Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-mun tüm ülkelerin temsilcilerini küresel iklim değişikliğini durdrumak için önlem almaya ve sözden eyleme geçmeye çağırdı. Ban Ki-mun'un çağrısıyla 24 Eylül 2014 tarihinde New York'ta biraraya gelen ülkelerin temsilcileri, küresel iklim değişikliğini durdurmak için neler yapacaklarını BM kürsüsünden duyurdu. Aşağıdaki haritada, ülkelerin New York'taki zirvede verdikleri taahhütleri görebilirsiniz. Merak ettiğiniz ülkenin üzerindeki balona tıklamanız yeterli. (Dil: İngilizce)
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
SİZ kurucuları New York'taki iklim zirvesini değerlendirdi
24 Eylül 2014 tarihli SİZ basın açıklaması:
23 Eylül 2014 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun’un davetiyle düzenlenen İklim Zirvesi’nde Türkiye’nin görüşlerini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan açıkladı. New York’ta gerçekleşen zirveyi ve Türkiye’nin zirvede yaptığı açıklamayı, Sivil İklim Zirvesi (SİZ) kurucularından Dr. Nuran Talu, Önder Algedik ve Özgür Gürbüz değerlendirdi.
Küresel Denge Derneği Başkanı Dr. Nuran Talu, bir yıl sonra Paris’te yapılacak 21. Taraflar Toplantısı’nda (COP21) Kyoto’nun yerini alacak yeni ve güçlü bir anlaşma çıkması için önümüzde uzun bir yol olduğunu ama umutsuz olmadığımızı söyledi. “New York’ta boş koltuklara konuşan liderler Paris’te insanlığın geleceğini kurtaracak, yasal bağlayıcılığı olan küresel yeni bir anlaşma için siyasi irade iddiasını sergilemekten uzak” diyen Talu, “Bence bu konu artık haklı gerekçelerle sokağa çıkan insanların taleplerine kulak vererek çözülür. Çünkü onlar, iklim siyasetinin gerçekte nasıl yapılacağını yeterince biliyor ve haykırıyor” açıklamasını yaptı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “iklim müzakere sürecinde samimi olmalıyız” sözünü samimi bulmadığını belirten Talu, “Türkiye’deki liderlere, ekosistemin, doğal peyzajın ve ormanların korunmasının iklim değişikliğinin etkilerine uyum kapasitesinin arttıracağını birileri anlatmalı. İstanbul’daki 3. havaalanı için kesilen 2 milyon ağacın iklim değişikliğini körüklediğini artık öğrenmeli ve bu gibi projelerden vazgeçmeliyiz” uyarısını yaptı.
İklim ve Enerji Danışmanı Önder Algedik ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşması neticesinde Türkiye’nin pozisyonun bir kez daha anlaşıldığını belirtti. Algedik, “Cumhurbaşkanı’nın sözleri Türkiye seragazı emisyonlarını yüzde 21 oranında azalttı şeklinde yorumlandı. Öncelikle Türkiye’nin, 1990-2012 yılları arasında emisyonlarını azaltmadığını aksine yüzde 133,4 oranında arttırdığını belirtelim. Bahsedilen, artıştan indirimdir. Türkiye, daha da fazla arttırabilirdik ama yüzde 133’te kaldık diyor aslında. Benzer bir sorun karbon yoğunluğunun yarı yarıya azaltıldığı söyleminde de var. Bütün bunların birleştiği mesele ise ülkelerin taahhütlerini ortaya koydukları bir ortamda Türkiye’nin hiçbir emisyon azaltım taahhüdünde bulunmaması, iklim değişikliğini durdurmak için kaynak ayırmaması. Bunlar Zirve’nin amacıyla çelişti. Erdoğan’ın konuşmasının alkışlanmaması da bu çelişkinin sonucuydu” dedi.
Zirve’den gelen olumlu haberleri önemli ama yeterli bulmayan Özgür Gürbüz, “İklim değişikliğiyle mücadele için Fransa gibi ülkelerin mali desteği arttırması, Avrupa Birliği’nin 2030’a kadar seragazı emisyonlarını 1990’a göre yüzde 40 azaltacağını taahhüt etmesi, ormansızlaştırmanın 2030’a kadar durdurulacağına dair imzalanan deklarasyon, Paris için bir umut ışığı ama yeterli değil” diyor. “Küresel iklim değişikliğinin etkisini, artan ve şiddetlenen iklim olaylarıyla her geçen gün daha fazla görüyoruz, Türkiye’de kuraklık, seller ve fırtınalar her geçen gün şiddetleniyor” diyen Gürbüz, “Böyle bir durumda Türkiye’nin artık ortaya çıkıp ölçülebilir ve mutlak bir azaltım hedefi ortaya koyması gerekir. Bunu sadece gezegen için değil kendi için de yapmak zorunda. Cumhurbaşkanı’nın yaptığı konuşma hedef içermiyor, durum belirtiyor. Aynı cümleleri yıllardır duyuyoruz. Cümleler değişmiyor ama Türkiye’de iklim değişiyor, verilen kayıpların sayısı artıyor. Türkiye petrol, doğalgaz ve kömüre bağımlılığını azaltırsa hem ekonomik çıkar elde edecek hem de iklim değişikliğini önleyecek ama bu fırsatı görmemekte direniyoruz” şeklinde konuştu.
BM İklim
Zirvesi’deki yeni taahhütler umut verdi ama Erdoğan’ın konuşması beklentilerden
uzaktı.
Sivil İklim Zirvesi kurucuları, BM İklim
Zirvesi’ni ve Türkiye’nin açıklamasını değerlendirdi.
Küresel Denge Derneği Başkanı Dr. Nuran Talu, bir yıl sonra Paris’te yapılacak 21. Taraflar Toplantısı’nda (COP21) Kyoto’nun yerini alacak yeni ve güçlü bir anlaşma çıkması için önümüzde uzun bir yol olduğunu ama umutsuz olmadığımızı söyledi. “New York’ta boş koltuklara konuşan liderler Paris’te insanlığın geleceğini kurtaracak, yasal bağlayıcılığı olan küresel yeni bir anlaşma için siyasi irade iddiasını sergilemekten uzak” diyen Talu, “Bence bu konu artık haklı gerekçelerle sokağa çıkan insanların taleplerine kulak vererek çözülür. Çünkü onlar, iklim siyasetinin gerçekte nasıl yapılacağını yeterince biliyor ve haykırıyor” açıklamasını yaptı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “iklim müzakere sürecinde samimi olmalıyız” sözünü samimi bulmadığını belirten Talu, “Türkiye’deki liderlere, ekosistemin, doğal peyzajın ve ormanların korunmasının iklim değişikliğinin etkilerine uyum kapasitesinin arttıracağını birileri anlatmalı. İstanbul’daki 3. havaalanı için kesilen 2 milyon ağacın iklim değişikliğini körüklediğini artık öğrenmeli ve bu gibi projelerden vazgeçmeliyiz” uyarısını yaptı.
İklim ve Enerji Danışmanı Önder Algedik ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşması neticesinde Türkiye’nin pozisyonun bir kez daha anlaşıldığını belirtti. Algedik, “Cumhurbaşkanı’nın sözleri Türkiye seragazı emisyonlarını yüzde 21 oranında azalttı şeklinde yorumlandı. Öncelikle Türkiye’nin, 1990-2012 yılları arasında emisyonlarını azaltmadığını aksine yüzde 133,4 oranında arttırdığını belirtelim. Bahsedilen, artıştan indirimdir. Türkiye, daha da fazla arttırabilirdik ama yüzde 133’te kaldık diyor aslında. Benzer bir sorun karbon yoğunluğunun yarı yarıya azaltıldığı söyleminde de var. Bütün bunların birleştiği mesele ise ülkelerin taahhütlerini ortaya koydukları bir ortamda Türkiye’nin hiçbir emisyon azaltım taahhüdünde bulunmaması, iklim değişikliğini durdurmak için kaynak ayırmaması. Bunlar Zirve’nin amacıyla çelişti. Erdoğan’ın konuşmasının alkışlanmaması da bu çelişkinin sonucuydu” dedi.
Zirve’den gelen olumlu haberleri önemli ama yeterli bulmayan Özgür Gürbüz, “İklim değişikliğiyle mücadele için Fransa gibi ülkelerin mali desteği arttırması, Avrupa Birliği’nin 2030’a kadar seragazı emisyonlarını 1990’a göre yüzde 40 azaltacağını taahhüt etmesi, ormansızlaştırmanın 2030’a kadar durdurulacağına dair imzalanan deklarasyon, Paris için bir umut ışığı ama yeterli değil” diyor. “Küresel iklim değişikliğinin etkisini, artan ve şiddetlenen iklim olaylarıyla her geçen gün daha fazla görüyoruz, Türkiye’de kuraklık, seller ve fırtınalar her geçen gün şiddetleniyor” diyen Gürbüz, “Böyle bir durumda Türkiye’nin artık ortaya çıkıp ölçülebilir ve mutlak bir azaltım hedefi ortaya koyması gerekir. Bunu sadece gezegen için değil kendi için de yapmak zorunda. Cumhurbaşkanı’nın yaptığı konuşma hedef içermiyor, durum belirtiyor. Aynı cümleleri yıllardır duyuyoruz. Cümleler değişmiyor ama Türkiye’de iklim değişiyor, verilen kayıpların sayısı artıyor. Türkiye petrol, doğalgaz ve kömüre bağımlılığını azaltırsa hem ekonomik çıkar elde edecek hem de iklim değişikliğini önleyecek ama bu fırsatı görmemekte direniyoruz” şeklinde konuştu.
Sivil
İklim Zirvesi: Küresel Denge Derneği ve Tüvik-Der tarafından başlatılan
bir sivil toplum girişimidir. İlk zirve Kasım 2013’de 50’ye yakın örgütün
katılımı ile Ankara’da düzenlemiştir. Daha fazla detay için: www.iklimzirvesi.org
Çevre mücadelesi için öneriler
Soma’da iki
kara var; kömür ve zeytin. Hangisinin ‘kemlik’
hangisinin ‘nimet’ olduğunu
Somalıdan iyi kim bilir? Bu yüzden Soma’nın Yırca köylüleri alanı (kömür) değil
vereni (zeytin) seçti ama dinleyen yok. Zeytinlikler, köylünün rızası olmadan
kamulaştırıldı. Karara itiraz edildi ama mahkeme sonuçlanmadan Kolin Şirketler
Grubu alanı tel örgüyle çevirip, zeytin ağaçlarını köklemeye başladı. Tek çare
dozerlerin önüne yatmaktı, köylüler, çevreciler ve siyasetçiler de onu yaptı. Perşembe’den
beri nöbetteler.
Birkaç gün
önce Fatsa’da altın madenine karşı ayaklanan kadınları jandarma durdurdu.
Mersin’de nükleer santralin elektrik iletim hatlarıyla ilgili bilgilendirme
toplantısında polis ile nükleer karşıtları arasında arbede çıktı. Soma, Fatsa
ve Mersin. Hepsi son bir hafta içinde oldu.
Hopa’dan
Gezi’ye, Hevsel’den Gerze’ye her direniş hareketi güvenlik güçlerini veya
dozerleri karşısında buluyor. Bu karşılaşma artık mücadelenin kaçınılmaz ve
kritik bir aşaması oldu. Yönetenlerin halka danışmadan aldığı kararlar gerilimi
ve sorunların çözümünü engelliyor. Doğa için kayıplar büyük ama kazandıklarımız
da var. Kepçeye karşı bilenen dişler, biber gazına karşı açılan gözler, toprağı
ağacı kurtarabildiği gibi Anadolu’daki halkların makus talihinin kırılmasına da
yardımcı oluyor. Hak aranıyor, efendiye karşı geliniyor.
Havuz
medyasının etkisi azalıyor. Hükümet ve şirketler, Gezi’ye kadar, yarattıkları
çevre sorunları bilinmezse ‘sorun’ da
olmaz diye düşünüyordu. Medya ellerindeydi, yazdırmıyorlardı. İş değişti.
Ellerindeki medya koca gövdeli, sesi kısık bir deve benziyor. Kendilerinden
başka kimseyi etkilemiyor. Ağacını koruyan dedenin bastonuna dozerin kepçesi değdiğinde
çıkan ses, bir isyan çağrısı gibi algılanıyor ve sosyal medya başta, bağımsız
kanallarda yankılanıyor.
Muktedirler
farkında değil ama bu meydan muharebeleri mücadeleyi güçlendiriyor. Şiddet
içermeyen sivil itaatsizlik eylemleri yayılıyor. Yine de mücadelenin/kampanyanın
sadece dozerler ve güvenlik güçlerinin karşısında durarak yapılacağını düşünmek
hata olur. Öncesi ve sonrasında da yapılacak çok iş var ve doğru yapılması gerekiyor.
İşte size birkaç öneri.
Bir kampanyayı
güçlü kılan doğru bilgidir. Abartma, çarpıtma sizi güçsüz kılar. Unutmayın,
karşınızdakiler yalanı doğruymuş gibi yazan medyaya sahip. En ufak hatanızı
büyütmek için pusudalar. Sizin tek güvenceniz ise doğruları söylediğiniz için
yanınızda olan halk. Güven en değerli
hazineniz. Hikâye ve hurafeleri broşür ve sloganlarınızdan uzak tutun.
Konuya hakim
olun. Termik santrale karşıysanız, zararlarını öğrenin. Bilgiyi Wikipedi, Facebook’tan
değil, referans gösterebileceğiniz kaynaklardan edinin. Medyayı süreç boyunca düzenli bilgilendirin.
Kampanyada
konuya odaklanın. Emin olmadığınız detaylar üzerinde spekülasyon yapmak yerine,
herkesin gördüğü tehlikeye vurgu yapın.
Dil sizin her
şeyiniz. ‘Ben’den ‘bize’ geçin. Uzun metinlerden, ağdalı
konuşmalardan kaçının. Kentliyseniz kentli, köylüyseniz köylü gibi konuşun.
Olmadığınız gibi davranmayın.
Sivil
itaatsizlik eylemlerinin dışına çıkmayın. Şiddete başvurmayın ve sürecin
ortasında değil en başından itibaren hukuki yardım alın.
Çözüm
öneriniz, daha iyisi için bir planınız mutlaka olsun. Bu devirde, kötü olsa da
yeninin eskiye karşı bir albenisi var. Değişim istemiyorsanız bile bunun nasıl
cazip ve ‘yeni’ bir fikir olduğunu
iyi anlatın.
Sivil
itaatsizliğimiz mübarek olsun.
Nükleer silahların karşısında tek umut insan
Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2014
Uluslararası Hrant
Dink Ödülü’nün bu yılki sahiplerinden Angie Zelter, hayatı boyunca nükleer
silahlara ve savaşa karşı mücadele etmiş bir eylemci. 100 defadan fazla
tutuklanan Zelter, NATO’nun lav edilmesini ve dünyadaki tüm nükleer silahların
imhasını savunuyor. Gezi eylemlerinde iş makinalarına zarar verilmesi konusunda
ise, “Eğer o makinelerin gerçekten de çok değerli bir şeye zarar vereceğini
düşünüyorsan buna hakkın var” diyor.
Şebnem Korur Fincancı, Rakel Dink ve Angie Zelter. Foto: Berge Arabian |
Angie Zelter: Kamerun’dan yeni dönmüştüm. Orada konuştuğum bir
köylü bana “neden buradasın” diye sormuştu. Ona, “Çünkü yardım etmek istiyorum”
dedim. O da bana, “Eğer yardım etmek istiyorsan İngiltere’ye geri dön ve
İngiltere’nin burada yaptıklarıyla uğraş” dedi. Bir başka deyişle, Kamerun’un
birçok problemi sömürge dönemiyle ilgiliydi. Kamerun’da üç yıl kaldım, beni
değiştirdi. Irkçılığın hâlâ sürdüğünü fark etmemiştim. Britanyalıların çok
uluslu şirketleri aracılığıyla sömürgeci faaliyetlerini sürdürdüğünden haberim
yoktu. İngiltere’ye geri döndüm. Dünyayı daha iyi bir yer yapabilmek için kendi
ülkemde ne yapabilirim diye düşünüyordum.
-Kartopu kampanyası nasıl başladı?
AZ: İngiltere’ye dönünce daha aktif oldum. Soğuk Savaş dönemiydi. En önemli
sorun da nükleer silahlardı. Evimin yakınında ABD’nin nükleer silahlarını
tuttuğu Sculthorpe üssü vardı. Ben de kartopu kampanyasını başlattım.
Kampanyayı basit tutmaya çalıştım. Üssün tel örgülerinden bir parça kesip,
hükümete mektup yazıyorsunuz ve bir sonraki eyleme daha çok kişi bulmaya
çalışıyorsunuz. İlk başta birilerini bulmak çok zordu. Önce kayınvalidemi ikna
ettim. Bir sonrakinde 9 kişi, daha sonra 27 olduk ve ülkedeki tüm üslere
yayıldı. Birkaç yıl önce de ülkedeki son ABD üssü kapandı çünkü insanlar tel
örgüleri kestiler, yüksek güvenlikli alanlara girdiler. ABD’ye çok pahalıya mal
oluyordu ve nükleer silahları koruyamıyorlardı. Sadece Kartopu Kampanyası
sayesinde değil, ülkedeki birçok yerde nükleer silahlara karşı kampanya vardı.
Eğer yeterince ‘sade vatandaş’ hayır derse olmaması için bir neden yok. Bir
başka önemli konu da eylemlerin şiddet içermemesi, açık ve hesap verilebilir
olması. Bence hareketin bir parçası mutlaka açık olmalı. Böylece halkla
tartışmak için bir şans olur. Mahkemeler de bunun için bir fırsat. Yaptığımdan
utanmıyorum, buradayım diyorsun.
-Amerikan üslerinden sonra İngiltere’nin nükleer
silahlarını hedef aldınız.
Trident Pulluk
Demiri Kampanyası’na başlamadan önce hükümete nükleer silahları terk etmesi
için bir yıl süre tanıdık. Bir yıl içinde yapmazsanız biz yapacağız dedik.
Tutuklamak isterlerse diye de isimlerimizi verdik, 100 kişi kadardık. aramızda
daha sonra İngiltere Başpiskoposu da olan Rowan Williams da vardı. İstediklerimizi
yapmayınca eyleme başladık.
-Türkiye’de ana akım medya bankanın camlarının
kırılmasını ağır bir dille eleştirir. Siz bu kampanya sırasında bir savaş
uçağına 2 milyon pounda varan bir hasar verdiniz.
İngiliz
hukukunda daha büyük bir suçu önleyecekseniz sizin suç unsuru taşıyan bir hasar
vermenize izin veren bir vurgu var. Kartopu Kampanyası’nı yaparken kısa süreli,
sık sık hapse giriyordum. Bir tanesinde hakim bana “bir uçağı tahrip etseydin
daha fazla savunma şansın olurdu” dedi. Açıklamadı ama aslında o telleri
kesmekten daha direkt, savaşı önleyebilecek bir eylemden bahsediyordu. 10
kadındık. Altı kadın bizi destekledi, dördümüz ise açık bir şekilde uçağa hasar
vermeye gittik. 10 yıla varan hapis cezası vardı. Jüriye bir video gösterdik ve
sonunda Doğu Timor’lu bir kadın, “Eğer insansanız bu uçakların ihraç edilmesine
izin vermezsiniz” diyordu. Sanırım bu jüriyi ikna etti.
-Gezi’yi düşünürsek. Parkı yok edecek bir dozere
hasar verir miydiniz?
Evet, büyük
bir olasılıkla verirdim. Eğer o makinelerin gerçekten de çok değerli bir şeye
zarar vereceğini düşünüyorsan buna hakkın var. Ancak, öncesinde diğer tüm
seçenekleri denemelisin. Ve bundan etkilenecek, orada yaşayan insanların
seninle aynı fikirde olduklarından emin olmalısın. Aynı zamanda açık olmalı ve
sorumluluğu kabullenmelisin. Anneanne ve dedene bunu neden yaptığını açıklayabilmelisin.
-NATO hakkında ne düşünüyorsunuz?
Genelde
NATO’nun feci bir yapı olduğunu düşünüyorum. Varşova Paktı dağıldığında
NATO’nun da dağılacağı söylenmişti ama tersine genişlediler. Sadece Avrupa’da genişlemediler,
Avrupa dışında da müdahalelerde bulunuyorlar. Özetle, onları bir terör ve suç
çetesi olarak görüyorum. Eğer dünyaya barış getirmek istiyorsan, ki öyle yaptıklarını
söylüyorlar, birilerini toplu katliamla tehdit etmemelisin. Askerle katili
birbirinden ayıran tek şey, askerlerin uluslararası savaş hukukuna bağlı
olmasıdır. Bu da hastaneleri, sivilleri hedef almamak demek. Nükleer silahlar
hedefleri vurma konusunda ne kadar hassas olursa olsun etkilerini hedefle
sınırlama konusunda o kadar hassas değiller. Bu nedenle de yasadışılar. Nükleer
silahlarla kendini savunamazsın, bu bir tehdittir.
-Orta Doğu nükleer silahlanmaya çok yakın. Çözüm?
Batının tavrı
çok ikiyüzlü. Pakistan ve Hindistan’ın da nükleer silah elde etmesini
istemiyorlardı ama sonrasında iki ülkeyle ticarete devam ettiler. Bu dünyanın
geri kalanına ne diyor? Biz yeterince kalabalık veya güçlüysek, cezasız
kalabiliriz. İsrail’i destekleyerek nükleer silahları destekliyorlar. Halbuki
bunu önlemek için nükleer silahsızlanma anlaşması vardı. Böyle giderse bir nükleer
soykırım kaçınılmaz. Durdurmanın tek yolu insanların hükümetlerine nükleer
silah istemediklerini söylemeleri.
-Bir barış eylemcisi olarak Suriye sorununu nasıl
çözerdiniz?
Şiddet şiddeti
önlemez. Sorunları bir anda çözebileceğimizi düşünmekten de vazgeçmeliyiz. Gücü
kötüye kullanma yüzlerce yıldır sürüyor. Suriye krizini bir anda çözemeyiz ama
silah ticaretini durdurmalıyız. Hiçbir ülkenin başka ülkeye müdahalesine izin
vermemeliyiz. Barış ve insan hakları konusunda gerçekten samimiysek Saddam
Hüseyin’e neden silah sattık? Uzun vadeli bakmak lazım çünkü benim ülkem
İngiltere gibi, dünyadaki diğer ülkeleri sömüren ülkeler var. Çok uluslu
şirketlerini kontrol etmiyorlar. Birçok yapısal değişiklik yapmamız gerekiyor.
-Teşekkürler
***
Angie Zelter Kimdir?
1951’de
Londra’da doğan Angie Zelter, 1980’lerde iki kişi ile birlikte başlattığı
Kartopu (Snowball) kampanyasında binlerce kişinin İngiltere’deki ABD askeri
üsleri etrafındaki dikenli telleri kesmesini teşvik etti.
1996’da, Umut Tohumları-Doğu Timor Pulluk Demiri eylemleri kapsamında, soykırım boyutunda sonuçlar yaratacak Doğu Timor bombardımanında kullanılacak BAE Hawk savaş uçağının silahsızlandırılmasında yer aldı. Eylem, yaklaşık 2 milyon pound (7 milyar TL) değerinde maddi zarara yol açtı ve Endonezya’ya ihracatının durdurulmasını sağladı.
1996’da, Umut Tohumları-Doğu Timor Pulluk Demiri eylemleri kapsamında, soykırım boyutunda sonuçlar yaratacak Doğu Timor bombardımanında kullanılacak BAE Hawk savaş uçağının silahsızlandırılmasında yer aldı. Eylem, yaklaşık 2 milyon pound (7 milyar TL) değerinde maddi zarara yol açtı ve Endonezya’ya ihracatının durdurulmasını sağladı.
1997’de, İngiliz Trident nükleer silah sistemini şiddetsiz, açık ve barışçıl bir şekilde etkisiz kılmayı amaçlayan Trident Pulluk Demiri (Trident Ploughshares) kampanyasını başlatan altı aktivistten biri oldu. 1999’da iki kadın eylemciyle birlikte Trident Radar test istasyonu Maytime’a girdi; bilgisayarlara ve elektronik ekipmanlara zarar verdi, makineleri bozdu.
2002’de Uluslararası Kadın Barış Hizmeti-Filistin’i başlattı. WikiLeaks’ten sızan bilgilerin de gösterdiği İsveç ve NATO arasındaki sıkı işbirliğine karşı, İsveç birliklerinin Afganistan’dan çekilmesi için kampanya başlattı. Jeju Adası’ndaki ihtilaflı Jeju-do Deniz Üssü’nün yapımını engellemeyi amaçlayan direnişe katıldığı için Mart 2012’de, Güney Kore’de tutuklandı.
Zülfü Livaneli belgeseli Altın Koza’da
Özgür Gürbüz-BirGün/16 Eylül 2014
Zülfü Livaneli
birkaç kuşağı etkilemiş bir sanatçı. Kimimiz türkülerini mırıldanarak büyüdü,
kimimiz romanlarını okudu, bazılarımız da ona oy verdi. Orhan Çalışır, Cengiz
Kültür ve Dirk Meissner, Zülfü Livaneli’nin belgeselini yaparak aslında zor bir
işe kalkışmış. Herkesin bildiğini anlatmak hep daha zordur. “Zülfü Livaneli – Doğu ile Batı Arasında
bir Ses” belgeseli, Livaneli’nin yaşamına, özellikle de sürgündeki Almanya
yıllarıyla yakın geçmişe bakarak bu zorluğun üstesinden gelmeye çalışmış. Belgeselde
Livaneli’yi zaman zaman Almanya’daki dostlarından dinliyor, sanatçı kimliğinin
yanı sıra politikacı Livaneli hakkında da bilgi sahibi oluyoruz.
Yunanistan-Türkiye arasındaki barış sürecine yaptığı katkıyı da bir kez daha
hatırlıyoruz.
Livaneli’nin
politik yönü filmde ister istemez ön plana çıkıyor çünkü kameraların çalıştığı
günlerde Türkiye’de herkes ayakta. Gezi Parkı direnişi yaşanmış. Bu
başkaldırının etkisi, özellikle de Türkiye’de çekilen yakın tarihli bölümlerde
kendisini hep hissettiriyor. Livaneli’nin o günlere ait eleştirileri, “Ey
Özgürlük” şarkısını çağrıştırıyor. Gezi Parkı’nda da söylenen o şarkıyı
izlerken ister istemez koroya katılıyorsunuz. Yönetmenlerden Orhan Çalışır, “Muhalif
bir sanatçının hayatını 2013'ün toplumsal muhalefet hareketi Gezi olaylarına
oturtulmuş bir hikaye olarak anlattık. Vurguyu sanatçının toplumlar ve
kültürler arasında kurduğu köprü görevine yaptık” diyor.
SÜRGÜNDEKİ YILLAR
Belgeselin en
çarpıcı bölümlerinden biri, Livaneli’nin 12 Eylül döneminde sürgüne gittiği
Almanya’da yaşadıklarıyla ilgili. Yaşar Kemal, Livaneli’ye neden ülkeyi terk
etmesini öğütlediğini anlatıyor. Livaneli de sonrasında sahte pasaportla
yaptığı yolculuğun öyküsünü. Öykü, Hamburg yakınındaki Hittfeld kasabasında
yaşayan Karin ve Cornelius Bischoff çiftine kadar uzanıyor. Bischoff çifti
Livaneli’ye Almanya’da kalabilmesi için
kefil olmuş. Ellerinde 1981 yılına ait bir ses kaydı var. Livaneli’nin,
gurbetin acısını unutmak için bir yılbaşı akşamı söylediği türküleri Bischoff’lar
masanın altına koydukları teyple gizlice kaydetmişler.
Armin
Mueller-Stahl, Almanya Federal Parlamentosu Başkan Vekili Claudia Roth, kardeşi
Ferhat Livaneli, Yer Demir Gök Bakır filminin prodüksiyon amirliğini de yapmış
olan Peter Schulze, Rutkay Aziz, Maria Farantouri ve Yaşar Kemal gibi ünlü
isimler Livaneli’yi anlatanlar arasında yer alıyor. Filmde Zülfü Livaneli’yi
kendisinden dinleme şansımız da oluyor. Livaneli’nin aldığı en değerli
hediyenin erken yaşta kaybettiği annesiyle çekilmiş fotoğrafından esinlenerek
yapılmış bir resim olduğunu öğreniyoruz. Doğduğu ilçede, Ilgın’da belediye
başkanı hediye etmiş. Bu ve benzeri detaylar, sanatçının hayranlarının ilgisini
çekeceğe benziyor. Belgesel Almanya’da birkaç kez gösterildi. Türkiye’de ise
seyirciyle ilk buluşma 21. Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleşecek.
Adana’daki festival 15 Eylül’de başlayacak ve 21 Eylül’de son bulacak. Film,
Livaneli’yle uzun yıllar birlikte çalışmış, belgesele kanunu ve yorumlarıyla
konuk olmuş müzisyen Halil Karaduman’a adanmış. Karaduman, iki yıl önce
hayatını kaybetmişti.
İklim için liderler Ankara’da muhalifler New York’ta
Özgür Gürbüz-BirGün/15 Eylül 2014
Küresel iklim
değişikliğini durdurmak için liderler en sonunda harekete geçiyor. Altı gün
sonra, 20 Eylül’de Ankara’da, sayıları ve şiddeti giderek artan sel
felaketlerini durdurmak, kuraklığa çözüm bulmak, derinleşen gıda krizini önlemek
için bir araya gelecekler. Aralarında çevre kuruluşlarının gönüllüleri var.
Üniversitelerdeki çevre kulüplerinin üyeleri, işine bisikletle giden
bankacılar, parklarındaki ağaca sahip çıkan çocuklar, taş ocağının yok ettiği
ormanına yeniden fidan diken anneler. Hepsi Ankara’daki bu zirveye gidiyor. Bavulunuzu
toplamaya başlamadıysanız, o sizin sorununuz. Parıltılı davetiyeler yok ama hepimize
davet var.
Bir de
muhalifler ver. Her iyi işin karşısındalar. 23 Eylül’de New York’ta, Ankara’daki
buluşmaya alternatif bir iklim zirvesi düzenliyorlar. Bu zirve, Birleşmiş
Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un davetiyle yapılıyor. Yıllardır, iklim
değişikliğini durduracakmış gibi yapan, tehlikenin farkında olduklarını
söyleyip ciddi bir anlaşmaya imza atmadan masadan kalkan herkes orada olacak. Muhaliflerin
Kyoto’dan beri izlediği taktik bu.
Ankara’daki
liderler zirvesinin buluşma yeri Ankara Garı. Liderler buluşmaya makam
araçları, yani bisikletleriyle gelecek. Aralarında çift çamurluklu, dinamolu,
30 vitesli son model makam araçları da var. Oradan da, görüşmelerin yapılacağı
Güvenpark’a geçilecek. Kırmızı ışıklarda durulup, halka saygısızlık
edilmeyecek. Gazetelerde duyuruları olmayacak ama Facebook sayfaları var
New York’taki
zirve BM’in ana binasında. Katılımcıların çoğu uçaklarla New York’a gelip,
benzin içen makam araçlarıyla toplantı salonuna geçecek. Muhaliflerin devlet
başkanları, bakanlar iklim değişikliğini durdurmak için yapılması gerekenleri
açıklayacak. Yapılması gerekenleri söylerken politikacıların akıllarında hep
büyük şirketler olacak. Konuşmalarıyla petrol ve kömür lobilerini kızdırıp kızdırmadıklarını
düşünecekler. 2015’te Paris’te yapılacak zirvenin önemine değinecek, sonra da
topu birbirine atıp New York’ta çeşitli davetlere katılacaklar.
Güvenpark’taki
Liderler Zirvesi’nde ise
politikacıların almadığı kararlar alınacak. Kararlar alınırken, söz hakkı
olmayan ağaçlar, su baskınlarının mağdurları, enerji verimliliğiyle tüketimi
azaltmak yerine ucuz kömür üretmek için yerin altında hayatını kaybeden Soma
işçileri hep akıllarda olacak. İklim değişikliğini durdurmak için yapılması
gerekenler
New York’taki buluşmaya
‘herhalde’ Türkiye’den bir yetkili katılacak. Kürsüye çıkıp, o bildik, ‘ortak fakat farklılaştırılmış
sorumluluklardan’ bahsederek, belki de yüzüncü kez hiçbir şey yapmama sözü
verecek. Komik duruma düşmemek için Türkiye’de iklim değişikliğini durdurmaya
çalışanlara söyledikleri sözleri orada söylemeyecekler. Kürsüden, “İklim
değişikliğinin ilacı enerji tasarrufu, güneş ve rüzgar gibi yerli kaynaklar ama
biz vatanseverler, hem küresel ısınmaya yol açan hem de ithal edilen kömür,
petrol ve doğalgazı daha çok seviyoruz” demeyecekler. Türkiye’de iklim
değişikliğini dış güçlerin bir komplosu ilan ettiklerinden hiç bahsetmeyecekler.
Burada bağıra bağıra söyledikleri, “İklim değişikliğini durdurma çabaları, Türkiye’nin
büyümesini istemeyenlerin bir hamlesi” iddiasını kulislerde bile fısıldamayacaklar.
Sonuçta muhalefetin bile bir kalitesi var. Zirve bu, kahvehane değil.
Gerçek şu ki,
herkes umudunu Paris’e bıraktı. Orada Kyoto’nun yerine geçecek güçlü bir
anlaşma çıktı çıktı, çıkmazsa sevdiklerinizle vedalaşabilirsiniz. New York’ta
güzel sözler söylenecek ama sazı biz ele almazsak o güzel sözler anlaşma
metnine yansımayacak. Bu yüzden, Ankara Tren Garı’ndan bisiklete atlayıp
liderliği ele almakta fayda var.
Dünya seni çağırıyor
Orta Asya’nın şaman ayinlerinin Anadolu’nun
dağlarında yankılanan sesi, fotoğraf karelerine tüm renkleriyle yansıyarak
Magma Dergisi’nde hayat bulmaya hazırlanıyor. Türkiye Ekim ayında iddialı bir
coğrafya-keşif dergisine kavuşacak. Magma’nın bir özelliği de patronsuz bir dergi olması.
Özgür Gürbüz-BirGün/7 Eylül 2014
Dukhalar - Fotoğraf: Selcen Küçüküstel |
- 20 yıldır beraber çalışan bir ekipsiniz, herkes
sizi Atlas’la özdeşleştirmişti. Magma’nın farkı ne olacak?
Özcan Yüksek: Oradaki
tecrübelerimizi, daha özgür bir ortamda sunacağız. Hem ülkenin hem de gezegenin
ihtiyacı özgürlük. Dünyada da bunun sıkıntıları var ama Türkiye’de çok daha
fazla. Basın içindeki hiyerarşik yapılaşmalar, hangi siyasi görüşten olursa
olsun çok sağlıklı değil. En azından biz onu hissediyoruz. Hiyerarşik,
rekabetçi ve merkezci yetiştirilmişiz.
- Coğrafya dergisi bazen nereye gidileceğini
gösteren bir rehber gibi algılanıyor. Nasıl daha özgür olur diye soranlar var.
Kemal Tayfur: Bir
coğrafya-kültür dergisinde özgür olmak, öncelikle ticari kaygılardan uzak kalmayı
gerektirir. Para kazanmayı yayıncılığın önüne koyarsan, bilgi üretmeye,
yaratıcılığını geliştirmeye çalışan ekibin hareket alanını kısıtlarsın. Magma’nın
en önemli özelliklerinden biri, patronsuz, herhangi bir sermaye grubuna
dayanmayan, çalışanların kendi düşlerine güvenerek çıkardıkları bir dergi
olması.
ÖY: Şirket kâr etmek ister. O dergi belirli bir kâr
amacıyla çıkar. Bizim de ticari giderimiz var ama bizim amacımız zarar etmemek,
kâr etmek değil.
- Bu içeriği etkiliyor mu?
KT: Etkiler
tabii. Geçmişte karşılaştığımız en büyük sıkıntılardan birisi buydu. Normalde bir
coğrafya dergisi dünyanın en uç noktalarına yazarını, fotoğrafçısını
gönderebilmeli. Bunlar büyük paralar. Kâr hedefiyle hareket eden şirket,
yaptığı faaliyetler kârını zedeliyorsa sana sınırlama getiriyor. Burada en
büyük avantajımız bu. Kâr amacı gütmediğimiz için elde edilen gelirin tamamı bu
alanlara ayırılacak. Tek desteğimiz, tek güven duyduğumuz şey okuyucu. O güven,
destek olmasaydı zaten böyle bir yola çıkmazdık.
- Neden Magma?
ÖY: Magma
gezegeni oluşturan yaşamın kaynağı. Biz gezegeni hazır ambalajından çıkarıp
baktığımız bir şey zannediyoruz. Halbuki halen canlı, hareket halinde.
Gezegenin içerisindeki sıcak ateş gezegenin kendi arzusu. Gezegenin kendini var
etme duygusunu takip edeceğiz.
'Magma' çalışıyor. Fotoğraf: Sururi Uras |
KT: Gidilmemiş
noktalara gitmek, kimsenin ayak basmadığı bir vadide dolaşmak değerli.
Özcan’ların daha önce yaptığı gibi, Dukha’lar gibi bir topluluğu Türkiye ve
dünyaya tanıtmak gidip yerinde incelemek ve sayfalara taşıyarak okuyucuya
ulaştırmak önemli. Önemli ama derginin tek amacı bu değil. Dergi çok bilinen
bazı meseleleri de farklı bir bakış açısıyla ele alabilir. Gezi olduğunda
Atlas’taydık. İki sayıyı Gezi’ye ayırdık. Coğrafya dergisinde Gezi yer almaz
diye bir şey yok.
- Atlas’tan ayrılmak zorunda kalmanızın nedeni
Gezi miydi?
ÖY: Tam
sebebini bilmiyorum, o tarihlere denk geldi. Gerekçe yok. Önemli değil; iyi
oldu, hayırlı oldu. Kendi potansiyelimizi ortaya çıkaracak bir dergi
çıkaracağız.
KT: Buradan
bizim Atlas’la rekabet içinde olduğumuz düşünülmesin. Böyle bir kaygımız başından
beri yok.
ÖY: Rekabete
karşıyız. Sadece sporda, maçlarda rekabete karşı değiliz. Rekabetin gezegenin
kaderini kötü etkilediğini düşünüyoruz. Yaratıcı işler yapan insanı tüketen bir
şeydir rekabet. Basının içerisinde entelektüel bir kesim var ve bu aşağıyı ezen
uygulamayı çok iyi beceriyor. Oraya gelmeden evvel çok iyi eğitilmişler. Basını
önce bu yapı darmadağın ediyor.
KT: Muhabirliğin
ortadan kaldırılması beraberinde vasatı öne çıkarıyor. Yaratıcı insanlar bir
süre sonra ya uzaklaşıyor ya da uzaklaşmak zorunda kalıyor. Kalanlar ya da
tercih edilenler, genelde basınla, yaratıcılıkla ilişkisi olmayan bir kadro.
- Diğer coğrafya dergilerinde çoğu zaman insanın
doğaya tahakkümü anlatılmıyor. Bunu nasıl kıracaksınız?
ÖY: Derginin
amacı gezegeni, doğayı kurtarmak. O amaç çerçevesinde doğayı koruyan, esirgeyen
kültürleri önemsiyoruz. Onlardan öğrenmeye, geçmiş bilgelikleri, aktarmaya
çalışıyoruz. “Bilmek isteyen yola çıkar”
diyoruz. Bu yol, karayoluna çıkmak, patikada yürümek değil. Düşünce biçimi
olarak yol, keşfetme, kendini öğrenme, başka zamanları da keşfetme gibi daha
geniş anlamda düşünmeyi gerektirir. Bu söz bize ait değil. Altaylar’da bir
şaman duası. O cümleyi uçak bileti almanız için değil bilet almadan da dolaş,
keşfet demek için kuruyoruz.
KT: O söz
insanları dünyaya katılmaya çağırıyor. Dağın zirvesine çıkmak, parkta yürümek,
sokağınızdaki ağaca bakmak bile önemli. Bu dergi doğayı ve gezegeni savunmada taraf.
Dolayısıyla insan-doğa ilişkisini bir üstünlük ilişkisi değil, doğayı içinde
yaşadığımız o büyük bütün olarak görecek. Aynı şekilde kültürler arasında da
hiyerarşik bir ilişki asla söz konusu olmayacak. En temel kurallarımızdan
birisi bu. Aşağı bir ırk, kültür yok.
- İşlediğiniz konularda şaman kültürü öne çıkıyor,
bir nedeni var mı?
Beşiktaş taraftarı - Fotoğraf: O. Gurbuz |
- Bunun sebebi insanın her şeyi görmüş olması mı?
OY: Hayır. Her
şey sıradanlaşıyor. Her şey tüketilen, tüketildikçe çoğaltılan, çoğaltıldıkça
daha fazla tüketilen bir şey haline geliyor.
- Siz bu sıradanlığı nasıl kıracaksınız?
KT: Okuyucu en
bildiği konularda bile yeni bilgilerle karşılaşacak. Dergi kaynak olarak
kullanılabilecek bir bilgi havuzu sunacak. Akademik yayınlardan farkı da bu
bilginin gerçekten şaşırarak, akılda kalmasını kolaylaştırarak, heyecan duyarak
anlatılmış olması. Bu aynı zamanda bir fotoğraf dergisi, fotoğrafsız konu yok.
Ele alınan her konu haritası, grafikleri ve fotoğraflarıyla görselleştirilecek.
Arkeoloji konusuyla ilgilenenlere de, dağcılara ve tarih meraklılarına da hitap
edecek.
- Ekim’i iple çekiyoruz. Teşekkürler.
***
Magma
Dergisi’ni merak edenler Facebook’ta AdıBilinmeyenDergi ve Twitter’da
@MagmaDergisi hesaplarını takip edebilir.
Hükümet programında çevre ve enerji
Özgür Gürbüz-BirGün/7 Eylül 2014
62. Hükümet’in
programı açıklandı. Programın çevre ve enerji bölümlerinde ‘yeni’ bir şey yok. Programda
dikkatimi çeken noktaları kısaca özetlemek isterim.
‘Yaşanabilir mekanlar ve çevre’ adı verilen bölüm kente övgüyle başlıyor.
Kentler, ‘toplumun gelişmişlik düzeyini belirleyen faktörlerden biri’ kabul
edilmiş. “Yüksek standartlarda şehirleşme artık bir zenginlik ve gelişmişlik
göstergesi haline gelmiştir” deniyor. AKP döneminde kentte yaşayan nüfusun
oranının 9 puan artıp yüzde 73’e ulaşması başarı sayılmış. Daha önce bu köşede
yazmıştık. Çin gibi nüfusu 1 milyar 400 milyonu bulan ve Türkiye’nin 12 katı
yüzölçümüne sahip bir ülkede dev kentler yaratmak, insanlara hizmet götürmek
için tek seçenek olabilir. Buna rağmen Çin’in en kalabalık kenti Şanghay’da ülke
nüfusunun yüzde 2’sine yakını yaşıyor. İstanbul’da ise Türkiye nüfusunun yüzde
20’si toplanmış. Ülkedeki her beş kişiden biri İstanbul’da. Türkiye’de dikey
büyüme zorunluluk değil. Yer var, iklim müsait… Kaldı ki, tüm kaynağı İstanbul’a
aktarmamıza rağmen o kentte de hayat yaşanılmaz bir halde. Trafik, hava
kirliliği, su sorunu, yeşil alan yokluğu… Davutoğlu hükümeti bu başarısız
kentleşme modelini, programda övüyor ve hataya devam edileceğinin işaretlerini
veriyor.
İstanbul’un
bina dolmasının nedeni rantın çekiciliği. Bir müteahhit için Nevşehir’e
apartman yapmakla İstanbul’a yapmak arasında maliyet açısından fazla fark yok.
Ama iş satmaya gelince İstanbul daha fazla gelir getiriyor. Planlama, denetleme
gibi mekanizmalar da olmayınca doğal olarak tüm betonlar İstanbul’a dökülüyor. Türkiye
aslında hiç yönetilmiyor, kaderine bırakılış. Sadece kentleşme bölümü değil,
planın her kısmı elimizde kalıyor. Plandaki iddialar ve gerçekler çelişiyor.
İşte size iki örnek:
İddia: AKP döneminde küresel ısınmaya yol açan seragazı emisyonlarının kontrolüne
öncelik verildi.
Gerçek: 2002-2012 yılları arasında seragazı emisyonları yüzde 52 oranında arttı.
287 milyon tondan 439 milyon tona çıktı.
İddia: Yenilenebilir enerji kullanımı ve enerji verimliliği arttırıldı.
Gerçek: 2000 yılında Türkiye’nin birincil enerji tüketiminde hidroelektrik dahil
yenilenebilir enerji kaynaklarının payı yüzde 12,8’di. 2011’de yüzde 9,8’e
geriledi.
Hükümet
programının yaptık dedikleri tartışmalı, yapacağız dedikleriyse ürkütücü. Nükleer
santral sevdası sürüyor.Sinop ve Akkuyu'ya sekiz adet nükleer reaktör kurulması planlanıyor.
Enerjide dışa
bağımlılığın azaltılması yine hedefler arasında. Keşke olmasaydı. 12 yıldır
aynı hedef var ama sonuç ortada. Türkiye 2002’de yüzde 69 oranında dışa bağımlıydı
şimdi yüzde 74.
Soma, Afşin ve
Yatağan’daki çevre sorunları, kentleri vuran fırtınalar ders olmamış, onlarca
yeni kömür santralinin kurulması planlanıyor. Tüm nehirlere HES kurma gibi,
ekolojiden, ekonomiden uzak hedefler de planda yer alıyor. Bürokrasi, finans
mekanizmalarının eksikliği gibi nedenlerden millet kendi çatısına panel
kurmakta zorlanıyor, hükümet planında Konya’ya dünyanın en büyük güneş
santralini kurmak yer alıyor. Mesele dev santraller kurmak değil; kalıcı,
ayakları yere basan, kazancını halkın katılımı sayesinde halkla paylaşan bir
sektör yaratmak olmalı. Dünyanın en büyük üst geçidini de yapsanız, bir kamyon
onu yer edebilir. Bunlar hep eski bir düşünce tarzının ürünü. Anlayacağınız,
programda Türkiye’yi ileriye götürecek, bizleri
heyecanlandıracak bir şey yok. Eski tas eski hamam. İşin kötüsü su da yok.
* Bu yazımda, tamamen benim hatamdan kaynaklanan bir yanlışı düzelttim. Programda Sinop'ta 8 nükleer reaktör kurulması planlanıyor yazmıştım, doğrusu 4 olacak. Okuyucularımdan özür dilerim. Bu yerinde ve önemli uyarıyı yapan Cem Aydın'a da çok teşekkür ediyorum.
* Bu yazımda, tamamen benim hatamdan kaynaklanan bir yanlışı düzelttim. Programda Sinop'ta 8 nükleer reaktör kurulması planlanıyor yazmıştım, doğrusu 4 olacak. Okuyucularımdan özür dilerim. Bu yerinde ve önemli uyarıyı yapan Cem Aydın'a da çok teşekkür ediyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)