Türkiye ne kadar küçüldü?

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Mart 2024

Foto: Wikipedia (Zeynel Cebeci)
TÜİK ya da hükümete göre Türkiye 2023 yılında yüzde 4,5 oranında büyüdü. Dünyanın sınırlı varlıklarını (kaynaklar) tüketerek yapılan mal ve hizmet üretimini ya da sermaye birikimini olumlu addedip, “büyüdük” demek iktisat biliminin bu çağdaki en büyük ayıbı olsa gerek. Milyonlarca yılda oluşan petrolü saniyeler içerisinde yakıp tüketerek ürettiğiniz mal veya hizmet nasıl olur da bu gezegeni ileri götürür?

Bizim artık büyüme rakamlarını bir kenara bırakıp ne kadar küçüldüğümüzü hesaplamamız gerek. Kirlenen havayla, azalan suyla ekonomik değeri kıyaslamak kolay değil. O yüzden de elimizde somut örnekleri olan bir veriden, Türkiye’nin orman varlığından yola çıkmak işimizi kolaylaştırabilir. Türkiye Ormancılar Derneği, Türkiye’de Ormansızlaşma ve Orman Bozulması raporunda, orman varlığındaki kaybı detaylı bir şekilde anlatmıştı. Türkiye, her yıl yangınlarla kaybedilen orman alanının dört katından fazlasını madencilik, enerji, turizm ve ulaşım gibi ormancılık dışı amaçlara verilen tahsisler nedeniyle kaybediyor.

Hesaplayalım. Sadece 2012-2020 yılları arasında, ormancılık dışı faaliyetler için tahsis edilen orman miktarı 342 bin 846 hektar. 2021’deki büyük yangınlarda kaybettiğimiz orman alanından (139 bin hektar) 2,5 kat fazlası. Aynı dönemde orman alanlarında enerji üretimi ve iletimi için verilen izinlerin yol açtığı kayıplar ise 126 bin 296 hektar. Madenler nedeniyle kaybettiğimiz orman miktarı da 87 bin hektar. Hepsinin toplamı 555 bin hektarı buluyor.

Orman Genel Müdürlüğü’nün bir hektar alanın ağaçlandırılması için istediği bedel 196 bin 24 TL. Bir hektar alanın yıllık bakım bedeli ise 12 bin 500 TL. Ekolojik kaygılarımızı bir kenara bırakıp sekiz yılda yok edilen alanları ağaçlandırmaya kalksak, beş yıllık bakım süresiyle birlikte ödeyeceğimiz miktar 145 milyarı buluyor. Dolar cinsinden karşılığı 4,5 milyar dolar. Gerçek büyümeyi hesaplamak istiyorsak, gayri safi yurt içi hasıladaki artıştan, kaybettiğimiz ormanların değerini çıkarmamız gerekir. Bunu yaparken de “kirleten öder” tuzağına düşmemeliyiz. Ormanların, ne üretmek için feda edildiği, gerçek bir ihtiyacı karşılayıp karşılamadığı ve toplumsal (tüm canlıları kapsayan) fayda sağlayıp sağlamadığı da mutlaka belirlenmeli. Yoksa, “öderim parasını, keserim ağacını” diyen patronlara yol açmış oluruz.

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cihan Erdönmez, kullanıma açılan ormanların tekrar, içinde canlıların barındığı gerçek bir ormana dönmesinin, en iyi koşullarda 40-50 yılı bulacağını hatırlatıyor. Erdönmez, mermer ocakları gibi birçok açık maden işletmelerinin rehabilitasyonunun da mümkün olmadığına dikkat çekiyor. Orman Genel Müdürlüğü’nün Türkiye’de kaç maden alanının rehabilite edildiğine dair verileri açıklaması ve örnek sahaları göstermesi halinde, bu alanlarda inceleme yapabileceklerini de belirtiyor.

Sadece orman mı? Otellere verdiğimiz sahiller, betona gömülen meralar, kurutulan dereler, çıkarılan ve yerine konulması mümkün olmayan madenleri de büyüme hesabının eksi hanesine yazmalıyız. Toprağa, havaya ve suya verilen zararın maddi karşılığını da düşündüğünüzde çoğu yerde eksi büyümelerle karşılaşabiliriz. Erzincan İliç’te kirlenen toprağın, Fırat Nehri’nin yarattığı ekonomik ve sosyal katkının kaybedildiğini düşünün. Son yıllarda yaşadığımız çevre felaketlerindeki doğal varlık kayıplarını büyüme tablolarına eklesek, Türkiye’nin küçüldüğünü bile görebiliriz.

Büyüme hesaplarında yok edilen orman, mera, sulak alan, kıyı şeridi ve buralarda yaşayan canlılarla, bu doğal varlıklar sayesinde daha sağlıklı bir hayat süren insanın kayıpları yok. Klasik iktisat bunları görmüyor.

Büyüme gözlüğüyle bakarsanız, açılan her madene, her enerji santralına veya her otele ülkenin büyümesine katkıda bulunan “yatırım” diyebilirsiniz. Ekoloji gözlüklerini takınca, “acaba” demeye başlarsınız. Yaşamı hesaba katmayan hesap olmaz.

Enerji yoksulluğu kapıda

Özgür Gürbüz-BirGün / 29 Şubat 2024

Foto: Riccardo Annandale / Unsplash
Seçimlerden sonra enerji faturalarının kabaracağına neredeyse herkes kesin gözüyle bakıyor. Enerji verimliliği konusunda Türkiye’nin önde gelen uzmanlarından Arif Künar, “Seçimden sonra enerjide devlet sübvansiyonlarının kaldırılması halinde nüfusun yarısının enerji yoksulu olduğu bir ülkeyi konuşmaya başlayacağız” diyor. Kaynak bulmakta zorlanan hükümetin, elektrik ve gaz fiyatlarında sübvansiyonları azaltacağı bunun da faturaları ikiye katlayacağı enerji sektöründeki sıkça konuşuluyor.

Aylık veya yıllık hane gelirinin yüzde 25’inden fazlasını elektrik, gaz ve su faturalarına harcıyorsanız siz de enerji yoksulu sınıfına girmiş kabul ediliyorsunuz.
Ekonomideki kötü gidişat ve enerji fiyatlarındaki yükseliş, Türkiye’de de enerji yoksulu sınıfına giren insan sayısının hızla arttığını ve büyük bir krize dönüşmek üzere olduğunu gösteriyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2019 yılında 1 milyon 141 bin haneye elektrik tüketim desteğinde bulunmuştu. Bakanlık, bu yıl destek verilecek hane sayısının 4 milyon 53 bine çıkarılacağını açıkladı. Beş yılda dört kat artan destekler felaketin habercisi. Seçim sonrasına ötelendiği düşünülen elektrik ve gaz zamları, desteğe muhtaç hane sayısını çift haneli rakamlara taşıyabilir.

İstanbul İklim Buluşmaları başlığı altında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası ve Ülke Politikaları Vakfı’nın düzenlediği etkinlikte konuşan Arif Künar, Ankara’nın Güvenevler ve Andiçen mahallelerinde yapılan bir araştırmadan da örnekler verdi. Güvenevler’de enerji yoksulu sınıfına giren nüfusun oranı yüzde 66’ya, Andiçen’de ise yüzde 95’e varıyor. İki mahallede de ısınmaya bağlı hastalık yaşayanların oranı yüzde 15’in üstünde. Fatura borcu bulunan hanelerin oranı Güvenevler’de yüzde 17, Andiçen’de ise yüzde 23.

Beklenen zamlar yapılırsa enerji yoksulluğu artacak ve asgari ücrete mahkûm edilmiş birçok hanenin yaşamını derinden etkileyecek. Soruna kalıcı çözümler bulmak ve askıda fatura, elektrik faturası desteği gibi kısa süreli iyileştirmelerin ötesine geçmek gerek. Bina yalıtımı, elektrikli aletlerin verimlileriyle değiştirilmesi, enerji kooperatifleri gibi uzun vadeli çözüm önerilerini destekleyen kamu politikalarına ihtiyaç var. Bu sadece ailelere daha uzun vadeli bir rahatlatma sağlamaz, ülke ekonomisine ve doğal varlıkların akıllıca kullanılmasına da katkı sağlar. Yalıtımsız bir evin gaz faturasını ödemek, dibi delik bir kovaya su doldurmaya benziyor.

Makine Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Üyesi Orhan Aytaç da aynı sempozyumda bir konuşma yaptı. Türkiye’de enerjide ithal kaynak oranının yüzde 67 olduğunu belirtti. Neredeyse tamamı ithal edilen gaz, hane halkının tükettiği bir numaralı enerji kaynağı. Onu elektrik ve kömür izliyor ki, elektriğin büyük bir bölümü de ithal gaz ve kömürden üretiliyor. 70 milyar dolarlık enerji ithalatı yapan Türkiye, jeotermalle ısıtacağı konutlara gaz hattı döşemekle övünüyor. Binalarda daha iyi bir yalıtımı zorunlu kılalım, çatılara, cephelere güneş paneli konulması isteğe bırakılmasın, kentlerde yeni binalar sıfır enerji standartlarına yakın yapılsın, otomobile ucuz kredi verenler yalıtıma, yenilenebilir enerjiye de uygun kredi versin dediğinizde ise hükümetten bu çağrılarınıza yanıt alamıyoruz.

Enerji yoksulluğu kapımıza geldi dayandı, yardımlarla döndürülemeyecek bir noktaya doğru ilerliyor. Hükümet oralı değil, enerji verimliliği ve tasarrufu konusunu nedendir bilinmez hiç sevmiyorlar. Tek amaçları daha çok santral kurup, daha fazla boru hattı döşeyip, daha fazla gaz ithal edip enerji tüketimini artırmak. Bu işten kazanç sağlayan şirketler de bunu istiyor zaten, hükümet yurttaşın derdine derman olmaktan çok çok şirketlerin kazancına destek olmayı misyon edinmiş. Belediyeler ise elini taşın altına koymaktan çekiniyor, kadro ve yetki sorunları da gözlerini korkutuyor. Müteahhitler hiç oralı değil, üzerlerinde bir baskı da hissetmiyorlar. Yurttaşlar bu konuda bir talepte bulunabileceklerini bilmiyor, yurtdışındaki ‘balık tutmayı öğreten’ örnek uygulamalardan haberdar değil. Sivil toplumun, yurttaşların ve muhalefetteki partilerin bir an önce enerji yoksulluğu konusunu gündemlerine alması ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesi için baskı yapması lazım. Yoksa, bindik bir alamete gidiyoz kıyamete…

Madenin değil bu düzenin felaketi

Özgür Gürbüz-BirGün / 21 Şubat 2024

Siyanür içerikli yığının altında kalan işçilere 10 gündür ulaşılamıyor. Türkiye, 10 gündür Erzincan’daki altın madeninde yaşanan felaketi izliyor. “İzliyor” kelimesi durumu herhalde en iyi anlatan kelime.

Erzincan, İliç’teki madeni işleten Anagold Madencilik’in yüzde 80 hissesine sahip SSR Mining firmasına kazadan hemen sonra üç soru sordum. Israr edince şirketin yatırımcı ilişkilerinden sorumlu Başkan Yardımcısı Alex Hunchak’tan yanıt geldi. Şu anda sadece arama ve kurtarma çalışmalarına ve kayıp madencilerin yerini bulmaya odaklandıklarını söyledi ve diğer sorularıma yanıt vermedi.

Merak ettiğim konu, işçilerin altında kaldığı yığın liçindeki siyanür gibi toksik maddelerin içeriği ile miktarı konusunda bir fikirleri olup olmadığı ve bir buçuk yıl içinde meydana gelen iki büyük maden kazasından sonra madeni kapatmayı düşünüp düşünmedikleriydi. Madenin kapatılması için şirketin kararını beklememek gerek elbette ancak hükümetin tavrı bize bu konuda hiç umut vermiyor. Başımızda halkın çıkarlarını düşünen bir hükümet olsaydı, ilk kazadan sonra madenin kapısına kilit vurulur ve bugün tanık olduğumuz felaket önlenirdi. Hepimiz herhalde bu durumun farkındayız.

***

ALMAN “AJANLARI” HAKLI ÇIKTI
Çevrecilerin, sivil toplum kuruluşları ve altın madenine karşı mücadele eden yöredeki insanların, Bergama’dan bu yana yaptığı uyarılara kulak asmayanlar yüzünden bugün bedel ödüyoruz. Madenlere, “siyanür doğaya bulaşabilir, atık havuzları sızdırabilir” diye karşı çıkanlara ‘Alman ajanı’ diye iftira atan “milliyetçi” ve “ulusalcı” iftiracılar acaba bugün neredeler? Umarım şirketlerin çıkarları için tasarlanan bu kirli oyunlara bir daha kimse alet olmaz. Altının bir ihtiyaç olmadığını fark ederek, mücadele sırasında alyanslarını bozdurup altını hayatlarından çıkaran dostlara, Bergamalılara da bu vesileyle bir kez daha selam olsun.

Gelelim günümüze. TMMOB Maden Mühendisleri Odası, kazanın nedenleri ve bizi bekleyen tehlikeye dair önemli saptamalarda bulundu. Özetle aktarayım. 2014 ve 2021 yıllarında hazırlanan ÇED kapasite artışı projeleri ile madendeki yığın liç tesisi için de kapasite artışı talebinde bulunulmuş. Her iki talep de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca uygun görülmüş. Projenin başlangıcında planlanan yığın liç alanı kapasitesi 34 milyonken, 2021 yılındaki son kapasite artışı ile 85,3 milyon tona yükseltilmiş. Böylece yığın liç alanının yüksekliği 250 metreyi aşmış. Maden Mühendisleri Odası, ikinci ve üçüncü liç alanı yapmak yerine, maliyetten kaçınmak için devasa tek bir alan oluşturulduğunu ve bu alanın kontrolden çıktığını belirtiyor.

Oda, 10 milyon metreküplük siyanür ve ağır metal içeren yığının, yeraltı sularına ve Fırat Nehri’ne karışma riskiyle ilgili de uyarılarda bulunuyor. Bölgenin yeraltı suyu haritasının çıkarılması, etki alanından, kontrol kuyularından, Sabırlı Deresi ve Fırat Nehri’nden düzenli örnek alınması ve sonuçların kamuoyu ile paylaşılması gerektiğinin altını çiziyor. Yığın liçi artık geçirgen toprağın üzerinde. Yağmurla, karla içindeki toksik maddelerin yeraltı sularına, oradan Fırat’a geçmesini önleyecek bir koruyucu yok. Ciddi bir riskle karşı karşıyayız.

Bu felaket bize siyanür kullanılan madenlerin ne kadar tehlikeli olduğunu göstermekle kalmadı, sanayi tesisleri kurulmadan önce izlenen prosedürlerin de formaliteden ibaret olduğunu gösterdi. Kaçak bir madenden bahsetmiyoruz. ÇED raporu ve tüm izinleri alınmış bir tesisten, dava süreçlerinde ‘bilirkişi’ heyetlerinin onayından geçmiş bir işletmeden bahsediyoruz. Risklerin hepsinin ele alınmadığı ortada. Kâğıt üstünde verilen onayların denetlenmediği ortada. Halbuki ÇED süreci raporu alınca bitmez. Son aşaması proje sonrası izleme ve değerlendirmedir. Raporda yazılanların kontrol edilmesini de içeren, işletmenin beşikten mezara tüm faaliyet sürecini kapsayan bir süreçtir.

Bilirkişilerin ne kadar yeterli olduğu, siyasi iradeden bağımsız karar verip veremedikleri de artık tartışılmalı. Yanlış karar veren, uzman olmadığı anlaşılan bilirkişilerin bir daha bu süreçlerde yer almaması sağlanmalı. İliç’teki maden felaketini büyük bir kaza diye nitelemek yanlış olur. Sistemin başından sonuna kadar her aşamada işlemediğini gösteren, büyük bir çöküşün işaretidir İliç.

Altın bir ihtiyaç mı?

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Şubat 2024

2023 yılı dünya altın talebi 4448 ton. Altın talebinin yarısına yakını (yüzde 48,73) mücevherat sektörü
kaynaklı. Merkez bankaları altın talebinin yüzde 23,32’sinden, yatırım amaçlı altın kullanımı ise yüzde 21,24’ünden sorumlu. 2023 yılında küresel altın talebinin sadece yüzde 6,71’i teknoloji alanında kullanıldı; 300 tondan azı. Dünya Altın Konseyi verileri, altının bir spekülasyon aracı ve mücevher olarak kullanıldığını net bir şekilde ortaya koyuyor.

Teknoloji alanında gereken altının tamamının insanlık için gerçekten gerekli alanlarda kullanıldığını varsaysak bile sadece 300 tondan ya da yıllık altın talebinin yüzde 6,71’inden bahsediyoruz. Yaşadığımız endüstriyel hayata devam etmekte ısrarcıysak bize her yıl gereken altın bu kadar. 2023 yılında geri dönüştürülen altın miktarı ise tam 1237,3 ton. Teknoloji alanında kullanılan altın miktarının dört katından fazla. Özetle söylersek, dünya altın madenlerinin hepsini kapatsa ve artık altın çıkarmamaya karar verse, teknoloji alanında altın sıkıntısı diye bir şey olmaz. Hurda altınlar, geri dönüştürülenler yeter de artar bile.

İçinde her yıl azalan bir paya sahip olan diş hekimliğinin de olduğu teknoloji sektörünün altın ihtiyacı yıllardır bu oranda (son 10 yılda yüzde 8 civarı) seyrediyor. Hem elektronik hem de diş hekimliğinde altın talebi düşmeye de devam ediyor. 2023’te yüzde 7’inin altına düşmesi bu eğilimin bir sonucu. Dünya Altın Konseyi, insanların şu ana kadar 187 bin 200 ton altın çıkardığını söylüyor. Mevcut altın rezervlerinin hepsini, teknoloji alanında kullansak 624 yıllık ihtiyacı karşılıyor. Sadece mücevhere dönüştürülmüş altını teknoloji alanında kullansak 324 yıl altına ihtiyaç duymayabilirsiniz. Teknoloji alanında kullanılan altının da bir süre sonra geri kazanılıp tekrar kullanılacağını düşünürseniz, altın madenciliğinden bugün vazgeçmek istesek, bu kararın önünde teknik bir engel olmadığını görürüz.

Gıda üretiminin yapıldığı topraklar ve diğer ekonomik aktivitelerin gerçekleştiği ekosistemleri kirletme pahasına yürütülen altın madenciliğine ihtiyaç duyanların şirketler olduğu ortada. Çoğu zaman bu şirketler, Türkiye’nin altın ithalatı verilerini göstererek, madenleri meşrulaştırmaya çalışıyor. Elbette bu doğru değil. Yukarıda da görüldüğü gibi altın ithalatının temelini oluşturan gerçek bir ihtiyaç değil, bedeli yaşamla ödenen bir lüks.

Erzincan’daki Anagold madeninde göçük altında kalanları düşünürken, “güzel görünmek” veya “yatırım” amacıyla aldığımız altınları da düşünmemiz gerek. Altın madenciliği gibi elmas ve pırlanta madencilikleri de doğaya büyük zarar verir. Pırlanta yüzükle yapılan evlilik teklifleri, gelin ve damada takılan altınlar aslında bu korkunç sektörlerin ayakta kalmasını sağlayan, şirketlerin ellerini ovuşturarak izlediği ritüeller. Altın madenciliği kadar, bu gereksiz ritüellerin terk edilmesi de doğaya ve bu ekonomik tuzaklara düşürülen insana nefes aldıracak.

Bir hediye çekiyle verebileceğiniz hediyeyi, altına ya da başka bir değerli madene dönüştürmeden önce lütfen bu uğurda can veren insanları ve yok edilen yaşamı gözlerinizin önüne getirin. Bir altın alyans için 20 ton maden atığı ortaya çıktığını unutmayın. Bileğinize sevgilinizin doladığı bir ip, kalpten verilmiş bir söz sizi dünyanın en güzel insanı yapar. Dünyanın en büyük elması, pırlantası değil. Unutmayalım.