Nükleer yalanlar mı radyasyon mu daha tehlikeli?

Nükleer enerjiyle ilgili bir yazıya içinde radyasyon, nükleer atık, Fukuşima, Çernobil veya deprem kelimeleri geçen bir cümleyle başlasaydım, emin olun ki dünyanın hiçbir ülkesinde garip karşılanmazdı. Türkiye’de ise ülkenin nükleer enerji politikasını anlatmak için en uygun düşen kelimenin “hamaset” olduğunu düşünüyorum. Mesele nükleer olunca, “hamaset edebiyatı”nın en güzel örneklerini Türkiye’deki politikacılardan dinleyebilirsiniz. Nükleer enerji konusunda hamaset edebiyatına örnek mi istiyorsunuz? En çok tekrarlananından başlayalım: “Türkiye nükleer santral kurmazsa, elektriksiz kalır.”

Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından yayımlanan Perspectives dergisine yazdığım bu yazının tamamını okumak için lütfen buraya tıklayın.

Which is more dangerous: nuclear lies or radiation?

If I start an article about nuclear energy with a sentence including the words radiation, nuclear waste, Fukushima, Chernobyl or earthquake, rest assured that no one in the world would find it odd. However, when it comes to Turkey, the most appropriate word to define the nuclear energy policy of the state seems to me to be “heroism”. As far as nuclear energy is concerned, you can hear the best examples of “heroic literature” from the politicians in Turkey. Would you like to have an example of this form of “heroism literature” about nuclear energy? Let’s start with the most repeated line: “If Turkey does not build nuclear plants, it will remain without electricity.”

To read the rest of the article please click here.

Elektrik tasarrufu için ipuçları

Özgür Gürbüz-BirGün/14 Ekim 2012 

Elektriğe bir yılda yüzde 32,6 oranında zam yapıldı. Bir yıl önce elektriğe 50 TL ödüyorsanız bundan sonra 66 TL ödeyeceksiniz. Umarım maaşınız, geliriniz de bir o kadar, hatta bundan daha fazla artmıştır çünkü zamlanan sadece elektrik değil. Doğalgaza da yine bir yılda yüzde 53,8 oranında zam geldi. On iki ay önce 200 TL'lik doğalgaz yakarak ısınanlar bundan sonra aynı miktarda doğalgaz kullansa bile 300 liradan fazla bir para ödeyecek. Görünen o ki, dört kişilik bir evin enerji faturası kış aylarında 400 liraya yaklaşacak. Yazması kolay ama ödemesi zor.

Makina Mühendisleri Odası, mevcut hükümetin görev yaptığı son 10 yılda doğalgaza yapılan zammın yüzde 208 olduğuna dikkat çekiyor. Buna rağmen hükümetin keyfi yerinde. Doğalgaz fiyatlarının petrol fiyatlarına endeksli olması ve Türkiye'nin doğalgazda yüzde 99'lara varan oranda dışa bağımlı olması işlerini kolaylaştırıyor. Bizim elimizden bir şey gelmez, dışa bağımlıyız deyip kaytarıveriyorlar. Halbuki kazın ayağı öyle değil. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlı olmasında tüm suç geçmiş hükümetlerin değil, bu hükümetin de meselede hatırı sayılır bir payı var. Dile kolay, 10 yıllık bir iktidardan bahsediyoruz. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığını azaltmak için son 10 yılda ne yaptınız diye sormak lazım. Bu soruyu bir başka yazıda soralım. Durum ciddi, biz önce gelin şu enerji faturalarının yükünü azaltmak için neler yapabilir, ona bakalım.

TASARRUFLU AMPUL ŞART
Elektrik faturanızı düşürmek için iki konuya dikkat etmeniz gerekiyor. Bir tanesi aydınlatma diğeriyse evdeki elektronik eşyalar. Evdeki gereksiz lambalardan kurtulmakla işe başlayın. Spot ışıklar, halojen lambalar çok elektrik tüketir; mümkünse kullanmayın. Eğer bir yarasa gibi evin köşelerine tüneyip orada gazete-dergi okumuyorsanız, buralardaki dekoratif amaçlı aydınlatmalardan kurtulun. Ana aydınlatma lambalarınız, özellikle de uzun süre açık bırakılanlar mutlaka tasarruflu ampul (kompakt flüoresan) olmalı. İşte size hesabı: Her gün üç saat açık bırakılan bir ampul düşünün. Eğer bu ampul, iyi kalitede bir tasarruflu ampulse, Edison'un bulduğu ilk ampule benzeyen akkor (enkandesan) veya halojen ampullere göre sekiz yıl daha fazla dayanır ve çalıştığı süre boyunca aynı işi beş kat daha az enerji harcayarak yapar. 100 vatlık bir akkor ampul yerine 20 vatlık bir tasarruflu ampul aynı işi görür. LED ampuller ise daha da uzun ömürlüdür. 12 vatlık bir LED ampul, 20 vatlık tasarruflu ampule eş ışık verir ve ömrü üç kat daha fazladır. Dolayısıyla fiyatları daha pahalı gözükse de uzun vadede tasarruflu ampuller kendilerini amorti ederler.

BUZDOLABINA DİKKAT
Elektrik tasarrufu için ikinci önemli konu ise evdeki beyaz eşyalar. Bunların içinde faturaları kabartan en önemli aktör buzdolabıdır. Evdeki elektrik tüketiminin yüzde 30'undan buzdolabı sorumludur. Buzdolabı alırken enerjiyi verimli kullananından almak için bütçenizi zorlamaktan kaçınmayın. Geri dönüşü kısa sürede gerçekleşir. Buzdolaplarının içi sürekli soğuk olmak zorundadır. O nedenle radyatör, fırın yakınına veya güneş alan bir yere buzdolabı koymak adeta deliliktir. İyi bir buzdolabı, doğru kullanım (kapağını uzun süre açık tutmamak, tıka basa doldurmamak gibi) ve doğru yer seçimi elektrik faturalarınızı rahatlatabilir.  Türkiye'de buzdolabından sonra en çok elektrik tüketen ev eşyasının sırasıyla fırın, televizyon ve çamaşır makinası olduğu tahmin ediliyor. Bu sıralama haliyle evden eve değişebilir. Çamaşır ve bulaşık makinalarını yeterince doldurmak, çamaşırları 40 derece gibi makul ısılarda yıkamak ciddi tasarruflara neden olabilir. Yeni elektrikli alet alırken hem az enerji tüketenlerini hem de ihtiyacınıza uygun olanlarını tercih edin. Evinizin tavanını süpürmeyecekseniz, tavana yapışacak derecede emiş gücüne sahip bir süpürgeye ihtiyacınız yok. Plazma yerine LED televizyonları tercih etmenizi de öneririm.

DONLARINIZI ÜTÜLEMEYİN
Ütü gibi anlamsız bir aleti de hayatınızdan çıkarmanızı öneririm. Hele de çarşaf, iç çamaşırı ve çoraplarını ütüleyen biriyseniz. İnsanların özel hayatlarına karışmak istemem ama ütülü çarşaf dediğiniz şey üzerine yattığınız anda kırışır. İç çamaşırın veya çorabın ütülüsünü ayırt edebilecek kadar “hassas” gözleriniz varsa, o gözlerinizi başka alanlarda daha hayırlı işler için kullanmanızı önemle tavsiye ederim. Ütü için harcadığınız zamana yazık, hayat ütülenecek kadar uzun değil. 

Evdeki tüm elektrikli aletleri “doğru kapatmayı” da ihmal etmeyin. Mümkünse açma-kapama düğmeli çoklu priz kullanın ve tek dokunuşta tüm cihazlarınıza (modem, televizyon, uydu alıcı gibi) elektrik akışını kesin. Geceleri rahat uyuyun. Bu cihazları uzaktan kumandayla kapatırsanız, bekleme konumunda elektrik tüketimine davetiye çıkarmış olursunuz. Enerji tasarrufunun ana kuralı aslında “uzaktan kumanda” meselesine karşı çıkmak. Poponuzu koltuklarınızdan kaldırıp, lüzumsuz ampulleri, açık ev aletlerini kapatmanız lazım.

Doğalgaz faturalarını azaltmak için yapabileceklerinizi de yer darlığı nedeniyle bir başka yazıya bırakalım. Sadece şu noktayı unutmayın. Kendinize bir termometre alın ve ev içi sıcaklığı 20 dereceye ayarlayın. Kış diye bir şey var, evde tişört ile değil uzun kollularla gezin. Oda sıcaklığını bir derece düşürmek doğalgaz faturanızı yüzde 6 oranında azaltabilir. Gece yatarken de oda sıcaklığını düşürmeyi unutmayın. Yaşam tarzınızı değiştirmeden faturaları azaltmak mümkün değil. Haksız mıyım Samet?

Çanakkale’yi bekleyen tehlike

Bir ons altın elde ederken 70-80 ton maden atığı ortaya çıkarılıyor. Daha da kötüsü, madenlerden çıkarılan altının yüzde 80’inden fazlası süs eşyası olarak kullanılıyor
 
Özgür Gürbüz-BirGün/ 7 Ekim 2012

Bergama Altın Madeni
Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, Türkiye’deki 28 potansiyel altın/gümüş yatağının dört tanesi Çanakkale ve civarında bulunuyor. Kaz Dağları temiz havasının, yemyeşil doğasının yanı sıra ne yazık ki bu altın yataklarına da ev sahipliği yapıyor. Altın madencileri pusuda. 10’dan fazla firma 40’a yakın noktada altın çıkarmak için yarışıyor. Altın arıyor demiyorum, o evreyi geçtiler. Sondajlar tamamlandı, işletme aşamasındalar. Hükümet çevreyi doğayı umursamıyor, madenciler ne isterse yapıyorlar. Yönetmelikler ve yasalar uygun şekilde değişiyor. Ağacın, temiz havanın altından daha değerli olduğunu anlamamışlar. Dedelerinin nasihatlerini unutmuş, torunlarının geleceğini ise umursamıyorlar. Varsa yoksa altın, para, mal ve mülk.
 
Çanakkale Çevre Platformu yıllardır var gücüyle “altıncı filo” dedikleri bu şirketlere karşı mücadele ediyor. Diyorlar ki, “Yaklaşık 1 gram altın için 3 ton suyumuz kirletilecek. Yöremizdeki su kaynakları ancak bize ve sulamaya yetiyor. Altıncı şirketlere verilecek bir damla suyumuz yok!” Hükümet ise önceliğim para diyor ama işin orası da şüpheli. Çanakkaleli çevrecilere göre bu işten devletin cebine giren devede kulak: “Üretilecek altın ve gümüşün tamamı zenginleştirilmiş cevher olarak yurtdışına çıkarılacak. Üretimin miktarının tespitinde madencinin beyanını esas alınıyor. Alıcı, satıcı aynı şirket. Ocakbaşı satış fiyatının sadece yüzde 4’ü devlet hakkı olarak veriliyor. Altıncılar onsunu 314 dolara mal ediyor daha sonra Türkiye bu altını onsu 1600 dolarlardan ithal ediyor” diyorlar. Kesilecek ağaçlar, madencilik faaliyetleri sonucu ortaya çıkacak ağır metaller de cabası.
 
HEPİMİZE İŞ DÜŞÜYOR
Çanakkale’yi geç tanıdım ama hemen aşık oldum. Türkiye’nin en güzel illerinden biri. İli güzelleştiren de sadece doğası değil insanları. Bu insanlara kulak vermek, onlarla dayanışmak boynumuzun borcu. Sanmayın ki onlar bu mücadeleyi kendileri için veriyor. Türkiye’nin geleceği Kaz Dağları’nda, Çanakkale’de, Munzur’da. Oradaki ağaçlar yoksa burada temiz hava yok. Orada dereler beyaz akmazsa burada domates, biber, zeytin, peynir yok. Çevre Platformu direniyor ama Çanakkale’de birçok kurum ya sinmiş ya da sindirilmiş. Halbuki hepsi aynı anda ses çıkarsa karşılarında kimse duramaz. Sadece Çanakkale’ye değil elbet, hepimize iş düşüyor.
 
Çanakkale’de sadece altın yok. Türkiye’nin bilinen en önemli bakır, kurşun ve çinko yatakları da bu bölgede. O yüzden nereye gitseniz bir başka maden haberi çıkıyor karşınıza. Değerli metal madenciliği doğanın ve dolayısıyla insanın en büyük düşmanlarından. Madencilik faaliyetleri dünyadaki enerji tüketiminin yüzde 7 ila 10’undan sorumlu. Buna karşın küresel istihdama katkısı yüzde 1’den az. ABD’de arsenik emisyonlarının yüzde 96’sı madencilik kaynaklı. Kütahya’daki maden kazasını hepimiz gördük. Atık havuzlarının barajı çökmez diyorlardı; çöktü.  Siyanür kullanıldığında tehlike daha da büyüyor.
 
Peki, çözüm ne? Kullandığımız eşyaların birçoğunun hammaddesi madenlerden geliyor. Telefonlarda, bilgisayarlarda, bindiğimiz taşıtlarda bu madenler kullanılıyor. Hepsinden vazgeçmek olası mı? İnsan her şeye muktedirdir demişler ama 7 milyara yakın insanı aynı anda ikna etmek kolay değil. O halde madencilik faaliyetlerinin sürdürülebilir olması, daha maliyetli olsa bile çevreye en az zarar verecek tekniklerin uygulanması şart. Bu madenlerin günlük hayatta kullanıldığı alanlar incelenmeli, ek vergi ve mali yükümlülüklerle yeni cevherlerin çıkarımı yerine yeniden kullanım ve geri dönüşüm desteklenmeli. Madencilik faaliyetlerinin özellikle Latin Amerika ve Afrika’da yerli halkların yaşadığı bölgelerde yapıldığı düşünülürse, özel şirketlerin değil devletin daha önemli rol oynaması ve gelirlerin o bölgedeki fakir insanlar için kullanılması sağlanmalı.
 
İş Kaz Dağları ve altına gelince durum daha farklı tabi. Ekolojik açıdan bu kadar önemli bir bölgenin, ciddi miktarlara varan kaliteli tarımsal üretimin riske atılması kabul edilemez. Temiz gıda ve temiz hava bu yüzyılın en değerli hazineleri. Altın yanlarında beş para etmez. Özellikle de altın. Bir ons altın elde ederken 70-80 ton maden atığı ortaya çıkarılıyor. Daha da kötüsü, madenlerden çıkarılan altının yüzde 80’inden fazlası süs eşyası olarak kullanılıyor. Görüldüğü gibi yaşamsal öneme sahip bir ihtiyaçtan bahsetmiyoruz. Çıkarılan altının bir bölümü de yatırımcılar tarafından satın alınıyor. Cebinizde ne kadar para olduğunun bir önemi yok. Kaz Dağları, Bergama, Kışladağ veya Efemçukuru. Hiçbiri bir süs eşyası için feda edilemez. Su, pamuk veya zeytin altından daha değerli. Moğollar’ın dediği gibi, “Ölüler altın takmaz”. Ölmek istemiyorsanız siz de takmayın.

Nükleer rönesansın sonu Fukuşima oldu

Özgür Gürbüz-EnergyTurk/Ekim 2012*

Nükleer enerjinin gelişimini anlamak için nükleer kazalardan önceki ve sonraki dönemlere bakmak gerekir. Çernobil öncesi, Çernobil sonrası ve Fukuşima sonrası nükleer endüstri çeşitli büyüme ve küçülme dönemleri yaşadı. Bu büyük nükleer kazalar, nükleer endüstrinin seyrini tahmin edilebileceği gibi olumsuz etkiledi. Nükleer reaktör teknolojilerindeki değişiklikler, yeni kuşak reaktörler ise sanıldığı gibi dünyada reaktör sayısının artmasına yol açacak, nükleer enerjiyi popülerleştirecek sonuçlar doğurmadı. Çünkü bu teknolojiler “kazasız nükleer santral” garantisini vermekten uzak. Nükleer enerjinin görece ilerlemeleri ise daha çok nükleer endüstri dışı krizlerin nükleer endüstri tarafından güçlü pazarlama kampanyalarıyla lehlerine kullanılmasıyla yaşandı.

1973'teki petrol krizi, iklim krizi ve Rusya'ya bağımlılık korkusuyla Avrupa'da etkili olan doğalgaz krizi, bu kısa süreli ilerlemelere örnek gösterilebilir. Fransa'nın nükleer enerji bağımlılığının en büyük nedeni 1973'teki petrol krizi sonrası agresif bir nükleer enerji politikası yürütmesidir. Devlet eliyle desteklenen ve fosil yakıtlara bağımlılığın azaltılmasını amaçlayan bu programın sonucunda Fransa bugün elektriğinin yüzde 77'sini1 nükleer santrallerden sağlayan bir ülke olmuştur. Elektrikte nükleere bu kadar bağımlı başka bir ülke yoktur. Buna rağmen, dünyada ABD'den sonra en çok nükleer reaktöre sahip ülke Fransa'nın (58 reaktör) enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 51,30'dur. Avrupa'da enerji ithalatçısı konumundaki tek ülke ise hiç nükleer reaktörü olmayan Danimarka'dır. Bu istatistik, enerjinin elektrikten ibaret olmadığını göstermesi ve Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılık sorununu nükleer santral kurmakla çözemeyeceğini anlatması açısından önemlidir. 1970'lerde fosil yakıtlardan kaçmanın tek yolunun nükleer enerjinin kucağına atlamak olduğu söylenebilir. Günümüz koşullarında ise elektrik üretiminde nükleere mahkum olunmadığı açık. Bu nedenle petrol fiyatlarının 100 doların üzerinde seyrettiği günlerde bile “tek yol nükleer” diye çığlık atan ülkelerin ortalıkta gezinmemesine şaşırmamalı.

Nükleer endüstrinin fırsata çevirdiği ikinci kriz ise iklim değişikliği oldu. Yapım ve uranyumun çıkarılması sırasında atmosfere bırakılan emisyonları “hesaba katmadan” kendisini “karbonsuz” bir enerji kaynağı şeklinde tanıtan nükleer enerji, Çernobil kazasının unutulmasını da fırsat bilerek 2000'li yılların başında yeni bir pazarlama hamlesi yaptı. Fransa'nın milyarlarca dolar yatırdığı nükleer endüstrisini atıl bırakmamak için sahip olduğu fazla kapasiteye rağmen yapımına başladığı Flamanville-3 sayılmazsa adına “nükleer rönesans” denen bu hamle Batı'da Finlandiya'daki Olkiliuoto-3 reaktörüyle ses buldu. Fukuşima'daki kaza nükleer rönesans kampanyasına son noktayı koymuş gibi görünse de aslında rönesans başlamadan bitmişti. Fransa ve Finlandiya'daki bu son model reaktörlerin (3+ kuşak, Avrupa Basınçlı Su Reaktörü-EPR) inşası sırasında ortaya çıkan teknik aksaklıklar, uzayan yapım süreleriyle artan maliyetler buna işaret ediyordu. Finlandiya’da inşaatına 2005’te başlanan reaktörün 2009’da devreye girmesi bekleniyordu. İnşaat hâlâ sürüyor. Reaktörün 2014'te bile elektrik üretemeyeceği birkaç ay önce açıklandı ve yeni bir tarih verilmedi2. 10 yıla varan bu gecikme sonucunda 3 milyar avroya mal olması beklenen reaktörün maliyeti “en azından” 6 milyar avroyu geçti. Fransa’da yapımı süren aynı tip reaktörün kaderi de aynı oldu. İnşaatına Finlandiya’dan iki yıl sonra başlanan reaktör de söylenildiği gibi dört yılda bitirilemedi. 2016 yılında biterse Fransızlar bayram edecek. Maliyeti de yine söylendiği gibi 3 milyar avroda kalmadı, şimdiden 6 milyarı garantiledi. Bu fiyatlarla nükleerin değil ABD'de olduğu gibi ucuz doğalgazla baş etmesi, yenilenebilir enerjiyle rekabet etmesi bile mümkün görünmüyor. Tüm bunlar Batı Avrupa'da yeni reaktör kurmaya hevesli tek ülke İngiltere'yi de endişelendiriyor. Almanya'nın dev enerji şirketleri RWE ve E.ON, İngiltere'de 6 bin megavat(MW) gücünde nükleer santral kurmaya hazırlanıyordu ama Fukuşima sonrası yaşanan gelişmeler bu iki devi, 19 milyar avroluk bu projeden çekilmeye zorladı. Şimdi İngiltere'nin umudu, Finlandiya ve ülkesindeki inşaatlarda sınıfı geçememiş Fransa. Almanya'nın nükleer santrallerini kapatmaya başlaması ve 2022'ye kadar hepsinin kapısına kilit vuracak olması RWE ve E.ON'un bu kararında etkili oldu. Aynı Fukuşima sonrası Siemens'in nükleer enerjiden tamamen çekilmesinde olduğu gibi.

Fukuşima sonrası Almanya ve İsviçre'nin nükleerden çıkış kararı alması, Belçika ve İspanya'nın bu yöndeki tavırlarına devam etmesi, İtalya, İrlanda, Avusturya, Norveç, Yunanistan, Portekiz gibi birçok Avrupa ülkesinin nükleer enerjiyi defterden neredeyse tamamen silmesi nükleer endüstriyi belki de Çernobil sonrası dönemden bile daha zor bir duruma soktu. Dünyadaki çalışabilir 435 reaktörün 212'sine sahip üç ülkesinde (ABD, Japonya ve Fransa) Çernobil'den sonra bile bu kadar ciddi bir nükleer karşıtlığı görülmemişti. Fransa'nın nükleerin elektrik üretimindeki payını azaltma seçeneklerini tartışmaya başlaması, Japonya'nın Fukuşima'dan sonra sağlam kalan 50 reaktörden sadece bir tanesini çalıştırıyor oluşu ve ABD'de nükleer atıkların depolanması için düşünülen Yucca Dağı projesinin iptali nükleer dünyanın amiral gemilerinde bile kafaları karıştırdı. Avrupa ve Kuzey Amerika'da kurulacak birkaç yeni nükleer reaktörün bile bundan sonra tüm dünyada, ister adına rönesans ister devrim deyin, bu türde bir eğilim yaratması oldukça zor. Nükleer endüstri hem eldeki insan gücünü tutabilmek, hem de teknolojik yatırımları finanse edebilecek siparişleri almak için gözlerini Doğu'ya, özellikle de Çin ve Hindistan'a çevirmiş durumda.

UAEA'na göre şu anda yapımı süren 63 reaktörün 26'sı Çin'de, 11'i Rusya'da ve 7 tanesi de Hindistan'da. Bu üç ülkeyi bir kenara koyduğunuzda aralarında yapımına 1981 yılında başlanmış Arjantin'deki Atuça-2 gibi ne zaman biteceği şüpheli reaktörlerin de olduğu bir grup kalıyor. Rusya'daki reaktörlerin iki tanesi prototip, 35 megavat güce sahip üniteler. Geri kalan dokuz ünitenin arasında Kursk-6 gibi 1985'ten beri bir türlü bitirilemeyen reaktörler var. Kısaca UAEA'nın listesinde yer alan bu “63” rakamı da size gerçek durumu anlatmıyor. Dünyada elektrik ihtiyacı hiç tartışmasız herkesten daha fazla olan Çin bile Fukuşima sonrası yeni nükleer reaktörlere lisans vermeyi dondurdu. Petrol ve doğalgazda dışa bağımlı Çin'in yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğine nükleer enerjiden daha fazla yatırım yaptığını söylemek yanlış olmaz. Çin'de kurulu rüzgar gücü son beş yılda 50 kat artarak 63 gigavata (GW) ulaştı. Güneş fotovoltaik kurulu gücü de yine 47 kat artarak 3,8 gigavat oldu. Aynı dönemde Çin'in kurulu nükleer gücü sadece yüzde 1,5 oranında arttı ve 12 gigavata ulaştı3. Çin, yapım halindeki 26 reaktörü (27,4 GW) 2020'ye kadar bitirirse o tarihte 40 GW'lık bir nükleer kurulu güce ulaşmış olacak. Çin Ulusal Enerji Müdürlüğü'nün açıkladığı hedeflere göre ise Çin'in o tarihte 200 GW rüzgar kurulu gücüne ulaşması bekleniyor4. Hedefler her iki kaynak için de tutturulursa 2020 yılında Çin'in rüzgar kurulu gücü nükleer enerjinin dört katından fazla olacak. Tahminen rüzgardan üretilen elektriğin payı da nükleeri geçecek. Nükleer enerjinin Çin'deki elektrik tüketiminin sadece yüzde 1,85'ini karşıladığını ve Çin'in rüzgar enerjisi için 2050 hedefinin 1000 GW olduğunu da hatırlatalım.

Tüm bu tablodan Türkiye'nin çıkaracağı onlarca sonuç var biz sadece birkaç tanesini yazalım. Almanya gibi Türkiye'den üç kat daha fazla elektrik tüketen bir endüstri devi yoluna nükleersiz devam edebiliyorsa Türkiye gibi yenilenebilir enerji kaynakları açısından Almanya'dan çok daha şanslı bir ülke rahat rahat devam eder. Bu birinci sonuç. İkinci sonuç ise daha politik. Dünyada nükleer endüstrinin pazar bulduğu ülkeler, ağırlıklı olarak, demokrasi düzeyinin tartışmalı olduğu, halkın fikrinin sorulmadığı, nükleer atık, kaza sonrası sorumluluk gibi hayati konuların gündeme bile alınmadığı ülkelerden oluşuyor. Türkiye'nin nükleer endüstri için iyi bir pazar işareti vermesi bu açılardan da tartışılmazsa ileride ülkeye büyük zarar verir. Rusya'nın Belarus ve Ukrayna ile olan ilişkileri, bu ülkelerde nükleer enerjinin mevcut hükümetlerce desteklenmesi, nükleer karşıtlarına bu ülkelerde uygulanan baskılar, nükleer enerjinin beraberinde neleri getirdiği sorusunun da sorulmasına neden oluyor. Nükleer enerjinin yapısı itibariyle anti-demokratik olduğunu ve otoriter rejimlerde daha rahat yayıldığını söylemek mümkün.

Son sonuç ise teknolojik gelişme ve istihdamla ilgili. Teknoloji transferi ve istihdam açısından yenilenebilir enerji kaynakları Türkiye gibi gelişme yönündeki ülkelere daha fazla fırsat tanıyor. Türkiye'nin yerli nükleer reaktör üretmek için harcayacağı para yerli bir rüzgar türbini üretmek için harcayacağından daha fazla. Yerli reaktörün AR-GE masraflarını karşılaması için ihraç edilmesi de gerekir ki, bu da yerli bir rüzgar türbini satmaktan kat ve kat daha zor. Çin'in, İspanya'nın güneş ve rüzgar enerjisinde kısa zamanda ihracat yapan ülkeler arasına girmesi gözden kaçırılmamalı. 

---

*Bu yazının kaleme alındığı tarih Ağustos 2012'dir.
1UAEA.
2Finland's Olkiluoto 3 nuclear plant delayed again. http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-18862422 adresinde 24 Ağustos 2012 tarihinde görüldü.
3The World Nuclear Industry Status Report 2012, sf. 6.
4China Increases Target for Wind Power Capacity to 1,000 GW by 2050 http://www.renewableenergyworld.com/rea/news/article/2012/01/china-increases-target-for-wind-power-capacity-to-1000-gw-by-2050 adresinde 24 Ağustos 2012 tarihinde görüldü.

İsmail ve Zeynep

En hızlıları İsmail'di. Bu sabah onları yakalamaya gelen belediye görevlilerinden istese kaçabilirdi. Onların önüne geçerek Zeynep’in kaçmasını sağladı ve kendini feda etti. 

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2012

İsmail’i arkası kapalı kamyonete attılar, üstüne de kapıyı kapattılar. İnce tel örgüyle kapatılmış camdan dışarıya bakarak uzun sure bağırdı ama sesini duyuramadı. Yanındakiler kamyonetin kasasında bir o tarafa bir bu tarafa savrulmaktan yorulmuş, baygın yatıyorlardı. Çıkardıkları sesler bağırmaktan çok inlemeye benziyordu.

Zeynep şanslıydı ama şansına sevinemedi. Onu bugün de yakalayamadılar fakat en yakın arkadaşı İsmail’i belki de bir daha hiç göremeyecek. Daha dün gece, İsmail'le İstanbul’un tüm sokaklarını dolaşmışlardı. Kokoreççi yine cömert davranmış, gece üçten sonra yeni müşteri gelmeyeceğini düşünerek kalan kokoreçleri onlara vermişti. İki dakikada yediler hepsini. Hiç sevmedikleri baharata bile alışmışlardı. Gece sokaklarda yatmaya, yağmurda ıslanmaya, sabah uyurlarken birdenbire karınlarına tekme yemeye. Her şeye alışmışlardı. Sevgisiz insanlara, aç dolaşmaya, yazları susuz kalmaya. Dün gece deniz kenarına gidip Boğaz’ı seyretmişlerdi. Gece boşalan dar sokaklarda koşturmuşlardı. En hızlıları İsmail'di. Bu sabah onları yakalamaya gelen belediye görevlilerinden istese kaçabilirdi. Onların önüne geçerek Zeynep’in kaçmasını sağladı ve kendini feda etti. Şimdi İsmail’i bir ormana götürecekler. Önce kısırlaştıracaklar sonra da orada bırakacaklar.

5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik öneren tasarı Meclis’ten geçerse, geceleri insanların sokaklardan çekilmesiyle bir nebze olsun huzur bulan hayvanların bu şansı da kalmayacak. Hepsi toplatılacak ve yer varsa barınaklara yoksa bir dağ başına bırakılacak. Bu tehlikeyle karşı karşıya kalan hayvanların adları benim öykümde Arsız ya da Biber değil; İsmail ve Zeynep. Daha kolay empati kurabilesiniz diye. Bu dünyada yaşama hakkının sadece insanlara ait olmadığını düşünenler bugün (30 Eylül 2012) saat 14:00’te meydanlara çıkıyor. İstanbul'da adres Taksim. Umarım siz de orada olursunuz.

SORUNUMUZ HAYVANLAR DEĞİL İNSANLAR
Açık konuşalım. Sokaktaki hayvanların insanların hayatını tehdit eden canlılar olduğunu ve bir an önce ortadan kaldırılmaları gerektiğini düşünüyorsanız bence sizin aklınızdan zorunuz var. Umut Vakfı’nın 2007 yılında elde ettiği resmi verilere göre Türkiye’de tam 2 milyon 500 bin adet ruhsatlı silah var. Vakıf, ateşli silahlarla işlenen suçların yüzde 85’inin ruhsatsız silahlarla işlendiğini buradan yola çıkılırsa Türkiye’de 17 milyon adet de ruhsatsız silah olduğunu tahmin ediyor. Toplamda 20 milyon adet silahtan bahsediyoruz. Her silahlı kişinin bir silahı olsa, beşimizden biri silahlı demektir. Sizce sokakta dolaşan köpekler ve kediler mi daha tehlikeli yoksa 20 milyon silahlı insan mı? Tuttuğu takım gol atınca silahına sarılan o insanlar mı sizi daha çok korkutuyor yoksa üstlerine yürümedikçe, gözlerinin içine korkuyla bakmadıkça size dokunmadan yanınızdan geçip giden köpekler mi? Hangisi sizi ve sevdiklerinizi bir anda öldürebilir? Gazetelerde ve televizyonlardaki haberleri aklınıza getirin. Her gün trafikte, okulda, kahvede silahına sarılıp birilerini kurşunlayanları düşünün. Onlar kedi mi, köpek mi yoksa insan mı? Hangi hayvan türü daha tehlikeli? Eli silahlı insanları toplayıp kulaklarından fişleseniz millet belki biraz rahatlar. Gazetelerde, “Fındık kendisini terk eden karısını kurşun yağmuruna tuttu” başlıklı bir haber okudunuz mu hiç? “15 yaşındaki A. Ş.’ye silah zoruyla tecavüz eden Mırmır suçunu itiraf etti” dendiğini gördünüz mü? Cinnet geçiren Karabaş ailesini çocukları önünde kurşunlasaydı emin olun insanlar tüm köpekleri meydanlara yığıp yakarlardı. Bir anket yapsalar, çocuklarımızın oynadığı sokaklarda eli silahlı insanların dolaşmasına izin verip, masum hayvanları dağ başına bırakmalı diyen milletvekillerinin toplatılıp dağ başına bırakılmaları yönünde fikir beyan ederdim. Mümkünse kısırlaştırılmadan; o kadar vicdansız değilim. Şansıma kimse böyle anketler yapmıyor da hâlâ hayattayım. Vekillerin çoğunun zaten silahı var, zabıtaya falan bırakmaz vururlar beni. Sahi, milletvekilinin silahı olur mu? Fikirlerini savunmaya insan silahla mı gider?

Orman Bakanlığı sakın Avrupa'yı örnek göstermesin. Batı, hayvan hakları konusunda sıkıntılı. Hayvanları birer süs oyuncağı yapıp onları yaşam alanlarından almış, evlerin içine hapsetmişler. Bizim aynı hatayı tekrar etmemiz gerekmiyor. Bireysel silahlanmanın önüne geçme  konusunda ise bizden iyi durumda çok ülke var. İngiltere’de bırakın sivilleri, belinde silah taşıyan polis görmek bile zor. Çin’de sivillerin silah sahibi olması yasak. Bu yüzden de silahlı suç oranı ülkenin büyüklüğü ve nüfusuna rağmen çok düşük. Son sözüm Ankara’ya. Hayvanların nasıl “bertaraf” edileceğini düşüneceğinize, düğünde, trafikte, sokakta insanları öldüren şu insanları nasıl silahsızlandıracağız diye düşünseniz daha iyi olmaz mı?

Ve AKP Tanrı'yı yarattı

Bu yeni tanrının kudretini, gücünü kaybetmeden yaşayabilmesi için işçilerin ölmesi, tanrıya kurban edilmesi gerek. Büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün verdiğimiz kurbanlardan biri insan yaşamı, diğeri doğa.

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Eylül 2012

Foto: www.birgun.net
Şubat, Yağmur’un gözlerinin içine bakmış, yönetmenin istediği, binlerce dizi izleyicisini birkaç saat daha uyutacak o müthiş bakışı yakalamıştı. Belki de tam o sırada oldu trafik kazası. TRT’de yayınlanan Şubat dizisinin sahnesini kuran altı set işçisi o günkü işlerini bitirmiş İstanbul'dan İzmit’e dönüyorlardı. Onları taşıyan minibüs yolda bir kamyona çarptı. Üç set işçisi, Ertaç Sevim, Ömer ve Abdullah Pektaş hayatını kaybetti. Bu kaza senaryoda yoktu. Dizinin bir sonraki bölümünde veya haberlerde de gösterilmeyecekti. Kaç saat ya da kaç gün uykusuz çalıştıklarını kimsenin bilmesi gerekmiyordu. O gün bayramın ikinci günüydü. Sahi, devletin “resmi” kanalı için “resmi” tatil değil miydi o gün? Ya sigortaları var mıydı? Kimin umurunda; birkaç saatliğine beynimizi uyuşturan sonu gelmez diziler uğruna uykusuz, sevdasız kalan ve sonunda cansız yere düşen bedenlerden bahsediyoruz.

Ertaç, Ömer ve Abdullah, Ağustos ayında ölen 71 işçiden üçü. Adlarını tahminen hiç öğrenemeyeceğim 18 işçi ise geçen ay memleketin dört bir yanına dağılmış tarlalarında can verdi. Kimi pamuk topluyordu, kimi fındık. Mevsimlik işçiler ömürlerini yaz mevsiminin kavurucu rüzgarlarına bırakıp göçtüler bu dünyadan.

Tarlalardaki işçilerin ölümünden kaçımızın haberi oldu; bilmiyorum. Giydiğimiz pamuklu kumaşın ya da yediğimiz çikolatanın bedelini onlar ödüyor. Muğla’da orman yangınını söndürmeye çalışırken ölen beş işçinin haberi belki daha çok duyuldu. Yine de kimse onların heykelini dikmekten bahsetmedi. Futbolcu Alex ise karşılığında milyonlarca lira kazandığı işinin hakkını verdiği için artık heykeli dikilmiş bir kahraman. Yangını söndürme pahasına ölmeyi değil gol atmayı bilmek lazım bu memlekette.

Ağustos ayında madenlerde çalışan altı işçi can verdi. Enerji sektöründe ise çoğu elektrik çarpmasından dokuz kişi aramızdan ayrıldı. Ağustos ayında toplam 71 işçi öldü. Temmuz’da 110, Haziran’da 59, Mayıs’ta 69, Nisan’da 87. Yazmam lazım. Şubat’ta 42, Ocak’ta 62, Aralık’ta ise 52. 2011’in Kasım ayında slikozis nedeniyle bu defa kot işçileri değil diş teknisyenleri öldü. Belki de böyle apaçık, “öldüler” diye yazmak lazım. Hayatını kaybetti, aramızdan ayrıldı demek yetmiyor. Dört diş teknisyeni birkaç gün arayla öldü. 2011 Kasım’ı da 2012’nin herhangi bir ayından farklı değildi; 57 işçi öldü, 1976’sı ise yaralandı. Hepsi ekmek parası peşinde koşan emekçiler, hepsi iş kazası...

Mayıs ayında Giresun’daki HES inşaatında ölen dört işçiyi hatırlayın. Toprak kayması sonucu hayatını kaybeden işçilerin aileleri kazadan bir süre önce heyelan uyarısı yapıldığını ama firma yetkililerinin önlem almadığını söylemişlerdi. Aynı inşaatta, bu kazadan altı ay önce bir başka işçinin yine toprak kaymasından dolayı öldüğünü yazsam ne değişir bilemiyorum. Teoride insanlar her şeye muktedir. Elektrik çarpmadan yeni iletim hatları döşemeye, kaza yapmadan araç sürmeye, toprak altında kalmadan baraj yapmaya bir engel yok. İş kazalarının sayısının ülkeden ülkeye değişmesi bile buna bir örnek. Bir işçinin çalışırken ölmesi kimi ülkede büyük suç kimilerinde ise “takdir-i ilahi”; yani Tanrı’nın takdiri.

TAKDİR-İ İLAHİ
Evet, bana sorarsanız tüm bu işçi ölümleri takdir-i ilahi. Şaşırdığınızı biliyorum, neden böyle düşündüğümü matematikle açıklayayım. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Başkanı Hasan Köktaş geçenlerde bir demeç verdi. Doğu Karadeniz’de HES(hidroelektrik santrali) sayısı 375’i bulabilirmiş. Her biri için Giresun'daki gibi beş işçi feda etsek, hepsi tamamlandığında ölecek işçi sayısı bin 875'i bulur. Şu ana kadar tamamlanan HES sayısı ise 45 taneymiş. Evrensel Gazetesi bugüne kadar HES inşaatlarında ölen işçi sayısının 300’ü bulduğunu yazmıştı (15 Mayıs 2012). Bölün 45’e, sonuç 6, 6. Giresun’da inşaatı süren HES inşaatında ölen işçi sayısından farklı değil. Bu sadece bir rakam değil, bu bir cinayetin matematiksel tarifi; gerçeğin sağlaması. Büyüklüğüne küçüklüğüne aldırmadan, bu ülkenin yetkililerinin her bir HES inşaatı için 5-6 işçiyi gözden çıkardığını söylersek çok da yanlış yapmış olmayız diye düşünüyorum.

Sadece HES mi? AVM inşaatlarında, yol yapımında, tarlalarda, maden ve tersanelerde işçilerin ölümü tesadüf mü? Çok mu şaşırıyoruz ölüm haberi geldiğinde? İşler yavaşlatılsa, kar marjları düşürülse, tüketim çılgınlığının önüne geçilse memlekette bu kadar insan ölmez. Ölmez ama takdir-i ilahi diye bir şey var. Nedir ilahi olan? İlahi olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yarattığı ve adına “ekonomik büyüme” dediğimiz bu yeni tanrı. Bu yeni tanrının kudretini, gücünü kaybetmeden yaşayabilmesi için işçilerin ölmesi, tanrıya kurban edilmesi gerek. Büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün verdiğimiz kurbanlardan biri insan yaşamı, diğeri doğa. Öyle vahşi, doymaz bir tanrı yarattılar ki, onu mutlu etmek için bu ülkenin insanları her gün canlarını, doğası ise ağaçlarını, nehirlerini, suyunu, denizini, ormanını ve temiz havasını kurban ediyor. Karadeniz'e yapılacak 350 HES'in üzerine kurulacağı nehirleri düşünün. Madencilere peşkeş çekilen Kazdağları'nı, çimento fabrikalarına kurban edilen Pazarcık-Narlı Ovası'nı, sanayi atıklarıyla doldurulan Küçü Menderes Nehri'ni, Marmara Denizi'ni, tarihe tanıklık etmiş Allionai'yi ve daha nice kültürel ve doğal mirası kendi elimizle yarattığımız bu tanrıya kurban etmedik mi? Dicle üzerine kurulan Ilısu Barajı bir tanrı gibi Hasankeyf'in canını almayacak mı? Adaklar tükendiğinde adak taşına konacak başın bize ait olacağının farkında değil miyiz?

Hepsinden geçtim, insan eliyle tanrı yaratıp ona adaklar sunmak putperestlik sayılmaz mı?

***
İşçi ölümleriyle ilgili rakamların birçoğu guvenlicalisma.org sitesinden alınmıştır.

Nükleer enerjiye neden hayır?

Fukuşima kazasından önce de nükleer enerjinin tehlikeli olduğunu söylüyorduk. Çernobil benzeri bir kazanın her an başka bir ülkede gerçekleşebileceğini anlatmaya çalışıyorduk. Sanıyorum 2005 yılıydı, Referans gazetesinde çalışıyordum ve bir arkadaşımla nükleer enerji üzerine konuşuyorduk. Bana büyük bir nükleer kaza olma olasılığı en yüksek ülkenin hangisi olduğunu sorduğunda ona hiç tereddütsüz, Japonya yanıtını vermiştim. Çünkü Japonya'dan çok sık kaza haberleri geliyordu. Medya genelde bu küçük kaza ve sızıntı haberlerini önemsemez, insan ölmedikçe haber yapmaz. Halbuki bunlar izlenmesi gereken işaretlerdir, güvenlik önlemlerinin zaaflarını gösterir.

O günlerde kaza tehlikesini abarttığımızı söyleyenler, nükleer enerjinin pahalı olduğunu da inkar ediyordu. Şimdi her şey ortada. Nükleer enerjinin pahalı, çevreye zararlı ve tehlikeli bir seçenek olduğunu verilerle, güncel örneklerle anlatmaya devam ediyoruz. Sunumum, nükleer enerjinin dünyadaki son durumu, nükleer enerjinin ekonomisi, nükleersiz bir Türkiye'nin seçenekleri ve tabi sizin sorularınızdan oluşan soru-cevap bölümünden oluşacak.

Merak edenler için bu seferki adres Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi. 22 Eylül 2012, saat 14:00. Katılım ücretsiz ve herkese açık.