Bana hastalığını söyle, sana ne kadar zengin olduğunu söyleyeyim

Özgür Gürbüz - BirGün / 10 Temmuz 2011

Yüksek kolestrol, yüksek kan şekeri, şişmanlık, obezite, yüksek tansiyon ve nöropsikiyatrik bozukluklarla boğuşuyorsanız, büyük bir olasılıkla “modern dünya”nın hastalıklarından birine yakalandınız. Tahminen gökdelenlerin sayısının her gün ikiye katlandığı bir kenttesiniz, kalp ve damar hastalıkları, kanser gibi bir sorunlarla karşı karşıyasanız. Muhtemelen, dünyanın zengin ülkelerinden birinde yaşıyorsunuz. Bitmedi, dahası var...

Yaşadığınız ülke zenginleştikçe daha fazla et ve abur cubur yiyeceksiniz. Meyve ve sebze tüketiminiz azalacak, bunun sonucunda da yukarıda bir kısmını sıraladığım hastalıklardan birine yakalanma olasılığınızı artacak. Peşin peşin yazıyorum, sonra demedi demeyin. Tabutunuz da Sahra'nın aşağısındaki Afrika ülkelerindeki tabutlardan büyük olacak, çünkü bu dengesiz beslenme sonucunda şişmanlayacak, belki de hayata obez biri olarak veda edeceksiniz. Pazar pazar bu felaket tellallığı da nereden çıktı demeyin. Ben “modern dünya”nın falcısıyım.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) rakamlarına göre, 2008 yılında zengin ülkelerde yaşayanların yüzde 6'sı nöropsikiyatrik bozukluklar nedeniyle hayatını kaybetmiş. Fakir ülkelerde ise ana ölüm kalemleri arasında ruhsal sorunların adı sanı geçmiyor. Bu ülkelerde ölümlerin dörtte biri parazit ve enfeksiyon kaynaklı. Zengin ülkelerde ise ölümlerin yüzde 64'üne kalp ve damar hastalıkları ile kanser neden oluyor. Zenginler, bulup da yemedikleri sağlıklı gıdalar yerine koydukları abur cuburlar yüzünden, fakirler ise zenginlerin ellerinin tersiyle ittikleri sebze ve meyveleri bulamadıkları için ölüyor.

Dünya nüfusunun yüzde 50'sinden fazlası artık kentlerde yaşıyor. 2050 yılında bu oran yüzde 70'e çıkacak. Anlayacağınız yanyana değil, üst üste oturacağız. Kırsaldan kente göç etmek hayat koşullarını değiştirecek; iyileştirecek mi orası belli değil. İstatistikler, yüksek ekonomik gelire sahip ülkelerde ortalama ömrün uzadığını gösterse de, zenginleşme sağlık sorunlarının bittiği anlamına gelmiyor. Bu defa sizi kirli sudan aldığınız bir parazit değil, obezite öldürebilecek, çocuk ölümleri değil şizofreni sorun olacak. Kanserin adını duymayanlar, türlerini ezbere bilir hale gelecek. Kısacası, cebe para girdikçe hayat tarzı değişiyor, hastalıklar farklılaşıyor. Örneğin, kentleşme arttıkça trafik gibi nedenlerle solunum yolu hastalıkları ortaya çıkıyor. Kısacası, fakir bir ülkede yaşıyorsanız hayatınızı ruh sağlığıyla veya kanserle ilgili bir hastalıktan çok, basit bir parazit ya da sakatlık tehdit ediyor.

Dünyada her ülke aynı modeli kopyaladığı için sonları da birbirine benziyor. Bugün fakir ülkeler grubunda yer alanlar 2030 yılına gelince zenginler gibi ölmeye başlıyorlar. Bu ülkelerde 2008'de kanser ölümleri ana ölüm nedenlerinden biri değilken, 2030'da ölümlerin yüzde 13'ünden kanser sorumlu hale gelecek. Bunlar, modern hayatın durmadan yüceltildiği şu dünyada aslında vaat edilenin bir cennet olmadığını anlamak açısından faydalı. Daha çok kazandığımız, daha uzun yaşadığımız ve dolayısıyla daha çok çalıştığımız doğru. DSÖ, kalkınma ve ekonomik büyümeyle orantılı bir şekilde artan hastalık risklerini kıyaslıyor ve şu sonuçları buluyor. Ekonomik büyüme ve kalkınmayla birlikte iş güvenliği yükseliyor, ağır iş yükü azalıyor ancak onların yerine aynı sağlıkta olduğu gibi başka dertler ortaya çıkıyor. Zenginleşen, kente yerleşen insan, çalışma hayatında daha fazla kimyasal ürüne, trafik kaynaklı kirliliğe ve strese maruz kalıyor. Sonucunda alkole, sigaraya, uyuşturucuya yöneliyor, ayrıca hareketsizleşiyor.

Bize sunulan modern hayat, birçok kişinin 40 yaşında bir parazitten ölmesine izin vermiyor belki ama 65'inde kanserin kucağına atıyor. Bunun yine de bir ilerleme olduğunu söyleyenler olabilir ve sanırım birçoğumuz da itiraz etmez. Ancak madalyonun diğer yüzüne de bakmak lazım. Bu duruma gelene kadar dünyanın birincil üretim potansiyelinin dörtte biri kullanıldı. Balık stoklarının yüzde 80'i bitti. 2050'de belki de hiç kalmayacak. Ormanların yıkımı son yıllarda yavaşladı ama yılda 50 bin kilometrekare gibi bir hızla ormansızlaşma devam ediyor. Modern hayatın herkesi kente davet ettiği dünyamızda, tahmin edilen yüzde 27'lik nüfus artışı ve yüzde 83'lik gelir artışının gerçekleşmesi halinde iki kat fazla tarımsal ürüne ihtiyaç duyulacak. Bu da tarım alanlarının yüzde 10 arttırılmasını gerektirecek. İnsanlar bu defa kırsala göçe zorlanırsa hiç şaşırmayın. Pinpon topu gibiyiz maşallah.

Son araştırmalar daha uzun yaşayacağımıza da işaret ediyor. Hayatını “uzun ömürü” araştırmaya adayan bilim adamı Aubrey de Grey, şu anda aramızda yaşayan bazı kişilerin 150 yaşı görebileceğini iddia ediyor. Şu andaki rekor, 122 yılla bir Japona ait. Bu kadar uzun yaşadığımızda hangi hastalıklarla karşılaşacağımız, yeni sorunlarımızın ne olacağı ise soru işareti.

Dünyanın sınırlı kaynaklarını yiyip bitirmemize rağmen bir arpa boyu yol gittik. Buna rağmen dünya nüfusunun yüzde 40'ının gideceği bir tuvaleti bile yok. Suçlu dünya değil tabi. Kaynakları kâr için, savaş için haracayan insan. İyi haber mi, kötü haber mi bilemedim ama söyleyivereyim. Bu kör talihi değiştirmek için umudumuz da yine insanda.

Çevre mühendislerine "neden açıklama yapıyorsun" davası

Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO), Kütahya’daki siyanür barajındaki setlerden birinin çökmesi üzerine konuyla ilgili birçok açıklama yapmış, siyanür sızıntısına ve bölgede yaşayanların sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çekmişti. ÇMO'nun yaptığı açıklamalar nedeniyle işletmeci firma Eti Gümüş AŞ ise çareyi ÇMO’ya dava açmakta buldu. Eti Gümüş, basın açıklamalarının dava sonuna kadar durdurulmasını ve 30 bin TL değerinde tazminat ödenmesini istiyor. Bunun üzerine TMMOB’ye bağlı 19 meslek odası, ÇMO'ya destek vermek amacıyla 8 Temmuz 2011 tarihinde ortak bir açıklama yaptı.

Bilindiği gibi, Eti Gümüş AŞ'ye ait Kütahya‘daki gümüş işleme tesisinin atık havuzunun setlerinden bir bölümü 7 Mayıs 2011 tarihinde yıkılmıştı. Ortak açıklamada, atık barajının çökmesi nedeniyle meydana gelen siyanür sızıntısı üzerine ÇMO'nun mesleki kamusal-toplumsal sorumlulukları gereği bilimsel-teknik çerçevede kamuoyunu bilgilendirme amaçlı açıklamalar yaptığına ve bu açıklamaları hazmedemeyen Yıldızlar Holding'e bağlı ETİ Gümüş AŞ'nin, ÇMO aleyhine dava açtığı belirtildi.
Basın açıklamasında şu cümlerere yer verildi:

Açılan dava daha fazla rant ve azami kâr güdüsüyle, başta Çevre Mühendisleri Odamız olmak üzere, kamu yararını ve halk sağlığını zedeleyen faaliyetler ile ilgili olarak meslek kuruluşları ve demokratik kitle örgütlerince yapılan basın açıklamalarını engellemeye yöneliktir. Bu dava, mesleki kamusal-toplumsal sorumluluklarını yerine getiren Çevre Mühendisleri Odamız ve diğer Odalarımıza ve de üst birliğimiz olan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği‘ne (TMMOB) açılan ne ilk davadır ne de sonuncusu olacaktır. Böyle onlarca, yüzlerce dava bulunmakta ancak bizlerin bilimsel mesleki gerçekler ışığında faaliyet yürüttüğümüz eylem ve etkinliklerimiz mahkeme kararlarıyla da teyit edilmektedir.

Bilinmelidir ki TMMOB ve bağlı Odaları için mesleki bilimsel doğrular ile kamu ve halk sağlığı esastır. Sanayi, çalışma yaşamı, işçi sağlığı ve iş güvenliği, yapı denetimi, imar, tarım, gıda, madencilik, orman, su kaynakları, enerji, çevre, kentleşme v.b. alanlar ile ilgili faaliyet ve açıklamalarımızdaki temel yaklaşım budur.

Yine bilinmelidir ki, Odalarımızın ve TMMOB‘nin ülke, kamu ve toplum zararına yol açan uygulamalara yönelik kamuoyunu bilgilendirme sorumlulukları engellenemeyecek, durdurulamayacaktır”.

Elektrik Mühendisleri Odası, Fizik Mühendisleri Odası, Gemi Makinaları İşletme Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, İçmimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası, Jeofizik Mühendisleri Odası, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası, Maden Mühendisleri Odası, Makina Mühendisleri Odası, Meteoroloji Mühendisleri Odası
Mimarlar Odası, Petrol Mühendisleri Odası, Peyzaj Mimarları Odası, Şehir Plancıları Odası, Tekstil Mühendisleri Odası ve Ziraat Mühendisleri Odası bu açıklamanın altına imzalarını attılar.

Nükleer santrali denizanaları bastı!

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Temmuz 2011

İskoçya’da bulunan Torness nükleer santralindeki iki reaktör 29 Haziran günü kapatıldı. Nedeni ne teknik bir sorun, ne de işçilerin greviydi. İki reaktörün ihtiyacı olduğu soğutma suyunu çeken filtreler yüzlerce ‘denizanası’nın istilasına uğradı. Bilindiği gibi nükleer reaktörler, reaksiyonu kontrol altında tutmak için yakındaki bir su kaynağından ciddi miktarda soğutma suyu çekmek zorunda. Suyun alındığı kaynakta yaşayan canlıların boruları tıkamasını önlemek için de doğal olarak filtreler kullanılıyor. (Nükleer reaktörün kontrol odasından bir yunus çıkmasını kim ister?) Torness nükleer santralinin işte bu filtreleri denizanalarıyla dolduğu için santralın soğutulmasında problemler yaşanmış ve reaktörler tehlike büyümeden kapatılmış. Görevliler denizanalarını bölgeden uzaklaştırmaya çalışıyor. Biliminsanları, iklim değişikliği ve balık stoklarındaki azalma nedeniyle artan denizanası nüfusuna dikkat çekiyor. İskoçya’daki istilanın da deniz seviyesindeki bir derecelik artıştan kaynaklandığı belirtiliyor.

Fransız EDF firmasına ait bu iki reaktörün 5 ve 6 Temmuz tarihlerinde yeniden çalıştırılması planlanıyor. Bir haftaya varan gecikmenin denizanaları yüzünden mi, yoksa santralin kapatılmasını fırsat bilerek yapılan bakım çalışmaları nedeniyle mi olduğu henüz açıklanmadı. Daha önce Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde benzer bir soruna yosunlar neden olmuştu. Santraller elektrik üretimine ara vermek zorunda kalmıştı.

Nükleer santraller son günlerde doğa olaylarına karşı bir sınav veriyor. ABD’deki Fort Calhoun ve Cooper nükleer santralleri Missouri nehrinin taşması nedeniyle günlerdir sel sularıyla boğuşuyor. Tamamen suyla çevrilen Fort Callhoun nükleer santralinde geçen Pazar günü sular bariyerleri aşmış, koruyucu yapıların ve elektrik trafolarının 60 cm su altında kalmasına neden olmuştu. Santralın yakıt yüklemesi nedeniyle nisan ayından bu yana devrede olmaması belki de bir başka faciayı önledi. Alınan önlemlere rağmen, suyun kurulan barajı aşıp içeri sızması ise nükleer santrallerde her şeyin hâlâ pamuk ipliğine bağlı olduğunu gösteriyor. ABD’de nükleer araştırmaların yapıldığı en önemli merkezlerden Los Alamos Ulusal Laboratuvarı ise yangın tehlikesi altındaydı. Tonlarca plütonyuma ev sahipliği yapan bu dev tesis (36 kilometrekarelik bir alana kurulu), alevlerin kapıya dayanması nedeniyle geçici bir süre için kapatıldı. 

ABD’de ‘su bolluğundan’ çalışamayan nükleer reaktörler Fransa’da ise ‘su kıtlığından’ mustarip. 59 nükleer reaktöre sahip Fransa, elektriğinin yüzde 78’ini nükleerden sağlıyor ve Avrupa’daki birçok ülkeye elektrik satıyor. Son 35, hatta son 50 yılın en kötü kuraklığıyla karşı karşıya kalan Fransa’nın nükleer santrallerinin üretime devam edip etmeyeceği ise şüpheli. Çünkü bu 59 reaktörün 44’ü soğutma suyunu nehirlerden karşılıyor. Nehirlerin debisi düştükçe, üretim de düşüyor. Nükleer reaktörler, 2003 yılında binlerce insanın ölmesine neden olan sıcak dalgaları Fransa’yı vurduğunda da elektrik üretmekte zorlanmıştı. Yani, bu ilk kez olmuyor. Fransa hükümeti kuraklık koşulları ve elektrik üretimini kontrol etmek için bir komite kurdu. Komite yakında yağmur duasına çıkarsa şaşırmayın.

Japonya’daki Fukuşima nükleer santralinde radyoaktif suyu boşaltma çabaları ise hâlâ sürüyor. Salı günü (28 Haziran) 15 ton radyoaktif suyun toprağa sızdığı ortaya çıktı. Bu sızıntının kaynağı bulundu ve durduruldu ama dahası var. Tüm sızıntıların önlenmesinin temmuz ortasını bulacağı belirtiliyor. Reaktörün kalbindeki uranyum yakıtının suyu ısıtamadığı, ‘soğuk kapalı’ denen aşamaya gelinmesi içinse belirlenen en yakın tarih ocak. Sinop’a nükleer santral kurmaya heveslenen Tokyo Elektrik Şirketi’nin (Tepco) bir başka derdi de, santralde temizlenmeyi ve oradan taşınmayı bekleyen radyoaktif suyu ne yapacakları. Hâlihazırda 110 bin ton radyoaktif su (40 olimpik yüzme havuzunu dolduracak kadar) santralin içerisinde temizlenmeyi bekliyor. Bu sudan radyoaktif maddelerin arıtılması ve arıtılmış suyun okyanusa bırakılması planlanıyor. Şirket, iş bitene kadar 235 bin ton suyun işlemden geçirileceğini hesaplıyor. Sadece bunun maliyeti 660 milyon doları bulacak. Nükleer için ‘sudan ucuz’ diye yazan meslektaşlarıma ithaf olunur.

Görüldüğü üzere, Fukuşima sonrası nükleer endüstrinin derdi bir değil. Çernobil kazası sonrası 25 yıl bekleyen, nükleerin artık güvenli ve ucuz olduğuna herkesi inandırmak için varını yoğunu ortaya koyan lobinin durumu feci. Ipsos adlı araştırma şirketinin 24 ülkede 18 bin 787 kişiyle yaptığı kamuoyu yoklaması, nükleer enerjiyi destekleyenlerin yüzde 38’e kadar gerilediğini gösteriyor. 16 puanlık bir düşüş söz konusu. Türkiye’de nükleere kesinlikle karşı çıkanların oranı yüzde 56, bir şekilde karşı olanların oranıysa yüzde 15. Toplayınca yüzde 71 yapıyor. Araştırmaya katılanların yüzde 95’i Fukuşima’daki kazadan sonra meydana gelen hasardan haberdar olduklarını söylüyor. Demek ki, bu 24 ülkede Fukuşima’nın sonuçlarını duymayan yüzde 5’lik bir kesim var. Büyük bir çoğunluğunun şu sıralar ‘Ankara’da olduğundan şüphe ediyorum. Bazıları hâlâ “tüpgaz” falan diyor…

Son söz: Deprem ve tsunami ile başlayan doğal felaketler nükleer santralleri hedef almaya devam ediyor. Çünkü doğa kendisine zarar vereni bilir.

Çin kimi kopyalıyor?

Özgür Gürbüz-BirGün / 26 Haziran 2011 


Paris değil Tianjin
Geçtiğimiz hafta haber bültenlerinde Çin'den bir haber vardı. Halkın sevdiği türden, klişeleşmiş bir “Çin haberi”. Avusturya'nın Unesco (Birleşmiş Milletler Eğitim, Kültür ve Bilim Kurumu) Dünya  Mirası Listesi'ne girmiş, 4 bin 500 yıllık geçmişe sahip Hallstatt kasabasının bir kopyasını Çinliler ülkelerinde inşa etmeye başlamış. Proje sahibi Çin'in maden ticaretiyle uğraşan en büyük firması Minmetals Grup. Minmetals, son yıllarda Çin'de ciddi kâr getiren emlak piyasasında da etkili bir şirket. Birçok Çinli dev firma gibi onların da sermaye sorunu yok. Çin kaynakları, proje bedelinin 15 milyar TL olduğunu söylüyor. Avusturyalılar ise hem kızgın hem şaşkın. Bin kişinin yaşadığı bu eski tuz madeni kasabasının sakinlerinin bazıları kendilerinden izin alınmadan evlerinin bir benzerinin yapılmasından şikayetçi. Bazıları ise orjinali burada, elbet Çinliler de eninde sonunda gerçeğini görmek isteyecekler diye düşünüyor ve keyiflerini bozmuyor. Kasaba sakinlerinin, Çinlileri yaşadıkları kentin birebir kopyasını çıkarırken farketmemiş olmaları da ayrı bir komedi tabi. Belli ki bayağı sessiz çalışılmış.

Çin'in Guandong eyaletine bağlı Huizhou'da (Huicou okunur) kurulmak istenilen bu Avrupa kasabası aslında Çin'deki ilk Avrupa kasabası değil. Çin'in hızla büyüyen ve önemli bir merkez haline gelen kentlerinden Tianjin'de de Avrupa'da eşine rastlayabileceğiz binalara rastlayabilirsiniz. Tianjin adeta bir gökdelenler şehri ancak kentte Fransız mimarisinden köprüler, Paris'i aratmayan altın sarısı heykeler görmek mümkün. Bunların kentin geçmişiyle, Fransızlara verilen imtiyazlarla da ilgisi var. Yenilenmiş olsalar da “klonlanmış” demek pek doğru olmaz. Ancak kentte bir de İtalyan mahallesi var. Burasının da geçmişi imtiyazlara dayanıyor ancak çoğu bina yeni veya yenilenmiş. Adı da, “İtalyan Stili Kasaba”. Adında ve sokaklarda İtalyan havası hakim olsa da, bar ve lokantaların olduğu sokakta Alman birası ve yemeklerine rastlamak da mümkün. Çoğu kişi buraya Avrupa'nın küçük bir kopyasını görmeye geliyor. Çin'de yaşayan yabancılar için memleket havası solunacak bir mekan, Çinliler içinse küçüğünden bir Avrupa turu denilenebilir. Bu bölge de tam derdimi anlatmıyor, sonuçta Avusturya örneğinden farklı; tam bir klonlama örneği değil. Ama bekleyin, dahası var...

İtalyan Sitili Kasaba
Birkaç hafta önce Tianjin'de büyük bir alışveriş merkezi açıldı. Yine İtalyan tarzı elbette ama bu defa daha özellikli, Floransa sitilinde bir alışveriş merkezi burası. Kanallar ve gondollar biraz kafaların karışmış olduğunu gösterse de, dünya markalarının İtalyan bayrakları altında Çin'de sergilendiği dev bir açık hava alışveriş merkezi burası. Kolezyum benzeri yapıların olduğu bu alışveriş cenneti 200 bin metrekare büyüklüğünde ve 220 milyon dolara mal olmuş.

Çin, Batı'yı casus uçağından kasabalarına kadar birçok konuda taklit ediyor (kim etmiyor ki?); bu doğru. Çinliler mutluysa çok da derdim değil diyebilirsiniz; buna da diyecek bir sözüm yok. Ancak sorun aslında bir tercih sorunu değil, bir sistem sorunu. Burada kopyalanan aslında binalar ve sokaklar değil bir hayat tarzı. Bugün Çin, dev alışveriş merkezleriyle, artan bireysel tüketimin en çarpıcı örnekleri yeni konutlar ve otomobillerin doldurduğu sokaklarıyla giderek daha fazla “Batı”ya benziyor. Özellikle de Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD). Örnek alınan modelin her ne kadar Çin'e özgü bir sosyalizm olduğu söylense de, kapitalizmin giderek daha fazla hissedildiği bir ülkeden bahsediyoruz. Bu kopyalama hikayesinin asıl can alıcı noktası da bu. Dünya tarihinde ekonomik mücadelenin kaba hatlarıyla işçilerin umut bağladığı sosyalist ekonomi ile sermaye sahiplerinin sevdiği kapitalist ekonomi arasında geçtiğini söyleyebiliriz. Bu iki modelin önder ülkeleri ise tartışmasız ABD ve eski Sovyetler Birliği'ydi. Soyetler Birliği bugün çok tartışılsa da farklı bir ekonomik ve politik bir model ortaya koymuş ve birçok ülkeyi de peşinden sürüklemişti. Bir başka ama farklı olarak niteleyeceğimiz model ise karma ekonomiydi. Çin'deki politik yapı çeşitli özgün öğeler içerse de, kimi zaman karma ekonomiye yakın yapılar görülse de, bugün piyasa ekonomisi büyük oranda ekonomik sistemin belirleyicisi. Bu gidişle gelecekte de rolü ve gücü artacak.

Çin'de bireysel tüketimin arttırılmasıyla desteklenen ekonomik büyüme (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla), enflasyon oranındaki artışa rağmen devam ediyor. Enflasyon artışı giderek ciddi bir sorun haline geliyor. Enflasyon artışının önüne geçmesi düşünülen önlemler, bireysel harcamaları ve kredi kullanımını dizginlemeye yetmiyor. Dünyanın geleceği adına bu beni korkutuyor. Tüm bunların tüketim kültürünün Çin'de de yerleştiğinin bir göstergesi olduğunu düşünüyorum. Mayıs ayında açıklanan enfalsyon rakamı son 34 ayın en yüksek oranına, yüzde 5,5'a ulaşıldığını gösteriyor. 2010 Mayıs ayında enflasyon yüzde 3,1 idi. Sadece Mayıs ayında gıda fiyatları yüzde 11,7 oranında arttı. Bunda yaşanan sellerin de etkisi var ama enflasyondaki artış eğilimi son 30 günlük bir süreç değil. Çin Halk Bankası'nın (Merkez Bankası) mevduatlar için zorunlu karşılık oranını yüzde 21'e yükseltmesine rağmen kredi kullanımı azalmıyor. 2010 yılında kredi kullanımı yüzde 22 oranında artmıştı. Konut fiyatlarındaki artışın onca önleme rağmen değişmemesi de bir başka işaret.

Beğenin ya da beğenmeyin, ABD ve Sovyetler Birliği dünyaya farklı ekonomik modeller sundular. Avrupa Birliği, “Sosyal Avrupa” rüyası sona erene kadar yen bir seçenek olduğuna milyonları inandırmayı başardı. Küba, Bolivya veya Venezüela'da yaşananlar da yine farklı bir ekonomik yaşam mümkün mü sorusunu akla getiren örnekler. Yeşil ekonomi tartışmaları keza öyle. Çin'de uygulanan ekonomik sisteminin bugün için ABD'nin öncülüğünü yaptığı kapitalist sisteme verilecek bir yanıt olduğunu veya olacağını söylemekse şu anda zor. Gidişat, tüketim toplumunun kopyalandığı Çin'in farklı bir seçenek olmayacağını gösteriyor. Çin büyük bir güç olabilir hatta oldu bile ancak farklı değil. Bu da ister politik sonuçlarını düşünerek değerlendirin ister ekolojik sonuçlarını, bizi bulunduğumuz yerden çok uzağa götürmeyecek. Önümüzdeki günlerde umarım ben yanılmış olurum.

Önce Metin Lokumcu sonra İbrahim Çeşmecioğlu. Hepimizin başı sağ olsun.

Dünyanın en büyük güneş santrali

Özgür Gürbüz / 21 Haziran 2011
 
Dünyanın en büyük güneş santralinin inşasına Kaliforniya'da başlandı. 1000 megavat (MW) kurulu güce sahip olacak güneş santrali tamamlandığında 300 bin evin elektriğini karşılayabilecek.

Santral alanına çit döşeniyor
Blythe Güneş Enerjisi Projesi, Riverside İlçesi'nin doğusunda kurulacak ve projenin ilk bölümünün tamamlanıp elektrik üretimine başlaması 2013 yılında gerçekleşecek. Amerika Birleşik Devletleri Enerji Bakanlığı, projenin iki ünitesini (proje dört adet 250 MW'lık üniteden oluşuyor) şartlı olarak desteklediğini ve 2 milyar 100 milyon dolarlık kredi verdiğini geçtiğimiz Nisan ayında açıklamıştı.

Güneş termal santralin inşası sırasında 1066 kişi çalışacak. Proje tamamlandıktan sonra da 295 kişiye kalıcı iş yaratılmış olacak. Projenin hayata geçirilmesi de 7 bin 500 dolaylı istihdam yaratacak. Projeyi Solar Millennium adlı firma ile petrol devi Chevron hayata geçiriyor. Santrallerin kurulacağı alan yaklaşık 25 kilometrekare büyüklüğünde bir yer kaplıyor.

Dünyanın en büyük güneş santrali tamamlandığında her yıl 2 milyon ton karbondioksitin atmosfere bırakılmasının da önüne geçilecek. Bu rakam yaklaşık 300 bin otomobilin bir yıllık seragazı emisyonuna eşit. Santral her yıl 2 milyon 800 bin dolar turarında emlak vergisi de ödeyecek ve bu para Kaliforniya Eyaleti'nin kasasına girecek.

Malazgirt Meydan Muharebesi ve Nükleer Enerji

Enerji Bakanı Taner Yıldız seçimden birkaç gün önce Almanya'nın nükleer santrallerini ekonomik ömürleri dolduğu için kapattığını iddia etti. Tahmin ettiğiniz gibi Bakan Yıldız'ın bu iddiası da doğru değil. Yıldız daha önce de Fukuşima'da kaza yapan reaktörlerin 1. nesil, yani eski teknoloji olduklarını söylemişti. Halbuki, hepsi 2. nesildi. 

Özgür Gürbüz- BirGün / 19 Haziran 2011 

Avrupa'dan arka arkaya gelen nükleer karşıtı haberler, nükleer enerjiyi savunmayı adeta bir onur meselesi haline getiren Enerji Bakanı Taner Yıldız'ı köşeye sıkıştırıyor, garip demeçler verdirtiyor. Hatırlarsınız, Bakan Yıldız seçimden altı gün önce yaptığı açıklamada, henüz yapımına başlanmamış nükleer santrali 2071 yılında kapatacaklarını açıklamıştı. Neden 2071? Çünkü o gün Malazgirt Muharebesi'nin 1000. yıldönümü. Malum hükümetin takvimi farklı. O yüzden de çeşitli icraatlar için böyle tarihten yapraklar karşımıza çıkarılıyor. Cumhuriyetin 100. yılında “çılgın kentler” kuruluyor, Malazgirt'in 1000. yılında nükleer santral kapatılıyor. Henüz açıklanmadı ama tahminimce “Sarantaporon Muharebesi”nin 100. yıldönümünde de (2012) Anayasa değişikliği yapılacak. Öyleyse bizde meseleyi Bakan Yıldız'ın anlayacağı dilden anlatalım. Hesap kitap yapalım.

Mersin'de santral yapmayı planlayan Rus firması inşaata 2013 yılında başlamayı planlıyor. Rusya ile Türkiye arasında yapılan uluslararası anlaşmanın 6. maddesinin 2. fıkrası, ilk reaktörün en geç yedi yıl içinde tamamlanmasını öngörüyor. Bu da 2020'de, Malta Kuşatması'nın 455. yıldönümünde reaktörün çalışmaya başlamasını gerektiriyor. Rus dizaynı reaktörün 60 yıl çalışacak şekilde tasarlandığı da hesaba katılırsa (henüz dünyada bu kadar uzun süre çalışmış bir reaktör olmasa da), reaktörün normal şartlar altında 2080 yılında, yani Otranto Seferi'nin 600. yıldönümünde kapatılması gerekir. Nükleer reaktörün hangi gerekçeyle, ekonomik ömrünü doldurmadan dokuz yıl önce kapatılacağını anlamak zor. Yıldız'ın demecini ciddiye aldılarsa eminim bu soruyu Rus şirketi de Türkiye'ye soruyordur. Çünkü dokuz yıl az elektrik satılması firmanın ciddi zarara uğramasına yol açar. Bence bu tarih herhangi bir hesap kitaba dayanmıyor ve bir ciddiyetsizliğe işaret ediyor.

Gelelim asıl soruna. Taner Yıldız'ın demecinde, 2022 yılına kadar ülkedeki tüm reaktörleri kapatacağını açıklayan ve Fukuşima'daki kazadan sonra kontak kapattığı yedi reaktörünü şimdiden emekliye ayıran Almanya'nın kararı ciddi bir şekilde çarpıtılıyor. Yıldız, Almanya'daki santrallerin eski olduğunu, zaten kapatılacaklarını ima ederek tüm Türkiye'ye yanlış bilgi veriyor. Bir de, “Nükleer santrallar tehlikeli ise bu ülkeler niye yarın kapatmıyor da 2020'yi bekliyor? Bunlar 30-40 yılını doldurmuş santrallar, ekonomik ömürleri bitiyor” diyor.

Hemen yanıtlayalım. Dünyanın dördüncü büyük ekonomisinin elektriğinin yüzde 28'ini sağlayan nükleer santrallerin bir günde kapatılamayacağını bilmem benim bir enerji bakanına hatırlatmama gerek var mı? Kaldı ki Almanya, 17 reaktörün sekiz tanesini şimdiden kapattı. Kalan dokuz taneden üçü de halihazırda çalışmıyor. Bu dokuz rekatör 2021'ye kadar devreden çıkarılacak. Çok zorlanılırsa üç reaktör bir yıl daha açık kalacak. 2022'de Almanya'da çalışır bir nükleer santral kalmayacak.

İkinci yanlış iddia ise bu reaktörlerin ekonomik ömrünün dolduğu söylemi. Nükleer reaktörlerin ilk yatırım maliyetleri tüm maliyetler içinde önemli bir yer tutar. Bu nedenle de nükleer santraller ilk 10-15 yıldan sonra sahibine para kazandırmaya başlar. Çekilen büyük kredilerin ve faizlerin ödenmesi uzun sürer. Nükleer enerji şirketleri reaktörleri mümkün olduğunca uzun çalıştırmak için tüm dünyada hükümetlere baskı yapar. Fukuşima öncesi, Yıldız'ın “yaşlı” dediği santrallerin 2022 yerine ortalama 12 yıl geç kapatılması konusunda anlaşma sağlanmıştı. Almanya'daki nükleer enerji şirketleri, bu karar için ek bir vergi bile ödemeyi göze almıştı. Merkel daha sonra bu karardan vazgeçmek zorunda kaldı. Bu bile Yıldız'ın iddiasının doğru olmadığını gösteriyor. Biz yine de 40 yıl çalışmak üzere tasarlanmış bu reaktörlerin bugünkü ve kapatılma tarihlerindeki yaşlarını aşağıdaki tabloda özetleyelim.

Almanya'daki nükleer reaktörlerinin yaş durumu


Tabloda da görüldüğü gibi şu anda kapatılan 8 reaktörün yaş ortalaması 33. Halbuki bu reaktörlerin değil dizayn yaşı 40'a, Fukuşima öncesi yapılan düzenlemeye göre 50 yıla kadar çalıştırılması planlanıyordu. Aralarında 28 yaşında kapatılan bir reaktör (Kruemmel) bile var. Ger kalan dokuz reaktör de 2021 yılının sonuna kadar kapatılacak. Kapatıldıkları tarihte dokuz reaktörün yaş ortalaması 35 olacak. Unutmadan Taner Yıldız'ın, Kemal Kılıçdaroğlu'na nükleer enerji konusunda “brifing” vermeyi de önerdiğini hatırlatalım. Artık bir şey demiyorum. Zaten bu yıl Belgrad Seferi'nin 500. yıldönümü, bu kadar “gafın” üzerine nükleer santral planlarından vazgeçmenin tam zamanı.

İtalyanlar da nükleere hayır dedi

Dünyada duymayan kalmadı ama ben bir daha yazayım istedim. İtalya'da yapılan halk oylamasında ülkede yeni nükleer santral kurulmaması yönünde bir karar çıktı. Oylamanın geçerli sayılması için halk oylamasına katılımın en az yüzde 50 olması gerekiyordu. Katılım oranı yüzde 57'yi buldu. Nükleer santraller kurmak isteyen Berlusconi hükümeti, halk oylamasına katılımın düşük olmasını ve kural gereği tekrarlanmasını istiyordu.Böylece halkın Fukuşima'daki korkunç kazayı unutacağını ve nükleer enerji lehine oy kullanacağını düşünüyordu. Katılımcıların yüzde 90'ı İtalya'da yeni nükleer santraller kurulmasına hayır dedi. İtalyanlar, yeni bir nükleer maceraya kalkışmak istemediklerini açıkça ortaya koydu.

İtalya, Çernobil nükleer kazasından bir yıl sonra (1987) yine bir halk oylamasına (referandum) gitmiş, sandıktan o sırada çalışır durumda olan ülkedeki dört reaktörün kapatılması yönünde karar çıkmıştı. İlerleyen yıllarda bu reaktörler kapatıldı ve İtalya nükleer enerjiye veda etti. Berlusconi önderliğindeki sağ hükümetin nükleer enerjiye geri dönüş çabaları da bu son halk oylamasıyla sona erdi. İsviçre ve Almanya'nın aldığı kararlardan sonra Batı Avrupa'da bir ülke daha nükleer enerjiye hayır dedi.

Halk oylamasında sandık başına giden İtalyanlar ayrıca su dağıtım şebekesinin özelleştirilmesine ve kabinedeki bakanların dokunulmazlıklarının kaldırılmasına da hayır dedi. Tüm bu gelişmeler Başbakan Berlusconi'nin iktidarını zor durumda bırakıyor.

İtalya, Türkiye'den daha fazla doğalgaza bağımlı bir ülke olmasına rağmen nükleer enerjiden vazgeçme kararı aldı ancak Ankara, Avrupa ve dünyadaki nükleer karşıtı kararlara ve yerel muhalefete rağmen Rus şirketine yeşil ışık yakmaya devam ediyor. Rus şirketi, Akkuyu'da inşaata 2013 yılında başlamayı planlıyor.

Havadan sudan bir yazı

Bitki ve hayvanların yüzde 20 veya 30'u ölecek. İki milyar insan susuz, yüz milyonlarca insan da aç kalacak. İşte, bugün kurduğumuz modern dünyada özgürlük ve konfor olarak adlandırdığımız birçok şeyin hediyesi bu.

Özgür Gürbüz-BirGün / 12 Haziran 2011

Malum, seçim yasakları var. O yüzden bugün havadan sudan bahsedeceğim. Üsütne biraz da börtü böceğin durumunu anlatacağım. İnsanın havaya, suya, kuşa, tırtıla ne zalimlikler eylediğini, dilim döndükçe anlatmaya çalışacağım.

Önce havadan başlayalım. Belki farkında değilsiniz ama ortalık bayağı ısındı. Küresel iklim değişikliği dünyayı tehdit etmeye devam ediyor ve insan kaynaklı bu belayı durdurma veya daha gerçekçi olursak yavaşlatma şansımız giderek azalıyor. Sanayi devrimiyle başlayan dünyanın ortalama sıcaklığındaki artış 0,74 dereceyi bulmuş durumda. Küresel ısınma konusunda bilimsel verileri sağlayan Uluslararası İklim Değişikliği Paneli'nin, 2 bin 500 bilim insanı tarafından hazırlanan ve 2007 yılında açıklanan son raporunda ortalama sıcaklıktaki artışın 0,74 dereceyi (1906-2005) bulduğu belirtilmişti. Gazeteci yuvarlamasıyla, bugün dünyanın olması gerekenden yaklaşık 1 derece daha sıcak olduğunu söyleyebiliriz. Bu ısınmanın çoğu da son 50 yılda gerçekleşmiş, yani biz insanoğlunun sanayileşip, modernleştik sandığı süreçte. Otomobile binmeyi özgürlük, büyük ekran televizyonu ilerleme, köprü ve otobanları kalkınma hamlesi olarak algıladığımız günler.

İki milyar insan susuz
Dünyanın ısınmasının bedeli ağır olacak. Buzlar eriyecek, deniz seviyesi yükselecek, tatlı sulara tuzlu sular karışacak, temiz su kaynakları azlaacak, fırtına ve kasırgaların sayısı ve şiddeti artacak. Liste uzayıp gidiyor. Eğer ortalama sıcaklıktaki artış, 1,5-2,5 dereceyi geçerse dünyadaki bitki ve hayvanların yüzde 20 ila yüzde 30'u ölecek. İnsan börtü böceğin dilinden pek anlamıyor o yüzden bu rakamı gelin bir de şöyle anlatmaya çalışalım. Dünyada 7 milyar insanın yüzde 30'unun öldüğünü düşünün. Tam 2 milyar 800 milyon insan. Bu insanların teker teker öldüğünü düşünün, ne hissedersiniz? İşte bitkiler ve hayvanlar da aynen öyle hissedecek. Bütün bu katliamın sorumlusu insanın veya “kapitalist insanın” ölen kuşları pek de ciddiye almayacağını düşünürek, 2 derecenin üzerindeki bir artışın iki milyar insanı susuzlukla karşı karşıya bırakacağını ve yüz milyonlarcasını da aç bırakacağını ekleyelim. Milli piyango gibi, size de çıkabilir! Biletler de bedava...

Bende kötü haberden bol bir şey yok. Küresel ısınmanın en büyük sorumlusu fosil yakıtlar, yani kömür, petrol ve doğalgaz. Kömür diğerlerinden daha önemli çünkü kömürün küresel enerji tüketimindeki payı bu yılın ilk beş ayı itibariyle yüzde 29,6'ya çıktı. 1970'ten bu yana en yüksek orana ulaştı. Bu ne demek? Bu, küresel ısınmanın baş aktörü kömürün daha fazla yakıldığı ve atmosfere daha fazla seragazı bırakılması demek. Dünya kömür tüketiminde başı, yerkürenin fabrikası haline getirilen Çin'in çektiğini belirtelim. Dünyada tüketilen enerjinin yüzde 20,3'ünden, kömür tüketiminin ise yüzde 48,2'sinden Çin sorumlu. Küresel ısınmanın bir başka sorumlusu ise petrol ve petrol tüketiminde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başı çekiyor. ABD her gün 19 milyon 148 bin varil petrol tüketiyor. Çin'in tüketiminin iki katından biraz fazla. Yaklaşık 160 milyon nüfusa sahip Bangladeş'in tüketimi ise günde sadece 101 bin varil. Türkiye ise her gün 624 bin varil tüketiyor, Bangladeş'in altı katı.

Sular yükseliyor
Şimdi de biraz sudan bahsedelim. Küresel ısınma nedeniyle deniz seviyesinde sanayi öncesi döneme göre halihazıda 10-20 cm yükselme meydana geldi. Bilimsel tahminler, Grönland'daki buz tabakasının erimesi durumunda deniz seviyesinde 7 metrelik bir yükselmenin gerçekleşebileceğini söylüyor. En kötü senaryolardan biri bu. Ancak felaket görmek için en kötü senaryoyu beklemeye gerek yok. Bu yüzyılın sonuna doğru deniz seviyesinde meydana gelecek bir metrelik yükselme milyonlarca insanın hayatını kabusa çevirmeye yetecek. Sadece Bangladeş'te 30 milyon insan yaşadığı toprakları terkedip, “iklim göçmeni” olacak. 30 milyon insanın pılıyı pırtıyı toplayıp göç ettiğini bir gözlerinizin önüne getirin. Hepsi bir günde olmayacak tabi ama akın akın göç edecekler. Bangladeş örneğinde olduğu gibi sadece petrol tüketimini ele alsanız bile küresel ısınmayla birlikte yaşanan bir başka sorunu, adaletsizliği görürsünüz. Petrolü, kömürü tüketen başka, bedelini ödeyen bambaşka. “Adaletin bu mu dünya” adlı şarkıyı bilirsiniz. İklim değişikliği konusunda halimizi en iyi o şarkı anlatıyor.

Bir bardak suyu çok görenler dereleri istiyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 5 Haziran 2011


Onlarca insan Anadolu'yu adım adım dolaşarak Ankara'ya geldi. Gezmek görmek için değil, dertlerini tüm Türkiye'ye duyurmak için yürüdüler. Karış karış, develeriyle, atlarıyla, komşularıyla kısacası tüm dostlarıyla yürüdüler. Dertleri neydi biliyor musunuz? Köylerine, ovalarına, nehirlerine kurulması planlanan hidroelektrik santralleri, nükleer reaktörleri, termik santralleri protesto etmek. Dereler özgür aksın dediler, çocuklar radyasyon korkusuyla büyümesin istediler. Peki, ne oldu?

Kemaliye'yi Vermöyük!
Yaşam hakkını savunmak için yollara dökülenler Ankara'ya, ülkeyi idare edenlerin yaşadığı başkente alınmadılar. Polis etraflarını çevirdi. Aynı savundukları dereler, ovalar, denizler gibi onlar da kuşatıldı. Portatif tuvalet için bile 10 gün beklediler. Tuvaletlerin mecburen kamp kurdukları alana sokulmasına uzun bir süre izin verilmedi. Ankara Tabip Odası'nın eylemcilerin ciddi sağlık tehditleriyle karşı karşıya kaldıkları yönünde uyarıları var. Buna rağmen alana iki adet seyyar tuvalet zor sokuldu. Tuvaletlerin orada kalıp kalmayacağı da meçhul! Polis sayıları onlarla ifade edilen bu grubun tuvalete gitmesini bile istemiyor anlayacağınız. AKP iktidarında “işemek” bile yasak diyeceğim, birileri alır bunu reklam filmi yapar diye korkuyorum.

Bolivya örneği unutulmadı
Türkiye'deki büyük bir kesim ise bu “işkence” karşısında sessiz. Yandaş medya yazmıyor, diğerleri gazetecilik reflekslerini yitirmiş gibi. Ankara'nın Gölbaşı mevkiinde kamp kurmak zorunda kalan direnişçilere sadece su değil yemek iletme konusunda da sorunlar yaşanıyor. Bugün insanları susuz, aç bırakmak isteyenlerin dereleri, nehirleri 49 yıllığına devletten kiraladıklarında neler yapabileceklerini düşünebiliyor musunuz? Bolivya'da insanlar su dağıtım şebekesinin özelleştirilmesinden sonra pahalı su faturalarını ödeyemediği için çözümü yağmur suyu toplamakta bulmuştu. Şebekenin yeni sahibi özel şirketler ise Bolivyalıların yağmur suyu toplamasını bile engellemeye çalışmıştı. Halk ayaklanmasa, 21. yüzyılın Bolivya'sında belki de insanlar susuzluktan ölecekti. Bunları unutmamak lazım. Ankara'da olan bitenler böyle bir geleceğin bizden hiç uzak olmadığını gösteriyor. 

Metin Lokumcu
Ankara'da yaşam hakkı savunucularına uygulanan işkence, Hopa'da tarifi mümkün olmayan sonuçlara yol açtı. Bir “can” alındı. Başbakan, hidroelektrik santralleri protesto eden Metin Lokumcu'yu dinlemek yerine biber gazı ordusunu üzerine salınca bir öğretmen, öğrenmemekte direnenler yüzünden yaşamını yitirdi. Ne yazabilir, ne söyleyebilir ki insan? Ne yazsam bu iktidar anlamaz. Bir dere için canından olan Lokumcu'yu o deredeki balık anlar, su anlar, yosun anlar, taş anlar ama düşlerinde bile bir kez olsun balık, yosun görmeyenler, rüyaları ve kabusları paradan ibaret olanlar anlamaz. Bakmayın meydanlarda attıkları “Allah”lı, “kul hakkı” bol nutuklara; “insanı”, “yaşamı” sevmeyen ama parayı seven bir kuşağın en hırslıları o gördükleriniz. 

Partilerin enerji politikaları
Bir hafta sonra Türkiye'de milyonlarca insan sandık başına gidecek. O gün bu köşede seçim yasağı nedeniyle başka şeyler yazmam gerekecek. O yüzden ben en iyisi bugünden yazayım. Biliyorum, memlekette dert bir değil. Kimi maaşına zam almak için oy atacak, kimi daha fazla demokrasi için. Kimi ana dilde eğitim isteyecek kimi şifresiz, kayırmasız bir üniversite sınavı. Yaşa, sosyal sınıfa, çalışma ve ilgi alanına göre herkesin yeni iktidardan beklentisi farklı olacak. Ben size sadece Meclis'e girmesi beklenen üç parti (AKP, CHP ve MHP) ile Emek, Demokrasi Özgürlük Blok'unun enerji konusunda neler yapmayı planladıklarını anlatayım, kararı siz verin. AKP, Mersin ve Sinop'a sekiz adet nükleer reaktör yapmayı planlıyor. CHP de hayır demiyor. Halk oylamasından yana., halka soralım diyor. Yaşam hakkının referandumu olur mu; bence pek olmaz. CHP, nükleer santral kurulmasına kategorik olarak karşı olunmayacak, nükleer santral projelerinde nihai karardan önce atıkların güvenli bir şekilde saklanması sorunu çözülecek diyor. MHP de nükleere karşı değil. Bir tek blok adayları nükleer ve fosil yakıt kaynaklı santrallerin üzerini çizme cesaretini göstermiş. Hasankeyf, Munzur ve Karadeniz'deki HES projelerinin durdurulmasını vaat ediyorlar. Siyanürle altın aranmasının yasaklanması da bağımsız adayların planları arasında.

AKP, MHP ve CHP’nin hidroelektrik potansiyeli kullanma konusunda, bu konudaki hassasiyetleri nasıl gidereceklerini belirtmeden yaptıkları açıklamalar var. Bir sürü teknik soru yanıtlanmamış. İktidar partisinin duruşu ise çevre açısından kat ve kat daha tehlikeli. AKP'nin kömür, su, nükleer, ellerine ne geçerse, hem de tüm sınırları zorlayarak kullanmayı amaçlayan hedefleri, çevre ve yaşam açısından ciddi tehlike sinyalleri veriyor. Bugün, Dünya Bankası verileriyle söylersek yüzde 14'lerde olan kayıp-kaçak oranını yüzde 5'in altına düşürme hedefi gibi, altına imza atacağım bir hedef bile resmin tümüne bakınca kuşku yaratıyor. Onu da yapalım, bunu da yapalım gibi bir hal var. Boş nehir kalmasın, yeraltındaki tüm kömür yakılsın, her yere nükleer kurulsun! Benim anlayamadığım, Enerji Bakanlığı'nın abartılı olduğunu bile söyleyebileceğimiz talep tahminlerinin üstünde enerji/elektrik üretimini amaçlayan bu hedeflerle ne yapılmak istendiği. İnsan bize 100 lazım deyip, ülkedeki tüm kültürel, doğal değerleri hiçe sayarak 200 üretmeye çalışır mı? Ne yapacağız bu kadar enerjiyi, elektriği? Yiyecek miyiz, yutacak mıyız yoksa satacak mıyız? “Anadolu'yu vermeyoz” diyenlere su ve yiyecek verilmesi engellendiğine göre herhalde bundan böyle elektrikle besleneceğiz. Hayal gibi ama zorla değil mi; o da olur. 

Avrupa nükleere sırtını döndü

Japonya'daki Fukuşima kazasının nükleer endüstriye kalıcı bir darbe daha indirdiği kesin. Ancak bu defa kazanın etkileri nükleer santral siparişlerinin azalmasıyla sınırlı kalmayabilir. Bir enerji devrimi ya da en azından evrimi ve ötesi mümkün.

Özgür Gürbüz-Bianet/4 Haziran 2011

1986'daki Çernobil kazasından sonra dünyanın o "eski dünya" olmayacağı herkesçe söyleniyordu. Nükleer endüstri Çernobil kazasından sonra uzun süre kendisini toparlayamadı. Siparişler iptal edildi, birçok ülkede santraller kapatıldı. Yenilenebilir enerji yatırımları ve doğalgaz öne çıktı. Kazanın, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin yıkılmasına neden olan faktörlerden biri olduğunu iddia edenler bile var.

Japonya'daki Fukuşima kazası sonrası ise Çernobil'in unutulduğunu düşünen ve küresel ısınmayı durdurma konusunda fosil yakıtlar karşısında yakaladığı avantajını kullanmak isteyen nükleer endüstrinin "rönesans" hamlesi yarım kaldı. Fukuşima'nın nükleer endüstriye kalıcı bir darbe daha indirdiği kesin. Ancak bu defa kazanın etkileri nükleer santral siparişlerinin azalmasıyla sınırlı kalmayabilir. Bir enerji devrimi ya da en azından evrimi ve ötesi mümkün.

Almanya ve İsviçre'de nükleer reaktörler kapatılıyor
Fukuşima kazasından bir süre önce Almanya'da bambaşka nükleer şarkılar çalınıyordu. Sosyal Demokratlar ve Yeşiller'in oluşturduğu, "Kızıl-Yeşil" koalisyonunun 2002'de aldığı tüm nükleer santralleri 2022'ye kadar kapatma kararı ötelenmiş, nükleer enerji şirketleri, sağ partilerden oluşan Angela Merkel koalisyonuna çeşitli vergiler ödemeyi taahhüt ederek, 2032 hatta 2037'ye kadar santrallerini çalıştırmayı garanti altına almışlardı.

Bu rüya çok uzun sürmedi. Almanya'da Fukuşima kazasından sonra büyüyen anti-nükleer hareket oylara da yansıyınca Almanya Başbakanı Angela Merkel ve arkadaşlarının fazla seçeneği kalmadı. Kızıl-Yeşil Koalisyonu'nun 2022'ye geri dönüldü.

Hatta daha fazlası yapıldı. Almanya'daki 17 reaktörün en eski yedi tanesi Japonya'daki kazadan sonra üç aylığına zaten kapatılmıştı. Bu santrallerin fişi şimdi tamamen çekildi, bir daha hiç açılmayacaklar. Bu yedi reaktöre 2007 ve 2009'da ciddi kazalarla adını duyuran Krümmel de eklendi. Geriye kaldı dokuz. Onların da 11 yıl süresi var.

Her ülkenin sahip olduğu enerji kaynakları çeşitlilik gösteriyor. Çevre, demokrasi kıstasları farklı. Sanayi ve kalkınma gibi enerji talebini şekillendiren politikaları da değişken olunca bir ülkenin diğerine bakarak benzer kararlar almasını beklemek pek gerçekçi değil. Ancak, söz konusu ülke, elektriğinin 2010 yılında yüzde 28'ini nükleer santrallerden sağlayan dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olunca işler değişiyor.

Kısacası Almanya nükleersiz yaparsa herkes yapabilir demek pek de yanıltıcı olmaz. Nitekim, beş nükleer reaktör işleten ve elektriğinin yüzde 38'ini nükleerden sağlayan İsviçre de aynı yolda ilerliyor. 2034'e kadar ülkedeki beş reaktör kapatılacak. Yapılması planlanan üç reaktörle ilgili planlar da çöpe atıldı. İsviçre, hidroelektrik santrallerden üretip komşu ülkelere sattığı ve 1 milyar doların üzerinde gelir elde ettiği elektrik enerjisini kendisine saklayacak ve yenilenebilir enerjiye yatırım yapacak.

İtalya'da referandum
İsviçre'den elektrik satın alan ülkeler arasındaki İtalya da, Çernobil sonrası kapattığı dört reaktörün yerine yenilerini yapmayı planlıyordu. Görünüşe bakılırsa bu da çok kolay olmayacak. Hâlihazırda zor günler yaşayan Berlusconi hükümeti, bu ay yeni nükleer santrallerin kurulup kurulmamasıyla ilgili bir sınav daha verecek. Ülkedeki yüksek mahkeme nükleer santrallerin kurulması konusunda referanduma gidilmesi gerektiğine karar verdi. 12 ve 13 Haziran'da halk kararını sandıkta verecek. 1987'de yapılan halk oylaması ülkedeki dört reaktörün kapatılmasıyla sonuçlanmıştı. Berlusconi, halk oylamasının daha sonra yapılmasını, muhtemelen halkın Fukuşima'yı unutmasını istiyordu ancak bu istediği olmadı. Bir sürpriz olmazsa İtalyanlar bir kez daha nükleere hayır diyecek ve Avrupa'da nükleer enerjiye sırtını çevirmiş ülkelerin arasında yerini alacak.

Avrupa'da nükleer karşıtı ortak bildiri
Avrupa'da yaşanan ilginç bir gelişme de Avusturya, Yunanistan, İrlanda, Letonya, Lihtenştayn, Lüksemburg, Malta ve Portekiz'den gelen resmi delegasyonların açıkladığı nükleer karşıtı ortak bildiriydi. İklim değişikliğinden, sürdürülebilir enerjiye uzanan taleplerin nükleersiz gerçekleşmesini istediklerini belirten bu ülkeler, nükleer endüstrinin yoluna kocaman bir taş daha bıraktılar. Nükleer santralleri kapatma kararları devam eden İspanya ve Belçika'yı, hiç nükleer santrali olmayan Danimarka, Norveç'i de bu resme eklediğinizde Avrupa'da nükleer reaktör satmanın artık ne kadar zor olduğu açıkça görülüyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın listesinde yapım aşamasında 64 yeni reaktör (Bazılarının inşaatı yıllardır sürüyor, bazılarında ise inşaatın sürdüğü bile şüpheli) olduğu belirtiliyor. Bunların 27 tanesi Çin'de, 11 tanesi Rusya'da, 10 tanesi Güney Kore ve Hindistan'da yer alıyor.

Geriye 16 reaktör kalıyor ve bunların sadece üç tanesi Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da. Fransa ve Finlandiya'daki en son teknoloji reaktör projelerinin zamanında bitirilemeyeceği ve tahmin edilenin çok üstünde rakamlara mal olacağı şimdiden ortaya çıktığı için hiçbir nükleer taraftarı bu projelerden bahsetmek istemiyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) yapımı süren reaktör ise inşaatına aslında 1974'te başlanıp, sonra yarım bırakılan Watts Bar-2 reaktörü. O da değil örnek olmak, 40 yıldır bitmeyen inşaatın maliyetini kurtarsa iyi. Kısacası, enerji talebi hızla artan, çevresel kaygıları sınırlı ya da sırlandırılmış, halkın karar mekanizmalarına katılmasıyla ilgili kültürün gelişmediği ülkelerde nükleer enerji daha kolay yol alıyor.

Yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğiyle ilgili çalışmaların artması da atom santrallerinin işini daha fazla zorlaştırıyor. Ekonomi penceresinden baktığınızda, yenilenebilir enerji kaynaklarından gün geçtikçe daha ucuza elde edilen enerji ve özellikle istihdam konusu nükleer enerjinin elini kolunu bağlıyor.

Bugün Almanya'da 370 bin kişi yenilenebilir enerji sektöründe çalışıyor ve nükleer santrallerin daha fazla elektrik üretme vaadi, daha fazla iş yaratmadıkça ekonomik kriz sonucu işini kaybeden insanlar için pek fazla bir şey ifade etmiyor.

Çıldırt bizi Tayyibim

Özgür Gürbüz-BirGün / 29 Mayıs 2011

Beşiktaş'ın ünlü taraftar topluluğu Çarşı, “Çıldırt bizi Kartalım, bu stadı başlarına yıkalım” diye bağırmaya görsün, tarihi İnönü Stadı'nda yer yerinden oynar. Eski kaptan “Deli” lakaplı İbrahim dışında tüm oyuncular ve seyirciler çıldırır, stad yıkılacak gibi sallanır. Beşiktaşlılar iyi bilir.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan birkaç gün önce de Ankara'nın “çılgın projesi”ni açıkladı. Yine inşat, yine hafriyat. Bilgisayar desteğiyle birkaç günde yapıldığı belli olan sinevizyon gösterisinde, bir tünel animasyonu özellikle ilgimi çekti. Bildiğiniz üç şeritli bir tünel işte. Sağa dönüyor, sola dönüyor, 20 yıl öncesinin Atari oyunlarındaki araba yarışlarına benzer bir şey. Başbakan, “Tünel nasıl, tünel” diye soruyor, AKP'liler çıldırıyor. Başbakan biraz daha bastırsa salonu başlarına yıkacaklar. Gerçek hayatta pek olmaz ama animasyondaki yolun şerit çizgileri bile var. Bravo!

Dekolte giyen kadın görünce olmayan aklını yitirenlere, şimdi de tünel görünce “çıldıranlar” eklendi. Parti toplantısı değil taraftar buluşması sanki.

-Bak bu tünel.
-Heyooo!
-Bak bu köprü.
-Yaşa, varol!
Bak bu kanal, su geçiyor içinden.
-Vay beee!

Bu çıldırmış taraftar kitlesine, bu hengame içinde bir şey anlatmak, sesimizi duyurmak mümkün mü? Pek emin değilim ama yine de ezber bozma adına yazmakta fayda var. Tünel, köprü trafik sorununu çözmez. Ne kadar yol, o kadar yeni araç demektir. İstanbul ve Ankara'nın en büyük dertleri büyüklükleri, nüfus artışıdır. Sınırsız ve hedefsiz olmalarıdır. Küçük kentler güzeldir, kolay idare edilir. Yeni yerleşim yerleri açarak bir kentin küçüldüğü, nüfusunun azaldığı nerede görülmüş? Deprem tehditi altındaki yerleşim bölgeleri yeni iki kente taşınacakmış da, falan da filan. Boşaltılan yerler yeşil alan mı olacak? Haşa! Oradaki insanlar yukarıya (kalan son yeşil alanlar) taşınacak, gittikleri yerlerdeki evler ucuza kapatılacak ve yerine yeni konutlar yapılacak. Kanalından, yeni yol ve kentlerine, tüm bu inşaat işleri için İstanbul ve Ankara'ya gelenler de bu kentlerin yeni yerlisi olacak. Nüfus daha da artacak. Su sorunu, trafik sorunu ve beraberinde gelen çeşitli sosyal sorunlar da çığ gibi büyüyecek. İstanbul gibi tarihi bir kentin merkezini değiştirebilir misiniz? Bahçeşir, Esenler gibi yerlere kurulan yeni ve modern(!) kentlerle bu denenmedi mi? Denendi. Sonuç ise hüsran. Aksaray yine Aksaray, Taksim yine Taksim. Tıklım tıklım.

Yapılması gereken kentin doğal sınırlarını belirlemek ve bunun ötesinde yeni yapılaşmaya izin vermemek. Ancak bu takdirde imara yeni açılan alanlarda bina yapılmasını önler, konut yapımı için ayrılmış mevcut sermayeyi de deprem tehlikesi altındaki eski binalara aktarırsınız. Bunu yaparken de sosyal devleti ortaya çıkarır, orada yaşayanlara, doğup büyüdükleri semtte yaşama hakkını verirsiniz (parayla satarsınız demiyorum). Toki, moki dediğiniz kurumlar bu sosyal dayanışma için var, yoksa memlekette müteahhit mi yok?

Bu çılgınlıkla ilgili çok şey yazılabilir ama gözden kaçan başka bir noktaya da değinmek lazım. Başbakan Ankara'da yaptığı konuşmada, “Ankara'nın nüfusunun çok hızlı artarken şehrin buna hazırlıklı planlanmadığını” söyledi. Kızılay'da yenileme çalışması yaplacak, Ankara'ya lunapark kurulacak gibi daha bir çok şey vaadetti. Kim? Başbakan. İnsan, “Ankara'nın belediye başkanı Melih Gökçek'in eli armut mu topluyor diye” sormadan edemiyor. İstanbul'da da aynı manzara söz konusuydu. Başbakan aynı zamanda 81 ilin belediye başkanı oldu da bizim mi haberimiz yok? Kızılay'da meydan düzenlenmesinden Başbakan'a ne? İstanbul'a Ankara'ya lunapark kurma projelerinin genel seçimle ne ilgisi var? Kürt sorunu hakkında konuşan yok, işsizlik hakkında konuşan yok. Enerji politikalarında nükleerden, HES'lere, dağıtımdan enerji güvenliğine bin tane sorun var; konuşan yok.

-Ankara'ya lunapark geliyor.
-Heyooo, çıldırt bizi başbakanım!
-Köşeye de simit sarayı koyacağız, bakın animasyonda var, gevrek simit şeklinde...
-Helal olsun, çıldırt bizi Tayyip başkan.

“Her bir şeyin başkanı” diye bir mevki var mı demokrasilerde acep? Başkanlık sisteminin de ötesinde bir şey Erdoğan'ın istediği ama elim varmıyor yazmaya. Sibel Üresin'i bilmem ama Sayın Emine Erdoğan'ın “harem” meselesi nedeniyle itiraz edeceğini düşünüyorum; o iş zor biraz. Bu seçimlerde ülkenin “çılgınlığa” değil “normalleşmeye” ihtiyacı olduğunu başta AKP seçmeni olmak üzere herkesin Başbakan'a anlatması gerek. Birilerinin çıkıp, “bak, bu ağaç”, “kanal yapacağın yer orman, su havzası” demesi gerekiyor. Yoksa Tayyip bizi çıldırtacak, bu ülkeyi de hepimizin başına yıkacak. 75 milyon hafriyat altında kalmak üzere.

Ruslar Akkuyu'da

Özgür Gürbüz / 24 Mayıs 2011

Akkuyu'da kurulması planlanan nükleer santral için Rus şirket kolları sıvadı. İnşaat öncesi hazırlıkları tamamlamak isteyen Rosatom ya da Türkiye'de kurulan şirketleri Akkuyu A.Ş. öncü mühendislik çalışmalarına başladı. AtomEnergoProekt (AEP) firması, yersel araştırmaları yapıp, Haziran ayı ortasından sonra tam ölçekte yapılacak mühendislik incelemelerine geçilmesini sağlayacak. Türkiye'deki genel seçim sonrası süreç hızlanacak. Tüm bu çalışmalar sonucunda, lisans başvurusu için gerekli dökümanlar 2012 yılına kadar hazırlanmış olacak.

Santralle ilgili çalışmalar Fukuşima kazası sonrası tüm Türkiye'de oluşan tepkilere, yerel halkın itirazlarına rağmen sürdürülüyor. Nükleer santralin kurulması istenilen yerin yakınından fay hatlarının geçmesi, Türkiye'nin yenilenebilir enerji potansiyelinin adeta hiç kullanılmamış olması, bölgenin ciddi doğal güzelliklere ev sahipliği yapması, Akdeniz'in ciddi turizm geliri yaratması ve enerjinin Türkiye'de oldukça verimsiz kullanılıyor olması nükleer karşıtı argümanlardan sadece birkaçı. Aşağıdaki bağlantıdan da görülebileceği gibi Türkiye depremsellik açısından, Rus nükleer reaktörlerinin kurulduğu başta Rusya ve Ukrayna olmak üzere diğer eski doğu bloku ülkelerinden çok daha riskli bir ülke.


Haritadaki kırmızı noktalar Richter ölçeğine göre son 500 ylda gerçekleşen 5,0 ve üzerindeki depremleri gösteriyor. Bu haritaya bakıp Rusya'nın bu konuda tecrübe sahibi olduğunu söylemek çok zor (Akdeniz'de gerçekleşmiş tsunami örneklerine de dikkatinizi çekmek isterim).

Rusya açısından Akkuyu'da kurulacak bir nükleer reaktör çok büyük öneme sahip çünkü Rus şirketlerinin halihazırda Çin, Hindistan ve Bulgaristan dışında planlanan/yapımı süren reaktörleri yok. Türkiye, nükleer enerji konusunda Ruslara güvenen (Hindistan'ı saymazsak) ilk “blok” dışı ülke olacak. Rus şirketlerine nükleer santral siparişi veren yine ilk “blok” dışı Avrupa ülkesi olacak. Bu nedenle Rus firması bu santrali mutlaka yapmak ve kredibilitesiyle birlikte pazar payını hem çeşitlendirmek hem de genişletmek istiyor. Türkiye ise, yetersiz hukuki ve teknik altyapı nedeniyle batılı nükleer firmaların teklif vermeden ayrıldığı “yarışma” adı verilen ihaleden sonra adete tek seçenek olarak kalan Rosatom'la anlaşmak zorunda kaldı.

Eblehim, eblehsin, eblehiz...

Özgür Gürbüz-BirGün / 22 Mayıs 2011

Türkiye'deki insanların galiba bir kısmı aklını yitirdi. 75 milyonun hepsinin bu durumda olduğunu düşünmüyorum ama var bayağı. Vurun tahtaya, üç kere; tık tık tık... Gördüğüm o ki, akıl kaybı yaygın bir hastalık ve tedavi edilebilir düzeyde ama acil müdahale şart. Erken teşhis bildiğiniz gibi ülke kurtarır. Tıp doktoru değilim ama duyduğumu anlayabiliyor, yazılıp çizilenleri görüyorum. 1980 darbesi sonrasında başlatılan bir çeşit “eblehleştirme” politikaları sonucu, memleketimizdeki insanların düşünme kabiliyetinde hasar meydana geldiği konusunda ciddi şüphelerim var. Gelin size beni şüphelendiren nedenlerden bir tanesini anlatayım.

Kendisine “halk sağlığı”nı meslek edinmiş bir grup bilim insanı ve öğrencileri, Kocaeli'nin Dilovası İlçesi'nde bir çalışma yaparlar. Yapılan iş falcılık değildir, komplo teorisi üretmek hiç değildir. Öyle olsaydı bugün bin tane televizyon kanalında bu bahsettiğim çalışmayı yapan kişileri görürdünüz. Yapılan iş bir bilimsel çalışma. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ve akadaşları, Dilovası Belediyesi defin ruhsatlarından yola çıkarak (daha sonra da kapı kapı dolaşarak), 1 Ocak 1995 ile 10 Ekim 2004 tarihleri arasında beldede gerçekleşen ölümlerin nedenlerini araştırırlar. Halk sağlığı biliminin kendilerinden yapmalarını istedikleri türden bir çalışma yaparlar anlayacağınız. Meslekleri onlardan, halkın daha sağlıklı yaşaması için çevre sağlığı koşullarını da düzenleyerek bir anlamda ömür uzatmalarını ister. Otobüs şoförünün işi nasıl kullandığı otobüsü A noktasından B noktasına götürmekse, hak sağlığı uzmanının, doktorların işi de canlıların hayatta kalmasını sağlamaktır. Neden mi bu herkesin bildiği, bilmesi gereken şeyleri yazıyorum? Son iktidar döneminde doruk noktasına varan “eblehleştirme kampanyası”, insanlarımızın muhakeme yeteneğine feci zarar verdi de ondan yazıyorum.

Çalışma, belirlenen tarihler arasında toplam 494 ölüm gerçekleştiğini, ölümlerin yüzde 32,3'ünün kanser nedeniyle olduğunu göstermektedir. Yine kayıtlara göre bu ölümlerin yüzde 44’ü akciğer, yüzde 19,5’i de mide kanseridir. Kanserden ölenlerin yaş ve sigara içme durumlarının sonucu etkilemediği de ayrıca araştırılıp, ispatlanmış. Yani neden başka. Sanayi tesislerinin oldukça fazla sayıda olduğu, büyük bir organize sanayi bölgesinin bulunduğu Dilovası'nda sizce neden ne olabilir? Hava kirliliğiyle ilişkilendirilebilecek akciğer kanseri vakalarının bölgede bu denli çok görülmesi büyük ve talihsiz bir tesadüf olmalı! Eblehlik böyle düşünmeyi gerektirir. Halk tesadüf deyip geçmezse, “kaderdir” açıklamasına da başvurulabilir.

Türkiye İstatistik Kurumu'nun, raporun açıklandığı 2004 yılındaki verilerine baktığınızda Türkiye’deki ölümlerin yüzde 12,5’inin kanser nedeniyle olduğunu görürsünüz. Dünya Sağlık Örgütü’nün aynı tarihli raporları da, dünyadaki ölümlerin yüzde 12,5’inin kanser, bu ölümlerin yüzde 17,5’inin akciğer, yüzde 11,9’unun da mide kanseri nedeniyle olduğunu gösterir. Kısacası Dilovası'nda yapılan çalışma, bölgede kanser ölümlerinin neredeyse Türkiye ortalamasından üç kat fazla olduğunu göstermektedir. “Eblehleştiremediklerimizden” biriyseniz bu çalışmanın sonucunu kamuoyuna duyurursunuz. Zaten göreviniz halk sağlığını korumaktır ve Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun yaptığı da budur.

Hamzaoğlu ve ekibi araştırmalara devam eder. 2005 yılında, bölgede 10 yıldan fazla yaşayanlarda ölme riskinin, 10 yıldan daha az yaşayanlara göre 4,5 kat daha fazla olduğu da ortaya çıkarılır. Daha sonra İl Sağlık Müdürlüğü'yle ortak çalışma yapılır. 2000 ile 2007 yılları arasında ölen 672 kişiden 204'ünün kanser olduğu ortaya çıkar. Yine yüzde 30'un üstünde bir rakamla karşılaşılır. Hamzaoğlu diyor ki, “Çocuk emziren annelerin sütünde bile çinko, demir, alüminyum tespit ettik, tehlike büyük”. İnternetten baktım, “temiz ane sütü yoksa mama alın” diyen henüz çıkmamış. Yakındır.

Bu çalışmalar bölgede birilerini tedirgin etmiş olmalı ki, AKP'li belediyeler harekete geçmiş. Kanser vakalarını durdurmak için değil tabi ki! Eblehleşmeyin sayın okur! Bu çalışmaları yapan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nu durdurmak için harekete geçmişler. Kocaeli ve Dilovası belediye başkanlıkları, “haberin geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağladığı, araştırma sonuçlarını halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı” iddiasıyla Hamzaoğlu'nu Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı'na şikayet ettiler. Dilovası'nda halkı ne kanser yapıyor diye sormayanlar, kanserden insanların patır patır dökülmesinden utanmayalar, araştırma sonuçlarının açıklanmasından, bu araştırmaların devam etmesinden rahatsızlar. Vay anasını sayın okurlar! Sizce bu ülkedeki insanların akıl sağlığından şüphe etmekte haksız mıyım?

***
Onur Hamzaoğlu'na destek için:

Japonya'yı temiz enerji kurtaracak

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 18 Mayıs 2011

Japonya isterse 10 yıl içerisinde, Fukuşima'daki bir numaralı santralin ürettiği elektriğin dört katını yenilenebilir enerjiden sağlayabilir. Bunu ben söylemiyorum. Yenilenebilir enerji üzerine yıllardır yazılar yazan Paul Gipe söylüyor. Nükleer santral kurmanın çetrefilliğini, Japonya'da kamuoyunun nükleer enerji konusunda değişen algısını düşünürseniz, 10 yılda değil altı nükleer reaktör (Fukuşima Daiçi'de altı reaktör vardı) belki de bir tanesini bile bitiremeyebilirsiniz. Gipe, Japonya'nın Almanya'nın izlediği gibi bir yenilenebilir enerji politikası izlemesi, benzer alım garantileri sağlaması halinde, 10 yıl içerisinde Japonya'da yılda 120 TWs elektrik üretebilecek bir temiz enerji kapasitesi kurulabileceğini öne sürüyor. Almanya'nın 2000-2010 yılları arasında güneş, rüzgar ve biyokütle başta olmak üzere yılda 80 TWs elektrik üreten yenilenebilir enerji kaynaklarını sisteme eklediğine vurgu yapıyor. Almanya'da 2010 sonunda yenilenebilir enerji kaynaklı üretimin 100 TWs'i geçtiğini belirtelim. Gipe, Fukuşima Daiçi'nin 2010 yılında 30 TWs'lik, Japonya'nın tüm nükleer santral filosunun da yılda 260 TWs'lik (Bu konuda bazı kaynaklar 284 TWs'i gösteriyor) üretim yaptığına dikkat çekiyor.

Bir tarafta nükleer enerjiden vazgeçmeye çalışan Almanya, diğer tarafta dünyanın ikinci en büyük nükleer kazasını yaşayana dek nükleer enerjiden daha fazla faydalanmanın planlarını yapan Japonya. Japonya 2050'ye kadar elektrik ihtiyacının yüzde 50'sini nükleerden karşılamayı planlıyordu. (Bu oran şu anda yüzde 30'un altında) Bu hedef nükleer felaketten sonra yalan oldu. Şimdi, medet umulan nükleer enerjinin yerine yenilenebilir enerji ve enerji tasarrufunun geçmesi planlanıyor. Japonya Başbakanı Naoto Kan birkaç gün önce bu yönde bir açıklama yaptı.

Gipe'nin makalesinden devam edelim. Dünyanın en büyük üçüncü ekonomisi Japonya ve dördüncü büyük ekonomisi Almanya. İki ülkenin de yüzölçümü birbirine yakın ancak Japonya'nın nüfusu neredeyse Almanya'dan 50 milyon, elektrik tüketimi de yüzde 70 daha fazla. Japonya'nın milli geliri de Almanya'dan yaklaşık yüzde 40 oranında fazla. İki ülke arasındaki fark elektrik enerjisi üretiminde yaptıkları tercihlerde. Japonya elektriğinin yüzde 1 kadarını, Almanya elektriğinin yüzde 17'sini (yüzde 14'ü rüzgar, güneş ve biyokütle) yenilenebilir enerji kaynaklarından elde ediyor. Bir deprem ülkesi Japonya'da 540 MW'lık jeotermal kurulu gücü var. Rüzgar enerjisi kurulu gücü de sadece 2304 MW. Gipe'nin Japonya'nın aldığı güneş radyasyonu miktarına göre yaptığı kıyaslamaya bakıldığında Almanya'dan yüzde 14 daha fazla potansiyele sahip bir ülke karşımıza çıkıyor. Japonya'nın fotovoltaik teknoloji konusunda bir zamanlar dünya lideri olduğunu da anımsayalım. Yazarın özetlediği bu tabloya bakıldığında şöyle bir yorum yapabiliriz. Tek eksik politik irade. İki ülkenin arasındaki en büyük fark bu.

Yazarın iddiası, Japonya'nın Almanya benzeri politikaları hayata geçirmesi halinde, endüstriyel kapasitesinin de zorlanmayacağı göz önüne alınırsa, 2022'de 50 TWs'lik fotovoltaik, 20 TWs'lik jeotermal kaynaklı elektrik üretimi yapabileceği. Rüzgar enerjisinde de Almanya benzeri (yılda ortalama yüzde 20'lik büyüme) bir yol izlenirse, sadece 10 yıl içinde 180 TWs'lik bir yenilenebilir enerji kaynaklı elektrik üretiminin mümkün olabileceğini öne sürüyor. Bu da büyük bir kısmı hurdaya çıkan Fukuşima Daiçi santralinin üretiminin altı kat fazlasına denk düşüyor. Anahtar ise yenilenebilir enerji yasası. Gipe'ye göre ABD'deki gibi rüzgar için ayrı, jeotermal için ayrı bir yol izlenirse başarı zor. Almanya'daki gibi kapsayıcı, tüm yenilenebilir enerji kaynaklarını içeren bir yasayla yola çıkılması gerektiğini savunuyor. Yine, yasanın uzun dönemli olması, en azından bir 10 yıllık güvence vermesi gerektiğini, üretim tesislerinin hazırlanması, santral sahalarının saptanması ve kurumların oluşturulması için zaman tanınmasının önemine değiniyor. Kısacası, teknoloji geliştirecek bilim insanları da, üretim yapacak yatırımcılar da kendilerini hazırlamalı ve uzun vadeli bir işe giriştiklerinin farkına varmalı diyor.

Bu yazımı boşu boşuna önemli bir makalenin çevirisine harcadığımı düşünüyor olabilirsiniz. Hemen amaçlarımı açıklayayım. İlk nedenim, dünyada yenilenebilir enerjinin hangi düzeyde konuşulduğuna dair bu önemli örneği paylaşmaktı. Türkiye'de temiz enerjiye çocuk oyuncağı gibi bakan bir zihniyet hala varlığını sürdürüyor. İkinci nedenim ise yenilenebilir enerjinin sadece çevreci ve risksiz olmakla kalmayıp, aynı zamanda oldukça hızlı bir şekilde hayata geçirilebildiğine ve beraberinde bir endüstri yarattığına dikkat çekmekti. Üçüncü nedenim ise Türkiye'de sadece fiyat üzerinden, kısa vadeli, bir veya birkaç kaynağa odaklı yenilenebilir enerji yasasına dikkat çekmekti. Temelinde, “yenilenebilir olsun ama çok da fazla olmasın” mantığının yattığı bir yasanın yerli üretimden, enerjide dışa bağımlılığı azaltmaya kadar istenen rolü üstlenemeyeceğine vurgu yapmaktı. Dördüncü ve son amacım ise kısa ve net. Nükleersiz olmaz diyenlere “bal gibi olur” demek istedim. Dünyanın en büyük üçüncü ve dördüncü ekonomilerinde nükleersiz seçenekler gündeme geliyor, konuşuluyor ve planlanıyorsa; 16. büyük ekonomisinde, hem de bu iki ülkeden daha büyük yenilenebilir enerji potansiyeline sahip Türkiye'de neden olmasın? Çıldırmaya gerek yok, inanmak yeter...

Bergama'dan Kütahya'ya siyanür maceramız

Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Mayıs 2011

Köylüler Eti Maden A.Ş.'nin kapısına dayanmış. İsyandalar... İsyandalar çünkü şirkete ait 25 milyon tonluk siyanürlü atık havuzu köylülerin evlerine, tarlalarına tüm pisliğini boşaltmak üzere. İşletmenin atık havuzlarından ikisi çöktü, geriye bir tane kaldı. O sette de sızıntılar olduğu söyleniyor, içme sularına bile siyanür karıştığından bahsediliyor. Siyanürlü atık su, son barajı da yıkar veya yağmurlar sonucu taşarsa vay halimize. Köylüler madenci şirketin kapısına dayandı çünkü hayatları pamuk ipliğine bağlı.

Çevre Mühendisleri Odası başta Köprüören, Kızılcakaya, Yoncalı ve Örenköy olmak üzere dört köyün boşaltılmasını, barajın çökmesiyle boşalacak suların Eskişehir'e ulaşabileceği nedeniyle de geniş bir bölgede önlem alınması gerektiğini söylüyor. Benim aklıma gelen ilk çözüm ise biraz farklı. Çevre Bakanı'nın bölgeye gidip atık barajından bardak bardak su içmesi gerektiğini düşünüyorum. Böyle gördük ne de olsa. Cahit Aral radyasyonlu çayla meşhur olmuş, Bedrettin Dalan Haliç'in suyunu gözlerinin rengi kadar mavi yapmış sonra da lıkır lıkır içmişti. Siyanürlü su da hoş olur, romatizmaya iyi gelir...

Kütahya'yı anlamak için Bergama'yı bilmek gerek. Türkiye'de yıllardır örgütlü ve örgütsüz bir grup insan, siyanür kullanılarak yapılan madenciliğin tehlikelerine karşı çıkıyor, hukuki ve demokratik bir mücadele sürdürüyor. Kütahya'da köylüler iş derdi nedeniyle bugüne kadar pek seslerini çıkarmamıştı ancak Bergama'yı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) dahil duymayan kalmadı. Devlet, AİHM tarafından köylülere tazminat ödemeye mahkum edildi ancak hatasından dönmedi. Süreç, tam da kapitalizmin öğrettiği çizgide ilerledi. “Kirleten öder” ilkesi tıkır tıkır işledi. Şirketin cezası devlete yani biz vergi mükelleflerine kesildi. Ne güzel işmiş patron olmak! Çevreyi kirletirim, cezamı da devletime ödetirim. Slogan gibi oldu, hey maşallah!

Bergama'da kazanılmış hukuk mücadelesi 1998 yılında Ovacık'taki madeni kapattırdı. Tübitak daha sonra yeni bir rapor hazırladı, bakanlar başbakanlar devreye girdi. Devletin hukuksuz bulduğu, İzmir İdari Mahkemesi'nin, “...insan yaşamını etkileyeceği kesin olan siyanür liç yöntemi ile altın madeni işletilmesine izin verilmesi yolundaki dava konusu işlemde kamu yararına uygunluk bulunmamaktadır” yönündeki kararı birkaç yıl sonra aynı devlet tarafından görmezden gelindi. 2001 Nisan ayında maden yeniden işletilmeye başlandı. Hukuk mücadelesini sürdürenler yılmadı. 2 Nisan 2002'de madenin kapısına yine mühür vuruldu ancak 3 Nisan günü bu defa da Bakanlar Kurulu madenin çalışması için prensip kararı aldı. Bu arada yabancı şirket gitti yerlisi geldi; imaj tazelendi. Köylülerin bazları işe alındı, madende çalışanlar ile çalışmayanlar birbirine düşman oldu. Madene karşı çıkanlar tüm ülkede “vatan haini” ilan edildi. Mücadele zayıfladı, dedikodulara kulak asanlar köşelerine çekildi. Mücadele bitmedi hala sürüyor ama “hukuk” bir kere “guguk” oldu mu işler zorlaşıyor. Bugün Kütahya'da siyanür tehlikesi varsa, bu biraz da Kütahyalının, İstanbullunun Bergama'ya yeterli desteği verememesinden, insanlarının altına olan düşkünlüğündendir. Kolumuza taktığımız bilezik Bergama'daki köyünün hayatından daha mı önemli? Sözüm meclisten dışarı.

Tüm bunlar olurken çevreci ve hukukçular çeşitli saldırılara maruz kaldılar. Hem fiziksel hem de politik saldırılar. Seslerini duyurmak için kentlerimize pijamalarıyla inip tehlikeye işaret eden bu köylülere çoğu zaman magazin malzemesi olarak bakıldı. Toprağı biz kentlilerden bin kat daha iyi tanıyan, değerini bilen bu insanların uyarılarını dinlenmedi. Bazıları “vatan hainliği” saçmalığına inandı. Komplo teorisi düşkünleri bu söylentileri yazdı, çizdi. Bunu kampanyalaştırdılar ve altın madeninin hukuğun önüne geçmesinin yolunu açtılar. Milliyetçiler dillerinden düşürmez, “bir karış bile toprak verilmez” derler ya... Sözüm toprak sevdalılarına, artık rahat olunuz, telaş etmenize hiç gerek yok. Siyanür toprağa bulanırsa ne alan olur ne de ona yan bakan. Ülkemizde “vatan hainleri”nin kahraman olmasına da alıştık artık. Nazımlar, Denizler ve daha niceleri...

Demem odur ki, patronları madenci, yazarları kalemşör olan medya Bergama'yı görmezden gelmese, bugün YGS'de gösterdiği tavrı altıncılara karşı göstermiş olsa Kütahya bunları yaşamayacaktı. Tedbirler adam gibi alınır, 2009'da 10 bini geçen maden arama ve işletme ruhsatlarının sayısı belki çok daha az olurdu. Kapitalizm vahşidir ama onu kırbaçlarsanız daha da vahşileşir. Tek derdi kâr olan şirketlere verilen politik destekler onları kırbaçlamaya benzer.

Yerli nükleer santral

Özgür Gürbüz-Birgün / 8 Mayıs 2011

Mersin’in Gülnar ilçesine bağlı Büyükeceli beldesine kurulmak istenilen nükleer santralla ilgili son imzayı da Rusya Devlet Başkanı Medvedev attı. Böylece, sık sık hukukun üstünlüğüne dem vuran AKP, hukuktan mal kaçırır gibi, uluslararası antlaşma zırhının arkasına sakladığı nükleer santral anlaşmasında prosedürü tamamladı. Kazma kürek faslına yaklaşıldı.

Akkuyu bölgesinde kurulması düşünülen nükleer santralı Rusya yapacak.

Santralda çalışacak, santralı işletecek 200–300 kişilik teknik ekip Rusya’dan gelecek.

Rus şirketi santralın yüzde 100 hissesine sahip olacak.

Rus şirketi isterse, santraldaki payı yüzde 51'in altına düşmeyecek şekilde geri kalan hisseleri satabilecek, ancak çoğunluk hisse hep Ruslarda kalacak.

Kurulması düşünülen dört nükleer reaktör de zenginleştirilmiş uranyum yakıtıyla çalıştırılacak. Türkiye’nin uranyum rezervleri sınırlı, uranyum zenginleştirme işlemi de politik, ekonomik ve teknik birçok zorluk içerdiği ve astarı yüzünden pahalıya geldiği için santralın zenginleştirilmiş uranyum yakıtı da Rusya'dan gelecek.

Yaklaşık 9 bin ton uranyumu çıkarıp zenginleştirmenin ekonomik olmayacağı ortada.

Hepsi yakıt için kullanılsa bile iki reaktöre ancak yetiyor. Sadece Akkuyu’da dört adet reaktör kurulması planlanıyor.

Santral Rus dizaynı olduğundan, bu reaktör için üretilen özel yakıtı kullanmak zorundayız. İki ülke arasındaki olası bir anlaşmazlıkta başka yerden yakıt alamayacağımız için santral elektrik dahi üretemeyecek.

Ruslarla, santraldan üretilecek elektriğin kilovatsaatini 12,35 sentten (dolar) almak üzere anlaşma yapıldı. 15 yıl boyunca alım garantisi verildi. Rusya’ya verilen alım garantisindeki 12,35 sentlik fiyat, Rus şirketin bize satışı. Tüketiciye gelene kadar, iletimden-dağıtıma üstüne birçok vergi ve ek ücret eklenecek.

Bugün Türkiye’de kilovatsaati 5–6 sente elektrik üreten rüzgâr santralleri var ve hükümet bu durumdan haberdar.

Elektrik Mühendisleri Odası, 15 yıl boyunca verilen alım garantisi sonucu Rus şirkete ödenecek miktarın 15 yılda 51 milyar doları bulacağını hesaplıyor.

Elektrik ihtiyacı olmasa, yani almasak bile bu parayı ödemek zorundayız.

Kısacası, santral Mersin'de kurulacak; yakıtı, mühendisi, cıvatası oradan gelecek; yine Rusya’nın devlet şirketi tarafından işletilecek. Biz ise pahalı da olsa elektriği mecburen satın alacağız. Arıza olsa Rus şirketin tamir etmesini bekleyeceğiz.

Enerji Bakanı Taner Yıldız, birkaç gün önce nükleer santralleri kurarsak, enerji alanında Rusya’ya bağımlılığımızın azalacağını söyledi.

Fıkra gibi değil mi? Ne yazık ki değil.

İşçiler, güneş enerjisi için birleşin!

Özgür Gürbüz-Birgün / 1 Mayıs 2011

Bugün dünya enerji talebinin yüzde 80'e yakını fosil yakıtlar dediğimiz petrol, doğalgaz ve kömür tarafından karşılanıyor. Bu üç enerji kaynağı da yeraltından çıkarılıp, yerüstündeki insanın enerji istemini karşılamak için hizmetimize sunuluyor. Kömürün eldesi, doğalgaz ve petrole göre farklı. Binlerce işçinin devamlı kazması gerekiyor. Yüzlerce metre derinlikteki madenlerden kömürü sürekli yeryüzüne çıkarması gerekiyor. Doğalgaz ve petrol ise sondajlar tamamlanıp, kuyular kurulduktan sonra işi adeta otomatiğe bağlıyor.

Enerji maliyet hesaplamalarına baktığımızda iki farklı yaklaşımın, iki farklı sonuca ulaştığını görüyoruz. Toplumsal maliyeti (sosyal maliyet) hesaba katanlar ve katmayanlar. Katarsanız hesap farklı. Afşin Elbistan termik santrali yüzünden çevrede hasta olan insanlar ve santralde yakılan kömürü çıkarırken hastalanıp tedavi görmek zorunda kalan işçiler için yapılan tüm harcamalar maliyete eklenir. Santral yüzünden kuruyan ağaçlar, çiftçilerin ürün kaybının maddi değeri de yine santralin maliyetine eklenir. İklim değişikliğine neden olan kömür santralerinin çevreye verdiği zararın ekonomik karşılığı da bir başka maliyet kalemi olarak karşınıza çıkar.

Klasik hesaplamada ise maliyet, maden için devlete verilen vergiler, araç-ekipman giderleri, işçi ücretleri ve nakliye gibi temel kalemlerle sınırlı kalır. Çevreyi kirletmenin, insanları hasta etmenin maddi bir karşılığı yoktur. İşte bu ikinci hesaplama esas alınırsa, elektrik üretiminde kömürün kullanılması diğer birçok kaynağa kıyasla daha ucuza gelir. Yeraltında çalışan yüzlerce işçiye, nakliye ücretlerine, yaşam tehlikesine rağmen kömür, kuyulardan pompalarla çıkarılan petrol veya doğalgazdan bile ucuza mal olur. Madendeki işçilerin ücretlerini varın siz düşünün.

Gelelim ikinci meseleye, madencilerin aldığı riske. Türkiye'deki kömür ocaklarında 1983-2010 yılları arasında meydana gelen ölümlü kazalar sonucu 617 kişinin hayatını kaybettiğini biliyoruz*. Maden Mühendisleri Odası, 2008 sonunda kömür madenciliğinde çalışan işçi sayısının 50 bine yaklaştığını belirtiyor. Hepsi, bizlerin, daha çok da biz kentlilerin enerji ihtiyacını karşılamak için hayatlarını riske atıyor. Halbuki başka bir dünya mümkün.

Bugün, imal edilen ve kurulan her 1 megavat (MW) gücündeki fotovoltaik güneş panelleri (elektrik üreten) 30 kişiye istihdam sağlıyor**. Türkiye'de her yıl 1000 MW gücünde güneş panelleri imal edip kursanız, madende hayatı pahasına çalışan işçilerin 30 binine yerüstünde iş sağlamış olursunuz. Yerli sanayiye, halk sağlığına ve çevrenin korunmasına getirdiği katkılar da cabası. Bu rüzgar için de farklı değil. Kurulan ve imalatı yapılan her 1 MW'lık rüzgar türbini 15 kişiye iş sağlıyor. Her yıl 1000 MW gücünde rüzgar türbinleri imal edip kursanız, madenlerdeki tüm işçilere iş sağlamış olursunuz. Üretim fabrikaları da aynı bölgelerde kurulabilir. Üstelik bu hesaplamalara dolaylı istihdam rakamları da dahil değil.

Bugün 1 Mayıs. Yeraltındaki kömür işçisinin yeryüzüne çıktığı, güneşi gördüğü belki de tek gün. Onların mazereti var ama biz yerüstünde yaşamını sürdürenlerin, güneşi görmemek, ona inanmamak için bir mazeretimiz var mı? Kömürden elektrik üretiliyor da güneşten üretilmiyor mu? Üretiliyor. Kömürle evler ısınıyor da güneş enerjisiyle ısıtılmıyor mu? Isıtılıyor hatta soğutuluyor bile...

Bugün 1 Mayıs. Elimizde pankartlarla yürürken, başlarımızı biraz daha yukarıya kaldıralım. Çok zor değil. Bir karış kadar kaldırsak başımızı, güneşi göreceğiz.

*Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu, TMMOB Maden Mühendisleri Odası, 2010.
**Solar Generation 6 raporu, EPIA (Avrupa Fotovoltaik Endüstrileri Birliği ve Greenpeace, 2011.

Çernobil Türkiye'de 50 bin kişiyi kanser edecek

Özgür Gürbüz-Farklihaber8.com / 26 Nisan 2011

25 yıl önce, eski Sovyetler Birliği'nde tarihin en büyük endüstriyel kazası ve en büyük nükleer faciası gerçekleşti. Japonya'daki nükleer kaza, teknik olarak Çernobil'le aynı derecede değerlendirilse de, Çernobil kazasının gizlenmesi, yanlış müdahale, reaktörün yapısal eksiklikleri ve Fukuşima'dan okyanusa esen rüzgarlar iki kazanın ölümcül sonuçlarının farklı olmasına neden oldu. Nükleer teknolojinin güvenilir olmadığı ve riskin büyüklüğünün uçak kazası veya tüp patlamasıyla kıyaslanamayacağı dünya nüfusunun büyük bir bölümünce anlaşıldı.

Çernobil kazasının ölümcül sonuçları 25 yıldır tartışılıyor. İnsanlar kansere sadece santrallerden sızan radyasyon nedeniyle yakalanmıyor. Sigara, otomobiller, kömür santralleri, yediğimiz sağlıksız yiyecekler ve daha binlerce unsur kansere neden olabiliyor. O nedenle, Çernobil kazası sonucu atmosfere salınan radyasyonun kaç kişinin canını aldığını veya alacağını kestirmek kolay değil. Özellikle da santralin uzağındaki bölgeler için. Bu konuda yapılan çalışmalar, karşımıza farklı rakamlar çıkarıyor.

Bu konuda uzun zamandır çalışmalar yapan ve düşük dozda iyonize radyasyonun da insan sağlığı üzerinde sanılandan daha fazla etki yaptığını öne süren Prof. Dr. Christopher Busby'nin son çalışması Çernobil kaynaklı kanser ölümleri. Busby, kazadan sonraki 50 yıl içinde dünya genelinde 1 milyon 438 bin Çernobil kaynaklı kanser ölümü bekliyor. Bu ölümlerin 47 bin 520'si Türkiye'de gerçekleşecek, bir bölümü de büyük bir olasılıkla gerçekleşti. Bu rakam, 2011'de yapılan Alexey Yablokov'un çalışmasıyla da örtüşüyor. Yablokov, Çernobil kaynaklı ölümlerin 900 bin ila 1 milyon 400 bin arasında değişeceğini söylüyordu. Busby, bu çalışmanın sadece kanser kaynaklı ölümleri içerdiğine de dikkat çekiyor. Busby, radyasyonun yaşam ömrünü kısaltan önemli bir faktör olduğunu, kalp krizi, çeşitli kalp hastalıkları, ölü doğumlar, kısırlık ve çocuklarda kalıtsal hastalıklarda da ciddi artış olacağını söylüyor.

Bu raporu okurken Türkiye Tabipler Birliği'nin (TTB) 2005 yılında Hopa'da yaptığı çalışma aklıma geldi. TTB'nin yaptığı çalışma, 2003,2004 ve 2005 yıllarında Hopa'daki ölümlerin yüzde 46'sının kanser kaynaklı olduğunu gösteriyordu. Türkiye, kaza olduğunda aynı bugünkü gibi, nükleer santral kurma planları yapıyordu. Zamanın yetkilileri, bu korkunç kaza nükleer enerjinin imajını zedeler korkusuyla rakamları gizledi. Halkı uyarmadı, televizyonda çay içti. Dönemin Ticaret ve Sanayi Bakanı Cahit Aral, “Dinine, imanına inanan 'radyasyon var' demez” demişti. Dönemin Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ahmed Yüksel Özemre, “Çayda tehlike yok ama dışsatımı yasaklıyoruz” şeklinde akla hayale sığmayan açıklamalar yapmıştı.

Çernobil'in üzerinden 25 yıl geçti. Karadeniz'de kanser neredeyse her eve girdi. Nükleer santral kurma konusunda işi temel atmaya kadar götüren Türkiye, bu defa da Japonya'daki nükleer santral kazasıyla sarsıldı. Fukuşima nükleer kazasından sonra, tüpgazlı benzetmeler, bekarlık daha tehlikeli açıklamları birbirini izledi. Bu açıklamalar 25 yılda ülkede pek bir şeyin değişmediğini de gösterdi. Santraller 3. nesil oldu ama bizim politikacılar hâlâ 1. nesil. Nükleerde ısrar etmenin nedeni de bu olsa gerek.

Rapora ulaşmak için: http://www.bsrrw.org/wp-content/uploads/2011/04/chernhealthrept3.pdf