Nükleerden elektrik değil oy bekleniyor

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Mart 2018

Türkiye’de kurulmak istenen nükleer santralların pahalı olduğunu herkes biliyor. Akkuyu’da Rusya devlet şirketi Rosatom’a verilen alım garantisi kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Elektriğin şu andaki piyasa fiyatı 5 dolar sent. Rüzgar güneş gibi kaynakların ihalelerde verdikleri fiyatlar 5 sentin bile altına iniyor. Sinop’ta da durum farklı değil. Nükleer santrallar kurulursa Türkiye’de elektrik daha pahalıya üretecek.

Enerji Bakanlığı, enerjide “yerli ve milli” olalım diyor ama nükleer santralların yerli ve milli olmadığını herkes biliyor. Nükleer santralları Rus, Japon ve Fransız şirketleri kuracak. 60 yıl işletip yüksek alım garantileriyle ceplerini doldurduktan sonra tonlarca nükleer atığı bize bırakıp gidecekler. Birkaç tane yandaş şirket çimento, demir satacak, bizimkiler de onu yerliymiş gibi gösterecek. Bu işin Rusya’dan ya da Japonya’dan elektrik almaktan farkı yok. İthal nükleer, ithal bela. Yapılan anlaşmalar ortada. Santrallarda çoğunluk hisse hep Rusya (Mersin) ve Japon-Fransız (Sinop) tarafında kalacak.

Rosatom'un Ortadoğu ve Kuzey Afrika Direktörü Aleksandır Voronkov geçen hafta  İstanbul’da konuştu. “Akkuyu’da güvenlik standartları en üst seviyede” dedi. ABD’deki Üç Mil Adası kazası öncesi Amerikalılar, Çernobil öncesi Sovyetler ve Fukuşima öncesi Japonlar da aynen böyle düşünüyordu. Nükleer lobi, her kazadan sonra güvenlik standartlarını yükselttiğini, bir daha böyle bir kaza olmayacağını söyler. Onların bu söylemlerine inanalar yüzünden 50 yılda dünyada üç büyük nükleer kaza oldu.

Fukuşima kazasının üzerinden yedi yıl geçti. Çekirdek erimesi yaşanan santralde nükleer reaksiyonu kontrol altına almak için her gün tonlarca su kullanılıyor. Bu rakam günde 400 tondan 100 tona indi ama okyanusa/toprağa karışması,  radyoaktif kirliliğe maruz kalan bu suyun depolanması gibi sorunlar çözülemedi. Santral sahasındaki tanklarda 1 milyon tondan fazla radyoaktif su bekletiliyor. Arıtmadan sonra bile radyasyon içeren bu suyun okyanusa boşaltılması konuşuluyor ki bunun bir çözüm olmadığı ortada.

Radyasyon bulutlarının vurduğu bölgede de durum farklı değil. Radyasyona bulanmış toprak tek tek kazınarak büyük siyah torbalara konuyor. Bölgedeki depolama alanlarında 15 milyon metreküpten fazla radyasyona bulanmış toprak olduğu belirtiliyor. Türkiye’de bir nükleer kaza olduğunda, radyasyonlu toprağı kazıyacaklarını, binaların cephelerinde radyasyon görürlerse o sıvaları sökeceklerini düşünüyor musunuz? Radyasyon denen cin nükleer santraldan çıkınca onu durdurmak mümkün değil. Bunu da herkes biliyor.

Peki, Türkiye neden nükleer santral kurmakta inat ediyor? Yanıt belki de “inat” kelimesinde gizli. Nükleer santral projesi sadece AKP değil, belki de son 50 yıldır bu ülkede öyle bir pompalandı ki, mevcut hükümet kritik seçim öncesi projelerden vazgeçmenin kendisine oy kaybettireceğini düşünüyor olabilir. Malum, seçmenlerin bazıları nükleer santralın ülkeyi kalkındıracağını sanıyor. Nükleer santral sahibi Pakistan’ın durumu ortada. Kalkınmada elektriğin rolü nükleer olması değil, ucuz ve güvenli olmasıdır.

Birçokları ise nükleer santral kurulduğunda Türkiye’nin nükleer silah yapabileceğini düşünüyor. Bunun da ülkeyi güçlü kılacağını, bu yüzden de “dış güçler”in bunu istemediğini. Bu komploların sahipleri, Türkiye’nin nükleer silah yapmamak için Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na imza attığını bilmiyor. Ne de silah yapmaya kalktığınızda İran gibi ekonomik ve siyasi ambargoların en ciddileriyle karşı karşıya kalacağımızı. Nükleer silahlanma ülkeleri güçlü değil hedef yapar. Hindistan ve Pakistan’ı hatırlayın. Biri nükleer silah yapınca öbürü de yapıyor. Kuzey Kore’de nükleer silah var ama ülke zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalıyor. Kısacası, “dış güçler”in Türkiye’ye nükleer santral yaptırmamak gibi bir dertleri yok. Yapılırsa “onlar” yapacak zaten. Hükümetin dostu gibi görünen nükleer lobi ise bizi yönetenlerin böyle düşünmesini istiyor olabilir.

Kravatlı çevreciliğin sonu

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Mart 2018

Bir ay önce Sinop’ta Nükleer Karşıtı Platform’un kentlerine nükleer santral kurdurmamak için OHAL, bu hal demeden polis barikatlarına, panzerlere karşı direndiklerini gördük. Cumartesi günü ise Eskişehir’in havasını, verimli topraklarını zehirleyecek termik santrala karşı düzenlenen basın açıklamasının adeta bir mitinge dönüştüğünü izledik. Türkiye’nin doğaseverleri, doğa korumayı beton saksılara tıkıştırılan ağaçlardan ibaret sananlara gereken yanıtı veriyor çünkü bıçak kemiğe dayandı. Yaşamdan başka ne kaldı elimizde?

Türkiye’de artan doğa talanı çevre hareketini de değişime zorluyor. Gezi’den bu yana çok şey değişti zaten. Kravatlı, “resmi çevrecilik” etkisini yitirmeye başladı. Yerel hareketlerin, örgütsüz örgütlerin, “adı değil kalbi büyük”lerin doğa koruma hareketini sahiplendiğini görüyoruz. ÇED toplantısını basan kadınların, maden sahası önünde nöbet tutan köylü ve kentlilerin çağındayız. Bu değişimin arkasında, yeni, yerel ve bağımsız oluşumların ortaya çıkmasında, ekolojik yıkımın şiddetlenmesi kadar onların dışında yaşanan gelişmelerin de payı var.

Küreselden yerele belli başlı nedenleri sıralayalım. Dünyadaki büyük çevre örgütlerinin, resmi yapılar ve fonlarla sürdürdüğü ilişkiler onları hantallaştırdı. Gönüllülük azaldı. Halkın, kendilerini destekleyenlerin isteklerinden çok şirket ve hükümetlerin de kabul edebileceği argümanların öne çıktığı kampanyalar yapmaya başladılar. Sokağın gerisinde kaldılar. Bundan 20 yıl önce, “daha az tüketmeliyiz” diyerek sorunun kaynağını, kapitalizmi gösteren birçok çevre kuruluşu bugün, amacı firmaları zengin etmekten başka bir şeye yaramayan ürünlerin üretilmesine karşı çıkmak yerine geri dönüşümden, daha çevreci ürünlerden bahsediyor. Halbuki, çöp sorununun çöp toplayarak çözülmeyeceği ortada.

Değişimin yerel nedenleri de var elbette. AKP hükümetinin icraatlarını eleştiren kuruluşlarla diyalogu en aza indirmesi, medyanın benzer bir politikayla muhalefet eden irili ufaklı tüm örgütlere sayfalarını kapatmaları, kravatlı çevrecilerin işlevsizleşmesine yol açtı. Sokakla hükümet arasında köprü vazifesi gören bu kurumlara duyulan ihtiyaç azaldı. Geçmişte, sürece öyle ya da böyle katkı sunabilen kurumsal yapılar, sürdürdükleri “dikkatli” politikaların sonucunu bir nebze de olsa yasama ve yürütme süreçlerine, planlamaya, fikir alışverişine katkıda bulunarak alabiliyorlardı. Hükümet kapılarını başka fikirlere kapattıkça, resmi çevrecilerin en önemli fonksiyonlarından biri etkisizleşti.

Küresel ve yerel sürecin aleyhlerine işlemesi resmi çevrecileri zorlamaya başladı. Alışılagelmiş iş yapma biçimleri sonuçsuz kalmaya başladı. Bazıları bu krizi aşmak için değişmek yerine kolaycı yöntemleri tercih etti. Olması gerekeni söylemek yerine karşı tarafın da kolayca ikna olacakları işleri ön plana çıkararak göstermelik başarılarla göz boyamayı tercih ettiler. Ellerindeki kaynakları ise gerçek dönüşüme harcamak yerine, kendilerini daha çok iş yapıyormuş gibi gösterecek, “pazarlama ve reklam faaliyetlerine” aktardılar. Paralı reklamlarla sosyal medyadaki takipçi sayılarını artırdılar, görkemli videolar çektiler, sahibine ulaşmayan imza kampanyalarıyla, “yapıyormuş” gibi yaptılar…

Görünen o ki bu oyalama sürecinin de sonuna geldik. Çevre sorunları artıyor ve çevre hareketini değişime zorluyor. “Kravatlı ya da resmi çevreciler” demeyi sevdiğim bu kuruluşların kendilerini toparlaması ve yeniden sahaya inmeleri şart. Yoksa onlar da değişen devirle birlikte tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alacaklar. Eskiye dönmemekte ısrar ederlerse de ekoloji mücadelesinin çok büyük bir kaybı olacağını düşünmüyorum. Halihazırda mücadeleyi devralan örgütsüz ve kravatsız güçlerin uzmanlık ve kapasite anlamında çok eksikleri kalmadı. Bir tek paraları yok ama yürekleri var ki milyonlara bedel. Büyük kurumların destekçilerinin de bu durumu fark etmesi an meselesi gibi geliyor.
                                
Kuzey Ormanları’nda, Artvin’de, Sinop’ta, Loç’ta, Bartın’da, Bergama’da, Fındıklı’da, Gerze’de, Rize’de, Alakır’da, Gezi’de ve daha birçok yerde kazanılan veya süren mücadelelerin arkasında hep bu örgütsüz örgütlerin olduğunu unutmayın. Gerçek bir değişim için çevre mücadelesinin “boyalı kuş”larıyla birlikte olun, onlardan desteğinizi esirgemeyin.  

Cep telefonu farenin kalbinde tümöre yol açtı

Özgür Gürbüz-BirGun/26 Şubat 2018

İtalya’nın Bologna kentindeki Ramazzini Enstitüsü’nün yeni araştırması cep telefonu ile  tümörler arasındaki bağı güçlendiriyor. Ramazzini Enstitüsü, kanser üzerine araştırmalar yapan ve bağımsızlığını korumaya çalışan bir bilim merkezi. Radyo frekanslarının sağlık etkilerini araştırmaya 2005 yılında başlamışlar. Enstitüde yapılan son araştırma, cep telefonundan gelen radyasyona maruz kalan erkek farelerin kalbindeki Schwann hücrelerinde tümör tespit edildiğini ortaya koydu. Araştırma birkaç gün içinde ‘Environmental Research’ dergisinde yayımlanacak ancak “Microwave News” araştırmanın sonucunu ve özetini açıkladı, biz de oradan aktaralım.

Bilimsel çalışmanın detayları makalede ayrıntılarıyla yer alacak, özeti ise şu. Ramazzini çalışmasında 2448 fare, hayatları boyunca 1,8 GHz elektromanyetik dalga frekansına maruz bırakılmış. Yani, araştırma bir baz istasyonunu taklit etmiş ve onun fareler üzerindeki etkisine bakmış. Sonuç, çevresel sinir sistemindeki Schwann hücrelerinde tümör oluşumu. Bilim insanları bu tip tümörlerin kalpte görülmesinin zor olduğunu ve araştırmanın sonuçlarının rastlantı olmadığına dikkat çekiyor.

Gerçekten de öyle çünkü ABD Sağlık ve İnsani Hizmetler Bakanlığı’nın kontrolündeki Ulusal Toksikoloji Programı (NTP) da benzer bir araştırmada benzer sonuçlar elde etmişti. Onlar da erkek fareler üzerinde yaptıkları araştırmalarda cep telefonu kaynaklı radyo frekanslarının sinir kılıfı tümörü denen “schwannoma”larda kayde değer artış olduğunu kabul etmişlerdi. İki ayrı, uzun zamanlı araştırmanın sonuçlarının örtüşmesi, panik yapmasanız bile endişelenmeniz için yeterli delilleri bize sunuyor. NTP’nin araştırmalara devem edeceğini ama durumu “yüksek risk” şeklinde nitelendirmediğini de açıklayalım. NPT’nin bu yorumu, baskı altında kaldıkları şüphesini doğursa ve eleştirilse de objektiflik açısından belirtilmeli. Bu yazının ve bu köşedeki yazıların amacı hiçbir zaman panik yaratmak ve “rating” almak olmadı; derdim size bilgi ve veri aktarmak.

İtalya’daki araştırmanın özetinde SAR (Özgül Soğurma Alanı) değerleriyle ilgili bilgi yok bu bilgilere makale yayımlandığında ulaşacağız. SAR değeri vücudunuz tarafından soğurulan enerjiyi gösterir ve cep telefonu tartışmasında kritik bir öneme sahip. 1 kilogram alanın ne kadar bir elektromanyetik radyasyona maruz kaldığını anlatır o yüzden cep telefonlarında bu değer Watt/kg şeklinde verilir. Cep telefonu alırken belleğinden, ekranından ve şıklığından önce bakacağınız özellik aslında bu olmalı. ABD’de sınır değer 1,6 W/kg ama birçok bilim insanı 1’in altını öneriyor. Radyasyonun azı yararlıdır diye bir şey yok. Olması gereken değerin elbette “sıfır” olduğunu unutmayın. Sınır değerin altının kabul edilebilir olduğunu ya da daha az zararlı olduğunu düşünebilirsiniz ama “zararsız” demek yanlış olur.

Ne yapabiliriz?
Cep telefonu hayatımıza öyle bir sokuldu ki, artık onlarsız yol bulamaz, kimseyi arayamaz, banka hesabımıza erişemez, kilitlenen eposta hesaplarımızı açamaz olduk. Neredeyse hepimiz cep telefonu kullanıyoruz. Öyleyse ne yapacağız? Önce herkesin bildiklerini tekrarlayalım.

·      İşe yukarıda açıkladığım SAR değerle başlayabilirsiniz. Cep telefonu alırken mutlaka SAR değerini sorun ve 0,30 W/kg altındaki telefonları tercih edin. Çift sim kartlı telefonlardan uzak durun.
·      Cep telefonlarınızı kendinizden mümkün olduğunca uzakta tutun. Konuşurken kulaklık kullanın. Hoparlör de çözüm olabilir, telefonu konuşurken başınızdan uzak tutmanız önemli.
·      Evde ve iş yerinde ankesörlü telefon varsa onları tercih edin.
·      Uzun konuşmalardan kaçının. 4G’yi kullanmayın, bilgiye biraz daha yavaş erişin, baz istasyonu sayısını artırtmayın.

Bunlar pratik öneriler. Benim önerilerim ise hayata geçirilecek politikalarla ilgili. İlki hükümete. Baz istasyonlarını denetleyin, yalıtım ve gerekli sağlık standartlarına uygun kurulduğundan emin olun. Sınır değerleri en düşük değerlerde tutun ve halkın onayı olmadan baz istasyonu kurulmasına izin vermeyin. Ülkeye giren cep telefonlarının SAR değerleri için de sınır getirin. Tüm dünyaya örnek olun. İkinci önerim ise hem hükümete hem de Vodafone, Turkcell ve Avea gibi GSM şirketlerine. Cep telefonlarının sabit telefonlarına yönlendirilmesinden ücret almayın. İnsanlar işyerlerine, evlerine geldiklerinde cep telefonuna gelen çağrıları sabit telefonlarına yönlendirsin ve telefonları evin uzak bir köşesine park etsin. Biraz daha az kazanın ama ülkenin gelecek kuşaklarını da etkileyen bu riskli teknolojiyi kontrol altına alın. İnsan hayatı mı yoksa kârınız mı önemli?