Basında Sağlık Ödülü 2015

İstanbul Tabip Odası tarafından her yıl verilen Basında Sağlık ödülünü bu yıl radyo dalında Yaşar
Kanbur ile birlikte hazırladığımız Çimlere Basmayın adlı programla layık görüldük. İkinci kez bu ödülü almaktan onur duyduğumu belirtir, İstanbul Tabip Odası'na teşekkür ederim. Ödülümü Dr. Nazmi Agan'ın elinden aldım.

Yön Radyo'da yayımlanan radyo programımızı kolektif bir ruhla hazırlıyoruz. Bizden sonraki dönemde programı Filiz Yavuz ve Onur Erem hazırlıyor ve sunuyor.

Nükleer elektrik değil yalan üretir

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Mart 2015

Angra Nükleer Santrali, Brezilya-Foto: O. Gurbuz
11 Mart, tarihin en büyük nükleer kazalarından Fukuşima’nın yıldönümü. Kazanın üstünden dört yıl geçti. Radyoaktif kirlenmeye maruz kalan topraklarda yaşayanlar evlerine dönemedi. Japonya’da şu anda çalışan nükleer santral yok. Nükleer sızıntı durdurulamadı. İki hafta önce gazetelerde radyoaktif sızıntının sürdüğü haberleri vardı. Newsweek dergisinin 25 Şubat tarihli haberinin başlığı şöyleydi: “Fukuşima’daki sızıntı Mayıs ayından beri var ama TEPCO kimseye söylemedi”. Görmek isteyene nükleer belanın ne olduğunu anlatan bir başlık. Bugün Fukuşima veya Çernobil’de gördükleriniz gerçeğin sadece bir kısmı. Nükleer santrali kusursuz işletmek istiyorsanız iyi mühendislere değil, bolca yalana ve sır saklayacak bir hükümete ihtiyacınız var. Bu yüzden nükleer endüstri Türkiye’yi iyi bir ‘pazar’ kabul ediyor.

Yalan, nükleer enerjiyi savunanların sıkça başvurduğu bir araç. Sovyetler Birliği Çernobil’den sonra kazayı kendi vatandaşlarından bile gizlemişti. Ölü sayısı hep saklandı. Nükleer enerjinin lokomotifi diye gösterilen Fransa’da hükümetin sektöre verdiği sübvansiyon miktarı bir muamma. İngiltere’de, Sellafield’te meydana gelen nükleer kazanın ciddiyeti yıllar sonra anlaşıldı. Daha da korkuncu, İngiliz hükümetinin santralde çalışan işçiler üzerinde yaptığı deneylerin 2007 yılında ortaya çıkmasıydı. Nükleer tesislerde çalışmış işçilerin aileleri, akrabalarının ölümlerinden sonra vücutlarından parçalar, organlar alındığını ve bir dizi teste tabi tutulduğunu yıllar sonra öğrendi. 1962 ile 1992 yılları arasında İngiltere’de, nükleer sahalarda çalışan 76 işçinin organları, doku örnekleri ailelerine bile haber verilmeden incelenmişti. Çernobil sonrası Türkiye’deki yetkililer de, radyasyonlu çayları bize içirmiş, halka doğruların söylenmemesi için de bilim insanlarına baskı uygulamıştı. Tüm dünyada böyle onlarca örnek var…

Şeffaf, halkın bilgi isteğine, bağımsız kuruluşların denetimine açık bir nükleer santralin bugünkü piyasa koşullarında rekabet şansı yok. Sızıntılara ceza kestiğinizde, kazaların sorumluluğunu halka değil şirketlere yüklediğinizde hiçbir firma yeni nükleer reaktör kurmaya teşebbüs bile etmez. Bu yüzden dünyadaki nükleer santraller yaşlanıyor. Yaşlanan santrallerin yerine yenileri yapılmıyor. Bu yüzden yeni nükleer reaktörler Rusya, BAE, Çin ve Pakistan gibi ülkelerde alıcı buluyor. Nükleere verilen gizli destekler, rüşvetler, pazarlıklar açıklansa halk gerçeği görecek. O nedenle nükleer meseleler Türkiye’de olduğu gibi kapalı kapılar ardında hallediliyor. Bugün nükleeri savunanların televizyonlarda karşımıza çıkamayışı, gazetecilerin, bu işlere bulaşmış patronlarının korkusuyla nükleer meseleyi gündeme getiremeyişi bu yüzden.

İstisnalar yok değil. Filiz Yavuz’un, “Beni ‘Akkuyu’larda Merdivensiz Bıraktın” başlıklı kitabı bunlardan biri. Türkiye’de nükleer santral kurma mücadelesine tanıklık eden kitap, Çernobil’den günümüze, nükleer meseleye bulaşmış tüm tarafları buluşturuyor. Radyasyonlu çaylarla ilgili gerçekleri, nükleer silah tutkusunu, Sinop ve Mersin’in kaygılarını derli toplu bir şekilde okuyabiliyorsunuz. Kitapta nükleeri savunan hükümetin ciddiye almadığı önemli bir unsur var; insanlar. Belki de yazarının kadın olmasındandır. Nükleer enerjiye baktığında bir ticari anlaşmadan fazlasını görenler. Bırakacağı radyoaktif atıkları düşünen, kanser yapacağı yakınları için endişelenen insanlar.

BirGün’ün yeşil sayfaları için de hatırı sayılır bir emek harcayan Filiz Yavuz’un kitabı iki açıdan önemli. İlki, nükleer enerji konusunu tüm taraflarla konuşup, bize tarihi bir belge bırakması. İkincisi, konuyu halkın katılımı, kaza riski ve atıklar yönünden ele alarak, şirketlerin ve hükümetin gözünden değil halkın gözünden anlatmayı başarması. Nükleer lobinin birçok gazete ve internet sitesine sızarak propaganda yaptığı şu günlerde, Yavuz’un kitabı nükleer enerjiyi anlamak için hepimize iyi bir fırsat sunuyor.

Nükleer santral demokrasi sevmez

Mersin-Akkuyu, nükleer santral yapılmak istenen koy.
Özgür Gürbüz/3 Mart 2015

Bugün nükleer santral yapılan ülkelerin çoğunda demokrasiyle ilgili sorunlar var. Bu bir rastlantı değil. Şeffaflığın olmadığı, halkın katılımının aranmadığı ve hatta serbest piyasanın olmadığı ya da nükleer santraller için özel ekonomik koşulların yaratıldığı ülkelerde nükleer santral yapmak daha kolay. Bu iddiamı destekleyecek en yeni gelişmelerden biri Macaristan'da yaşandı. Macaristan hükümeti, iki yeni nükleer reaktörün yapımı için Rusya Federasyonu ile anlaştı. Şimdi de, yeni bir yasayla Rusya ile yapılan nükleer anlaşmayı 30 yıl boyunca gizleme kararı aldı. Böylece, 14 milyar dolarlık bu anlaşmanın ayrıntılarını Macar halkı 30 yıl boyunca öğrenemeyecek. Anlaşmanın detayları açıklandığında bugünkü hükümetten belki de kimse hayatta olmayacak. Ne gizlediklerini tahmin etmek zor olmasa gerek. Nükleer enerji bugün ekonomik ve sosyal gerekçelerle savunulabilecek bir elektrik üretim yöntemi değil.

Hatırlamakta fayda var. Mersin'de kurulmak istenen nükleer santralle ilgili açılan ihalenin Danıştay'ca yürütmesi durdurulmuştu. Bunun üzerine ihaleyi tümden iptal eden Adalet ve Kalkınma Partisi, bir daha ihale yapmadan aynı Macaristan'da olduğu gibi Rusya Federasyonu ile pazarlık yaparak bir uluslararası anlaşma imzalamıştı. Nükleer santral yapım işinin bir uluslararası anlaşma çerçevesine alınmasının nedeni Anayasa Mahkemesi'ne götürülmemesiydi. (Detaylı bilgi için Serkan Köybaşı'nın makalesini okuyabilirsiniz ( http://goo.gl/jrWwF2 ). Böylece, Anayasa Mahkemesi'ne itiraz edilmesinin önüne geçildi ve yurttaşların en demokratik haklarından biri ellerinden alındı.

Benzerliği görüyorsunuz değil mi?

Yozgat’ın başı uranyum madeniyle dertte

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Mart 2015

Türkiye ve Yozgat bir büyük sorunla daha karşı karşıya. Yozgat’ın Sorgun ilçesine bağlı Temrezli köyünün bulunduğu bölgede uranyum madeni açılması için çalışmalar hızlandı. Avustralyalı ‘Anatolia Energy’ adlı şirket, yaptığı ön araştırmalarda maden sahasını ‘çok kârlı’ buldu. Çevresel Etki Değerlendirmesi raporu onay alırsa maden hayata geçecek. Aynı Bergama’da olduğu gibi bu projede Temrezli’yle sınırlı kalmayacak. Yozgat-Şefaatli’den başlayarak İç Anadolu’daki diğer uranyum sahalarında da kazılar başlayacak ve çıkarılan uranyum işlenmek üzere Temrezli’deki merkeze gönderilecek. 

Uranyum madenciliği en belalı madencilik türlerinden biri. Madencilik çalışmaları sonucunda yüksek seviyede radyoaktif atık ortaya çıkıyor. Çalışan işçilerin sağlığı da ciddi risklerle karşı karşıya kalacak. Uranyum toprağın altında kaldıkça nispeten zararsız bir madendir. Çünkü tonlarca kaya içerisinde az miktarda saf uranyum bulunur. Kayda değer miktarda uranyum elde etmek için deyim yerindeyse ‘toprağı yerle bir etmeniz’ gerekir. Uranyum nükleer santrallerin yegâne yakıtı. Sadece bir nükleer reaktörün yıllık yakıtını üretmek için yaklaşık 500 bin ton kaya atığı çıkarırsınız. Çıkarılan cevherin değirmenlerde öğütülmesi gerekir. Bu aşamada da 100 bin tona yakın atık daha çıkar. Uranyumun nükleer santrallerde kullanılması için gazlaştırılması da gerekir. Bu aşamada da ciddi katı ve sıvı atık ortaya çıkar. Özetle söylersek, 25-30 tonluk nükleer yakıt için Yozgat’taki arazileri altüst etmeniz, dev çukurlar açmanız gerekir. Bu yakıt da nükleer santralin bir reaktörüne sadece bir yıl yeter. Geride bırakılan atık ise yüzlerce yıl radyoaktif kalır. Uranyum madenciliğinin katı atıklarındaki radyasyon miktarı, kömürün uçucu külüne göre 3 bin kat daha fazladır.

Uranyum madenciliği işçiler için de ciddi riskler içeriyor. Şirketin civardaki köylüleri iş vaadiyle ikna etmeye çalıştığı biliniyor. Köylüler ise bir uranyum madeninde çalışmanın başlarına ne belalar açacağını bilmiyor. Uranyum bulunan toprak ve kayaların çıkarılması sırasında işçiler uranyum parçacıklarına maruz kalır. Daha da tehlikelisi, maden faaliyetleri sonucu ortaya çıkan ve kansere yol açan radon gazıdır. İşçiler uranyum parçacıkları gibi bu gaza da maruz kalır. Radon gazına maruz kalınırsa yüksek olasılıkla akciğer kanserine yakalanılır.

Adında ‘Anadolu’ ismini taşıyan Avustralyalı şirket, yurt dışında medyaya verdiği demecinde, Temrezli’deki madenin çok kârlı bir yatırım olduğuna vurgu yapıyor. 12 yıl çalışacak madenin 11 ay sonra kâra geçeceğini söylüyor. Şirket Türkiye’de kamuoyunu ikna etmek için çıkarılan uranyumun Türkiye’de kurulmak istenen nükleer santrallerin yakıtı olacağı imasında da bulunacaktır. Böyle bir şey yok. Ortada nükleer santral olmadığı gibi Türkiye’de çıkarılan uranyumu yakıta çevirecek ne bir tesis ne de teknoloji var. Böyle bir tesis kurulması veya teknoloji yatırımı yapılması da mantıklı değil çünkü Türkiye’deki uranyum rezervi az. Toplam rezerv 9 bin ton civarında. Prof. Dr. Tolga Yarman’ın da belirttiği gibi kurulması düşünülen 8 nükleer reaktörün ikisine ancak yeter. Kaldı ki, kurulmak istenen Rus ve Fransız yapımı nükleer reaktörlerin her biri için ayrı tür yakıt çubukları hazırlamak gerek. Her reaktör farklı yakıt ister. Ruslar ve Fransızlar santral yakıtını üretecek tesislere zaten sahip. Yeterli uranyumu olmayan Türkiye’de böyle bir yatırımı yapmazlar. Özetlersek, Türkiye’den çıkarılan uranyumun sadece onu uluslararası piyasada satacak firmaya faydası var.

Kömür ve altın madenlerinde yaşananları gördükten sonra Türkiye’de uranyum madenciliğine yeşil ışık yakmak intihar etmekten farksız. Yozgat ve Ankara’daki yetkililer umarım bu uyarılarımı değerlendirir.

***
Bu Cumartesi (7 Mart 2015) İstanbul Tabip Odası, Kadıköy Bürosu’nda, “Nükleer Tehlikeye Karşı Güncel Stratejiler” başlıklı panelde konuşmacıyım.