Almanya'da 100 bin kişi nükleere karşı yürüdü!

Özgür Gürbüz/19 Eylül 2010

Almanya'da Şansölye Angela Merkel'i zor günler bekliyor. 2002 yılında Sosyal Demokrat ve Yeşiller Partisi koalisyonunca alınan Almanya'daki nükleer santralleri kapatma kararını ertelemek isteyen Merkel, cumartesi günü hiç beklemediği bir tepkiyle karşı karşıya kaldı.

Hıristiyan Birlik Partileri (Muhafazakar-Sağ) ile Hür Demokrat Parti (Liberal-Sağ) koalisyonunun nükleer sevdasına, Berlin'i dolduran 100 bin nükleer karşıtı sert bir yanıt verdi. Gösteriye 30 bin kişinin katılmasını bekleyen emniyet yetkilileri de 100 bin kişiyi görünce şaşkınlıklarını gizleyemedi. Aslında bu yanıt sadece Almanya hükümetine değil, nükleer enerjiyi temiz, cici ve ucuz olarak göstermek isteyen diğer hükümetlere de verilmiş oldu. Dünyada nükleer enerjiye karşı çıkanların sadece Türkiye'deki birkaç çevreci olduğunu söyleyenler herhalde birkaç gün evlerinden dışarı çıkamayacak.

Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Claudia Roth, bu protestonun en geniş direniş olduğunu söylerken, seçimleri de işaret edercesine, “bu bir sinyal” dedi. Kamuoyu yoklamaları iktidardaki sağ koalisyonun halk desteğinin yüzde 35'lere kadar indiğini gösteriyor.

Kuma gömülen kafalar

Özgür Gürbüz/17 Eylül 2010
Fotoğraflar: Allionai Facebook grubu

Bugün bir bilmecem var sizlere! Dünyada 2 bin yıllık tarihi bir sağlık yurdunu kuma gömmeye çalışan ülke hangisidir diye sorsam, bilebilir misiniz? Bilirsiniz, tahmin edersiniz hatta eminsiniz. Öyle değil mi?

Uzaklara gitmenize hiç gerek yok. Ne de bir arkadaşınızı aramanıza ya da izleyicilere sormanıza. Ne de olsa onlar izleyici, dostların birçoğu da çoktan kafasını kuma gömdü zaten, çalan telefonları duymuyor. Kimileri çaresiz olduğunu düşündüğü, kimileri ise bu rezaleti görmemek için kafasını kuma gömdü. Memlekette durum bu. Gücenmek yok, dost acı söyler. Fırsattan istifade eden bazıları da ellerine kazma küreği alarak, yetmedi vinçleri getirerek, tarihi Allionai sağlık yurdunu kuma gömmeye başladı. İki bin yıllık tarih kuma gömülür mü? Gömülür, burası Türkiye. Türkiye'de yaşayan milyonlarca insanın birçoğunun başı zaten uzun süredir kum içinde. Belki oradan Allionai'yi daha iyi görürler, kim bilir?

Son haberler, İzmir'in Bergama ilçesi sınırlarındaki bu termal merkezde ciddi bir inşaat faaliyetinin sürdüğüne işaret ediyor. 120 civarında işçi elinde kürek, onlarca yıllık emek sonucu ortaya çıkarılmış bu tarihi termal merkezini kumla örtmeye çalışıyor. Bu işi biran önce bitirmeye çalışıyorlar, o yüzden vinçler de getirmişler. Telaşları, başları kumda memleketin sözde sahiplerinin, kazara başlarını kumdan çıkarması olasılığındandır. Belli mi olur, bu ülkenin Kültür Bakanı, “orada ne oluyor yahu” der, İlber Ortaylı veya Murat Bardakçı gibi popüler isimler bu hafta sonu bölgede toplanarak tarihe verdikleri desteği göstermek isterler. Sürpriz olur tabi, ama olabilir. Burası Türkiye. Kimin ne yapacağı, ne zaman yapacağı belli olmaz. Belki de Nasredin Hoca gelir, “Ey sefiller, madem kuma gömecektiniz, onlarca yıl emek harcayıp neden gün yüzüne çıkardınız” der, kahrından bir kez daha ölür ve gider.

Durumu bilmeyenler için özetlemekte fayda var. Allionai ve çevresinde ilk yerleşim izleri tarih öncesi döneme uzanır. Helenistik dönemde küçük bir termal merkezi kurulduğu sanılmaktadır. Roma ve özellikle Bizans dönemi yoğun yapılaşmanın gerçekleştiği evredir. Alliona'inin en önemli yapısı Ilıca'nın Roma döneminde yapıldığı ve Bizans döneminde bazı değişikliklere uğradığı düşünülmektedir. 1998 yılında başlayan büyük kazılarla ortaya çıkarılan, bulunan tarihi eserlerin İzmir'in tanıtımında bile kullanıldığı bu antik yerleşim yeri, bir yanlış planlama sonucu, Yortanlı Barajı'nın baraj gölü sınırları içerisinde kalmıştır.1 Evet, sorun budur. Baraj gölünün suları altında kalacağı için kent sanki hiç bulunmamış, yokmuş gibi davranılmaya, millet uyanmadan, onlarca mahkeme kararına rağmen tarihin üstünü örtemediği bu kentin insan eliyle yok edilmesine çalışılmaktadır. Kurtarma çalışmaları adı altında yapılan, bulunan eserlerin müzeye taşınmasıdır. Yürütmeyi durdurma için 7 Eylül 2010'da mahkemeye başvuruldu ama mahkeme kararı beklenmiyor, karar aleyhte çıksa bile, çıkana kadar Allionai diye bir yer kalmayacak. Müzelerde sergilenen eserlerin bulunduğu yerleri gösteren haritalar olur ya, Allionai için böyle bir harita olmayacak. Trajik değil mi? Trajik, ama burası Türkiye.

Bölgeye kimin önce geldiği bellidir. Yortanlı Barajı'nın kesin projesi 1985 yılında yapılmıştır ancak Allionai 2 bin yıllık tarihiyle ev sahibidir, baraj ise 60, bilemediniz 100 yıllık geleceğiyle misafir. Misafir istemiyor diye evin yıkıldığı nerede görülmüş? Burada; burası Türkiye.

Barajın rezervuar alanını kentin üstüne getirecek planlar kuma gömüleceği yerde, bugün 2 bin yıllık tarih kuma gömülmektedir. Bir sürü bakanımız, bir sürü milletvekilimiz, bir sürü vatandaş, bir sürü gazeteci, eş, dost ve arkadaş da başlarını kuma gömmüştür. Başlar biran önce kumdan çıkarılmazsa, Allionai'yi görebilmenin tek yolu, bizlerin de başlarını kuma gömmesi olacak.

1 www.allionai.org

Yaban koyunlarına uydu aracılığıyla takip

17 Eylül 2010

Konya Bozdağ Anadolu Yaban Koyunu Üretme İstasyonundan Ağustos ayı içerisinde doğaya bırakılan Anadolu Yaban Koyunları uydu aracılığı ile izleniyor. Çevre ve Orman Bakanlığı, Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nün bugün yaptığı açıklamaya göre, bir yıl süre ile toplanan veriler sonucunda hayvanların tercih ettikleri alanlar, üreme ve çiftleşme dönemindeki hareketleri ile günün değişik saatlerindeki aktiviteleri belirlenebilecek, üretme istasyonunda üretilen bireylerin doğaya uyum süreçleri yakından takip edilebilecek.

Yaban koyunlarının boyunlarına takılan uydu vericili tasmalar, iki saatte bir olmak üzere uzaydan GPS koordinatları alıyor ve bu koordinatları cep telefonu şebekesi üzerinden bilgisayara gönderiyor. Böylece Çevre ve Orman Bakanlığı bünyesindeki personel koyunların dolaştığı alanları ofislerinden takip edebiliyor.

Türkiye’deki bir çok yaşam alanında soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bu alt türün neredeyse tek rastlandıkları yer Bozdağ. 1966 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı 42 bin hektarlık bir alanı bu türün korunmasını sağlamak için Konya-Bozdağ YHKS (Yaban Hayatı Koruma Sahası) olarak ilan etti. 1988'de ise, yaban koyunlarının evcil koyunlar ile besin rekabetini ve çoban köpeklerinin baskısını ortadan kaldırmak amacıyla bu alanın 3bin 500 hektarlık kısmı telle çevrilip “Yaban Koyunu Üretme İstasyonu” olarak ayrıldı. 1996 yılında tel çit elektro-şok sistemiyle donatıldı.

2004 yılında uygulamaya konulan proje ile Anadolu Yaban Koyunları eski yaşam alanları arasındaki Ankara Nallıhan ve Karaman Karadağ’a da nakledilmiştir.

Bu belgeselleri kaçırmayın!

Özgür Gürbüz/16 Eylül 2010

Bergama Altın Madeni
Türkiye'deki doğa katliamlarını çevrecilerin abarttığını düşünüyorsanız, durumun ciddiyetini görmek için işte size bir fırsat. Karadeniz İsyandadır Platformu, İstanbul'da, “Direnişin Belgeselleri” adlı bir etkinlik düzenliyor. 4 Eylül'de başlayan ve 16 Ekim'de sona erecek olan etkinlik kapsamında tam sekiz adet belgesel gösterilecek. Gösteriler ücretsiz, suyuna ve toprağına sahip çıkan bir vatandaş olmanız belgeselleri izlemek için yeterli. Bergama'dan Dersim'e, Fırtına Vadisi'nden Karadeniz Sahil Yolu'na kadar Türkiye'nin çevre sorunlarından bir kesit, bu belgeseller aracılığıyla beyaz perdeye yansıtılacak. Çevrecilerin “doğa katliamı” dediği şeyi görmek başka, duymak başka... Paltform, 23 Ekim 2010 tarihinde ise “Karadeniz Forumu” adlı bir başka etkinlik düzenleyecek.

Direnişin Belgeselleri'nin önümüzdeki günlerdeki programı ise şöyle:

18 Eylül - Vatandaş Mustafa (45')
Yönetmen: Remzi Kazmaz
Konu: Fırtına Vadisi direnişi / Yönetmenin Katılımıyla.

25 Eylül - Av! Su! Mai! (40') Yönetmen: Alejandro Haddad
Konu: Hasankeyf'in Çığlığı / Yerelden katılımla.

2 Ekim - Gole Çhetu (70') Yönetmen: Metin- Kemal Kahraman
Konu: Dersim'de baraj altında kalacak kutsal mekan / Yönetmenin katılımıyla.

9 Ekim - Son Kumsal (56') Yönetmen: Rüya Arzu Köksal
Konu: Karadeniz Sahil Yolu / Yönetmenin Katılımıyla.

16 Ekim - Alethea (41') Yönetmen: Ethem Özgüven
Konu: Bergama'da maden aramalarına karşı direniş / Yönetmenin katılımıyla. 

Gösterim Yeri:
Son Irmak Doğa ve Sanat Derneği Caferağa Mah. Moda Cad.Mescit Sok.No:13 D:7 Kadıköy - İstanbul

Almanya'nın nükleer kararını doğru okumak

Özgür Gürbüz-Bianet/11 Eylül 2010

Birkaç gün önce Alman hükümetinin ülkedeki mevcut nükleer santralleri kapatma kararını ötelemek istemesi kuşkusuz dünyadaki birçok nükleer karşıtını üzdü. İşin garibi, nükleer enerji taraftarlarını da pek sevindiremedi. 2002 yılında Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller Partisi koalisyonu sırasında alınan karara göre, Almanya'daki tüm nükleer santrallerin 2022 yılına kadar kapatılması kararlaştırılmıştı. Bugün iktidarda bulunan Hıristiyan Birlik Partileri (Muhafazakar-Sağ) ile Hür Demokrat Parti (Liberal-Sağ) koalisyonu ise, mevcut reaktörlerin kapatılmasını ortalama 12 yıl ertelemeyi istiyor. 1980 yılından önce çalışmaya başlayan santraller sekiz yıl, 1980'den sonra şebekeye bağlananlar ise 14 yıl ek süre kazanacak. Detaylı karar önerisinin 28 Eylül'de açıklanması bekleniyor.

Elektriğin yüzde 80'i yenilenebilirden
Almanya'da halihazırda 17 nükleer reaktör çalışıyor, Almanya'nın elektriğinin yüzde 22'sini karşılıyor, yenilenebilir enerji kaynaklarıysa yüzde 15'ini. Merkel'in kararı kabul görse bile Almanya'nın yenilenebilir enerji hedefleri değiştirmeyecek gibi görünüyor. Bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var, 4 Ağustos 2010'da Federal Hükümet, Ulusal Yenilenebilir Enerji Eylem Planı'nı kabul etti. Plana göre Almanya'nın toplam enerji tüketiminin (sadece elektrik değil) yüzde 18'inin rüzgar, güneş, biyokütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanması zorunlu hale getirildi. Şu anda bu oran yüzde 10 civarında seyrediyor. Plana detaylı bakılacak olursa, 2020 yılı için ısıtma ve soğutma alanında yenilenebilir enerjilerin payının yüzde 15,5, elektrik tüketiminde yüzde 38,6 ve ulaşımda ise yüzde 13,2 olması hedefleniyor. Dahası da var. Almanya hükümetinin Ekonomi ve Çevre bakanlarınca 30 Ağustos'ta bir özeti açıklanan ve dokuz farklı senaryodan oluşan Federal Hükümet'in enerji görünümüne ilişkin çalışmada, elektrik enerjisi üretiminin 2050 yılında, yüzde 77 ila 81 oranında yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanabileceği belirtiliyor. Bu rakam bile, Türkiye'deki bazı mühendislerin, nükleer ve termik gibi “baz yük” santralleri olmadan elektrik talebini yenilenebilir enerjiyle kesintisiz karşılamanın mümkün olmadığı savını çürütüyor. Almanya bu dokuz senaryodan hangisini seçerse seçsin, 1990 yılı seragazı emisyonlarını da 2050'ye kadar yüzde 85 oranında azaltabiliyor.1 Sorun teknik değil, ekonomik ve politik kısacası. Aynı nükleer enerji tercihinin bir teknik zorunluluk değil, siyasi bir tercih olması gibi. Bu ay sonunda Almanya'nın 2050 yılına ilişkin planını da açıklaması bekleniyor.

Nükleer enerji bir geçiş teknolojisi
Enerji konularına yakın olanların bile bazen bilerek bazen de bilmeyerek karıştırdığı gibi, enerji demek sadece elektrik demek değil. Ancak, nükleer demek, çevre için oluşturdukları riskleri bir yana bırakırsak, sadece “elektrik” demek. Halbuki, güneş, jeotermal ve biyokütle enerjileri ısıtmadan soğutmaya kadar enerji sektörünün birçok alanında faaliyet gösterebiliyor. Ulusal Yenilenebilir Enerji Eylem Planı'da yenilenebilir kaynaklı elektriğin payının yüksek olması, kısa bir süre içerisinde yüzde 40'lara çıkarılmasına çalışılması, kapatılacak nükleer santrallerin ürettiği elektriği temiz enerjiden sağlamayı amaçlıyor. Nükleer santrallerin kapatılma tarihlerinin ertelenmesi bu hedefe ulaşılmasını engeller mi; başta Almanya olmak üzere bugün herkes bu soruyu soruyor. Alman Şansölyesi Angela Merkel'in, kararı açıklarken yaptığı konuşmada, “nükleer enerjinin bir köprü”2 olduğunu söylemesi bu sorunun yanıtı olarak algılanabilir. Almanya'nın nükleer lobisine yakınlığı tartışma götürmez sağ partilerden oluşan koalisyonunun başındaki Merkel'in bile, nükleer enerjinin olmazsa olmaz bir enerji kaynağı olduğunu söylememesi düşündürücü. En azından nükleer enerjiyi savunanlar için üzücü. Çünkü, köprü dediğiniz, sizi diğer yakaya geçirir ve işlevi orada biter. Geri gitmeye niyetiniz yoksa tabii. Merkel bile artık nükleer enerjiye, ülkeyi yenilenebilir enerjiye ulaştıracak bir köprü gözüyle bakıyor. İklim değişikliği nedeniyle fosil yakıtlardan daha az seragazı salan nükleerde bir süre daha ısrar edilecek, daha sonra ise nükleerden de az seragazı emisyonuna sahip yenilenebilir enerjilere geçilecek.

Nükleere teşvik rüzgarın önünü keser mi?
Almanya'da nükleer santrallerin daha uzun süre çalıştırılmasına izin verilmesinin nedeni yenilenebilir enerji kaynaklarının yeterince hızlı geliştirilememesi olarak açıklanıyor. En azından hükümet bunu söylüyor. Bu doğru bile olsa, alınan kararın yenilenebilir enerji kaynaklarının daha hızlı gelişmesine neden olacağını söylemek zor. Almanya Yenilenebilir Enerji Federasyonu Başkanı Dietmar Schütz, “Nükleer santrallerin çalışma ömrünü uzatarak yenilenebilirin önüne bir engel kondu. Kedi çuvaldan çıktı” diyor.3 Yenilenebilir enerji her ne kadar hayatın çok farklı alanlarında (ısıtma, soğutma, tarım, elektrik gibi) insanlığa hizmet verse de, enerji piyasasını, verilen destekleri, nükleer ve fosil yakıtla çalışan santrallere göre düzenlediğinizde işler zorlaşıyor. Yenilenebilir ve nükleer iki farklı enerji sisteminin kaynakları olduğu için birine evet demek diğerine hayır anlamına geliyor aslında. Türkiye'de yapılmaya çalışıldığı gibi kirletenle kirletmeyen, kirletene hiçbir cezai yaptırım uygulamadan (karbon vergisi, emisyon ticareti, çevre denetimi vs.), üstüne teşvik verilerek aynı kefeye konduğunda, yenilenebilir enerjinin pahalı bile olduğunu iddia edebileceğiniz tutarsız bir piyasa yaratmış oluyorsunuz.

Nükleerciler para verdi, kapanma kararı ertelendi
Özetlersek, Almanya'nın mevcut 17 reaktörün kapatılmasını geciktirmesinin nükleer enerji savunucuları arasında büyük bir sevinç yaratmamasına şaşırmamak gerek. Söz konusu kararın Almanya'nın dört nükleer deviyle anlaşılarak, yılda 2 milyar 500 milyon avrodan daha fazla para ödemelerine neden olacak şekilde yapılması işin rengini daha da belli ediyor. Yapılan anlaşmaya göre dört firma, santrallerin kapatılmasının geciktirilmesi karşılığında, en azından 2016'ya kadar her yıl federal bütçeye, 2 milyar 300 milyon avro tutarında nükleer atık vergisi ödemeyi kabul ettiler. Önümüzdeki beş yıl boyunca yenilenebilir enerji projelerine harcanacak 300 milyon avroya yakın bir başka ödeme planı da pazarlıklar sonucu kabul edilmişe benziyor. Nükleer santrallerin ilk yatırım maliyetinin çok yüksek olması nedeniyle, elektrik üretilecek her yıl bu firmalar için daha fazla kar anlamına geliyor. Ekonomik krizde yokta yaratılan ek bir kaynak da hükümet için bir velinimet sayılır.

Alan ve satan memnun ancak Alman vatandaşlarının çoğunluğunun hala nükleer santrallerin kapatılmasını destekledikleri unutulmamalı. Sosyal Demokrat Parti'nin iktidara gelir gelmez kararı iptal edeceklerini açıkladıklarını, oylarını giderek arttıran Yeşiller'in de benzer bir tutum içerisinde olacaklarını da belirtelim. Almanya'nın tüm nükleer rönesans söylentilerine ve sağ partilerden oluşan bir koalisyona rağmen yeni nükleer santrallerden değil de yenilenebilir enerjiden bahsetmesi herhalde üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir nokta. Türkiye'nin milyarlarca dolar harcanmış, bu nedenle de geçiş teknolojisi olarak kullanmak zorunda kalacağı nükleer santralleri henüz (!) yok. Almanya'nın kararı doğru okunmalı, kısa bir sürede dünyada hatırı sayılır bir konuma gelebilecek ve binlerce işsize iş sağlayabilecek Türkiye'nin yenilenebilir enerji sektörünün önü tıkanmamalı.

1“Germany debates role of nuclear in its 2050 energy mix”, Worldwatch Institute, 9 Eylül 2010.
2“Germany ExtendsNuclear Plants' Life”, NY Times, 6 Eylül 2010.
3Germany ExtendsNuclear Plants' Life, NY Times, 6 Eylül 2010.

Bono ne ilk, ne de son

Özgür Gürbüz – 7 Eylül 2010

U2 konseri Türkiye'nin yoğun siyasi gündemine rağmen medyada kendine hatırı sayılır bir yer bulmuşa benziyor. Konser kadar, hatta konserden daha fazla, U2'nun solisti Bono'nun Türkiye'deki siyasi gündeme ilişkin yaptığı yorumlar göze çarpıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'la buluşması, konserde Egemen Bağış'la ilgili yaptığı yorum, Bono'nun da “Türkiye'yi anladığını sanan yabancılar” grubuna katıldığını gösteriyor. Bono bu sinsi tuzağa düşürülen ne ilk kişi, ne de son.

Egemen Bağış'ı “Türkiye'yi doğudan batıya geçiren kişi” olarak tanımlaması ve seyircinin haklı olarak tepki vermesi, Bono'ya Türkiye'deki dostlarının onu nasıl yanlış bilgilerle donattığı konusunda bir fikir vermiş midir; bilemeyiz. Özal döneminden beri, Türkiye kamuoyunda "liberaller" diye adlandıran bir grup, gizli bir hükümdarlık kurmuş durumda. Değişen iktidarlara rağmen Türkiye'nin yaklaşık son 30 yılına icraatlarıyla imza atmayı başardılar. 12 Eylül darbesi önlerini açtı, onlar da açılan bu yolda, sola karşı geliştirilen politikaların bir parçası oldu. Türkiye'nin sağa ve dolayısıyla ABD'ye yakın kalmasına yardım ettiler. Medyada, Batı'yla ilişkili kritik kurum ve sivil toplum örgütlerinde yerleşerek, Türkiye hakkındaki bilgileri dış dünyaya kendi yorumları ve destekledikleri görüşler doğrultusunda, çoğu zaman gerçekleri çarpıtarak ileterek, hatırı sayılır bir çevre edindiler. Avrupa ve Amerika'da bugün birçok kişi ve kurum için Türkiye'nin “wikipedia”sı gibiler. Avrupa Parlamentosu'ndaki milletvekillerinden, Türkiye'de görev yapan gazetecilere kadar herkes bu gruptan besleniyor. Yabancı dil konusunda iyi eğitim görmüş bu elitistler, dünya kamuoyunu Türkiye hakkında istedikleri gibi yönlendiriyorlar.

Özal döneminde üstlendikleri misyonlarını şimdi de AKP ve Başbakan Erdoğan için kullanıyorlar. Bu sayede de hatırı sayılır medya organlarında koltukları, dolgun maaşları ve daha da önemlisi iktidarda payları var. Kimileri ise bu dönem içinde, Taraf adlı gazetede olduğu gibi daha belirgin ve kritik görevler üstlenmiş durumda. Taraf'ın amacı sanıldığı gibi Ordu karşıtı yayın yapmak değil, Türkiye'deki Kürtleri sosyalist akımların etkisinden çıkarıp, AKP'ye yakınlaştırmak. Kürtlerin gazetenizi okumasını sağlamak, sempatisini kazanmak istiyorsanız bunun en iyi yolu da herhalde Ordu'yla uğraşmaktır. Türkiye'nin güneydoğusunda CHP ve MHP gibi diğer partilerin AKP karşısında şansı olmaması, AKP'nin, tek rakibi olan ve sol akımlardan beslenen Kürtlerin safdışı edilmesi halinde ciddi oy toplamasına yol açacak. Buna Türkiye genelinde yüzde 5-6'ları bulan Kürtlerin oy potansiyeli ve artan nüfus da eklenirse, stratejinin önemi daha da net anlaşılabilir. Taraf sadece bir örnek.

Türkiye'nin gerçeklerini bilen ve işin o kadar toz pembe olmadığının farkına varanların, doğru bilgileri yurtdışına aktaracak benzer bir örgütlenme içerisine acilen girmeleri gerekiyor. AB kaşıtlarının, komplo teorisi üreticilerinin bu işi başarmaları zor; bu görev de, yine Türkiye'nin gerçek demokratlarına düşüyor. Bono'ya Türkiye'nin yüzünü batıya çevirenin Egemen Bağış olmadığını anlatmak gibi daha nice “temel bilgi” nin dünya kamuoyuna onların dilinden anlatılması gerektiği ortada. İngilizce, Fransızca, Almanca.... Hangi dili biliyorsanız o dilde, ak ile karanın açık açık yazılmasına yardımcı olmalısınız. Yoksa bu ülkeden dertli olanların sadece türbanıyla üniversiteye giremeyen genç kızlarımız ve ana dilini konuşmakta, yazmakta sorun yaşayan Kürtlerle sınırlı olduğu sanılacak. Alevilere, işçilere, Ramazan'da oruç tutmayanlara, kadınlara, çevreci ve yeşillere, vicdani redçilere, ülkenin ağaçlarına, derelerine yapılan baskılardan Şarkıcı Bono dahil kimsenin haberi olmayacak.

Ponpon kızlar kaçın, Başbakan geliyor! (Ya da tam tersi)

Özgür Gürbüz-30 Ağustos 2010

Milliyet Gazetesi'nin 29 Ağustos tarihli haberine göre Dünya Basketbol Şampiyonası'nın ponpon kızları sansüre uğramış. 29 Ağustos Pazar günü oynanan Türkiye – Rusya Basketbol maçını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan da izlemeye karar verince, 10 Ukraynalı ponpon kızın maç aralarındaki gösterilerine izin verilmemiş*.

Ponpon kızlardan, kadınların “meta” olarak kullanılmasından hiç hoşlanmayan biri olmama rağmen, buradaki saçmalığa dair birkaç satır yazmak zorunda olduğumu hissettim. Haberde, ponpon kızların sansürlendiğinden bahsedildiğine göre, burada “ahlaki” kaygılardan dolayı bir sansürden bahsediyor olmalıyız. Bu ahlaki kaygıların da o maça özel olduğu ortada. Peki, kimin ahlaki kaygıları bunlar? Basketbol Federasyonu'nun veya Türkiye'nin değil, Başbakan Erdoğan'ın. Aksi olsa, ponpon kızlar yıllardır basketbol maçlarında gösteri yapmaz, dünya şampiyonasında görev almazlardı. Kaldı ki, bu tarz bir engelleme de oldukça sorunlu. Bireysel veya beli bir gruba ait ahlaki kaygıların topluma dayatılması, kozmopolit bir toplumda kabul edilebilir bir şey değil.

Peki, bu sansür ne anlama geliyor? Oraya maçı izlemeye gelen 10 bin kişinin ahlak anlayışını değil, sadece bir kişinin, Başbakan'ın ahlak anlayışını temel aldığımızı göstermiyor mu? Gösteriyor. Bu da, laik bir devlet olması gereken (Sadece Anayasa'da yazdığından dolayı değil, Türkiye gibi kozmopolit bir toplumun başka türlü yönetilme şansının olmadığı için) Türkiye Cumhuriyeti'nin tam tersine, bir kişinin dini, ahlaki duygularına göre yönetildiği anlamına gelir. Bunun nasıl bir rejim olduğunu da isteyenler ansiklopedilerden bakarak bulabilir. Halifeliğin Türkiye'ye geri geldiğini söyleyenler bile çıkabilir, aksini nasıl iddia edeceksiniz?

Demokrasi çoğunluğun azınlığa baskı uyguladığı bir rejim değildir. Bugün New York'ta 11 Eylül saldırısının hedefi Dünya Ticaret Merkezi'ne yakın bir yerde açılması düşünülen camiye karşı çıkan zihniyet ne yapıyorsa, ponpon kızları yasaklayan zihniyet de aynısını yapıyor. Biri faşizmse diğeri de faşizm. Kaldı ki, Türkiye'deki durum daha da komik. 75 milyon televizyondan ponpon kızları izlerken bir sorun yok ama Başbakan ve eşi izlerse sorun var. Ponpon kızlar ahlaksızca bir davranışın ürünüyse, her şeyi yasaklamayı bilen sizler, kaç yıldır neden millete izletiyorsunuz bu kızları? Neden günaha soktunuz bizleri? Yoksa ponpon kızları görünce günaha herkes girmiyor da sadece nefsine hakim olamayanlar mı giriyor? Bu son sansürle bu da itiraf edilmiş oldu. Türkiye'nin din ve ahlak konusundaki asıl sorunu da bu tabi ama konuşunca bu ülkede birileri rahatsız oluyor.

Görünen o ki, Yunus'a, Mevlana'ya, Hacı Bektaş'a rağmen hala dinin Allah'la kul arasında çok özel bir ilişiki olduğunu öğrenememiş olmak, 21. yy'da ahlak dayatmacılığına başvurmak, bireysel tercihlerimizi düzenleyerek toplum içinde yaşamak yerine, topluma kendi tercihlerimizi dayatmaya çalışmak, memleketin en ciddi sıkıntılarından biri olmaya devam ediyor.

* http://www.milliyet.com.tr/ponpon-kizlara-basbakan-yasagi-/siyaset/sondakika/30.08.2010/1282641/default.htm

Hayır, ama neden hayır?

Avukat Noyan Özkan'ın, 12 Eylül'deki halk oylamasında neden “hayır” vereceğini açıkladığı 15 maddelik metni ilginize sunuyorum. Düşüncelerime tercüman olmasının da ötesinde, Sayın Özkan çok yerinde tespitlerde bulunmuş.

"Hayır ama yetmez" diyerek, metni noktasına, virgülüne dokunmadan iletiyorum...

Özgür
-----------------------------------

Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler. [Mevlâna]

15 soruda Anayasa değişikliği paketi

GİRİŞ

Bu ülkede yaklaşık 40 yıldır demokratikleşme, adalet sistemi, hukuk devleti, insan hakları, doğa koruma için ‘’profesyonel siyaset dışında’’ değişik platformlarda mücadele veren bir hukukçu yurttaş olarak 12 Eylül 2010 günü halkoylamasına sunulacak Anayasa Değişikliği Paketi hakkındaki görüş ve değerlendirmelerimi internet ortamında sizinle paylaşmak istedim.

Bu ileti ile rahatsızlık verebileceğim insanlardan peşinen özür dilerim.
Dileyenler, diledikleri kişi ve kurumlara iletebilirler.
Sevgi, saygı ve dostlukla…

Noyan Özkan, 30.07.2010, İzmir.

1) Anayasa değişikliği gerekli mi ?

Evet.. Elbette, 1961-1971-1982 Anayasalarına hakim olan ‘’önce devlet, sonra yurttaş’’ temel felsefesini tersine çevirecek bir ‘’sivil anayasa’’ gereklidir. Her ne kadar 1982 -12 Eylül-Anayasasında 17 yasa ile yaklaşık Anayasanın üçte biri değişmişse de temel felsefe aynı kalmıştır. Anayasalar, devlet ve yöneticilerin yönetimlerinin adil ve eşit olmasını sağlayan ve olası devlet zorbalıklarına karşı yurttaşları koruyan temel hak ve özgürlükleri metinleridir.

2) Anayasa değişikliğinde takip edilen yol ve yöntemler yeterli mi ?

Hayır. Önce 2007 yılında İktidar Partisi AKP tarafından bazı hukukçulara sipariş verilen Anayasa taslağı aniden toplumun gündemine getirilmiş ancak Meclis’ten geçmeyeceği anlaşılınca, ‘’mini türban değişikliği tasarısına’’ dönüşmüş ve Anayasa Mahkemesinden geri dönmüştür. Bu defa yine hiçbir siyasi partiye, sendikalara, baro ve meslek odalarına, üniversitelere ve sivil toplum kurumlarına danışılmadan ‘’ben yaptım oldu’’ zihniyetiyle yaklaşık 30 maddeden oluşan bir paket yurttaşlara dayatılmıştır. Böylece aynen Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi tartışma ve uzlaşma ortamı sağlanmadan anti-demokratik bir yöntem izlenmiştir.

3) TBMM tarafından kabul edilen ve itiraz üzerine Anayasa Mahkemesi denetiminden de geçen bu paket milli iradenin ve dolayısıyla demokratik sistemin eseri mi ?

Hayır. Milli irade, 5 yılda bir sandığa gidip, bir partiyi ve liderini ülkeyi yönetmek için seçmekle ve sonra TBMM’den çıkan her yasaya itaat etmekle oluşmaz. Her şeyden önce, demokratik, adil ve şeffaf bir seçim yapılabilmesi için yüzde 10 oranındaki seçim barajını kaldırmak, seçim propagandası harcamalarını denetim altına almak ve yurttaşları temsil kapasitesi ve dürüstlüğüne sahip olan kişileri milletvekili seçmek gereklidir.

Bugün Avrupa ülkelerinde ortalama seçim barajı % 3 olup en yüksek baraj, Putin tarafından demir yumrukla yönetilen Rusya’dadır ( Yüzde 7 ) Ülkemizde seçimlerde veya halkoylamalarında, siyasi partilerin kimden ve hangi kurumdan ne kadar para v.b destek aldığını ve seçimlerde ne kadar para harcadığını tespit eden ve denetleyen bir yasa yoktur. Böylece, parayı veren düdüğü çalmaktadır.

4) Barajın düşürülmesi ve seçim finansmanının denetimi yeterli mi ?

Hayır. Siyasi Partiler Kanununda köklü değişiklik yapılmak suretiyle ‘’liderlik sultası’’ ve ‘’lidere biat’’ kaldırılmalıdır. Özellikle 12 Eylül faşist askeri darbesinin bir devamı olan Özal hükümetleri sırasında artık teamül haline gelen ‘’mülakatla milletvekili seçme ve liderin onayına sunma’’, ‘’bakanlardan önceden istifa dilekçeleri alma’’ gibi ilkel yöntemler bu ülkede demokratik hukuk devletinin yerleşmesini önlemektedir. Ayrıca, milletvekili dokunulmazlığı; kürsü dokunulmazlığı dışında kalan suçlar için mutlaka kaldırılmalıdır. Böylece, örneğin, yargı kararlarını yüzlerce kez uygulamayan üst düzey bürokratlar , belediye yönetiminde sahtekarlık yapan belediye başkanları , eroin kaçakçılığı suçu işleyen iş adamları, devlet içinde çete oluşturanlar, ‘’tam yargılama veya ceza alma aşamasında iken’’, milletvekili dokunulmazlık zırhını takamazlar.

5) Anayasa paketinin 29 maddesinin bir bütün olarak oylamaya sunulması doğru mudur ?

Hayır. Kişisel olarak, böylesine dayatmacı ve despotik bir yöntemin karşısında kendimi ‘’bir çoban tarafından güdülen koyun” yerine konulmuş hissediyorum. Bu duygu, aynen seçim barajında olduğu gibi beni çok rahatsız ediyor ve içimi acıtıyor. Beni ‘’koyun’’ yerine koyan bu anti-demokratik dayatmaya karşı isyan ediyorum. ‘ Ayıptır, yahu’’ diyorum. Çünkü, bu paket içinde ‘’Evet’’ diyeceğim maddeler var…AKP Hükümetinin 2007 ve sonrasında anayasa değişikliği girişiminde rehber olarak sıklıkla başvurduğu Avrupa Konseyi’nin danışma organı olan Venedik Komisyonu ilke ve kararlarını, sıra halkoylamasına geldiğinde adeta yok sayıldığını görüyoruz. Venedik Komisyonu-2006 ve 2010-Referandumlarda İyi Uygulamalar Kılavuzu”na göre; “İçerik Birliği, özgür oy iradesinin daha da önemli bir gerekliliğidir. Seçmenler, aralarında asli bir bağ olmayan farklı sorulara aynı anda oy vermek zorunda bırakılmamalıdır. Seçmenin sorulardan birini desteklerken bir başkasına karşı olabileceği dikkate alınmalıdır. Bir metinde yapılacak değişiklik çok sayıda farklı unsuru kapsıyorsa, halka bir dizi soru sorulmalıdır.”

6) Halkoylaması sürecindeki tartışma ortamı yeterli mi?

Hayır.Türkiye’de uzlaşma ve tartışma kültürü zaten yeterli değildir. Geçmişte, 1982-darbesi anayasasına ve devlet başkanına % 92 oranında ‘’evet’’ oyu verildiğini unutmayalım. Maalesef, şu andaki Hükümet baskısı ve hukuksuzluk ortamı 7 Kasım 1982 halkoylaması öncesinde yaşadığımız günlerden çok farklı değildir. AKP Hükümeti ve Başbakan özellikle 2004 yılından bu yana sistemli ve programlı olarak muhalif örgüt ve kişileri sindirmek ve bir ‘’sivil dikta yönetimi’’ oluşturmak amacıyla çok ciddi evrensel ve anayasal hak ihlalleri yapmıştır, ve yapmaya devam etmektedir. Ülkemizde yurttaşların tümü telefon/internet v.d iletişim araçlarının dinlendiği kuşkusu ve inancındadır. George Orwell’in 1949 yılında yazdığı 1984 kitabındaki ‘’Büyük Birader’’ ve “Düşünce Polisi” bugün Türkiye’de yaşama geçmiştir. Üstelik yasal ve yasa dışı dinlemelerin ve ortam görüntülerinin, AKP Hükümetinin politikalarını destekleyen ve muhalifleri karalayan bir strateji ile Hükümet yandaşı medyaya servis yapılması teamül haline gelmiştir. Adeta bir KORKU İMPARATORLUĞU yaratılmıştır. Özellikle muhalif gençlerin ve işçilerin Hükümet’e karşı en ufak protestosu bile şiddetle bastırılmaktadır.

7) Hükümet’in amacı 12 Eylül Anayasası ve koruduğu ekonomik ve siyasal düzeni değiştimek midir ?

Hayır. AKP Hükümeti, 12 Eylül darbesinin zeminini hazırlayan ve TSK marifetiyle yaptıran tekelci sermaye ve destekçisi ABD’nin yol haritasından sapamaz. 12 Eylül faşist cuntası tarafından ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı görevi verilen eski MESS Genel Sekreteri ve MSP İzmir Milletvekili adayı Turgut Özal, 24 Ocak kararlarının mimarıdır. Turgut Özalın,Faşist Cunta’nın siyaset yapmaktan yasakladığı Demirel, Ecevit v.d. politikacıların siyaset yasağının kaldırılması için yapılan halkoylamasında ‘çok aktif biçimde ‘’Hayır’’ kampanyası yaptığını unutmayalım. AKP Hükümeti tüm seçim propagandalarında Menderes-Özal-Erdoğan posterleri kullanmakta ve Özal’ı manevi liderleri olarak görmektedirler. Ayrıca, AKP’nin Cumhurbaşkanı Gül tarafından faşist cunta lideri Kenan Evren, Köşk’te özel olarak ağırlanmış ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’la birlikte açılış törenlerine katılmıştır.

AKP Hükümetinin bu konudaki samimiyetsizliği, 2007 yılında halka sunduğu Anayasa değişikliği taslağının, 1982 Anayasasının bile daha gerisine düşecek hükümler içermesidir. 12 Eylül döneminin en zararlı kurumlarından YÖK aynen muhafaza edilmektedir. Hep birlikte marifetlerini izliyoruz…

8) Anayasa değişikliği paketi ‘’yargı reformu’’ getiriyor mu?

Hayır, tam tersine Hükümet tarafından adalet sistemi ve yüksek mahkemeler denetim altına alınmaktadır. Hükümet , devlet bankası kredileri ile oluşturulan yandaş medyası ve telekulak operasyonları ve anormal vergi denetimleri ile sindirilen iş dünyası , şirketler medyası ve Üniversitelerin yanı sıra adalet sistemini ve yargı organını boyunduruğu altına almak ve siyasallaştırmak amacındadır. Başbakan, yasama ve yürütmenin yanına yargıyı da alıp ülkeyi orkestra şefi gibi tek elden yönetmek amacındadır. Bu anayasa değişikliği paketi hazırlığı sırasında yüksek mahkeme üyelerine yönelik lekeleme ve karalama kampanyası yürütülmüş, yasa dışı elde edilen telefon ve alan dinlemeleri ve görüntüleri yandaş medyaya servis edilmiş ve ne gariptir ki organize bir suç örgütü tarafından yürütülen bu kampanyanın failleri şimdiye kadar meçhul kalmıştır. Özellikle AKP hükümetinin Adalet Bakanları, yüksek yargı organlarına hasmane tutum ve davranışlarda bulunmuş ve anılan lekeleme ve karalama kampanyasına bir kez olsun bile karşı çıkmamışlardır.

9) İyi ama, adalet sistemi ve yargıda acil reform gerekmiyor mu?

Kesinlikle gerekiyor. Yaklaşık 30 yıldır adliye koridorlarının tozunu yutan, İzmir Barosunun başkanlık dahil tüm kademelerinde görev yapan, adalet sisteminde reform için kafa patlatan bir hukukçu sıfatıyla, bu anayasa paketinde öngörülen değişikliklerinin; zaten bağımsızlığını ve tarafsızlığını 1971 ve 1982 yıllarında yitiren ve kör topal çalışan adalet sistemini tamamen batıracağını düşünüyorum. Öncelikle yüzde 1 olan bütçe payının asgari yüzde 3’e arttırılması ve Adalet Bakanlığının lojistik destek dışında yargıdan elini çekmesi gereklidir. Hakim ve Savcı sayısı ve adliye yardımcı personel sayısı arttırılmalı, yaklaşık 50 adede ulaşan Hukuk Fakültelerinin öğretim kadroları yetersiz olanları derhal kapatılmalı, adli yardım sistemi ve savunma güçlendirilmelidir. Bugün yurttaşlar, ağır işleyen adalet sisteminden ve tanık olarak gittikleri mahkemelerde azarlanmaktan haklı olarak şikayetçidir. Anayasa paketinde yargının kangrenleşen sorunları hiç ele alınmamıştır.

10) Anayasa paketiyle HSYK ne olacak?

Adalet Bakanı ve müsteşarının HSYK’dan çıkarılmadığı veya oy haklarının alınmadığı sürece , hangi hükümet gelirse gelsin, yürütmenin yargıya müdahaleleri ve siyasallaştırma operasyonları devam edecektir. 1971- 12 Mart darbesi ve 1982 -12 Eylül darbesi ile Adalet Bakanlarının yönetimine ve keyfine bırakılan HSYK yapısı ‘birkaç makyaj değişikliği’’ dışında bu pakette aynen devam etmektedir. Hükümet bu konuda 12 Eylül zihniyetini ve uygulamasını takip etmektedir. İşte bunun içindir ki, Anayasanın 140/6 maddesinde yer alan ‘’Hâkimler ve savcılar idarî görevleri yönünden Adalet Bakanlığına bağlıdırlar.’’ hükmüne hiç dokunulmamıştır. Bu hüküm, Anayasada yer aldığı sürece aklı başında hiçbir hukukçu ve siyaset bilimci, yargı reformundan bahsedemez.

11) Paket içinde HSYK ile ilgili tuzak maddeler var mı ?

Evet. Anayasa paketinde “kurulun yönetimi ve temsili kurul başkanına aittir” yolunda yeni bir hüküm eklenmiştir. Bu ne demek? Yargıçlardan sorumlu olan HSYK’nın yönetimi yargıçların elinde değil, Adalet Bakanı olan kişinin yani Hükümet’in elindedir. .Hangi Adalet Bakanı, partisinin başkanı yani Başbakanın emir ve talimatları dışında görevini yerine getirebilir? Mümkün değildir.

Ayrıca Anayasa paketinde, müfettişlerin yargıç ve savcılar hakkında soruşturma yapması Adalet Bakanı’nın oluruna bağlı kılınmıştır. Bakan’ın istemediği yargıç ve savcılar hakkında HSYK soruşturma açamayacaktır.

HSYK’ya bağlı bir sekretarya kurulacak. İyi, güzel ama Genel Sekreter, Bakan tarafından atanacaktır.. Böylelikle Adalet Bakanı HSYK’nın tüm işlemlerini denetim altında tutacaktır. Kararnamelerin hazırlanması, toplantı gündeminin saptanması gibi konular geçtiğimiz yıl yaşadığımız kararname skandalında olduğu gibi yine Bakan’ın denetiminde olacaktır.. Pakette, Adalet Bakanlığının sekretaryanın çalışmasını düzenleyecek ayrı bir yasa çıkaracağı öngörülmüştür. Bu yasanın nasıl ve ne amaçla çıkarılacağını takdirinize bırakıyorum. Bunun dışında, Adalet Bakanı’nın HSYK’yı toplantıya çağırma yetkisi sürecektir. Toplantı için üye tam sayısı gerektiğinden, yedeği olmayan müsteşarın toplantıya katılmayarak ya da toplantıdan çıkarak HSYK’yı bloke etme olanağı vardır.

12) HSYK üyeleri ile ilgili değişiklik olumlu mu?

Hayır. HSYK’nın yalnızca yüksek mahkeme yargıçlarından oluşan 7 asil ve 4 yedek üyesinin yerine yirmi iki asıl ve on iki yedek üyeden oluşması öngörülmüştür. Kurulun, dört asıl üyesi, nitelikleri kanunda belirtilen; yükseköğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri, üst kademe yöneticileri ile avukatlar arasından Cumhurbaşkanınca, üç asıl ve üç yedek üyesi Yargıtay üyeleri arasından Yargıtay Genel Kurulunca, iki asıl ve iki yedek üyesi Danıştay üyeleri arasından Danıştay Genel Kurulunca, bir asıl ve bir yedek üyesi Türkiye Adalet Akademisi Genel Kurulunca kendi üyeleri arasından, yedi asıl ve dört yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş adlî yargı hâkim ve savcıları arasından adlî yargı hâkim ve savcılarınca, üç asıl ve iki yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş idarî yargı hâkim ve savcıları arasından idarî yargı hâkim ve savcılarınca, dört yıl için seçilir. Bu durumda Kurul’a hukukçu olmayan ve mesleğin sorunlarını yaşamayan 4 asil üye seçilecek ve ayrıca tamamen Adalet Bakanlığı güdümünde olan Adalet Akademisi tarafından bir asil üye seçilecektir. Birinci sınıf hakimler arasından seçilmesi öngörülen 7 üye olumlu bir yaklaşım olmakla birlikte HSYK^ya siyaset bulaşacaktır.

13) Anayasa Mahkemesi’nde öngörülen değişiklikler olumlu mu?

Hayır. Anayasa Mahkemesi 17 üyeden oluşacak. 3 üye TBMM tarafından salt çoğunlukla seçilecek. 14 üye Cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Bunlardan dördü Cumhurbaşkanı’nın takdirine bırakılmış. Cumhurbaşkanı’nın atayacağı 4 üye, YÖK’ün göstereceği adaylar arasından atayacağı 3 üyeyle Meclis’in seçeceği 3 üyenin iktidar partisinin görüşlerini paylaşan üyeler olacağı açık. Çünkü, Meclis salt çoğunlukla seçim yapacaktır. Oysa Avrupa ülkelerinin çoğunda Meclis, üçte iki çoğunlukla ve hukukçular arasından üye seçmektedir. Ayrıca, 12 Eylül mirası YÖK tarafından seçilecek yeni üyeler ile Yüksek Mahkemenin yapısı iyice bozulacaktır. Böylece 17 üyeden en az 10’unun iktidar partisine yakın üyeler olması güvence altına alınmıştır.

14) Geçici 15.maddenin kaldırılması olumlu mu?

Evet, ama yukarıda belirttiğim olumsuz süreç ve öngörülen tuzak maddelerle bırakınız hukuk devletini, kanun devletinden bile söz edilemez. Ayrıca, 12 Eylül faşist cuntası üyeleri ve emir komuta zinciri içinde insanlık suçları işleyenlerin yargılanmasında zaman aşımı söz konusu olamaz. Hatta ,ilerici ve demokrat bir yorumla, Geçici 15.maddenin kaldırılmasına gerek olmaksızın taraf olduğumuz İşkenceyi Önleme hakkındaki Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi mevzuatına dayanarak Cumhuriyet Savcıları tarafından bu süreç her an başlatılabilir.

15) Anayasanın 125.maddesinde ne yapılmak isteniyor?

Anayasa değişikliğine ilişkin düzenlemede , Anayasa'nın 125. maddesine, yargı yetkisinin idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğu vurgulanarak, "Bu yetki hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz" cümlesi ekleniyor. İdari Yargılama Usulü Yasasında zaten mevcut olan bu hüküm neden Anayasa paketine girdi ? Çünkü, AKP Hükümeti, idarenin yargısal denetimini sağlayan Danıştay’dan ve özellikle ‘’çevre ve kent koruma’’ ve ‘’özelleştirme’’ ile ilgili davalarda verilen kararlardan çok rahatsız. Hatta Başbakan Erdoğan; ’Türkiye’de yasama da yürütme de yargı tarafından kuşatılmıştır’’ ‘‘ ciğerlerimize kadar kan kusturuyorlar kan, ‘’ bunun altından bu belediye kalkar mı, kapıya kilidi vurur ondan sonra da gelsin Danıştay burayı işletsin, yürütsün’ gibi saldırgan söylemlerle bu değişikliğin ipucunu vermiştir. Çünkü Danıştay, anayasal ‘’kamu yararı ilkesini’’ dayanak yapmak suretiyle yasanın tutucu kalıbını aşan kararlar vermektedir. Hükümet, Danıştay’a karşı olan alerjisi nedeniyle ve iş dünyasına şirin gözükmek için bu tuzak maddeyi halk oylamasına sunmuştur.

Sonuç olarak;

Hükümete destek için evet oyu kullanmayı düşünen veya ‘’evet ama yetmez’’ diyen veya ‘’sandığı boykot etmeyi düşünen’’ herkesin oyuna ve düşüncesine saygı duyarım. İçlerinde sevdiğim, saydığım dostlarım var. Kimseyi incitmek istemiyorum.

Ben, arz ettiğim olay ve nedenlerle, ve özellikle ‘’yaşadığımız örtülü faşizme dur demek’’ için sandığa gitmeyi ve ‘’hayır’’ oyu kullanmayı düşünüyorum.

Saygılarımla,

Noyan Özkan