taslak metinde, sorumluluğun Kyoto’da olduğu gibi sadece “kalkınmış ülkeler” tarafından alınıp alınmayacağı henüz belli değil.
Üzerinde ciddi tartışmaların olacağı bir başka konu da atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonunun nerede sınırlandırılacağıyla ilgili. Birçok bilim insanı halihazırda dünyanın ortalama sıcaklığında meydana gelen 0,8 derecelik artışın 2 dereceyi geçmesi halinde geri dönülemez bir noktaya gelineceğini söylüyor. Bunun için de atmosferdeki seragazı konsantrasyonunun 400 ile 450 ppm (CO2 eşdeğeri) arasında sınırlandırılmasını öne sürenler de var. Daha sıkı tedbirler alınmasını isteyen bir başka öneri ise sıcaklığı en fazla 1,5 dereceye kadar arttırmayı, buna bağlı olarak konsantrasyon miktarını da 350 ppm’de sabitlemeyi öneriyor. Yine, Kyoto’dan farklı olarak indirim hedeflerinin, ülkelerin atmosfere bıraktıkları toplam emisyon miktarı yerine kişi başına düşen emisyon miktarından yapılması da öneriler arasında.
Türkiye’nin önerisi metinde yok
Üye ülkelerin önerilerinden oluşan taslakta Türkiye’nin kendisini tanımladığı ve gelişmiş ülkelerden farklı bir hedef verilmesini istediği, “İleri Gelişmiş Ülkeler” grubu yer almıyor. Türkiye’nin bu aşamadan sonra nasıl bir strateji izleyeceği ise merak konusu. Bilindiği gibi Türkiye, en son verilere göre 2007 yılı sonunda seragazı emisyon miktarını 372 milyon tona kadar çıkarmış, böylece 1990 ylına göre yüzde 119 oranında bir artışa imza atmıştı.
Hava kirliliği alarm veriyor, uçağa binen sayısı artıyor
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 8 Haziran 2009
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO), 2009 yılı Çevre Durum Raporu’nu her yıl olduğu gibi yine 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde açıkladı. Raporda artan enerji tüketimi sonucu giderek hızlanan iklim değişikliğinin sonuçlarına özellikle dikkat çekiliyor. Gelişmiş ülkelerde kişi başına fosil yakıt kullanımının arttığına dikkat çeken Çevre Mühendisleri, 1990-2003 yılları arasında uçakla yapılan seyahatlerdeki yüzde 80’e varan artışa dikkat çekiyor. Raporun ana başlıkları şöyle:
Küresel ısınma korkutuyor
Ortalama küresel sıcaklık, 1906’dan beri yaklaşık 0.74°C arttı. Bu yüzyıl içinde öngörülen yükselme ise 1,8°C ile 4°C arasında. Bazı bilim insanları 2°C’lik yükselmenin, büyük ve geri çevrilemez tahribat durumuna gelmeden önceki, eşik değer olduğuna inanıyor. Daha yüksek sıcaklıkların, ishal ve sıtma gibi salgın hastalıkların şiddetini arttıracağı ve küresel anlamda, besin üretimini azalacağı düşünülmekte.
Havada ve mevzuatta sorun var
Geçtiğimiz yıl, hava kirliliğinin önceki yıllara göre daha fazla gündeme gelmesine dikkat çekilen raporda, AB’ye uyum için yapılan mevzuat değişikliğinin de sorunlu olduğunun altı çiziliyor. ÇMO, hava kirliliğini, kentlerimizde hızlı nüfus artışı ve plansız büyüme ile birlikte siyasi iktidarın enerjiden sanayiye, ulaşımdan denetim süreçlerine kadar daha pek çok alanda izlediği yanlış ve eksik politikaların sonuçlarından sadece birisi olarak niteliyor.
Su politikaları değişiyor
Doğal yaşam için en temel ihtiyaçlardan biri olan suyun, artan nüfus ve plansız büyüme ile birlikte tükenmeye başlaması, kullanılabilir-içilebilir temiz suya erişimde yaşanan sorunlar ve suyun “ticari bir meta” olarak görülmeye başlaması su politikalarını değiştiriyor. 20. yüzyılda dünya nüfusu 4 kat artarken su ihtiyacının 9 kat artmış olması ve yine aynı dönemde endüstrinin kullandığı su miktarının 40 kat artmış olması su kıtlığını nüfus artışına bağlayan iddiaları yalanlıyor.
Kentli nüfusu artıyor, kentler çarpıklaşıyor
Türkiye hızlı ancak sağlıksız ve çarpık kentleşiyor. 1960’dan 2000’lere geçen süre içinde, kentli nüfus 7 milyondan 45-50 milyona yükseldi. Böyle büyük bir artış, kentlerde yaşayanların kentlileşmesini değil, daha çok “kırın kente taşınması” sorununu beraberinde getirdi. ÇMO, “Sanayileşme ve kalkınma, kentleşmenin önünde değil, arkasında kalmıştır” tespitini yaparken bu durumun birçok kentsel ve çevresel soruna zemin hazırladığını söylüyor.
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO), 2009 yılı Çevre Durum Raporu’nu her yıl olduğu gibi yine 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde açıkladı. Raporda artan enerji tüketimi sonucu giderek hızlanan iklim değişikliğinin sonuçlarına özellikle dikkat çekiliyor. Gelişmiş ülkelerde kişi başına fosil yakıt kullanımının arttığına dikkat çeken Çevre Mühendisleri, 1990-2003 yılları arasında uçakla yapılan seyahatlerdeki yüzde 80’e varan artışa dikkat çekiyor. Raporun ana başlıkları şöyle:
Küresel ısınma korkutuyor
Ortalama küresel sıcaklık, 1906’dan beri yaklaşık 0.74°C arttı. Bu yüzyıl içinde öngörülen yükselme ise 1,8°C ile 4°C arasında. Bazı bilim insanları 2°C’lik yükselmenin, büyük ve geri çevrilemez tahribat durumuna gelmeden önceki, eşik değer olduğuna inanıyor. Daha yüksek sıcaklıkların, ishal ve sıtma gibi salgın hastalıkların şiddetini arttıracağı ve küresel anlamda, besin üretimini azalacağı düşünülmekte.
Havada ve mevzuatta sorun var
Geçtiğimiz yıl, hava kirliliğinin önceki yıllara göre daha fazla gündeme gelmesine dikkat çekilen raporda, AB’ye uyum için yapılan mevzuat değişikliğinin de sorunlu olduğunun altı çiziliyor. ÇMO, hava kirliliğini, kentlerimizde hızlı nüfus artışı ve plansız büyüme ile birlikte siyasi iktidarın enerjiden sanayiye, ulaşımdan denetim süreçlerine kadar daha pek çok alanda izlediği yanlış ve eksik politikaların sonuçlarından sadece birisi olarak niteliyor.
Su politikaları değişiyor
Doğal yaşam için en temel ihtiyaçlardan biri olan suyun, artan nüfus ve plansız büyüme ile birlikte tükenmeye başlaması, kullanılabilir-içilebilir temiz suya erişimde yaşanan sorunlar ve suyun “ticari bir meta” olarak görülmeye başlaması su politikalarını değiştiriyor. 20. yüzyılda dünya nüfusu 4 kat artarken su ihtiyacının 9 kat artmış olması ve yine aynı dönemde endüstrinin kullandığı su miktarının 40 kat artmış olması su kıtlığını nüfus artışına bağlayan iddiaları yalanlıyor.
Kentli nüfusu artıyor, kentler çarpıklaşıyor
Türkiye hızlı ancak sağlıksız ve çarpık kentleşiyor. 1960’dan 2000’lere geçen süre içinde, kentli nüfus 7 milyondan 45-50 milyona yükseldi. Böyle büyük bir artış, kentlerde yaşayanların kentlileşmesini değil, daha çok “kırın kente taşınması” sorununu beraberinde getirdi. ÇMO, “Sanayileşme ve kalkınma, kentleşmenin önünde değil, arkasında kalmıştır” tespitini yaparken bu durumun birçok kentsel ve çevresel soruna zemin hazırladığını söylüyor.
Enerji sahası diye SİT alanını sattılar
Başbakan’ın çocuklarını ABD’de okutmasıyla gündeme gelen Gürmen Grup’un (Ramsey) sahibi Remzi Gür’ün şirketi, ihalesini kazandığı jeotermal enerji sahasının SİT alanı çıkması üzerine MTA ile mahkemelik oldu. Gür’ün verdiği 450 bin dolarlık tazminata MTA el koydu.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 7 Haziran 2009 *
Jeotermal enerji sahalarının özelleştirilmesi kapsamında geçtiğimiz Kasım ayında yapılan ihalede Aydın-Sultanhisar sahasını İşadamı Remzi Gür'ün şirketi Gökkale Tarım Gıda Enerji Madencilik Ltd. Şirketi kazandı. Gökkale firması, Başbakan Erdoğan’ın çocuklarını Amerika’da okutmasıyla da bilinen Remzi Gür’e ait. Gür, ihaleyi kazanmasına rağmen bölgenin SİT alanı olması nedeniyle kuyu açamayacağını öğrenince şok yaşadı. 3 Kasım 2008 tarihinde açık arttırmayla yapılan ihaleyi kazanan firma, 450 bin dolar tutarındaki tazminatı yatırdı ve çalışmalara başladı. İlk incelemelerde söz konusu sahanın Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü’nün (MTA) belirttiği gibi 20 megavat (MW) kurulu güce değil 10 MW’lık bir kurulu güç potansiyeline sahip olduğu anlaşıldı.
Kuyu açılamaz
Firma, ikinci şoku, Sultanhisar’da bulunan iki kuyu ile sonradan açılması planlanan kuyuların birinci, ikinci ve üçüncü dereceden SİT alanları içerisinde kaldığının anlaşılmasıyla yaşadı. Gökkale Ltd. Operasyon Direktörü Dr.Hakan Berooğlu, “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu onay vermezse bu sahalarda çalışma yapılması ve kuyu açılması için mümkün değil” diyor. Kapasite ve SİT alanıyla ilgili sorunlar nedeniyle ileri tetkikler yapmaya karar veren firma, MTA’ya sözleşme yapma süresinin uzatılması için başvurdu. Başvuruya olumlu yanıt vermeyen MTA, 450 bin dolarlık teminata da el koydu. Bunun üzerine Gökkale Ltd. ve MTA davalık oldu.
Enerjiden vazgeçmiyor
Basın bildirisi ile ihale günü arasındaki zaman diliminin çok kısa olması nedeniyle projenin rantabilite hesabını, basın bildirisinde belirtilen “minimum 20 MW” tabirine göre yaptıklarını belirten Beroğlu, “MTA'nın teminatımıza el koyması üzerine dava açtık” diyor. Berooğlu, jeotermal enerji ihalelerindeki mevcut şartların değiştirilip, hidroelektrik santraller için benimsenen katkı payı yöntemine geçilmesinin daha doğru olacağını belirtiyor. Katkı payı yönteminde ihaleyi, üretilen elektriğin satışından devlete en büyük payı bırakmayı taahhüt eden firma kazanıyor. “Bu yöntemde jeotermal alanların ihalesindeki gibi ihalenin kazanılması ile milyonlarca dolarlık ruhsat bedeli ödenmemekte. Özel sektör kaynakları, çok yüksek maliyet içeren santralin kurulmasına aktarılabilmektedir” diyen Berooğlu, “Jeotermal alanların özel sektör tarafından daha iyi kullanılabilmesi için bünyesinde çok iyi uzmanlar bulunduran MTA'nın ihale edeceği alanları çok daha iyi incelemeli” açıklamasını yapıyor. Firma yetkilileri tüm bu olanlara rağmen enerji alanındaki yatırımlardan vazgeçmediklerini de belirtiyor.
*tam metin
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 7 Haziran 2009 *
Jeotermal enerji sahalarının özelleştirilmesi kapsamında geçtiğimiz Kasım ayında yapılan ihalede Aydın-Sultanhisar sahasını İşadamı Remzi Gür'ün şirketi Gökkale Tarım Gıda Enerji Madencilik Ltd. Şirketi kazandı. Gökkale firması, Başbakan Erdoğan’ın çocuklarını Amerika’da okutmasıyla da bilinen Remzi Gür’e ait. Gür, ihaleyi kazanmasına rağmen bölgenin SİT alanı olması nedeniyle kuyu açamayacağını öğrenince şok yaşadı. 3 Kasım 2008 tarihinde açık arttırmayla yapılan ihaleyi kazanan firma, 450 bin dolar tutarındaki tazminatı yatırdı ve çalışmalara başladı. İlk incelemelerde söz konusu sahanın Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü’nün (MTA) belirttiği gibi 20 megavat (MW) kurulu güce değil 10 MW’lık bir kurulu güç potansiyeline sahip olduğu anlaşıldı.
Kuyu açılamaz
Firma, ikinci şoku, Sultanhisar’da bulunan iki kuyu ile sonradan açılması planlanan kuyuların birinci, ikinci ve üçüncü dereceden SİT alanları içerisinde kaldığının anlaşılmasıyla yaşadı. Gökkale Ltd. Operasyon Direktörü Dr.Hakan Berooğlu, “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu onay vermezse bu sahalarda çalışma yapılması ve kuyu açılması için mümkün değil” diyor. Kapasite ve SİT alanıyla ilgili sorunlar nedeniyle ileri tetkikler yapmaya karar veren firma, MTA’ya sözleşme yapma süresinin uzatılması için başvurdu. Başvuruya olumlu yanıt vermeyen MTA, 450 bin dolarlık teminata da el koydu. Bunun üzerine Gökkale Ltd. ve MTA davalık oldu.
Enerjiden vazgeçmiyor
Basın bildirisi ile ihale günü arasındaki zaman diliminin çok kısa olması nedeniyle projenin rantabilite hesabını, basın bildirisinde belirtilen “minimum 20 MW” tabirine göre yaptıklarını belirten Beroğlu, “MTA'nın teminatımıza el koyması üzerine dava açtık” diyor. Berooğlu, jeotermal enerji ihalelerindeki mevcut şartların değiştirilip, hidroelektrik santraller için benimsenen katkı payı yöntemine geçilmesinin daha doğru olacağını belirtiyor. Katkı payı yönteminde ihaleyi, üretilen elektriğin satışından devlete en büyük payı bırakmayı taahhüt eden firma kazanıyor. “Bu yöntemde jeotermal alanların ihalesindeki gibi ihalenin kazanılması ile milyonlarca dolarlık ruhsat bedeli ödenmemekte. Özel sektör kaynakları, çok yüksek maliyet içeren santralin kurulmasına aktarılabilmektedir” diyen Berooğlu, “Jeotermal alanların özel sektör tarafından daha iyi kullanılabilmesi için bünyesinde çok iyi uzmanlar bulunduran MTA'nın ihale edeceği alanları çok daha iyi incelemeli” açıklamasını yapıyor. Firma yetkilileri tüm bu olanlara rağmen enerji alanındaki yatırımlardan vazgeçmediklerini de belirtiyor.
*tam metin
Kalitesiz kömür devlete 56 milyon dolara mal olmuş
Halen operasyonun devam ettiği Kangal Termik Santrali’nin arıza sicili oldukça kabarık çıktı. Santralin iki ünitesi halen bakımda. Kaza kaynaklı üretim kaybı 2004 yılının tüm üretiminden daha fazla. 1991 yılında devreye giren santralde, EÜAŞ tarafından raporlanan en az üç kaza olduğu ve santralin uzun süre devre dışı kaldığı da ortaya çıktı.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /6 Haziran 2009 *
Kangal Termik Santraliİşletme Müdürlüğü ve Koç Holding’e ait Demir Export Kangal Kömür İşletmesine yönelik operasyonlarla gündeme gelen santralin bakıma alınma nedeninin düşük kalorili kömür kullanımı olduğu ortaya çıktı. Birçok kişinin gözaltına alındığı operasyonun amacının, temin edilen ve alımında usulsüzlük yapıldığı ileri sürülen kömürün kalorisinin düşük olduğu öne sürülmüştü. EÜAŞ (Elektrik Üretim A.Ş.) ve TKİ (Türkiye Kömür İşletmeleri) tarafından hazırlanan raporlarda, santralin kuruluş tasarımında yakılacak kömürün 1300 kilokalori/kg ısıl değere sahip olması öngörülmüş. EÜAŞ, santrale verilen kömürün ortalama 1100 kilokalori/kg ısıl değere sahip olduğunu ve kömürün kalorifik değerinin tutturulamamasının santralin verimli çalışmasını engellediğini belirtiyor. Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar, “Santrallerin tasarımları kazana girecek kömürün özelliklerine bağlı olarak yapılır. Ona uygun olmayan, tasarım sınırları dışında kömürle beslenirse arızalar olabilir” diyor. Rehabilitasyon çalışmaları da bu savı güçlendiriyor. Üç ünitesi bulunan santralin ünitelerinden biri 1 yıldır, diğeri ise 1 aydır bakımda. Rehabilitasyon kapsamında yapılan bakım çalışmalarında kazan sisteminin yanma veriminin arttırılmasına çalışılıyor. 1 ve 2 numaralı ünitelerin kazanlarının değirmenleri, yakıcılar ve borular komple yenilenecek.
Kazaların devlete zararı 56 milyon dolar
Kangal Termik Santrali’nin arıza konusunda sicili oldukça kabarık. 1991 yılında devreye giren santral, elimize geçen ve EÜAŞ’ın kayıtlarına aldığı ilk arızasını 7 Temmuz 1992 yılında yaşamış. 1 numaralı ünitede, “Kazanda oluşan gaz birikmesi ve bu gazın dışarı sızabilen yanar haldeki kömür parçacıklarının etkisiyle tutuşması” nedeniyle çıkan yangın sonucunda 1 numaralı ünite 439 gün bakımda kalmış. 1993 sonunda tekrar devreye giren 1 numaralı ünitede 2 yıl sonra tekrar aynı nedenden dolayı bir yangın daha çıkmış. Bu defa 126 günde tamir edilen santralin 2 numaralı ünitesi iç ihtiyaç trafosunda da 2005 yılında gevşek bir civata yüzünden bir arıza yaşanmış. Bu üç kaza sonucunda santralin üretilemeyen elektrik bedeli ve tamir masrafları olarak devlete toplam maliyeti, aynı raporlarda 56 milyon 275 bin dolar olarak belirtilmiş. 1992 yılındaki kaza kaynaklı üretim kaybı 2004 yılının tüm üretiminden daha fazla. Bu iki ünite de şimdi bakımda.
“İhalesiz alım yolsuzluk akla getirir”
Transelectro ve Siemens firmaları tarafından gerçekleştirilen bakım işlemleri de hayli maliyetli. Amil-i Mutehassıs sözleşmeyle 56,5 milyon avro üzerinden bakım işlemlerinin yapılması konusunda anlaşmaya varılmış. TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Üyesi Haluk Direskeneli, “Kamu çalışmalarında ihalesiz alım ne gerekçe verilirse verilsin, doğru değildir. ‘Yolsuzluk’ akla getirir, kaçınmak gerekir” diyor. TKİ’nin kömür satışlarında artık kömür kalitesinin mekanik ayricilar veya lavvar (yüzdürme) tekniğiyle yükseltildiğini belirten Direskeneli, “Umarım yeni bakanımız bundan sonra ihalesiz alımlara fırsat vermez” açıklamasını yapıyor.
***
Arızalar üretimi aksatıyor
Teorik elektrik üretim kapasitesi yılda 2 milyar 970 milyon kilovatsaat olan Kangal Termik Santrali, arızalar yüzünden elektrik üretiminde dalgalı bir grafik çiziyor. Son yıllarda yükselen üretimin, 2 ünitenin yeniden rehabilitasyona alınmasıyla düşmesi bekleniyor. İşte yıllara göre elektrik üretim rakamları:
YIL ÜRETİM (Kilovatsaat)
2002 2.083.965.000
2003 1.701.450.000
2004 1.491.318.000
2005 2.049.825.000
2006 2.535.422.000
2007 2.745.091.000
1. Ünitede meydana gelen kazalar
Tarih Tamir süresi Üretim kaybı(kWs) Arızanın maliyeti ($)
7 Temmuz 1992 10 bin 546 saat 1.581.900.000 44.739.303
1 Ağustos 1995 3 bin 28 saat 454.200.000 11.510.074
*tam metin
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /6 Haziran 2009 *
Kangal Termik Santraliİşletme Müdürlüğü ve Koç Holding’e ait Demir Export Kangal Kömür İşletmesine yönelik operasyonlarla gündeme gelen santralin bakıma alınma nedeninin düşük kalorili kömür kullanımı olduğu ortaya çıktı. Birçok kişinin gözaltına alındığı operasyonun amacının, temin edilen ve alımında usulsüzlük yapıldığı ileri sürülen kömürün kalorisinin düşük olduğu öne sürülmüştü. EÜAŞ (Elektrik Üretim A.Ş.) ve TKİ (Türkiye Kömür İşletmeleri) tarafından hazırlanan raporlarda, santralin kuruluş tasarımında yakılacak kömürün 1300 kilokalori/kg ısıl değere sahip olması öngörülmüş. EÜAŞ, santrale verilen kömürün ortalama 1100 kilokalori/kg ısıl değere sahip olduğunu ve kömürün kalorifik değerinin tutturulamamasının santralin verimli çalışmasını engellediğini belirtiyor. Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar, “Santrallerin tasarımları kazana girecek kömürün özelliklerine bağlı olarak yapılır. Ona uygun olmayan, tasarım sınırları dışında kömürle beslenirse arızalar olabilir” diyor. Rehabilitasyon çalışmaları da bu savı güçlendiriyor. Üç ünitesi bulunan santralin ünitelerinden biri 1 yıldır, diğeri ise 1 aydır bakımda. Rehabilitasyon kapsamında yapılan bakım çalışmalarında kazan sisteminin yanma veriminin arttırılmasına çalışılıyor. 1 ve 2 numaralı ünitelerin kazanlarının değirmenleri, yakıcılar ve borular komple yenilenecek.
Kazaların devlete zararı 56 milyon dolar
Kangal Termik Santrali’nin arıza konusunda sicili oldukça kabarık. 1991 yılında devreye giren santral, elimize geçen ve EÜAŞ’ın kayıtlarına aldığı ilk arızasını 7 Temmuz 1992 yılında yaşamış. 1 numaralı ünitede, “Kazanda oluşan gaz birikmesi ve bu gazın dışarı sızabilen yanar haldeki kömür parçacıklarının etkisiyle tutuşması” nedeniyle çıkan yangın sonucunda 1 numaralı ünite 439 gün bakımda kalmış. 1993 sonunda tekrar devreye giren 1 numaralı ünitede 2 yıl sonra tekrar aynı nedenden dolayı bir yangın daha çıkmış. Bu defa 126 günde tamir edilen santralin 2 numaralı ünitesi iç ihtiyaç trafosunda da 2005 yılında gevşek bir civata yüzünden bir arıza yaşanmış. Bu üç kaza sonucunda santralin üretilemeyen elektrik bedeli ve tamir masrafları olarak devlete toplam maliyeti, aynı raporlarda 56 milyon 275 bin dolar olarak belirtilmiş. 1992 yılındaki kaza kaynaklı üretim kaybı 2004 yılının tüm üretiminden daha fazla. Bu iki ünite de şimdi bakımda.
“İhalesiz alım yolsuzluk akla getirir”
Transelectro ve Siemens firmaları tarafından gerçekleştirilen bakım işlemleri de hayli maliyetli. Amil-i Mutehassıs sözleşmeyle 56,5 milyon avro üzerinden bakım işlemlerinin yapılması konusunda anlaşmaya varılmış. TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Üyesi Haluk Direskeneli, “Kamu çalışmalarında ihalesiz alım ne gerekçe verilirse verilsin, doğru değildir. ‘Yolsuzluk’ akla getirir, kaçınmak gerekir” diyor. TKİ’nin kömür satışlarında artık kömür kalitesinin mekanik ayricilar veya lavvar (yüzdürme) tekniğiyle yükseltildiğini belirten Direskeneli, “Umarım yeni bakanımız bundan sonra ihalesiz alımlara fırsat vermez” açıklamasını yapıyor.
***
Arızalar üretimi aksatıyor
Teorik elektrik üretim kapasitesi yılda 2 milyar 970 milyon kilovatsaat olan Kangal Termik Santrali, arızalar yüzünden elektrik üretiminde dalgalı bir grafik çiziyor. Son yıllarda yükselen üretimin, 2 ünitenin yeniden rehabilitasyona alınmasıyla düşmesi bekleniyor. İşte yıllara göre elektrik üretim rakamları:
YIL ÜRETİM (Kilovatsaat)
2002 2.083.965.000
2003 1.701.450.000
2004 1.491.318.000
2005 2.049.825.000
2006 2.535.422.000
2007 2.745.091.000
1. Ünitede meydana gelen kazalar
Tarih Tamir süresi Üretim kaybı(kWs) Arızanın maliyeti ($)
7 Temmuz 1992 10 bin 546 saat 1.581.900.000 44.739.303
1 Ağustos 1995 3 bin 28 saat 454.200.000 11.510.074
*tam metin
Çevre Günü’nde çevreciler mutlu değil
Her yıl 5 Haziran günü tüm dünyada çevre günü olarak kutlanıyor. Doğaseverler bu günü çevre sorunlarının ön plana çıkması için bir fırsat olarak görüyor.
Özgür Gürbüz / 5 Haziran 2009
Türkiye’de de çevre örgütleri ve sivil toplum kuruluşları, ormansızlaşmadan iklim değişikliğine, barajlardan enerji santrallerine kadar birçok konuya dikkat çekiyor. Sorunlar çok, çevreciler mutlu değil ama sorunlara çözüm arayanların sayısının artması umutları da arttırıyor.
Nüfus artıyor
Çevre Bakanlığı’nın verilerine göre artan nüfus, Türkiye’de kişi başına düşen tarım alanını azalttı. 1990-2006 yılları arasında yüzde 30 civarında artan nüfus, 1990’da 0,75 hektar olan kişi başına düşen tarım alanını 2006 sonunda 0,50 hektara geriletti. Umut verici gelişme ise organik tarım alanında yaşanıyor. 1985’de Türkiye’de 8 farklı organik ürün üretilirken bu rakam şimdi 200’ün üzerinde. 9. Kalkınma Planı’nda, organik tarıma ayrılan alanın toplam tarım alanı içerisinde yüzde 3’ü bulması tasarlanıyor.
Daha çok orman ama 2B...
Orman Genel Müdürlüğü, 30 yıl öncesine göre toplam orman alanında yüzde 1’lik bir artış sağlandığını belirtiyor. Buna karşın “2B” olarak adlandırılan, orman niteliğini kaybetmiş alanların satışına yönelik yasal düzenleme, TEMA Vakfı, Türkiye Ormancılar Derneği gibi kuruluşlar tarafından sert bir dille eleştiriliyor.
Orkinoslar tehlikede
Türkiye giderek daha çok balık avlıyor. 2007 yılında denizlerden avlanan balık miktarı 589 bin tonu buldu. Aynı yıl, üretimin yüzde 18’i balık çiftliklerinde gerçekleştirildi. Balığa olan ilgi beraberinde kaçak avlanma, küçük balıkların yakalanması, sezon dışı avcılık gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Greenpeace, özellikle Akdeniz’de soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan orkinos (ton) balıkları için kampanya yürütüyor. Deniz kirliliğine karşı da Deniztemiz Derneği çalışmalar yürütüyor.
40 tane Milli Park var
Türkiye’de 40 adet Milli Park, 30 adet Tabiat Parkı, 31 adet Tabiatı Koruma Alanı, 105 adet Tabiat Anıtı ve 14 adet Özel Çevre Koruma Bölgesi bulunuyor. Yine, 12 tanesi Ramsar Alanı olarak kabul edilmiş 135 adet uluslararası öneme sahip sulak alan Türkiye sınırları içerisinde. Bu alanlarda binlerce göçmen kuş konaklıyor ve onların varlığı dünya ekolojisi için önemli bir yer tutuyor. 897 bin hektarlık Milli Park’a sahip olsak da bu alanlarda tartışmalı projeler de var. Munzur Vadisi Milli Parkı’nda yapılması düşünülen baraj projeleri tepki topluyor.
Anadolu’da 60 bin hayvan türü var
Avrupa kıtasında yaşayan 80 bin hayvan türüne karşılık, sadece Anadolu' da 60 bin tür yaşıyor. Tüm Avrupa kıtasında 12 bin 500 açık ve kapalı tohumlu bitki türü varken Anadolu’da bu rakam 11 bin ve bunların 3 bin 925’i endemik yani sadece Anadolu’da yaşıyor.
Sergazı emisyonları tehlike çanları çalıyor
Türkiye’nin küresel ısınmayla da başı dertte. Gelişmiş ülkeler içinde seragazı emisyonlarını en çok arttıran ülke olan Türkiye, 1990 yılına göre atmosfere saldığı küresel ısınmaya yol açan seragazlarını 2007 sonunda yüzde 119 arttırdı. Türkiye, 2009 yılı başında Kyoto Protokolü’ne dahil olarak küresel ısınmayı durdurma çalışmalarına dahil oldu.
***
Ankara’da barajlara karşı miting
Çevreciler yarın (6 Haziran) Ankara’da barajlara karşı büyük bir miting düzenliyor. Hasankeyf, Allionai, Munzur ve Karadeniz’de yapılması düşünülen barajlara karşı çıkan çevreciler Kızılay Meydanı’nda seslerini duyurmaya çalışacak. Baraj projelerinin kimi yerlerde kültürel çevreyi, kimi yerlerde ise bitki örtüsü ve canlı yaşamını tehdit ettiğini söyleyen çevreciler, miting için diğer kentlerden Ankara’ya otobüsler kaldırıyor.
Özgür Gürbüz / 5 Haziran 2009
Türkiye’de de çevre örgütleri ve sivil toplum kuruluşları, ormansızlaşmadan iklim değişikliğine, barajlardan enerji santrallerine kadar birçok konuya dikkat çekiyor. Sorunlar çok, çevreciler mutlu değil ama sorunlara çözüm arayanların sayısının artması umutları da arttırıyor.
Nüfus artıyor
Çevre Bakanlığı’nın verilerine göre artan nüfus, Türkiye’de kişi başına düşen tarım alanını azalttı. 1990-2006 yılları arasında yüzde 30 civarında artan nüfus, 1990’da 0,75 hektar olan kişi başına düşen tarım alanını 2006 sonunda 0,50 hektara geriletti. Umut verici gelişme ise organik tarım alanında yaşanıyor. 1985’de Türkiye’de 8 farklı organik ürün üretilirken bu rakam şimdi 200’ün üzerinde. 9. Kalkınma Planı’nda, organik tarıma ayrılan alanın toplam tarım alanı içerisinde yüzde 3’ü bulması tasarlanıyor.
Daha çok orman ama 2B...
Orman Genel Müdürlüğü, 30 yıl öncesine göre toplam orman alanında yüzde 1’lik bir artış sağlandığını belirtiyor. Buna karşın “2B” olarak adlandırılan, orman niteliğini kaybetmiş alanların satışına yönelik yasal düzenleme, TEMA Vakfı, Türkiye Ormancılar Derneği gibi kuruluşlar tarafından sert bir dille eleştiriliyor.
Orkinoslar tehlikede
Türkiye giderek daha çok balık avlıyor. 2007 yılında denizlerden avlanan balık miktarı 589 bin tonu buldu. Aynı yıl, üretimin yüzde 18’i balık çiftliklerinde gerçekleştirildi. Balığa olan ilgi beraberinde kaçak avlanma, küçük balıkların yakalanması, sezon dışı avcılık gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Greenpeace, özellikle Akdeniz’de soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan orkinos (ton) balıkları için kampanya yürütüyor. Deniz kirliliğine karşı da Deniztemiz Derneği çalışmalar yürütüyor.
40 tane Milli Park var
Türkiye’de 40 adet Milli Park, 30 adet Tabiat Parkı, 31 adet Tabiatı Koruma Alanı, 105 adet Tabiat Anıtı ve 14 adet Özel Çevre Koruma Bölgesi bulunuyor. Yine, 12 tanesi Ramsar Alanı olarak kabul edilmiş 135 adet uluslararası öneme sahip sulak alan Türkiye sınırları içerisinde. Bu alanlarda binlerce göçmen kuş konaklıyor ve onların varlığı dünya ekolojisi için önemli bir yer tutuyor. 897 bin hektarlık Milli Park’a sahip olsak da bu alanlarda tartışmalı projeler de var. Munzur Vadisi Milli Parkı’nda yapılması düşünülen baraj projeleri tepki topluyor.
Anadolu’da 60 bin hayvan türü var
Avrupa kıtasında yaşayan 80 bin hayvan türüne karşılık, sadece Anadolu' da 60 bin tür yaşıyor. Tüm Avrupa kıtasında 12 bin 500 açık ve kapalı tohumlu bitki türü varken Anadolu’da bu rakam 11 bin ve bunların 3 bin 925’i endemik yani sadece Anadolu’da yaşıyor.
Sergazı emisyonları tehlike çanları çalıyor
Türkiye’nin küresel ısınmayla da başı dertte. Gelişmiş ülkeler içinde seragazı emisyonlarını en çok arttıran ülke olan Türkiye, 1990 yılına göre atmosfere saldığı küresel ısınmaya yol açan seragazlarını 2007 sonunda yüzde 119 arttırdı. Türkiye, 2009 yılı başında Kyoto Protokolü’ne dahil olarak küresel ısınmayı durdurma çalışmalarına dahil oldu.
***
Ankara’da barajlara karşı miting
Çevreciler yarın (6 Haziran) Ankara’da barajlara karşı büyük bir miting düzenliyor. Hasankeyf, Allionai, Munzur ve Karadeniz’de yapılması düşünülen barajlara karşı çıkan çevreciler Kızılay Meydanı’nda seslerini duyurmaya çalışacak. Baraj projelerinin kimi yerlerde kültürel çevreyi, kimi yerlerde ise bitki örtüsü ve canlı yaşamını tehdit ettiğini söyleyen çevreciler, miting için diğer kentlerden Ankara’ya otobüsler kaldırıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)