Tohumuna sahip çık

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Aralık 2016

“Bozdurduğun doları yarın tekrar alabilirsin ancak kaybettiğin tohumu bir daha bulamazsın”. Bir Kızılderili olsaydım ve Türkiye’de yaşasaydım bugün söyleyeceğim söz herhalde bu olurdu. İleride sosyal medyada yakışıklı bir fotoğrafımla paylaşan çıkar mı bilemiyorum ama tohumumuza sahip çıkamazsak durumun fena olduğunu söylemeliyim. Nedeni de hükümetin, 2018’den itibaren tüm tohumların sertifikalı olacağı yönünde yaptığı açıklamalar.

Önce Hükümet Sözcüsü Numan Kurtuluş, ardından Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, 2018’den itibaren sertifikalı tohum kullanmanın zorunlu olacağını duyurdu. “Özel sektörle birlikte sertifikalı tohum temini için 2017 yılında çalışmalar yoğunlaştırılacaktır” diyen Çelik’i ilk tebrik eden de özel sektör oldu. Türkiye Tohumcular Birliği (TÜRKTOB) Başkanı Yıldıray Gençer bu kararı ‘milat’ ilan etti ve “Hububat başta olmak üzere bitkisel üretim şaha kalkacak. 1 milyon ton olan sertifikalı tohum üretimi kısa sürede iki katına çıkacak, kayıt dışı üretim ve kullanım sona erecek. Türk çiftçisi, Türk tarımı ve Türk ekonomisi kazanacak” dedi.

Gençer’in ‘Türk çiftçisi’nden kastı dev arazilere sahip birkaç şirket. ‘Türk tarımı’ diyerek pazarlamaya çalıştığı ise aslında Tohumcular Birliği ve üyeleri. ‘Türk ekonomisi’ de bu ürünleri büyük marketlere pazarlayan tedarik zinciri olmalı. Birkaç dönümlük arazisine tohum ekip, ailesini geçindirmeye çalışan geleneksel çiftçilerin elbette bu işten bir kazancı olmayacak. Anasından babasından kalmış atalık/yerel tohumu korumaya çalışan, bununla ürettiklerini aracısız büyük kentlere getirmenin yolunu arayan küçük/yeni çiftçiler de bu düzenlemeyle suçlu muamelesi görecek. Bu işten karlı çıkacaklar belli. Sertifikalı tohumların sertifikasını elinde tutan dev şirketler ve onların Türkiye’deki ortakları.

Bildiğiniz gibi bir ay önce adını GDO ile duyurmuş Monsanto’yu Bayer satın almış, böylece dünya tohum ve tarım ilacı üretiminin dörtte biri tek bir şirketin kontrolüne geçmişti. Sertifikalı tohumları satın almaya mecbur bırakılan çiftçi bir süre sonra Bayer gibi birkaç şirketin ürettiği tohumlar arasında seçim yapmaya zorlanacak. Atalık dediğimiz yerel tohumlar ekilemediği için zamanla yok olacak. Hem biyoçeşitlilik büyük bir kayba uğrayacak hem de tekelleşmenin önü açılacak. Tekelleşme deyince sadece tohumdan da bahsetmiyoruz.  Tohum üretimini tekellerine alan şirketler, büyük olasılıkla sizi GDO’lu tohumlara da mecbur bırakacak çünkü ortada başka üretici kalmayacak. Daha sonra genetiğiyle oynanmış bu tohumlara göre tasarlanmış ilaçlardan, gübrelerden, böcek öldürücülerinden almak zorunda kalacaksınız. Hem doğa hem biz hasta olacağız. Bizleri aç kalmakla tehdit edip, ne ekip nasıl büyüteceğimizi bir merkezden kontrol edecekler. Bayer’in hem tohum hem de tarım ilaçları alanında çalışması bir tesadüf değil.

Birleşmiş Milletler’in rakamları dünyada 1 milyar 400 milyon insanın günlük gelirinin 1,25 dolardan az olduğunu gösteriyor. Bu insanların hayatta kalabilmelerinin tek nedeni, yaşadıkları yerlerde tarım yapabiliyor olmaları. Sizce günde 5 lira kazanan bir insan sertifikalı bir tohum alıp, onu ekerek hayatta kalabilir mi? Tarım sektörünü tekellerine alarak zenginliklerine zenginlik katmak isteyen bu şirketlerin, milyonlarca insanın aç kalmasıyla ilgilenmedikleri de ortada. Halbuki tüm bunları dünyadaki açlığı önlemek için yaptıklarını söyleyip dururlar.

Dünyada 157 milyon çiftlik var. Bunların yüzde 72’si bir hektardan az bir alanı ekip biçen küçük çiftlikler. Ekilebilir toprağın sadece yüzde 8’i bu küçük çiftliklerin elinde. Madalyonun diğer tarafında ise 50 hektar ve üzerindeki arazileri kontrol eden büyük çiftlikler var. Dünyadaki ekilebilir arazilerin yüzde 65’i onların elinde. Süpermarket ve dev marketlerde gördüğünüz ürünlerin yüzde 45’e yakını onların kontrolünde. Orta büyüklükteki çiftlikleri de hesaba katarsak 5 milyar 600 milyon tüketicinin gıdasının yüzde 80’inini büyük şirketler kontrol ediyor diyebiliriz. Tohumları da kontrol ederek zincirin tamamına sahip olmaya çalışıyorlar. Sertifika ve GDO’nun arkasındaki niyet aslında bu.

İşte bu yüzden tohumumuza sahip çıkmamız gerek. Bu yasal düzenlemeyi hazırlayan siyasi partilere sokakta, sandıkta hayır demek bu işin önemli bir parçası. Köprü, yol, hamaset uğruna canınızdan olmayın. Komşunuza, dostunuza, sosyal medyadaki takipçilerinize gıdamıza kadar her şeye el koymak için bu düzenlemenin yapıldığını anlatmak da yapabilecekleriniz arasında. Alışverişinizi de bütçeniz elverdiğince, dayanışma kooperatiflerinden, tüketicinin kendisinden, yerel pazarlardan yapabilirseniz oyunu bozabiliriz. Unutmayın, tohum oyununu bozmak bizim elimizde. Yoksa yakında bize ne yedirdiklerini bile bilemeyeceğiz.

Akkuyu çıkmazı

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Kasım 2016

Rusya ile yaşanan uçak kriziyle uçurumdan aşağıya düşmeye başlayan Mersin’deki nükleer santral projesini kurtarma çalışmaları sürüyor. Rusya sahneye geri gelse de Akkuyu’da işler umulduğu gibi ilerlemiyor.

İlerlemiyor çünkü ortada nükleer santralı yapacak para yok. En iyimser tahminle 24-25 milyar dolarlık bir işten bahsediyoruz. Türkiye’nin böyle bir parası yok, o yüzden de en başından beri yap-işlet modeli gündemde. Rusya’nın devlet şirketi santralı yapacak, sonra da 60 yıl çalıştırıp Türkiye’ye elektrik satacak. Model bu; Rusya’dan doğalgaz almaktan bir farkı yok ama iktidar yıllardır halka bu santralın Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığını azaltacağı masalını anlatıyor. Bu işin başka bir yönü, biz yine para meselesine dönelim.

Rusya aslında tüm finansmanı kendi kasasından karşılamaya razıydı. Türkiye ile yaptığı anlaşmadaki ‘alım garantisi’ sayesinde de, üretilen elektriğin büyük bir bölümünü, kilovatsaati 12,35 dolar sentten Türkiye’ye satmayı garantilemişti. Hem de 15 yıl boyunca! İşler planlandığı gibi gitmedi. Rusya ekonomisi Batı’nın ekonomik baskısı, düşen petrol fiyatları nedeniyle enerji satışından gelen gelirin azalmasıyla krize girdi. Doğalgazdan para gelmeyince Türkiye gibi birçok ülkede “ben parayı bulurum” diyerek yapımına giriştiği nükleer santral projeleri finanse edemez oldu. Bulgaristan Rusya ile anlaşmayı tazminat ödeyerek bozdu. Vietnam nükleer santraldan vazgeçti. Son olarak Güney Afrika’dan da Rusya’ya kötü haber geldi, santral planları 2037’ye ötelendi.

Pazar kaybeden ve büyük yatırım için para bulmakta zorlanan Rusya, çareyi Akkuyu’daki hisseleri satışa çıkarmakta buldu. Türkiye ile yapılan anlaşmanın 5. maddesinin 4. fıkrası, Rusya’nın santraldaki hisselerinin en fazla yüzde 49’unu satmasına izin veriyor. Bu hisseleri alacak şirketin cebinde de en az 12 milyar doların olması lazım. Batılı ülkelerin Rusya ile ortaklığı zor. Çin’in nükleerde ABD’li Westinghouse ile yol alması bekleniyor. Böyle olunca tek çare Türkiye’den ortak aramaktı ve akla ilk Cengiz Holding geldi. Düşen kredi notu, ekonomideki gidişat ve işin büyüklüğü nedeniyle Cengiz’in gücü de bu işe yetememiş olmalı ki, bugünlerde kulislerde Cengiz, Kolin ve Kalyon’un adları birlikte geçiyor. Hepsini yakından tanıyorsunuz. Küfürbaz bir patron, 3. Havalimanı için yapılan doğa katliamının sorumluları, Yırca’daki 6 bin zeytin ağacının celladı, Artvin’in suyuna göz diken maden projesinin sahibi… Liste uzayıp gidiyor, şimdi hepsi nükleer işine girip ülkeyi bir düğmeyle, daha çabuk ve kolayca yok etmenin hesabını yapıyor. Parayı bulabilirse tabii.

Kredi bulup bu işe girseler bile santralın önünde onlarca pürüz var. Rusya’yla ilişkiler, Suriye’deki durum nedeniyle her an değişebilir. Esad ile Türkiye karşı karşıya kalırsa proje son bir darbe alarak uçurumun dibini boylayabilir.

Hükümet, çok istekli görünse de verilen alım garantisinin yüksekliği nedeniyle, projeden pahalı olduğu için vazgeçmek zorunda da kalabilir. Bugün Türkiye’de gün öncesi piyasada elektrik fiyatları kilovatsaat başına 4-5 dolar sent civarında. Hükümetin Rus şirkete verdiği alım garantisindeki fiyat ise 12,35 dolar sent. Nükleer santral yarın faaliyete geçse, devlete piyasa fiyatının 2,5 katına elektrik satacak. Hükümet bu kazığın hepsini, elektriğe zam yaparak millete yıkamayabilir. Hazine, Rusya ve bu üç şirketi zengin etme pahasına bu işe ne kadar göz yumabilir, o belli değil. Ekonomiden sorumlu yöneticiler, aynı elektriği bir rüzgar santralından neredeyse yarı fiyatına (7, 3 dolar sent) alabileceklerini biliyor. Dolar kurunun da farkında olmalılar. Nükleer anlaşma imzalandığında Merkez Bankası dolar kuru 1,52 TL’yi gösteriyordu; şimdi 3,40. Nükleer santral ortada yok ama satacağı elektriğe şimdiden yüzde 100’den fazla zam geldi!

Akkuyu’nun bir çıkmaz sokak olduğunu hep söylüyorduk. Şimdi tüm Türkiye bu sokakta yaşamaya zorlanıyor.

Türkiye’de referandum yapılamaz

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Kasım 2016

Referandum ya da daha doğru bir Türkçe ile söylersek; ‘halk oylaması’, bugünün şartlarında Türkiye’de başvurulabilecek bir araç değil. Halk oylamaları, doğrudan demokrasinin kuvvetli bir ayağı gibi görünse de, baskıcı rejimlerde demokrasi karşıtı düzenlemelere meşruiyet kazandırmanın bir aracı da olabilir. Dünyada da bu yüzden tartışılıyor. Tartışmayı örnekler ve nedenleriyle açıklayalım.

İngiltere’nin AB’den çıkışının onaylandığı halk oylaması güncel bir örnek. Yüzde 51,9’unun tercihiyle alınan AB’den çıkış kararı bir o kadar insanın (yüzde 48,1) isteğini göz ardı etti. Beş kişilik bir ailede, üç kişinin istediği bir televizyon programının izlenip, diğer iki kişinin tercihinin izlenmediğini düşünün. O zaman, halk oylamasının sanıldığı kadar demokratik olmadığını da anlayacaksınız. Sonuçların birbirine yakın olması ve bir tarafın az sayıda oyla diğerine üstünlük sağlaması toplumdaki huzursuzluğu azaltmak yerine artırabilir ve çatışmayı körükleyebilir. İnternet tabanlı araştırma şirketi YouGov, 18-24 yaşlarındaki İngiliz vatandaşlarının yüzde 75’inin AB’de kalmak için oy kullandığını açıklamıştı. 70 yaşındaki birine göre, halk oylaması kararından daha uzun süre etkileneceği kesin bu gençler için halk oylaması hiç de demokratik bir araç gibi görünmüyor. Bu ve benzer nedenlerden ötürü İngiltere’de tartışma sürüyor ve halk oylaması hiçbir sorunu çözmüşe benzemiyor.

Halk oylamasının demokrasiye katkıda bulunabilmesi için katılımın yüksek olması şart. Bu sınırın, özellikle Anayasal değişikliklerde yüzde 70-80 gibi oldukça yüksek olması sonuçların büyük bir çoğunluk tarafından benimsenmesi de gerek. Türkiye’de başkanlık sitemi için bir halk oylaması yapıldığını ve katılım oranının yüzde 60 olduğunu düşünün. 1 Kasım seçimlerinde 56 milyona yakın seçmen vardı. Bunların yüzde 60’ı oy kullanırsa başkanlık için oy veren sayısı 33 milyon 600 bin olur. Oy verenlerin yüzde 52’siyle başkan seçildiğini varsayın. Bu da 16 milyon 800 bin kişinin Türkiye’de rejim değişikliği ve tek adamlığa oy vermesi anlamına gelir ki, gerçek bir demokratik temsilin yakınından bile geçemez. 56 milyon kişinin oy kullandığı bir seçimde, oy verenlerin yüzde 28’inin (16 milyon) isteği diğerlerine dayatılamaz.

Halk oylamasında, oylanan konu hakkında bilgilendirme eksiksiz yapılmalı ve her kesime ulaşmalı. Sırf bu nedenden dolayı da Türkiye’de halk oylaması yapılamaz çünkü söz konusu bilgilendirmeyi yapacak en önemli araç, medya, baskı altında. Bugün Türkiye’de 125 gazeteci tutuklu, 160’dan fazla yayın organı kapalı. Dışardakiler de tek bir merkezden yönetiliyor. Bianet ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in birlikte yaptığı, Medya Sahipliği İzleme Projesi, Türkiye’deki 10 büyük kanalın 7’sinin, yine aynı şekilde, tirajı en fazla 10 gazetenin 7’sinin sahibinin hükümetle ilişki içinde olduğunu ortaya koyuyor. İktidara yakın kanallarda kendilerinden yana olan gazetecilerin katılımıyla tartışmalar yapıldığını ve tarafsız olması gereken TRT’nin bugünkü durumunu göz önüne alırsak halk oylaması öncesi her görüşe ve yeterli bilgiye ulaşacağımızı düşünmek hayal olur. Liderlerin karşılıklı tartışma kültürünün AKP döneminde rafa kaldırıldığını da unutmayalım. Başkanlık yarışına katılan adayların karşı karşıya geldiği bir oturum bile göremeyebiliriz. Daha önceki seçimlerde gördüğümüz, devlet imkanlarının iktidar lehine kullanılması da listeye eklersek bu koşullarda halk oylamasının yapılamayacağını görürüz.

Duygusal, teknik ve hukuki konuları halk oylamasına sunmak da sakıncalı. Bu durumlarda daha uzun süreli bilgilendirme gerekebilir. Halkın konunun uzmanlarını seçerek, onların yapacağı tartışmalar sonucunda karar vermesi yani temsili demokrasinin uygulanması referandumdan daha iyi sonuç verir.

Halk oylamasına sunulamayacak konular da var. Yaşamı riske atan bir teknoloji, yatırım oylamaya sunulamaz. Ülkede yaşayanların dini inancı, yaşam tarzıyla ilgili bireysel tercihler de doğrudan ya da dolaylı yoldan halk oylamasına konu edilemez. Türkiye’de başkanlık sistemi özgürlükleri kısıtlayacak bir rejim değişikliğine gitme riski taşıyorsa, ki taşıyor; bu seçimin halk oylamasına sunulması kabul edilemez.
 
Halk oylamalarının yerel sorunları çözmede başarılı olduğu söylenebilir. İsviçre’deki kantonlarda bu savı destekleyecek çok sayıda örnek var. Yaşayanların sorunlar hakkında bilgi sahibi olduğu, farklı görüşleri dinleyip, kavrayabildiği, bunu yapacak zaman ve olanağa sahip olduğu yerler için bu doğru. Bu yüzden de yetkiyi merkezden yerele kaydırmak gerek. Bugün yapılanın tam tersi yani. Sayı arttıkça, konu derinleştikçe referandum çare değil. Anayasal konular, ülkeyi ilgilendiren sorunlar için mevcut demokratik karar alma süreçlerinin en iyisi, tartışmasız konsensüs; önce sokakta, sonra seçilmişlerin arasında. O yüzden de her şeyden önce referanduma karşı çıkmak gerek.

Yapıyormuş gibi yapma

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Kasım 2016

Avrupa Komisyonu her yıl Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) sürecindeki performansını değerlendiren bir “ilerleme raporu” hazırlıyor. 2016 yılına ait rapor da açıklandı. Rapra göre Türkiye’nin performansı olumsuz. İfade özgürlüğünden gazetecileri hedef alan saldırılara kadar birçok eleştiri var. Sadece özgürlükler değil ekonomi de kırık not almış. Vergi ve mali konularla ilgili kurumların eleştirel medya ve iş insanlarına baskı yapması nedeniyle Türkiye’deki iş ortamının bozulduğu yazıyor. İstanbul’daki park sayısı bile rapordaki olumlu vurgudan fazla. O halde yazının sonunda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim; raporun adı değişmeli. Bundan böyle AB, her yıl Türkiye için ‘gerileme raporu’ hazırlasın, daha doğru olur.     

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland
ve AB Bakanı Ömer Çelik
Raporun siyaset ve ekonomiye dair eleştirilerini başka yerlerde okursunuz. Avrupa, çevre ve enerji konusunda ne diyor, onu yazayım.

İklim değişikliği konusunda Paris Anlaşması’nın imzalanması gerektiği açık seçik yazılmış. Türkiye ise hiç oralı değil. İklim hedeflerinin bölük pörçük ve özellikle enerji konusunda yapılanlarla tutarsız olduğu belirtilmiş. AB’nin 2030 için belirlediği enerji ve iklim politikalarıyla tutarlı bir ulusal plan ortada yok. Ozon tabakasına zarar veren gazlarla ilgili uyumlaştırma tamamlanmamış. Yeni otomobiller için AB emisyon standartlarının uyumuna ilişkin çabaların başlatılması isteniyor. Ankara için tercümesi şu: “Yapıyormuş gibi yapma, yap”.

Enerjide AB’nin hoşuna giden birkaç nokta var. Avrupa elektrik şebekesine (ENTSO_E) bağlantı, Türkiye’nin Avrupa’dan elektrik alıp verebilecek olması, enerji güvenliğini arttıran bir hamle kabul edildiği için beğenilmiş. TANAP ve Türk Akımı olumlu değerlendiriliyor. Bu boru hatları yapılırsa, Avrupa’ya farklı yollardan gaz gidecek. Olumlu değerlendirmeli bu kapsamda anlaşılır ama bu boru hatlarının geçeceği yer konusunda, özellikle Trakya’da ciddi endişe duyanlar var. AB’ye ses gitmemiş anlaşılan. Yenilenebilir enerjideki kapasite artışından memnunlar. Atık su ve çöp yönetiminde bazı ilerlemeler olduğunu da belirtmişler. Her güzel öykünün bir sonu var. Enerji ve çevre konularına ait güzel haberler bu kadar. Bundan sonrası olumsuz. İşin kötü tarafı, halkı daha yakından ilgilendiren kısımlar bu olumsuz bölümlerde yer alıyor.

Aynen böyle yazmışlar: “Enerji verimliliği konusunda hiçbir ilerleme olmadı”. AB’nin Binaların Enerji Performansı ve Enerji Verimliliği yönergeleriyle uyum için bir zaman planının bile olmadığının altı çizilmiş. Eleştiride haklılar çünkü plansız, rant amaçlı kurulan santraller yüzünden elektrik fazlası var ülkede. Özellikle elektrikte tasarruf ve verimlilik hükümeti ve yandaş şirketleri çarpar.

Bir konudan daha sıfır almışız. Kalın harflerle şöyle yazmışlar: Nükleer enerji, nükleer güvenlik ve radyasyondan korunma konusunda da ilerleme yok. Avrupalı bilmiyor tabii. TÜBİTAK öğrencileri isterse ‘radyasyondan korunma duası’ okuyan bir robotla sorunu çözebilecek kapasitede. ‘Okunmuş fasulye’, ‘salavat makinesi’ ve ‘hacı robot’ ekipleri el ele verirse neden olmasın? Rapora bu potansiyelimiz girmemiş, o ayrı. Onlar, daha çok Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun nükleer santral kurmaya çalışan kurumlardan (hükümet gibi) özerk çalışamadığına takmış. Diplomatik dilde söylediklerinin anlamı şu: Nükleer santral projelerinde ortaya çıkacak bir aksiliği halka söyleyebilecek bağımsız bir kurum ortada yok. Bu olmadan olmaz diyorlar.

Bizim çok canımızı yakan bir konu AB’nin Türkiye raporunu hazırlayanların gözünden de kaçmamış. ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) yönetmeliklerinin doğru uygulanması isteniyor. Uyduruk ÇED’e son deniyor. Atık yönetimi, endüstriyel kirlilik ve su konularında da AB yönergeleriyle uyumun tamamlanması gerekiyor. Hükümetin hoşuna gitmeyecek diğer talepler ise halkın katılımı ve halkın bilgiye erişimi konularında AB müktesebatına uyumlu hareket edilmesi ve iklim değişikliği alanında şeffaflığın arttırılması.

AB’nin liberal ekonomideki ısrarını bir kenara bırakırsak yaptığı diğer eleştirilere katılmamak mümkün değil. İlginç olan, 2016 Türkiye İlerleme Raporu’nda eleştirilen konuların çoğunun halkın da sıkıntı çektiği, düzeltilmesi halinde herkesi memnun edecek meseleler olması. Olumlu görülen tarafta ise şirketleri ilgilendiren meseleler var. Tesadüf mü yoksa bizi yönetenlerin önceliği biz değil şirketler mi bilemedim. Raporun özeti yukarıda, kararı siz verin.