Yatak odasında çevreci tedbirler

(Biz sevişirken ne hayvanlar ne işçiler acı çeksin!)

Bugün artık her şeyin daha çevrecisi yapılıyor. Arabanın melezi (hibrid), oyuncakların tahtadan yapılmışı tercih ediliyor. Ne o kadar az plastik o kadar iyi misali, çevreciler şimdi de gözlerini yatak odasına çevirdi. Raflarda doğada tamamen yok olabilen, adil ticaret kapsamında üretilmiş prezervatifler ve elle çevirmeli vibratörler artık piyasada.

Özgür Gürbüz-Gazete Haberturk / 30 Kasım 2009

Kedi sevmekle çevreci olunan günler artık geride kaldı. Alışverişte naylon poşet kullanmamak, illa arabaya binecekseniz melezine (hibrid) binmek iyi ama dahası var. Aslan yattığı yerden, çevreci kullandığı prezervatifinden belli oluyor artık. Tek kullanımlık ürünler her ne kadar çevreciler tarafından pek sevilmese de prezervatif söz konusu olduğunda durum farklı. Seçim yaparken ilk bakılacak kriter prezervatiflerin doğada yok olup olamadığı. Lateksden yapılmış olanlar uzun sürse de doğaya bırakıldığında yok olabiliyor. Spermlerin zaten doğada yok olma sorunu yok. Koyun derisinden yapılanlar daha kolay yok oluyor ama HIV gibi hastalıklara karşı önlem teşkil etmediği için ciddi sağlık tehlikesi var. Açıkçası prezervatiflerin atası sayılan bu türü piyasada bulma şansınız da pek yok. Lateks yerine plastikten yapılmış prezervatif kullanmak ise kesinlikle çevreci değil.

Vegan prezervatif
En çevreci prezervatif listesinin başında lateksten yapılan, vegan prezervatifler geliyor. Prezervatif vegan olur mu demeyin; oluyor. Lateks olanların üretiminde süt proteini kullanıldığı için gıdalarında sadece eti değil hayvan ürünlerini de dışlayan veganlar için bu kaputları kullanmak da mübah değil. Condomi, Glyde gibi tanınmış marka prezervatif üreticileri bu sorunu süt proteini yerine kakao tozu kullanarak çözmüşler. Bu ürünler hayvanlar üzerinde yapılan testleri de reddediyor. Çevrecilerin istekleri bunlarla sınırlı değil. Bir de giderek yaygınlaşan “Adil ticaret” kriteri var. Prezervatiflerin üretimini yapan işçilerin çalıştığı koşullar, ödenen ücretler kısacası sömürüye olanak vermeyen üretim biçimleri adil ticaret kapsamında değerlendiriliyor. Ne hayvanlar ne de işçiler biz sevişirken acı çekmesin diyor ve adil bir seks istiyorsanız bu kriterlere uyan “French Letter” gibi markaları seçebilirsiniz. “Adil Ticaret-Fair Trade” sertifikaları bugün Avrupa’da çikolatadan, muza birçok ürün üzerinde görülebiliyor.

Geri dönüştürülmüş kırbaç
Eczaneye prezervatif almaya giden bir çevrecinin işi bu kadarla da bitmiyor. Alınan prezervatiflerin ambalaj kağıtlarının geri dönüşümlü olup olmadığı, kesilen ağaçların sürdürülebilir bir ormandan gelip gelmediği dikkat edilmesi gereken noktalar arasında. Lateks olanların bile suda çözülmediğini anımsatmakta fayda var. Klozete en çevreci maddelerden üretilmiş olan kaputu bile atmak doğru değil. Çevreci bir ilişki, kullanılmış prezervatifin kağıt torbalara konarak atıkların gömüldüğü bir çöplüğe gönderilmesiyle son bulmalı. Fantezi düzeyi yüksek ilişkilerde kullanılan yağlar, seks oyuncakları, kırbaç ve kelepçelerin dahi çevreci olanlarını bulmak mümkün. Deri yerine geri dönüştürülmüş plastikten yapılmış kırbaçlar daha çevreci ama aynı işi görebiliyor.

Kurmalı vibratörler
Vibratörlerde ise geriye dönüş söz konusu. Piller, kadmiyum, cıva, çinko, lityum gibi metaller içeriyor. Bitmiş piller gelişigüzel bir şekilde doğaya bırakılırsa bu metaller toprağa, suya geçip çevre açısından tehlike yaratıyor. Bu nedenle kullanılıp atılan pillerle çalışan vibratörlerden vazgeçen çevreciler, elden kurmalı yeni nesil vibratörlerle pil tüketimine son veriyor. Dört dakika kurduğunuz bu vibratör 30 dakika çalışıyor. Vibratörlerde de ilk icad edilenlere bir geri dönüş söz konusu. Yatak odalarında kısık ışıklar görürseniz bu da romantizmden çok çevreciliğin bir işareti olabilir. Elektrik tasarrufu çevrecilerin yatak odasından başlıyor. Verimli ve düşük kuvvetteki ampuller tercih ediliyor. Geri dönüştürülmüş plastikleri bazılarımız romantik bulmayabilir ancak loş bir atmosferi savunan çevrecilerin bu konuda daha çok taraftar toplayacağını söylemek sanırım yanlış olmaz. Sevişmenin soğuk kış aylarında vücud ısısını da arttıracağı düşünülürse bu, evi ısıtmak için küresel ısınmaya yol açan doğalgazın daha az yakılmasına da neden olabilir. Çevrecilerin yeni sloganını bulduk galiba, küresel ısınmayı değil kendini azdır!

***
Ürünü çevreci yapan kıstaslar

* Yapımında kullanılan malzemeler, özellikle poliüretan gibi maddelerden yapılmış seks oyuncakları ya da prezervatifler çevreci kabul edilmiyor.
* Ambalajında geri dönüşümlü kağıt kullanılması ve plastikten kaçınılması şart.
* Ürünü üreten firmanın işçilere karşı etik davranıp davranmadığı da sorgulanıyor, adil ticaret sertifikası aranıyor.
* Kullanılan ürünün doğaya bırakıldığında kısa sürede yok olması isteniyor.
* Üretimden ürünün kullanımına elektrik kullanımından kaçınmak gerekiyor. Elektrikli oyuncaklar (!) değil mekanik olanları tercih edilmeli.

Bayer'den görüntülü kimlik kartı

Bayer’in İleri Teknoloji Ürünler (MaterialScience) birimi tarafından geliştirilen son kimlik kartlarındaki fotoğraf sağa ve sola 90 derece dönebiliyor. Hareketli görüntü sayesinde kimlik sahibinin fotoğrafı üç ayrı açıdan görülebiliyor. Fotoğrafın üzerine dokunulduğunda ise kimlik bilgilerine ulaşılıyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/30 Kasım 2009

Daha çok sağlık ve tarım alanlarındaki çalışmalarıyla tanınan Bayer firması, İleri Teknoloji Ürünler (Bayer MaterialScience - BMS) adlı üçüncü bir bölümünde ise futbol topundan, yüksek güvenlikli kimlik kartlarına kadar birçok konuda kullanılabilen yeni teknolojiler geliştiriyor. Elektronik bir devrenin yapabileceği tüm işlemleri bir A4 kağıdı üzerine geçirebilen film teknolojisi de bunlardan biri. Holografi ve Polimer elektronik konularında da çalışmalar yürüten Bayer’in son buluşlarından biriyse görüntülü kimlik kartı.

Görüntülü kimlik kartları çok yakında
Artan terörizm ve sahtecilik tehlikesine karşı son teknoloji kimlik kartlarının önemi tüm dünyada arttı. Bayer de ince film ve holografi teknolojilerini kullanarak yeni kimlik kartları üzerinde çalışıyor. Güvenlik gerekçesiyle fotoğraflarının çekilmesine izin verilmeyen ve ilk bakışta bugünkü örneklerinden farklı görünmeyen bu kimlik kartı, avuç büyüklüğünde özel bir aletin üzerinde bakıldığında adeta canlanıyor. Fotoğraf bölümündeki profilden görüntü, sağa ve sola 90 derece dönerek, yetkililere kimlik sahibini iki farklı açıdan görme şansı tanıyor. Üzerine dokunulduğunda ise küçük bir ekrana dönüşüyor ve adres bilgileriniz ortaya çıkıyor. Bayer’in “Functional Films” (İşlevsel Filmler) Bölüm Başkanı olan Bernd Steinhilber, taklit edilmesi zor olan bu kimlik kartlarının önümüzdeki 3-5 yıl içerisinde kullanılmaya başlanacağı tahmin ediyor. Bayer, yeni kimlik kartlarına geçmeye çalışan Türkiye’nin projesiyle de ilgileniyor.

Kalpazanların işi zorlaşıyor
Satış Bölümü’nün başında yer alan Cengiz Yeşildağ da, yeni kimliklerin PVC örnekleri gibi katlandığı takdirde kırılmadığı ve hasar görmediğine dikkat çekiyor. Polikarbonat kartlar dışında mürekkeplerin de kullanılmaya başlandığını söyleyen Yeşildağ böylece taklit edilmenin giderek zorlaştığına dikkat çekiyor. Taklit edilmeyi önleme amaçlı olarak metal partiküllerinin kart üzerine istenildiği gibi dağıtmayı başardıklarını ekleyen Yeşildağ, bunun da kalpazanların işini zorlaştıracak bir başka önlem olduğunu söylüyor. Güney Afrika’nın pasaport, İngiltere’nin ise yeni ehliyet projelerinde bu teknolojilerin uygulanmaya başlandığını belirten yetkililer ileride pasaport kontrollerinin sadece makinalar aracılığıyla yapılabileceğini de öngörüyor.

Basılı organik materyal pazarı büyüyor
Futbol topu yüzeyinden, kayaklara, otomobillerdeki dokunmatik düğmelerden, katlanabilir ekranlara kadar uzanan basılı organik materyal pazarı giderek büyüyor. Bernd Steinhilber, pazarın büyüklüğünün 2015’de 50, 2020’de 100 ve 2025 yılında ise 250 milyar dolara ulaşmasını beklediklerini söylüyor. 2008 yılı satışlarının 136 milyon avroya ulaştığını belirten Steinhilber, bazı noktalarda endüstriyel üretimde zorlanılsa da bunların aşılacağı görüşünde. Bayer firmasının 2009 yılı için ayırdığı 2 milyar 900 milyon avroluk Ar-Ge bütçesinin yüzde 10’u işlevsel filmlere harcanıyor.

Öğrencilere temiz enerji ve kırsal kalkınma bursu

Heinrich Böll Stiftung Derneği, kırsal kalkınma, yenilenebilir enerji/enerji verimliliği alanlarında çalışan yüksek lisans öğrencilerine üç sömestr boyunca burs veriyor. Üçüncü yılına giren bursa hak kazanabilmek için öğrenciler çalışma konularıyla derneğe başvuruyor, jürinin seçtiği öğrenciler ayda 150 euro burs ve her sömestr 150 euro değerinde kitap ve araştırma parası kazanıyor.

Özgür Gürbüz / 27 Kasım 2009

Heinrich Böll Stiftung Derneği, enerji kaynaklı çevre sorunlarını çözmek ve kırsal kalkınma konusunda gençleri teşvik etmek amacıyla yüksek lisans öğrencilerine bu yıl da burs veriyor. Kendilerine araştırma alanı olarak kırsal kalkınma veya yenilenebilir enerji/enerji verimliliği konularını seçmiş olan yüksek lisans öğrencileri ikinci sömestrlerinden itibaren üç sömestr boyunca bursa hak kazanabiliyor. Aylık 150 euro değerindeki bursa başvurmak için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, YÖK tarafından tanınmış bir üniversitede yüksek lisans programına kayıtlı bulunmak ve tez konularını belirlenen alanlar içinden seçmek yeterli.

İki ay staj zorunluluğu bulunan burs kapsamında öğrencilerin yurt içi ve dışındaki etkinliklere katılması da destekleniyor, her sömestr 150 euro değerinde kitap ve araştırma parası da veriliyor. Bursa aday olan öğrencilerin toplumsal cinsiyet bakış açısı ve daha önce sivil toplum kuruluşlarında yaptıkları çalışmaları da değerlendirmeye alınıyor. Başvurular için son tarih 1 Aralık 2009.Ayrıntılı bilgi için buraya tıklayabilirsiniz.

Kopenhag neden önemli?

Aralık ayının ikinci haftası Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da başlayacak olan iklim değişikliği zirvesi, gezegenin geleceği için kritik öneme sahip. Ya Kyoto’dan daha iyi bir anlaşma ortaya çıkacak ya da önemli kararlar bir sonraki toplantıya bırakılarak gezegenin geleceği daha fazla riske atılacak.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 25 Kasım 2009

Küresel iklim değişikliğini önlemek için tüm dünya ülkeleri arasında yapılan müzakerelerin en önemlisi, “Taraflar Toplantısı” olarak da anılan “COP” toplantıları. Bu yıl 15. yapılacak toplantı Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da 7 ile 18 Aralık arasında gerçekleşecek. Kopenhag’daki COP-15, Kyoto’dan sonra küresel ısınmayı durdurmak için alınması gereken önlemleri belirlemek açısından kritik öneme sahip. Ancak taraf ülkeler henüz birçok konuda uzlaşmış değil. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Sekretaryası, Kopenhag toplantısının neden bu kadar önemli olduğunu sıkça sorulan10 soruyu yanıtlayarak özetliyor.

1. Kopenhag’da anlaşamaya varmak neden önemli?
İnsanlar halihazırda atmosfere dünyanın ortalama sıcaklığını tehlikeli seviyelere yükseltecek kadar seragazı salmış durumda. Seragazı artışı kuraklıktan, fırtınalara ve sıcak dalgalarına kadar birçok iklim olayının hem şiddetini hem de sıklığını artırıyor. Biran önce seragazı artışını önleyecek bir uluslararası anlaşma gerekiyor. Kopenhag bu anlamda mihenk taşı niteliğinde.

2. Anlaşmanın bu yıl sağlanmasının önemi nedir?
Sanayileşmiş ülkelerin atmosfere saldıkları seragazlarını 2012 yılına kadar 1990 seviyesinin yüzde 5,2 aşağısına çekmek için Kyoto Protokolü devrede ancak 2012 sonrası belirsiz. Bu yıl 2012 sonrası yürürlüğe girecek yeni bir metin üzerinde anlaşma sağlanması ülkelere hazırlık için fırsat tanıyacak.

3. Kopenhag’ın başarılı kabul edilmesi için ne olmalı?
Dört noktada net kararlar alınması gerekiyor. Orta vadedeki seragazı emisyonlarının kısıtlanması, gelişmekte olan ülkelerin yükümlülüklerinin ne olacağı, gelişmekte olan ülkelere hedeflerine ulaşması için nasıl ve ne oranda finansal destek sağlanacağı ve bunu organize edecek kuruluşun kim olacağı.

4. Kopenhag’dan çıkacak muhtemel yasal sonuç nedir?
Ana politik konuların halledilmesinden sonra Kopenhag’dan çıkacak kararların Kyoto Protokolü’nde yapılacak değişiklikler olarak hayata geçirilmesi, yeni bir anlaşma metninin ortaya çıkması ve 2013’ten itibaren yürürlüğe girecek ülkelerin bağımsız hedeflerini içeren anlaşmaların kabulü masadaki olası yasal öneriler.

5. Kopenhag, Kyoto’nun ilerisine nasıl geçebilir?
Kyoto, küresel ısınmayla mücadelede sorumluluğu ağırlıklı olarak gelişmiş ülkelere yükleyen bir başlangıç metniydi. Kopenhag’dan ise yine aynı nitelikte fakat daha yüksek hedefli bir metin bekleniyor. 2020’ye gelindiğinde seragazı emisyonları 1990’ın yüzde 25-40, 2050’de ise yüzde 50 aşağısına çekecek bir anlaşma aranıyor.

6. Kopenhag’da gelişmiş ülkelerin hedefler konusunda anlaşması bekleniyor mu?
Hayır, sanayileşmiş ülkeler gelişmekte olan belli başlı ülkelerden kendilerine orta-vadede hedef belirlemelerini beklemiyor. Bali’de anlaşmaya varıldığı gibi, gelişmekte olan ülkelerden seragazı artışlarına finansal mekanizmalarla desteklenmeleri halinde sınır getirmeleri bekleniyor.

7. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ana kaygıları nelerdir?
Gelişmekte olan ülkeler katkı sağlamayı istemekle beraber, yükümlülük almaya zorlandıklarında ekonomik büyüme ve yoksullukla savaşta güç kaybedeceklerine inanıyor. Sanayileşmiş ülkeler aldıkları hedefler sonucu gelişmekte olan ülkelerde rekabeti sübvanse etmek zorunda olmaktan çekiniyor. Çıkacak sonuç iki taraf için de adil olmak zorunda.

8. Yeni anlaşmada gelişmekte olan ülkelerin rolü nedir?
Uluslararası Enerji Ajansı’na göre 2030 yılında küresel enerji talebi yüzde 55 artacak. Enerji yatırımlarının toplam miktarı 22 trilyon doları bulacak ve bunun yarısı gelişmekte olan ülkelere ait. Sanayileşmiş ülkeler seragazı emisyonlarını bugün tamamen durdursalar bile gelişmekte olan ülkelerdeki artış, eşik değer olarak bakılan 2 derecelik ortalama sıcaklık artışının geçilmesini önlemeye yetmeyecek.

9. Küresel ısınmanın olası maliyeti nedir, bunu kim ödeyecek?
Maliyet rakamları oldukça farklı olsa da küresel ısınmanın sonuçları ve emisyon indirimi için biçilen miktar 2020 yılında yaklaşık 250 milyar doları bulacak. Asıl sorun bu büyük meblağın ne kadar olacağını bulmaktan çok kısa zamanda bu fonu oluşturacak finansal mekanizmaları sağlamak.

10. Küresel ekonomik kriz Kopenhag’dan yeni bir anlaşma çıkmasını zorlaştırıyor mu?
Birçok ekonomi uzmanı bu uyarıyı yapsa da başta Çin ve ABD olmak üzere belli başlı ülkeler, daha çok iş yaratma potansiyeli olan “yeşil ekonomi”ye yatırım yaparak hem krizden kurtulmaya hem de küresel ısınmaya çözüm bulmaya çalışıyor. ABD, önümüzdeki 10 yıl içinde 150 milyar dolarlık yatırımla 5 milyon “yeşil iş” yaratmayı hedefliyor. Çin ise yüzde 40’ı doğal kaynakların korunması ve yenilenebilir enerjiye ayrılacak olan 584 milyar dolarlık bir paket açıkladı.

GDO'lu bitkiler ABD'de tarım ilacı kullanımını arttırdı

ABD’de 13 yıllık GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) kullanımı sonucu sanıldığının aksine pestisit kullanımının azalmadığı aksine arttığı ortaya çıktı. Genetik mühendisliği sonucu elde edilen bitkilerin ekildiği ilk iki yıl (1996-1998) tarım ilacı kullanımı yüzde 1 ila 2 oranında düşerken, daha sonraki yıllar eğilim değişmeye başladı. 2007'de pestisit kullanımı yüzde 20, 2008'de ise yüzde 27 oranında arttı.

Özgür Gürbüz /25 Kasım 2009

Değiştirilen GDO Yönetmeliği, genetiği değiştirilmiş gıda ve bitkilerin Türkiye’ye girişiyle ilgili yeni tartışmaları da beraberinde getirirken, Meclis’te onaylanmayı bekleyen Biyogüvenlik Yasası, genetiği değiştirilmiş tohumların Türkiye’de ekimine olanak sağlıyor. GDO kullanımını savunanların en önemli tezlerinden biri, genetik mühendisliği sonucu üretilmiş tohumların zararlılara olan direnci yüzünden daha az tarım ilacına ihtiyaç duymalarıydı. Aralarında, Duyarlı Bilim İnsanları Birliği (Union of Concern Scientist), Gıda Güvenliği Merkezi ve Greenpeace’in de bulunduğu 7 sivil toplum kuruluşu tarafından hazırlatılan raporda, 13 yıl boyunca ekimi yapılan GDO’lu mısır, soya ve pamuk alanlarında tarım ilacı (pestisit) kullanımının arttığı gözlemlendi.

Dönüm başına 12 gram daha fazla ilaç
Araştırma, zararlı bitkileri yok eden ilaçlara dayanıklı olması için genetiği değiştirilmiş HT ürünleriyle (Herbisit dirençli cide tolerant crops), bitkilere zarar veren böcekleri öldüren “Bacillus thuringiensis” bakterisini içeren “Bt” bitkileri üzerinde yoğunlaştırılmış. ABD’de 1996 ile 2008 yılları arasında 941 milyon dönüme HT Mısır, HT Soya ve HT pamuk ekilmiş. Aynı yıllar arasında ekilen Bt mısır ve Bt pamuk alanı ise 357 milyon dönüm. Toplamda, 1 milyar 300 milyon dönüme ekilen genetiği değiştirilmiş ürünler toplamda tarım ilacı kullanımı 13 yılda yaklaşık 144 milyon 423 bin kilogram artmış. Yani, GDO’lu ürün eken çiftçiler dönüm başına 12 gram dağa fazla tarım ilacı kullanmak zorunda kalmışlar. Bu yükselişte aslan payını zararlı otları yok etmesi için genetik mühendisliğe teslim edilen herbisit dirençli (HT) ürünler alıyor. Bakteri geni içeren bitkilerde ise (Bt) az da olsa (13 yılda 30 milyon kilogram) böcek öldürücü ilaç kullanımında azalma gözlemleniyor.

İlaçlara dayanıklı yeni bitkiler türedi
İlginç olan kullanıldıkları ilk üç yılda GDO’lu ürünlerin tarım ilacı kullanımında azalmaya neden olması. İlk yıl yüzde 1,2, ikinci ve üçüncü yıl yüzde 2,3 oranlarında meydana gelen azalma eğilimi daha sonra tersine dönüyor ve 2007’de yüzde 20, 2008’de ise yüzde 27 oranında artışa neden oluyor. Raporda bu artışın nedenlerinden biri zararlı bitkileri yok eden ilaçlara karşı direnen yeni ve güçlü bitki türlerinin ortaya çıkması olarak belirtilmiş. GDO kullanımı, daha dirençli yeni türlerin ortaya çıkmasına yol açmış. Tarım ilacı kullanımındaki ikinci neden ise GDO bitkilerinin zararlı otlara karşı kullanılan tarım ilaçlarına olan direnci nedeniyle daha fazla ilaç kullanımının önünü açması.

18 kişinin mahsur kaldığı yola tünel yapın, yarısını ben öderim demişti

Geçtiğimiz Cuma günü 18 kişinin mahsur kaldığı Ovit Geçidi’ne tünel yapılması yıllardır gündemde ancak bir türlü proje hayata geçirilemiyor. Kış aylarında halkı canından bezdiren bu yola geçit yapılması için İkizdereli iş adamı Talip Kahraman, Rize Valiliği’ne, “Tünelin maliyeti ne olursa olsun yüzde 51’ini karşılamaya ve gerekli iş makinelerini göndermeye hazır olduğunu belirten bir taahhütname bile vermiş.

Özgür Gürbüz / 25 Kasım 2009

Geçtiğimiz Cuma günü 18 kişinin mahsur kaldığı 2640 metre yüksekliğindeki Ovit Dağı, ilk karın yağmasıyla araçlara geçit vermiyor. Rizeliler yıllardır geçişin daha kolay sağlanması için tünel açılmasını istiyorlar. Rize’yi Erzurum’a, Karadeniz’i Güneydoğu’ya bağlayan yol düzelirse hem ticaret artacak hem de bu gibi acı olaylar yaşanmayacak diyorlar. İkizdereli işadamı ve 2003 ile 2004 yılları Türkiye vergi rekortmeni olan Talip Kahraman, tünelin yapılması için açık çek bile vermiş. 4 Ekim 2007 tarihinde Rize Valiliği’ne gönderdiği yazılı taahhütnamede, tünelin maliyeti ne olursa olsun yüzde 51’inin Kahraman İnşaat Taahhüt Sanayi ve Ticaret tarafından hibe edileceği garanti ediliyor. Taahhütnamede, inşaat araç ve gereçleri konusunda yardım yapmaya hazır olunduğu da belirtilmiş. Kahraman’ın tek isteği, bir zamanlar karlar altında yürümek zorunda olduğu bu yolu yaz kış açık tutacak tünele adının verilmesi. Kahraman, konuyla ilgili olarak Başbakan Erdoğan ile de görüşmüş.

İkizdere Belediye Başkanı Hasan Köseoğlu, son olaydan sonra tünelin yapılacağına inanıyor. İhalenin yapıldığına ilişkin duyumları olduğunu söyleyen Köseoğlu, projenin 2010’da hazırlanacağını düşünüyor. İnşaat ise en az 5-6 yıl sürer diyor. 73 yaşındaki Talip Kahraman ön plana çıkmayı hiç sevmeyen biri olarak biliniyor ama kendisini Rize’de herkes tanıyor. 2 bin 300 nüfuslu İkizdere’nin ana caddesi boyunca sıralanmış 85 bin euroluk güvenlik kameralarını (Mobese) Kahraman bağışlamış. Köseoğlu, yapılan bağışları saymakta zorlandıklarını söylüyor. İkizdere’de bir futbol stadı, cam ve hazır giyim atölyeleri, okullara bağışlanan 102 projeksiyon cihazı, 142 bilgisayar, 88 fotokopi makinesi ve 38 baskı makinesi, İkizdere Belediyesi’nin iş makineleri, iki hastaneye hemodiyaliz makinesi, okullara 30 ton kuru gıda, dört çeker bir ambulans, gezici morg aracı sicilinde Ankara ve Türkiye vergi rekortmenliği bulunduran Kahraman’ın bağışları arasında.

Köseoğlu, “Ne zaman başları sıkışsa Talip Bey’e telefon açıyorlar ve sorun halloluyor. Tek şart bağışların doğru yere gitmesi ve gerçekten ihtiyacı olanlara ulaşması. Bir başka prensibi ise bu yaptıklarından dolayı ön plana çıkmamak. Talip Kahraman’ı televizyon veya gazetelerde görmek çok zor. Ne vergi rekortmeni olduğu zaman ne de bağışlar için aldığı tebrikler sırasında. Turzim ve inşaat işleriyle uğraşan Kahraman’ın yurtdışında hiç yatırımı olmadığı ve tüm parasının Türkiye’de kalmasını istediği söyleniyor. Evinden işine yürüyerek giden ve 5 çocuğundan 15 torunu olan Kahraman’ın tek dileği geride bir iz bırakabilmek.

***
Jest yapmasını istediler 70 bin dolar daha verdi
Emekli Sandığı’na ait Kızılay’daki Emek İşhanı’nı Ocak 2006 yılında ihaleyle alan Kahraman, 55 milyon 430 bin dolarla açık arttırmayı kazandı. İhale Komisyonu Başkanı Osman İlter’in fiyatı arttırması yönünde jest yapması istenince Kahraman, mecbur olmamasına rağmen 70 bin dolar daha fazla vererek fiyatı 55 milyon 500 bin dolara çıkardı. İhale bedelini de peşin ödeyeceğini söyledi.

Turkey decides to spend more time on nuclear energy

Ozgur Gurbuz / 24 November 2009

Turkey’s fourth nuclear tender was cancelled last week but the current right wing government remains pro-nuclear and plans to start a new bidding process in coming months.

The first signal of cancellation came with the offered high price by the only bidder which is a consortium of Russian Atomstroyexport, Inter Rao and their Turkish partner Park Teknik from Turkey. The initial offered price was 21 cent per kWh to sell electricity but many experts thought that was a high price for a NPP. Then the consortium lowered the price to 15 cent per kWh during the private negotiations with the government but was not successful. Anti nuclear campaigners also complained that lowering the offered price after the official bid was not legitimate. Later on Turkish State Council took a decision in favor of the TMMOB (Union of Chambers of Turkish Engineers and Architects) appeal and decided to declare a motion of stay for the three articles of the nuclear tender regulation. That was the second signal of cancellation which was announced officially on the 20th of November.

Taner Yildiz, MOE of Turkey says they still want to build country’s first NPP but this time the state may involve and have a stake of as much as 25 percent if it is necessary.

Üç Mil Adası Nükleer Santrali'nde alarm zilleri çaldı

Dünyanın en büyük nükleer kazalarından birine ev sahipliği yapan ABD'deki "Üç Mil Adası Santrali"nde yine alarm zilleri çalmış. Hava kaynaklı radyolojik kirlenme alarmı yüzünden 150 işçi evlerine gönderilmiş. Sızıntının kaynağını bulamamışlar. 1979 yılında (Çernobil'den önce) Üç Mil Adası'ndaki reaktörün kalbinin bir bölümü erimiş ve Çernobil'den sonra dünyanın en büyük kazası meydana gelmişti.

AFP kaynaklı haberi okumak icin (İngilizce) lütfen buraya tıklayın.

İğneyi kendimize batırdık!

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Genel Sekreteri Celal Toprak ve The Guardian Gazetesi Baş Editörü Jo Confino’nun konuşmacı olarak katıldığı “Kopenhag Öncesi İklim Değişikliği ve Medyanın Rolü” adlı panelde gazeteciler eleştiri oklarını bu defa kendilerine yöneltti.

Özgür Gürbüz- Gazete Habertürk /21 Kasım 2009 *

Kopenhag’taki kritik iklim toplantısına sayılı günler kala İstanbul’da bir araya gelen gazeteciler, iklim değişikliğini ve medyada bu konuda yer alan haberleri tartıştı. “Gazetelerde her gün bir çevre haberi olmalı” diyen Habertürk Televizyonu’ndan Ahu Özyurt’un moderatörlüğünü yaptığı panel Bölgesel Çevre Merkezi (REC) tarafından organize edildi. Toplantıda konuşan "The Guardian" Gazetesi Baş Editörü Jo Confino ilk olarak iklim değişikliği ya da popüler adıyla küresel ısınma tehlikesine dikkat çekti. Küresel ısınmanın bir Hollywood filmi olmadığını, son anda ortaya çıkan bir kişinin bizleri kurtarmasının beklenmemesi gerektiğini söyleyen Confino, “Sanıldığı gibi güçlü ve kuvvetli değil oldukça kırılgan bir gezegende yaşıyoruz. Çözüm bir tek yerde değil her yerde, küresel politikalarda yatıyor. Ulusal hükümetlerin, iş dünyasının, topluluk ve bireylerin sorunun bir parçası olduğunu anlaması gerekiyor” dedi. “Bir kere ağaçları kestiklerinde, maden kazmaya başladıklarında iş orada biter, gelecek yıl ağaçlar yeniden büyür” diyemezsiniz diyen Confino, Batı toplumunun büyümeye endeksli, şirketlerin kar maksimizasyonuna dayalı anlayışının değiştmesi için zorlanması gerektiği görüşünde.

Uzman çevre muhabiri olmak zor
Confino’dan sonra söz alan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Genel Sekreteri Celal Toprak ise öncelikle Cemiyet olarak yaptıklarını anlattı ve geçmiş iki yılda düzenlenen iki ayrı Küresel Isınma kurultayında elde edilen sonuçları değerlendirdi. Toplantılar sonucunda konu hakkında hala bilgi eksiklikleri olduğunu fark ettiklerini belirten Toprak, bir gazeteciden gelen, “Gazeteciler Ankara-İstanbul arasındaki yolculuklarını uçakla değil de tren ve otobüsle yapsın” önerisini de değerlendireceklerini söyledi. Toplanın tartışma bölümünde ise gazeteciler, özellikle reklâm baskısı nedeniyle şirketlerle ilgili çevre haberlerini yapmakta zorlandıklarını ve çevre konusunda uzmanlaşmanın çoğu zaman mümkün olmadığına değindi. Gazeteciler, Confino’nun çalıştığı The Guardian gazetesinin bir vakfa ait olmasının birçok konuda haber yapmayı kolaylaştıran bir faktör olduğuna dikkat çekerken, Türkiye’de çevre haberlerinin ekonomi servislerine bırakılmasının da bu bölümlerin şirketlere olan yakınlığı nedeniyle doğru bir davranış olmadığını söyledi. REC Türkiye ve Karadeniz Bölgesi Direktörü Sibel Sezer Eralp ise Türkiye'de görev yapan gazetecilere Kopenhag'daki iklim zirvesine katılma çağrısı yaptı.

*orjinal metin

Another setback on Turkey's nuclear dream

The Akkuyu nuclear power plant tender has been cancelled.

Ozgur Gurbuz / 20 November 2009

Union of Chambers of Turkish Engineers and Architects (TMMOB) had gone to the higher court (State Council) and opposed to the regulation of the nuclear tender. 10 days ago, State Council took a decision in favor of the TMMOB and decided to declare a motion of stay on those 3 articles. Today, TETAS (Turkish Electricity Trade and Contracting Corporation) announced the cancellation at the end of the dispute. They must have seen that the current bid was going no where but to a difficult court battle.

There was a single consortium in the current bid (Atomstroyexport, Inter Rao and Park Teknik from Turkey) which offered a price of 21 cent per kWh, then lowered it to 15 cent per kWh to sell electricity. The price was also found high in Turkey and got many criticisms. I do not think the current government will give up of its nuclear dreams but have a difficult time to change the regulation and find new bidders for the possible new tender. If they insist, there is also a price hurdle, the new offered price must be lower than 15 cent per kWh otherwise the government will have an explanation to the public on why they did not accept the previous bid.

Good news for the anti nuclear activists and the environmentalists, bad news for the government and nuclear supporters. Turkey, one of the sunniest, windiest country of Europe, with lots of energy efficiency and geothermal potential is remain to be a nuclear free state as environmentalists wished and campaigned for a long time.

Her sabah doğan güneş bana umut veriyor!

Moğollar grubundan tanıdığımız Taner Öngür’ün 60 yaşında müzik dışında yeni bir aşkı daha var; o da güneş enerjisi. Serap Yağız ve Suların Uğultusu’yla birlikte imza attığı son albüm güneşe yazılmış şarkılardan oluşuyor.

Özgür Gürbüz /19 Kasım 2009

Her sabah evinin penceresine koyduğu 9 vatlık küçük güneş paneliyle ürettiği elektriği amplifikatörüne gönderiyor, gitarının tellerine basıyor ve güneş enerjisiyle üretilmiş ilk notalar güneş giren penceresinden İstanbul’un sokaklarına yayılıyor. Güneş enerjisinden nota da üretilebildiği böylece ispatlanmış oluyor. Taner Öngür, o saatlerde çalmaktan büyük mutluluk duyduğunu söylüyor, “param olsa daha büyüğünü alırım” diyor. Anadolu-pop kavramını müzik tarihimize katan, müziği kadar, yıllardır çevreden, müzik piyasasındaki çarpıklıklara kadar birçok konuda verdiği uğraşlarla da tanıdığımız Öngür, şimdi dikkatlerimizi güneşe, kendi tabiriyle “hayatın kaynağına” çekmeye çalışıyor.

“Güneş bizim anamız”
“Çocuklar ilk resim yapmaya başladığında güneşi çizer” diyen Öngür, albüm fikrini, “Biz, nereden geldiğimizi de unutuyoruz, dünya güneşten koptu, soğudu sonra biz olduk. O kadar küstahız ki, onu bile unuttuk. Güneş bizim anamız, yüzyıllardır ışık veriyor, enerji veriyor. Biraz alaycı bakanlar bile, güneş dendiğinde mutlu oluyor. Pozitif bir şey olduğunu da hissettim” sözleriyle özetliyor. Daha önce Serap Yağız ve Suların Uğultusu ile birlikte grubun adını taşıyan ve daha çok geleneksel türkülerin yeniden yorumlandığı başarılı bir albüme imza atan grup bu defa çaktırmadan çevrecilere destek veriyor. Bireysel enerji üretme hakkını müzikle, estetikle birleştirerek yaptıklarını söyleyen Öngür, politik tavırlarını bu albümü yaparak gösterdiklerine inanıyor. Nazım Hikmet’in, “Güneşi İçenlerin Türküsü” adlı şiiri, bu bağlamda çevrecilere marş olacak nitelikte. Diğer şarkıların ardında ise tanınmamış şairler var. Antoloji.com adresinden beğendiği güneş şiirlerinin sahiplerinden izin alan Öngür, tüm parçaların bestecisi. Kendisinin ve Serap Yağız’ın da birer bestesi “Güneş Şarkıları” adlı albümde yer alıyor. Bu da bir başka ilk olsa gerek müzik tarihimiz açısından.

Hayko Cepkin ve Harun Tekin sürprizi
Suların Uğultusu albümünde olduğu gibi bu albümde de sürpriz isimler karşınıza çıkıyor. “Hoş Geldin Güneş” şarkısında Hayko Cepkin ile Yağız birlikte vokal yapıyor. Güneş Dağı adlı şarkının hem düzenlemesi hem de vokalinde Harun Tekin imzası var. Neşet Yılmaz’ın “ney”i, Serçe adlı parçayı albüm içinde başkalaştırıyor. Grubun canlı performansları için çarşamba akşamları Kemancı’ya gidenler özellikle davuldaki performansıyla Fırat Özyavuz dikkat çekiyor. Serap Yağız’ın kendini rahat bırakıp, ellerini kollarını kelebek kanatları gibi serbest bıraktığı anlarda sesi yüreğinize işliyor. İlk albümdeki Mahsus Mahal türküsünün yorumundaki tadı hissediyorsunuz. Güneş şarkısını yolda dinlerseniz adımlarınız hızlanıyor, söylemeden geçmeyelim. Albüm, “Her sabah doğan güneş bana umut veriyor” adlı şarkıyla bitiyor, Nazım’ın “Akın var güneşe akın” sözleriyle de başlıyor aslında...

***
“Anadolu müziğini dejenere etmeye çalışıyoruz”
Anadolu pop kelimesini ilk telaffuz eden benim bu ülkede, Moğollar 1993’te tekrar bir araya geldiğinde Anadolu-pop işlemez Anadolu-rock diyelim dedim; o da dejenere edildi. Şimdi ikisini de öldürüyorum, madem Anadolu müziğini dejenere etmeye çalışıyoruz, şimdi sıra bende (gülüyor). Türküleri bozmadan ama daha sert çalacağız. “Mapushane içinde üç ağaç incir” adlı bir türkü var. “İçinde yıkılsın duvar, kırılsın zincirler gibi sözler” var. Bunu tek bağlamayla yapmak yerine çok sert bir şekilde, o duvarları yıkmaya çalışarak mı yapmalı? Baktık o duyguyu veriyor, o zaman neden olmasın dedik. Moğollar’ın yeni albümü yolda “Geri Sar” adını verdikleri ve uzun bir aradan sonra gruba katılan bir solistle, Emrah Karaca ile hazırladıkları albüm yakında piyasaya çıkıyor. Taner Öngür ve Suların Uğultusu ise Tülay German parçaları üzerinde çalışıyor.

Greenpeace'in yeni başkanı Mandela'nın yol arkadaşı

Bir bölümü Habertürk'te yayımlanan Gerd Leipold söyleşisi...

Greenpeace’in (Yeşilbarış) yeni başkanı Kumi Naidoo pazartesi göreve başlıyor. Naidoo, Güney Afrika’da ırkçılığa karşı yıllarca mücadele etmiş, 1986’da tutuklandıktan sonra Mandela hapisten çıkana kadar yurtdışında yaşamak zorunda kalmış. Naidoo’ya görevi devreden Leipold, yenilenebilir enerjinin Türkiye gibi ülkelerde büyük istihdam yaratma potansiyeli olduğuna inanıyordu.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 17 Kasım 2009 *

Dünyanın en büyük çevre kuruluşlarından Greenpeace Uluslararsı’nın yeni direktörü bugün göreve başlıyor. “Yoksulluğa Karşı Küresel Eylem Çağrısı” hareketinin kurucularından birisi olan Kumi Naidoo, çocukluğunda da Güney Afrika’daki ırkçılığa karşı mücadele etmiş. 1986 yılında tutuklandıktan sonra polis baskısından kurtulmak için bir yıl yeraltına çekilip ülke dışına çıkmak zorunda olan Naidoo, Nelson Mandela'nın hapisten çıkarılmasıyla Güney Afrika'ya dönebilmiş. Oxford Üniversitesi'nden politika doktorası bulunan Greenpeace’in yeni bir numarası Birleşmiş Milletler’e de birçok konuda danışmanlık yaptı. Naidoo’ya görevi devreden ve 2001 yılından beri Greenpeace Uluslararası’nın direktörlüğünü yapan fizikçi Gerd Leipold son İstanbul ziyaretinde Habertürk’ün sorularını yanıtlamıştı.

- Türkiye’de fizik mühendisleri odası dışında mühendis odalarının hepsi nükleere karşı. Bir fizikçi olarak bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fizikle ilgili deneyimim çok çeşitli. Fizik öğrencisiyken, radyoaktiviteyle tanışmaya başlıyorsunuz. Radyoaktivite üzerine çalışırken seni öldürmediyse ona duygusal bakanları aşağılama duygusu içerisinde bile olabiliyorsun. Birçok fizikçi, nükleer enerji sorusunu fizik sorusuna indirgiyor. Toplumu ve teknolojileri dışarıda bırakıyor. Radyoaktiviteye kontrol edilmesi gereken ve kontrol edilebilir bir şey olarak görüyor. Onun 100 ya da 1000 yıl kontrol edilmesiyle ilgili sorularla, insanlık tarihinde hangi toplumun 500 yıl boyunca değişmeden durduğu sorusuyla ilgilenmiyorlar. Böyle çok az topluluk var. Topluluklardaki istikrar bozulduğunda, kontrol sistemleri ve uzmanlar olmadığında ne olacağı sorusuyla ilgilenmiyorlar. Sovyetler Birliği’nde sistem çöktüğünde nükleer tesislerin parası ödenmediği için güvenlik birimlerinden yoksun olduğunu gördüm. Nükleer denizaltıların parasızlık ve ordunun artık orada olmaması nedeniyle deniz kıyısında bırakıldığını gördüm. 1990-1991 yılları arasındaki deneyimimden bahsediyorum. Moskova’da içme suyu analizi yaptığınızda birçok içme suyunda dikkatsizce yönetilmesi yüzünden radyoaktiviteye rastlayabilirsiniz. Nükleer enerji tehlikeli bir teknoloji ve istikrarlı bir topluma ihtiyacı var. Nükleer fizikçiler çoğunlukla bu sorularla ilgilenmez. Bir de nükleer silah sorusu var ki bu benim için en önemlilerinden biri. Kuzey Kore ve İran’ın nükleer programlarına sivil program olarak başladığı söylendi ama sonunda nükleer silaha giden bir yolda ilerliyorlar. Tartışmasız, bugün nükleer enerji isteyen ülkelerin birçoğu nükleer silah istiyor en azından nükleer silahlara ilgili duyuyorlar.

- Türkiye’de mi nükleer silah istiyor?
Bunu değerlendiremem ama 10 yıl önce, İsveç, Almanya ve Hatta İsviçre’nin bile nükleer silahlarla ilgili çalıştığı ortaya çıktı. Barışçıl bir ülke olarak bilinen İsveç de bile. Nükleer teknolojiye sahip olmanın nükleer silah yapmayı kolaylaştırdığını unutamayız. Bir de kirli bomba olayı var. Teröristlerin bugün neler yapabildiğini gördük. Yüksek seviyeli nükleer atıkların bilinen bombalarla, nüfusun yoğun olduğu yerlerde patlatılma olasılığından bahsetmek korku ticareti yapmak değil. Ben nükleer teknolojinin kolaylıkla kontrol edilebilecek bir teknoloji olduğunu düşünmüyorum.

- Enerji (D)evrimi raporunuzda artan tüketime rağmen talebin yenilenebilir enerjiyle karşılanabileceğinizi söylüyorsunuz. Greenpeace tüketim sorunuyla ilgilenmiyor mu?
İklim değişikliğiyle mücadeleyi düşündüğümüzde ne kadar enerji kullanmalıyız sorusu yerine enerjiyi nasıl kullanmalıyız sorusuna odaklanmamız gerekiyor. Raporu hazırlarken zor bir karar vermek zorundaydık. Bugünkü teknoloji ve enerji tüketimindeki radikal olmayan tahminlere rağmen, talebi yenilenebilir enerjiyle karşılamak mümkün. Rapora endüstriyel ölçekte üretime geçmemiş olan yeni teknolojileri ekleseydik gerçekçi olmamakla suçlanabilirdik. Enerji verimliliği ve tasarrufu işin önemli bir parçası. Enerji tasarrufu ve verimliliği yaygınlaştıramazsak, zengin ülkelerde enerji tüketiminde düşüşü ve gelişmekte olan ülkelerde mütevazi artışı sağlamamız mümkün değil.

-Yenilenebilir enerji nasıl bir rol oynayacak?
20 yıl önce yenilenebilir enerji önemli bir oyuncu olabilir dendiğinde size gülerlerdi. 10 yıl önce talebin birazını yenilenebilir enerjiyle karşılayabilirsin denmeye başlandı. 5 yıl önce bile evet katkıda bulunabilir ama yavaşça büyüyecek diyorlardı. Bugün ülkelerin endüstriyel stratejilerine hatta enerji firmalarının planlarına bakınca yenilenebilire olan yönelişi görebiliyorsunuz. Yenilenebilir enerji anahtar ve enerji kaynakları içinde ana rolü üstlenebilir. Önümüzdeki 5-10 yıl içinde hızla ilerleyen yenilenebilir enerji, akıllı iletim hatları, akıllı elektronik aletlerle beraber kullanılmaya başlanınca merkezi olmayan elektrik üretimi sorunlara çözüm olacak. İklim değişikliğiyle mücadele de en hızlı çözüm. Türkiye gibi ülkelerde iş yaratma potansiyeli de göz ardı edilemez.

-Tüketim ve iklim değişikliği arasında nasıl bir ilişki var?
Kuzey Amerika’daki ülkeler gibi kişi başına bir otomobili standart alsaydık dünyada 4 milyar otomobil olacaktı. Eğer herkes Japonlar gibi balık yeseydi, 10 kat daha fazla balık avlamak zorunda kalacaktık. Herkes ABD’deki gibi seragazı salsaydı, karbondioksit emisyonları 6 kat fazla olurdu. Fakir fakir kalsın demiyoruz ama gezegene zarar veren bu hayat tarzları gezegenin taşıyabileceği bir şey değil. Bu yaşam tarzları bazen iklim değişikliği bazen de okyanuslara zarar vererek hayatı tehdit ediyor.

- Melez (Hibrid) araba çözüm mü?
Melez(hibrid) otomobiller iyi ve kötü. Uzun bir zamandır tüketimi düşünmeyen, sadece en iyiyi yapmaya çalışan otomobil endüstrisini uyandırması açısından iyi oldu. Öte yandan birçok insan hala melez otomobillerin de bir yanmalı motora sahip olduğunu unutuyor. Tüketimi daha az ama sürdürülebilir bir model değil.

Hakkari'de Kyoto ve Kopenhag

Herkese Merhaba,

Yarın (16 Kasım 2009) Hakkari'de Âti Gençlik ve Spor Kulübü Derneği tarafından düzenlenen "UNESCO KURULUŞ GÜNÜNDE GENÇLER KÜLTÜREL MİRAS, ÇEVRE ve GENÇLİK KATILIMINI TARTIŞIYOR" adlı panele davetliyim.

"Uluslararası sözleşmeler Kyoto Protokolü ve Kopenhag BM İklim Zirvesi ile Ulusal ve Uluslararası Çevre Politikaları ve Gençlik katılımı" konuları hakında sohbet edeceğiz. Danimarka ile video konfereans yapacağız. Yerel çevre örgütleri temsilcileri ve akedemisyenlerle konuları tartışacağız.

15:30 - 18:40 arası Hakkari Atatürk Kültür Merkezi'ndeyiz, bekleriz...

GDO konusunda aklıma takılanlar…

Özgür Gürbüz / 14 Kasım 2009

Bazen aktif gazeteci olmanız düşüncelerinizi kamuoyuyla paylaşmaya yetmiyor. Günümüz Türkiye’sinde ve onun medyasında ise nedense bu duyguyu daha çok hissetmeye başladım. O nedenle, hazır araya “açılım” tartışmaları da girmişken, GDO konusunda eksik kalanları ya da medyanın olayı sorgularken eksik bıraktığı noktaları burada maddeler halinde özetlemeye çalışacağım. Sonuçta bu web sayfası içinizi dökmek için var öyle değil mi?

Görünüşe göre medyamız GDO’ların sağlıklı olup olmadığı konusuna kilitlenmiş gibi görünüyor. Bir o tarafa bir de bu tarafa sorarak sayfalarını doldurmaya çalışıyorlar. Asıl yapılması gereken ise, bilimde ihtiyatlılık ilkesini anımsamak olmalı. Kısaca özetlersek, GDO’ların sağlığa zararsız olduğunu kesin olarak kanıtlayamazsanız, bir bilim insanı olarak onların sağlığa zararsız olduğunu söyleyemezsiniz. İhtiyatlılık ilkesi bunu gerektirir. GDO’lar nispeten yeni bir teknoloji olduğu için uzun süre içerisinde; ekilen tohumların yan tarladaki diğer bitkilere, yenilen gıdaların insanlara ve verilen yemlerin hayvanlara nasıl etki edeceği daha uzun yıllar gözlenmek zorundadır. Bu olmadan GDO’lara yeşil ışık yakılması bilimsel değil siyasi bir tercih olur ki Türkiye'de yapılan da budur.

Yaklaşık 10 gündür, elimdeki Biyogüvenlik Kanun Taslağı’na bakıyorum. Medya bu taslağı birkaç gün önce keşfetti ve ne yazık ki en kritik noktayı görmeyi yine unuttu. Ben ise bu taslağın önemini gazeteme dahi anlatamadım. Alıştım artık, dilimde tüy bitti misali her çevre sorununda aynı şeyi yaşıyorum. Yasa tasarısı GDO’lu tohumların ekimine olanak tanıyor. Bu sitede daha önce de belirtmiştik, Avrupa’da altı ülke GDO ekimine izin vermiyor. Bu ülkeler arasında Fransa ve Almanya gibi iki büyük tarım devi de var. Kimse sormuyor mu bu ülkelere, "neden" diye?

En sona asıl sorunumuzu sakladım. Görebildiğim kadarıyla bu konuyu sadece Ziraat Mühendisleri Odası birkeç defa gündeme getirmeye çalıştı. "Türkiye neden GDO’lara yönelmeli" sorusuna doğru dürüst bir yanıt vermeden bu genetiği değiştirilmiş telaşımız nereden kaynaklanıyor bilemiyorum. Türkiye gıda krizi mi yaşıyor? Genetiği değişmeyen tohum ekmediğinizde bu ülkenin topraklarında ot mu bitmiyor? Kim bu GDO’lu bitkiler ve tohumların ülkeye getirilmesini istiyor?

Bu soruları sormadan doğru yanıt alabilir miyiz; emin değilim…
Bayer firmasının Teknoloji ve Çevre’den sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Wolfgang Plischke, gıda sorununu çözmek için bütünsel bir yaklaşım olmadığını, ülkelerin koşullarına göre karar alması gerektiğini söylüyor. Bayer bu yıl Ar-Ge’ye 2 milyar 900 milyon avro harcamayı planlıyor.

Özgür Gürbüz -Köln /14 Kasım 2009

Yaklaşık iki hafta önce, bitkilerin böceklere karşı direnciyle ilgili en zengin gen koleksiyonuna sahip Athenix firmasını 250 milyon avroya satın alan Bayer, GDO konusunda ülkelerin kendi ve bölgesel koşullarına göre karar vermesi gerektiğini söylüyor. Bayer’in İnovasyon, Teknoloji ve Çevre’den sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Wolfgang Plischke, “GDO’ların açlığa çözüm olabileceğini düşünüyor musunuz” sorumuza, “GDO’ların açlığa çözüm olarak önerildiğine düşünmüyorum. Bence gıda konusunda bütünsel bir çözüm olduğunu sanmıyorum. Örneğin Almanya tarım konusunda çok gelişmiş bir ülke. Eğer kendi olanaklarıyla bir ülke ihtiyaçlarını karşılayabiliyorsa bunu yapmalı. Ben GDO’lara karşı değilim. Hatta onların ileride daha faydalı olacağını düşünüyorum. Ama nasıl uygulanacağı, ülkelerin ve bölgelerin koşullarına göre dikkatlice gözden geçirilmeli” yanıtını veriyor. Plischke, GDO konusunda Avrupa Birliği olsun BM Birleşmiş Milltler olsun farklı görüşler olduğuna da dikkat çekiyor ve isteklerinin sivil toplum kuruluşları da dahil olmak üzere tüm ilgili kuruluşlarla diyalog içinde olmak olduğunu belirtiyor.

Sıtma vakalarında artış
Firmanın sürdürülebilirlik konusundaki çalışmaları da dikkat çekiyor. Geçtiğimiz günlerde yapılan uluslararası basın konferansında söz alan Yönetim Kurulu Başkanı Werner Wenning ise, 2009 yılında firmanın bütçesinden Ar-Ge’ye 2,9 milyar avro ayrıldığına (146 yıllık tarihinin en büyük rakamı) dikkat çektiği konuşmasında, seragazı salım hedeflerinin tutturulacağına dikkat çekti. İlk sosyal ve çevre raporunu 1976 yılında açıklayan Bayer, 2013 yılına kadar üretimde enerji verimliliğini 2008'e göre yüzde 10 arttırmayı planlıyor. Böylece yılda 350 bin ton CO2 emisyonu atmosfere bırakılmayacak. Yine araç filolarından kaynaklanan CO2 emisyonlarını da yıl sonuna kadar 2007’ye göre yüzde 10 azaltılmış olacak. 2008-2010 yılları arasında iklim bağlantılı çalışma ve projelere 1 milyar avro harcayacaklarını belirten Wenning, “İklim değişikliği sıtma vakalarında 40 ila 60 milyon arasında bir artışa yol açabilir. Bayer’in tarihinde ilk kez, sıtmayla ilgili en büyük bilgi bankalarından biri olan kütüphanemizi halka açma kararı aldık” dedi.

Çocuk anneler her yıl 14 milyon doğum yapıyor
Sosyal sorumluluk çalışmaları firmanın ana kolu olan sağlık alanında da devam ediyor. Dünyada her üç doğumdan biri plansız doğum olarak kaydediliyor. Her yıl 14 milyon çocuk 15-19 yaşları arasındaki anneler tarafından doğuruluyor. Doğum kontrol haplarında pazar lideri olan firma her yıl 110 milyon doğum kontrol hapını ücretsiz dağıtıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün tahminlerine göre her yıl 2 milyon kişinin öldüğü tüberküloz tedavisi için yeni tedavi yöntemleri için çalışılıyor. Latin Amerika’da ve Afrika’da yaygın olan ve 14 milyona yakın kişinin hastalığa yakalandığı Chagas hastalığına karşı da 1 milyon 500 bin dolarlık yardımda bulunuyor.

Elektriksiz aydınlatma

Türkiye’nin en büyük elektriksiz aydınlanma sistemi Sabiha Gökçen Havalimanı’nda hayata geçecek. Gün ışığını özel borularla yansıtan 341 gün ışığı lambası, elektrik kullanmadan dev motor bakım merkezini aydınlatabiliyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 9 Kasım 2009

Sabiha Gökçen Havalimanı'nda yapımı süren “Pratt & Whitney, THY Teknik Uçak Motor Merkezi”, Türkiye'nin en büyük gün ışığı aydınlatma sistemine sahip olacak. Yıl sonunda açılması beklenen merkezde, 91 tanesi ofis bölümlerinde olmak üzere toplam 341 adet gün ışığı lambasının kullanılacak. Gün ışığı lambaları, merkezin çatısında topladıkları güneş ışınlarını bir tüp aracılığıyla taşıyarak bakım merkezine dağıtıyor. Böylece gün boyu aydınlanma için hiç elektrik harcanmıyor. Gece çalışmanın devam etmesi halinde ise klasik ampuller devreye giriyor.

Her bir lambanın yaklaşık 400 watlık halojen lambaya eş değer ışık verdiğini belirten Form Temiz Enerji Sistemleri Proje Mühendisi Mahmut Dede, ilk yatırım bedelinin 4 veya 5 yıl içerisinde geri ödendiğini sonraki yıllarda ise elektrik faturalarından büyük tasarruf yapıldığını belirtiyor. Dede, “Bir metrekare aydınlanma için yapılan yatırımın 30-35 dolar arasında. Açık alanda yuvarlak difüzör (dağıtıcı) kullandık ama ofisler için yapılacak uygulamada insanların ofislerde görmeye alışık olduğu kare dağıtıcıları kullanacağız” diyor.

Türkiye’de daha önce depo ve alışveriş merkezlerinde uygulama alanı bulan gün ışığı sistemi, ilk kez yaklaşık 9 bin metrekarelik bir kapalı alanda uygulanmış oluyor. İnşaatın devam ettiği merkezde çalışan işçiler aydınlanma ihtiyacını bu lambalardan sağlamış durumda. Merkezin çatısına yerleştirilen alıcılar, teknik özellikleri sayesinde ultraviyole ışınları engelliyor, ısıyı geçirmiyor. Böylece aydınlanma sağlanırken ısınma söz konusu olmuyor. Depo ve hangar için düşünülmese bile, istenirse gelen ışığın şiddetini azaltmak ya da tamamen kapatılmasını sağlamak da mümkün. Gün ışığı ile aydınlanmanın bir başka avantajı da çevreye olan katkısı. Yapılan hesaplara göre günde 6 saat, yılda 365 gün kullanılan 112 W’lık bir yapay ışık armatürü için 244,6 kW’lık elektrik enerjisi üretilmesi gerekiyor. Bu üretimin termik santrallerde yapılması halinde atmosfere küresel ısınmaya yol açan 8 kg eşdeğeri CO2 bırakılıyor.

Nasıl Çalışıyor?
Çatı üzerine konan özel fanuslar ışığı gün boyunca birçok açıdan yakalayıp, boru şeklindeki yansıtıcı sisteme yönlendiriyor. Boruların uzunluğu ve biçimi ayarlanabiliyor. Borudan geçen ışık en alttaki difüzör olarak adlandırılan dağıtıcı kapak sayesinde mekana eşit bir şekilde dağılıyor.

Bu pazarda naylon yasak

Türkiye’nin ilk organik ürün pazarı olan İstanbul Şişli %100 Ekolojik Pazar’da yasaklanıyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 7 Kasım 2009

Hormonlu, GDO’lu gıdaların etrafımızı sardığı şu günlerde temiz ve sağlıklı gıda bulmak isteyenlerin aklına ilk gelen adresler ‘ekolojik pazarlar’ oluyor. Tezgahlarında sadece organik ürünlerin satılmasına izin verilen Türkiye’nin ilk ekolojik pazarı kapılarını GDO’lu, hormonlu gıdalardan sonra naylon torbalara da kapıyor.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ve Şişli Belediyesi işbirliğiyle kurulan “Şişli %100 Ekolojik Pazar” bugünden (7 Kasım 2009) itibaren naylon torba kullanımını yasaklıyor ve kumaştan bez çanta dikme atölyelerini düzenlemeye başlıyor. Artık kumaşlardan, kullanılmayan tişörtlerden bez torba dikme atölyesini “İTÜ Hayatı Poşetleme!” grubu düzenliyor. Kese kağıdı ve naylon torbaların çevreye verdiği zararlar hakkında da pazarda bilgilendirme yapılacak. Ekolojik Pazar Koordinatörü Batur Şehirlioğlu, “Bizim için nihai amaç kullan-at tüketimin değiştirilmesi. Naylon torba ve kese kağıdının yaşam döngüsü analizlerini karşılaştırdığınızda kese kağıdının da yeryüzünde en az naylon torba kadar büyük bir ekolojik ayak izi olduğu ortaya çıkıyor. Bu yüzden pazarda pamuklu bez çanta ve fileler bulunduracağız” diyor.

***
Dünya naylon torbadan vazgeçiyor
* Çin’de ince naylon torbalar tamamen yasaklandı.
* Güney Afrika ve Bangladeş’te logarları tıkayan ve sele sebep olan poşet kullanımı tamamen yasaklandı.
* San Fransisko, Amerika’da naylon poşetin yasaklandığı ilk şehir, Alaska ise ilk eyalet oldu.

KOBİ'leri krizden yazılım kurtaracak

Türkiye CRM pazarına Verimax'la ortaklık yaparak giren SAGE yazılım şirketi Orta Doğu Direktörü Vikram Suri, krizden çıkışı erken gören ve hazırlık yapan KOBİ'lerin kriz sonrası fırsatları daha iyi yakaladığını, CRM programlarının da buna ciddi katkısı olduğunu söylüyor.

Özgür Gürbüz / 7 Kasım 2009

Dünya CRM (Müşteri İlişkileri Yönetimi) pazarı her yıl yüzde 10 büyüyor ve 2008 sonunda 10 milyar doların üstünde bir büyüklüğe ulaştı. Yılda 3 milyon dolara yaklaşan cirosuyla dünya iş yönetim çözümleri pazarının yüzde 6’sına sahip olan SAGE, hızla büyümesi bekledikleri Türkiye pazarına ise Verimax’la ortaklık yaparak girme kararı aldı. Sage Orta Doğu Direktörü Vikram Suri, “Türkiye pazarı krizden sonra en çabuk ayağa kalkan pazarların başında geliyor. Bunu bir fırsat olarak algıladık ve kanal yapısı çok güçlü olan Verimax ile iş ortaklığına girme kararı aldık” açıklamasını yapıyor.

Suri’ye göre GSMH'sının yüzde 60'ına yakınını hizmet sektöründen elde eden Türkiye'de CRM yazılımlarının önü açık. Türkiye’nin 2002-2008 yılları arasında ekonomisi ortalama yüzde 7,4 olmak üzere en hızlı büyüyen ülkelerden birisi olması ve büyük özelleştirmeler sonucu para akışının Türkiye’ye yönelmesi de SAGE’in bu kararı almasındaki etkenlerden biri. Verimax ile olan ortaklıklarının tanıtımında soruları yanıtlayan Suri, kriz dönemlerinin ardından hızla açılan piyasalarda, çabuk karar verebilen ve değişen pazar koşullarına ayak uydurabilen KOBİ’ler başarılı oluyor. Kriz sonrası pazarlarda müşteri yakalamanın eskisine oranla zor olduğunu belirten Suri, “Krizden sonra her şey eskisi gibi olmayacak. Müşterilerin alışkanlıkları değişiyor, daha çok düşünüyorlar. Kar marjı düşüyor ve rekabetçi firmalar fiyatta, üründe daha agresif teknikler uyguluyor. Firmalar bu süreçte adaptasyon zorlukları yaşıyor” diyor. Bu ortamı fırsata çevirmek için hızlı ve esnek olmak gerektiğini belirten Vikram Suri, yazılım programlarının KOBİ’lere bu fırsatı yarattığına dikkat çekiyor.

Verimax Genel Müdürü Ahmet Parlakbilek ise "Bu birliktelik Türkiye CRM pazarını hareketlendirecek. Özellikle içinden geçtiğimiz kriz ortamında firmaların daha dikkatli olması gerekiyor. Devir verimlilik devri ve hiçbir işletme müşterisini ihmal ederek bu süreçten başarılı çıkamaz. Sage CRM ürünleri firmaların bu değişen ve zor koşullara ayak uydurmalarını sağlıyor" şeklinde konuştu.

Mısır ve pamukta ani verim artışının sırrı ne?

CHP, tartışmalı GDO’lu ürünler üzerine rapor hazırladı. Türkiye’de mısır ve pamukta yaşanan verim artışı, Hindistan, ABD ve Brezilya’da GDO’lu tohum kullanılmasından sonra meydana gelen artışı andırıyor. Oysa Türkiye’de GDO’lu tohumların ekimi yasak.

Özgür Gürbüz / 6 Kasım 2009

Geçtiğimiz hafta Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelikle ithalatı serbest bırakılan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Bilim Yönetim Kültür Platformu tarafından hazırlanan ve 7 Ekim 2009 tarihinde Parti Meclis’ine sunulan raporda Türkiye’de konuyla ilgili yeterli düzenleme olmadığı, tüketici kaygılarının dikkate alınarak acilen gerekli düzenlemelerin yapılması gerektiği belirtiliyor. CHP raporunda çok zengin bir gen bankası niteliğinde olan Türkiye’nin tohum aracılığıyla dışa bağımlı kalınmaması için şeffaf, katılımcı bir yasa hazırlanmasını, teknolojinin kullanımı ve kontrolü için ülke yaklaşımının belirlenmesi gerektiğini ve öncelikle bir “biyogüvenlik stratejisi” hazırlanmasını istiyor.

Öneriler arasında yerli tohumların Türk Malı olarak tescil edilmesi, GDO analizi yapan laboratuvarların sayısının arttırılması ve gen teknolojisiyle yayılabilecek biyoterörizm tehdidine karşı eylem planı hazırlanması da yer alıyor.

Türkiye’de mısır ve pamukta verim artışı neden?
GDO’lu ürünlerin tarımsal ilaç kullanımını azaltıp verimi artırdığı yönündeki iddialara karşılık yapılan araştırmaların bunun tam tersini gösterdiği belirtiliyor. GDO’lu pamuk üretiminin yaygınlaşmasıyla Hindistan, Brezilya ve ABD’deki verim artışlarının dikkat çekici olduğunu belirten CHP Bilim Platformu Başkanı Ankara Milletvekili Nesrin Baytok, Türkiye’de de mısır ve pamukta ani verim artışı tespit edildiğini, GDO’lu tohum kullanılmadı iddiasına rağmen bu artışın gerçekleşmiş olmasının ilginç olduğuna dikkat çekiyor. “Şüphemiz çok” diyen Baytok, “Türk halkına kaç senedir GDO’lu ürün yediriliyor. Türkiye’nin mısır ve soya ithal ettiği ülkelere baktığımızda GDO’lu üretim yapan ülkeler karşımıza çıkıyor” diyor.

RTÜK’ten beter
Yönetmeliğin biran önce geri çekilip, halkın sağlığı ve Türkiye’nin çıkarları için bir biyogüvenlik yasasının hazırlanmasını isteyen Baytok, “Bir yönetmelik çıkarmışlar şirketlerin çıkarlarını koruyor. GDO kullanmadım diye etikete bile yazamıyorsunuz. Bu kadar ciddi ve çok sayıda iddia varken bu konu ticarete malzeme yapılmamalıdır” açıklamasını yapıyor. Denetlemeyi yapacak kurulun Tarım Bakanlığı’nın altındaki bir genel müdürülüğe bağlı olmasını ve kurula atanacak kişilerin bağımsızlığını, “RTÜK kadar bile bağımsız yapısı yok” sözleriyle eleştiren CHP milletvekili, verilecek cezaların da caydırıcılıktan uzak olduğunu, para cezalarının bile yasal boşluklardan dolayı uygulanamayabileceğine dikkat çekiyor.

***
Mısır üretiminde ani verim artışı
2000 ile 2007 yılları arasında GDO’lu mısır eken Hindistan’da yıllık verim artışı oranı yüzde 4,3. ABD’de bu oran yüzde 1,4, Brezilya’da ise 4,7. Aynı yıllar arasında Türkiye’de meydana gelen verim artışı ise yüzde 7,4 ile hepsinden daha yüksek. Pamukta da benzer bir durum söz konusu. 2000 ile 2007 yılları arasında Hindistan’da verim artışı yılda 13,6 ortalamayı buluyor. Brezilya’da bu oran 5,5, ABD’de 4,3 ve GDO’lu ürün kullanılmadığı söylenen Türkiye’de ise ortalama yıllık değişim yüzde 4,3.

Avrupa'da GDO'larla ilgili son durum

Türkiye’de tartışma yaratan GDO’lu ürünlerin ithalatına izin verilmesi kararı, benzer tartışmaların yaşandığı Avrupa Birliği’nde birçok yasal düzenlemeye rağmen çözülmüş değil. Altı ülke ekim yasağı uyguluyor, etiketleme şart.

Özgür Gürbüz/6 Kasım 2009

İşte madde madde Avrupa’daki son durum:

Hangi ülkeler GDO ekimini yasakladı?
Avrupa Komisyonu’nun 2003 yılında aldığı 1829 nolu regülasyon GDO’lu gıda ve yemlerin pazara girişine olanak tanıdı ancak GDO karşıtlarının muhalefeti ithalatçı firmalar önünde hala bir engel. GDO’lu tohumların ülke içinde ekimi ise daha sert tepkilere neden oluyor. Avrupa Birliği içerisinde altı ülke GDO’lu ürünlerin topraklarında ekilmesini yasakladı ya da sınırlama getirdi. Bu ülkeler, Fransa, Almanya, Avusturya, Yunanistan, Macaristan ve Lüksemburg.

Avrupa’daki GDO’lu ürünler
Avrupa’da ağırlıklı olarak GDO’lu pamuk, mısır, soya, şeker pancarı, kolza ve bazı mikroorganizmalar pazara yasal olarak sorunsuz çıkabiliyor. Bazı ülkelerin ürünlerin ülkelerine girmelerini engellemek için yaptığı çabalarsa Avrupa Komisyonu ile ilgili ülkeler arasında tartışmalar yaratıyor. İtalya, Yunanistan ve en son olarak da Polonya buna örnek verilebilir.

Etiket zorunluluğu
Eylül 1998’de AB, gıda üreticileri, toptancılar ve lokanta sahiplerine GDO’lu ürünlerini etiketleme zorunluluğu getirdi. Halen içeriğinde GDO’lu ürün bulunduran tüm paketlenmiş ürünlerin etiketlerinde “Bu ürün genetiği değiştirilmiş ürün içerir” yazılması zorunlu. Lonata, kantin gibi yerlerde ise toptan alınan ürün GDO içeriyorsa yiyeceğin gösterildiği yerde aynı içeriğe sahip uyarının teşhir edilmesi gerekiyor. Hayvan yemi için kullanılan genetiği değiştirilmiş ürünler (soya gibi) için de benzer kurallar geçerli. Bildirim zorunluluğu Avrupa’da GDO’lu ürün satan firma alıcıyı ürünün GDO’lu olduğuna dair bilgilendirmek zorunda. Bildirim sırasında GDO’lu ürünü de spesifik olarak tanıtmakla ve alıcının adını kayıtlara geçirmekle yükümlü. Bildirim zorunluluğunun amacı GDO’lu ürünlerin izini kaybetmemek ve nerede, kim tarafından kullanıldığını bilmek.

***
GDO nedir?

İnsanların ihtiyacı olan gıdalar bitkisel ve hayvansal olmak üzere ikiye ayrılıyor. Gıda ve hayvan yemlerinin kaynağı da yine aynı kaynaklar. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO), son yıllarda ilerleyen gen teknolojisi sonucu yaşayan hücre ve organizmalar üzerinde yapılan değişiklikler sonucu meydana gelen yeni türler için kullanılan bir terim. Genetik karakterleri değiştirilen bitki veya hayvanlar yeni bir DNA yapısına kavuşuyor. Örneğin bir bitkinin zararlı böceklere karşı kendisini koruyan ilaçları genlerinde taşıması söz konusu olabiliyor. Besi değerleri arttırılabiliyor, üretim miktarı, büyüklüğü değiştirilebiliyor. Sağlık ve çevre üzerindeki etkileri ise ciddi soru işaretleri taşıyor.

GDO’lar helal mi, değil mi?

26 Ekim’de çıkarılan yönetmelikle Türkiye’ye ithalatına onay verilen Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’a (GDO) İslami kanattan da “helal değildir” tepkisi geldi. GDO’larda domuz geni kullanılıp kullanılmadığı ise ayrı bir tartışma konusu.

Barış Erdoğan - Özgür Gürbüz
Gazete Habertürk /4 Kasım 2009
*

Kısaca GDO olarak tanımlanan ‘Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’, 26 Ekim 2009 tarihinde yayımlanan yönetmelikle ülkeye giriş iznine kavuştu. Yönetmelikle beraber uzun yıllardır süren, “GDO insan ve çevre için zararlı mı” tartışması da tekrar alevlendi. Tartışmaya sağlık ve çevre açısından olduğu kadar dini açıdan yaklaşanlar da var. Bazen daha fazla ürün almak bazan da gıdaların dayanıklılığını artırmak için bitkilerin genetiğinin değiştirilmesi, bir çok Hristiyan ve Yahudi din alimi gibi Müslümanları da kızdırıyor. Özellikle de domuz geni kullanılma olasılığı İslami kesimden tepki topluyor. Müslümanlar, genetiğin değiştirilmesini Allah'ın yaratma sahasına müdahale ve doğanın dengesini bozma olarak görüyor.

Helal sertifikası vermiyoruz
Helal Gıda sertifikalama konusunda çalışan Gıda ve İhtiyaç Maddeleri Denetleme ve Sertifikalandırma Araştırmaları Derneği (GİMDES) Başkanı Dr. Hüseyin Kamil Büyüközer, genetiği değiştirilmiş organizmalara kesinlikle helal gıda sertifikası vermediklerini ve İslami olarak GDO’nun helal olmadığını söylüyor. Büyüközer, “Peygamberimizin bir hadisi şerifi var. Öyle bir dönem gelecek ki, fıtratı değiştirmeye çalışacaklar diye. İşte DNA'ları değiştiriyorlar, Allah'ın yarattığından farklı bir ürün yapmaya çalışıyorlar. Bu islama aykırıdır. GDO'ların içinde ayrıca domuzun genlerini kullanıyorlar. GDO'lar doğal ürünlerin sistemini de bozuyor. Sadece İslam değil, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da GDO'lar dinen hoş görülmüyor” diyor.

"GDO İslami açıdan doğru gözükmüyor"
Genetik bilimini İslam hukuku açısından inceleyen ve Genetik Kopyalamanın Fıkhi Yönü konusunda eseri bulunan Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Doç. Dr. İbrahim Köksal domuz genin temel İslami kurallar aykırı olduğu için hiçbir şekilde bitkilerde kullanılmasının doğru gözükmediğini söyledi. Köksal, “Ayetlerde açıkça genetiği değiştirilmiş organizmalarla ilgili bir hüküm yok. Ancak yaratma konusu Allah'a mahsustur. Bu konuda açık ayet var. İnsanın yaratma konusuna müdahale etmesi doğru değil. Doğaya ekolojik sisteme müdahalenin sonuçlarını bilmiyoruz. Eskiden olmayan birçok hastalık var. Bunların GDO'lar yüzünden olduğu düşünülüyor. Peygamber Efendimiz hurma aşılamayı yasaklamamış ama bu işe sıcak da bakmamıştı. Bin dört yüz yıl öncenin insanlarına bu müdahalenin doğanın dengesine müdahale olduğunu anlatması zor olurdu” yorumunu yapıyor.

Domuz geni hiç kullanılmadı
Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Dr. Selim Çetiner ise hem GDO’ların zararlı olduğu hem de domuz geni kullanıldığı iddialarını reddediyor. “Domuzlardan alınan genlerin bitkilere aktarılması şimdiye kadar söz konusu olmamıştır” diyen Çetiner, “Halen tüm dünyada yaygın olarak üretilip tüketilmekte olan dört ürün (soya, mısır, pamuk, kolza) bulunmaktadır. Bunların hiçbirisi de donuz geni taşımamaktadır. Bu iddia tamamen biyoteknoloji karşıtı grupların insanları teknolojiden soğutmak için kullandıkları propaganda taktiklerinden birisidir” açıklamasını yapıyor. Çetiner’e göre bu konuda ‘Helal Gıda Sertifikası’ verecek olan grupların fayda sağlama girişimi rol oynuyor. Çetiner, “Konuyu biraz derinlemesine inceleyecek olursanız görebileceğiniz üzere son bir iki yıldır GDO'lardan tamamen bağımsız olarak, bir kesim "girişimci" Helal Gıda Sertifikası" vererek bir kendilerine yarar sağlama çabasına girmişlerdir. Bu kişiler, gerek gıda güvenliğini gerekse bazı dini motifleri ve hassasiyetleri kullanarak TSE ve Diyanet İşlerini devre dışı bırakıp "Helal Gıda Sertifikası" düzenleme ve dolayısı ile bundan nemalanma gayret içerisindedirler” diyor.

Domuz geni kullanılmadı ama garantisi yok
Yıldız Teknik Üniversitesi Biyomühendislik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şeminur Topal, akrep ve domuz geni üzerine çok ça spekülasyon yapıldığını kendisinin domuz geni kullanıldığına dair bir bilgi sahibi olmadığını belirtiyor ancak, “Yarın öbür gün o da olabilir. Bunun karşımıza çıkmayacağının garantisi yok” diye de ekliyor. Topal, “İstediğiniz geni alıp istediğiniz manipülasyonu uygulayabilirsiniz. Yok olduğunu kesin söyleyemeyiz, labarotuvar testleri kolay değil. Bir avuç pirinç içerisine dalıyor, taş bulmaya çalışıyorsunuz. Taş tesadüfen elinize gelirse kanıtlayabiliyorsunuz birçok şeyi. Öyle transferler yapılmış olabiliyor ki kullandığınız yöntemlerle bunların hepsini yakalayamıyabiliyorsunuz” diyor. GDO’ların en çok netleştirilen sağlık etkilerinin başında alerji vakalarındaki artışın geldiğini belirten Topal, insanlar üzerindeki etkilerinin kullanım süresinin azlığı nedeniyle henüz görülmediğine dikkat çekiyor. Hayvan deneylerinde ise sonuçların alınmaya başladığına dikkat çeken Prof. Topal’a göre doğum ağırlıklarının azalması, çeşitli anomaliler ilk belirtiler arasında.

***
GDO'yu tüketmek de haramdır
Prof. Dr. Zekeriya Beyaz
Dinimizde haram anlamı yasaktır. Haram da zararlı ve tehlikeli şeylerdir. Bunun sınırı yoktur. Hayatın gelişimi içinde yeni yasaklar yeni haramlar çıkar. Genetiği değiştirilmiş organizmalar dediğimiz bu gıdaların tohumları insanlık için son derece tehlikeli ve zararlıdır. Bugünki insanlığın varlığı genetik yapısı klasik olan gıdalarla süregelmiştir. Bunu değiştirdiğiniz zaman bir tarafı eksik kalacağı için iyi beslenemeyeceksiniz, sağlı olamayacaksınız, cinselliğiniz ölecek. Tıp insanları da bu tehlikeyi açıkça söylüyor. O halde GDO'ları insanlara sunmak tehlikelidir, haramdır. Bunları yemek içmek de haramdır.

***
GDO olmasa insülin domuz pankreasından olurdu
Prof. Dr. Selim Çetiner
Mısır'daki El-Ezher Üniversitesi’nin bugün itibariyle GDO'lara karşı bir fetva vermemiştir. “Aslında mütedeyyin insanlarımızın, modern biyoteknolojiye dört elle sarılmaları ve bu teknolojiye teşekkür etmeleri gerekmektedir. Zira, GDO teknolojisinden önce dünyadaki tüm şeker hastaları domuz pankreasından elde edilen insülin kullanıyordu. Biyoteknolojinin gelişmesiyle birlikte şimdi tüm dünya, insan geninin klonlandığı GDO'lardan üretilen insülini kullanmaktadır. Diğer bir anlatımla, GDO'lar zorunlu olarak domuz insülini kullanan insanları bu mecburiyetten kurtarmıştır.

***
Çok ciddi faydası yoksa müdahale etmemeli
Doç. İbrahim Köksal
Eğer zararı faydasından fazla ise, yüzde 30 faydası, yüzde 70 oranında zararı varsa buna "haramdır" demek uygundur. Eğer faydası çok, zararı yüzde 30 aşmayacak ölçüdeyse buna da mekruh denilmelidir. Allah herşeyi yaratırken uygun sistemi koymuş. Çok ciddi bir faydası yoksa müdahale etmemeli.

***
Papa da karşı
GDO'lar sadece İslam dünyası tarafından değil Vatikan tarafından da şiddetle eleştiriliyor. 16'ıncı Benoit en son 20 Mart 2009 tarihinde Roma'da Afrikalı evekler meclisinin önünde yaptığı bir konuşmada GDO'lara ve bunları üreten şirketlere açıkça cephe aldı. Papa, GDO üreticilerini dünya gıda güvenliğini tehdit etmekle, gelişen ülkeleri fakirleştirmekle ve de küçük tarım işletmelerini yok etmekle suçladı.

*Tam metin

Evimizdeki Elektromanyetik Tehlike - 3

Habertürk Gazetesi'nde yayımlanan yazı üç günlük yazı dizisini, kısaltma, ekleme ve çıkartma yapılmamış haliyle burada bulabilirsiniz.

ELEKTROMANYETİK DALGALARLA ZİHİN KONTROLÜ

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 31 Ekim 2009

Elektromanyetik alanların sağlık riskinin yanısıra tedirgin edici bir başka etkisi de var. Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Selim Şeker, çeşitli frekanslardaki elektromanyetik dalgaların beynimizin kendi frekansı ile rezonansa (genliğin sınırsız artması sonucu dağılma, bozulma durumu) girebileceğini belirtiyor. İnsan vücudunun bu özelliği, zihin kontrolü, hipnoz ve uzaktan kumanda edilmeye yol açabiliyor. II. Dünya Savaşı’nda geliştirilen radar sistemlerinin kullanılması sırasında radar teknisyenlerinin mikrodalga radyasyona maruz kaldıkça garipten sesler duymaya başlaması ilk belirtilerden sayılıyor.

Son Kitabı “Cep Tehlikesi”nde konuya geniş yer veren Şeker, yine II. Dünya Savaşı sırasında Japonların Çinliler üzerinde beyin kontrol deneyleri yaptıklarını söylüyor. Dr. Rose Delgado’nun hayvan ve insanlar üzerinde yaptıkları deneyler sonucundaysa elektronik simülasyon ile kızgınlık, şehvet, hırs, yorgunluk gibi aşırı hisler oluşturulabileceğini gösterdiğini belirtiyor. Yine “hipnopedi” olarak bilinen uykuda öğrenmenin elektromanyetik modülasyon teknikleri ile daha etkin hale geldiğine dair birçok makale var. Avusturalya’lı bilim insanları tarafından geliştirilen ve insanların beyin dalgalarını kullanarak elektrikli aletleri çalıştırmaya yarayan “beyin anahtarı” ve Amerikan hükümetinin 24 milyon dolarlık fon ayırdığı beyin ve bilgisayarı birbirine bağlama araştırmaları da bu konuda verilen örneklerden. CIA ve Amerika’daki bazı tarikatların bu teknikleri kullandığı da sıkça dile getiriliyor.

Cep kullanırken nelere dikkat etmeli?
Elektromanyetik dalgalar aracılığıyla zihin kontrolü iddialarının son noktası ise cep telefonları. 31 Ocak tarihinde Hürriyet Gazetesi’ne konuşan Rus Kripto cihazını geliştiren mühendis Anatoliy Kelepov, “Yüzyılın süper silahı atom bombası değil cep telefonu. Dinleme cihazı olarak da kullanılabilen cep telefonuyla kişinin beynine komut yollamak bile mümkün” demişti. Bu ciddi iddialara rağmen kamuoyunda daha çok Radyo Frekanslı Radyasyon (RFL) yayan cep telefonu ve baz istasyonlarının insan sağlığına etkileri tartışılıyor. Bilim insanları, ihtiyatlılık ilkesi gereği zararsız olduğu kanıtlanıncaya kadar kullanımın sınırlandırılması, çocuklar ve hamile kadınların cep telefonundan uzak tutulması, kulaklık aracılığıyla kullanımın özendirilmesi, konuşma yerine mesaj atılmasını tavsiye ediyor. Radyo dinlemek için radyo, televizyon izlemek içinse televizyonun kullanılması, asansör, otobüs, uçak gibi dar alanlarda kullanımdan kaçınılması, telefonların vücuttan olabildiğince uzakta taşınması da diğer öneriler arasında.

AB ne diyor?
Avrupa Birliği, Acil ve Yeni Tanımlanmış Sağlık Riskleri Bilimsel Komitesi, 10 yıldan az süre kullanılan cep telefonlarının kanser riskini arttırmadığını belirtiyor ancak kesin bir şey söylenmesi için10 yıldan daha uzun süreli araştırmalar beklenmeli diyor. Bunun nedeni de çok az kişinin cep telefonlarını 10 yıldan fazla bir süredir kullanıyor olması. Baz istasyonları konusunda ise aynı komisyon, istasyonlara yakın olan insanların daha çok etkilendiklerini belirtiyor ancak sağlıkla ilgili olumlu ya da olumsuz net bir görüş ortaya koymuyor. Bilgisayar Monitörlerine dikkat Özellikle fazla çalışma alanı olmayan bürolarda bilgisayarların sırt sırta bakması, her iki taraftaki kullanıcının da manyetik alana maruz kalmasına neden oluyor ve risk artıyor. Evde veya işyerinde monitörlerin önünde 50 cm, arkasında 1 metre boşluk bırakılması öneriliyor.

***
"Kaldırılan bazın yerine yenisi kurulabiliyor"
Av. Yelda Kullap Baz-Dur Platformu Eş Sözcüsü

-Baz istasyonlarının kurulmasında aranan şartlar neler, nereye baz istasyonu kurulamaz? Elektronik Haberleşme Kanunu ve Telekomünikasyon Yönetmeliği’nde bildirilen tüm şartları yerine getiren şirketler GSM baz istasyonlarını kurabilir. Yasada, GSM istasyonlarının faaliyette bulunması için bir takım teknik limit değerler belirlenmiş ancak kurulmasının sakıncalı olduğu yerler yasa ve yönetmelikçe belirlenmemiş. Zaten yasa ve yönetmelik, kamu ve insan sağlına sakınca ve risk teşkil edecek şartları belirtmediği için, yurttaşlar Medeni Kanun’da bildirilen “Malik mülkünü kullanırken komşusuna zarar veremez” hükmüne istinaden baz istasyonlarının “sağlık üzerinde tehlike oluşturduğu” gerekçesi ile dava açabiliyor. Yasalardaki insan ve kamu sağlığına ilişkin eksiklikler en kısa zamanda giderilmeli, insanların yoğun olarak yaşadığı hastane, okul, kreş, üniversite, park gibi yer ve yakınlarına baz istasyonu kurulması yasaklanmalı.

-Baz istasyonlarının kurulmasında yerel yönetimler ne kadar söz sahibi?
Maalesef yerel yönetimlerin insiyatifi yasa ile ellerinden alınmış ve tek yetkili kurum Telekomünikasyon Kurumu’na verilmiştir. Esasında bu durum yasalar arasında bir çelişki arz ediyor çünkü valilik ve yerel yönetimin toplum sağlığını koruma yükümlülüğü var. Bodrum’da olduğu gibi bazı Belediye Meclisleri cesur davranarak baz istasyonlarının şehir dışına çıkarılması için kararlar aldılar. GSM istasyonları 24 saat çalışmak zorunda, evdeki aletleri ise biz istediğimiz an kapatabiliyoruz.

-Aynı çatıda birden çok baz istasyonu kurulabilir mi?
Bunun için hiçbir yasak ve sınırlama yok. Aynı binada birden fazla baz istasyonu kurulabilir. Üstelik dava yolu ile kaldırılsa bile aynı yere GSM istasyonu kurulmasına yine bir yasal engel yok.

-Bu güne kadar kaldırılan baz istasyonları var mı?
Yüzlerce Yargıtay kararı var. Bu da mevcut yasaların baz istasyonları konusundaki toplumsal sorunlara dar geldiğinin en büyük kanıtı. Yargıtay 4.Hukuk Dairesi’nin 11 Haziran 2009 tarihinde aldığı karara göre, Telekomünikasyon Yönetmeliği’nde yer alan limitler tek başına ele alınamaz. Zarar görenin zararı değil, tesis ve işletme sahibinin tesisin işletilmesinden dolayı kişilere ve çevreye bir zarar vermediğini kanıtlaması gerekir. Binaların yakınlığı, evde sürekli oturan yaşlı ve çocukların varlığı göz önüne alınmalı.

***
Ev ve işyerlerinde elektromanyetik alan üreten cihazlar

Saç kurutma makinesi
Saç kurutma makinaları, kuaförlerde bulunan ve saç boyama, perma gibi işlemler için başın içine sokulduğu ısıtıcılar, saç şekillendirici aletler elektromanyetik radyasyon yayar. Çoğu başın çok yakınında çalıştırılır. Gerekli değilse fazla kullanmamakta fayda var.

Mikrodalga fırın
Mikrodalga fırın çalıştırıldığında elektromanyetik enerji pişecek gıdanın içindeki su molekülleri tarafından soğrularak hızlı titreşime sebep olur. Eğer mikrodalga fırında kaçak varsa aynı durum çevresinde bulunan insanlarda oluşur. Özellikle su oranı yüksek dokulara sahip testis ve gözlerde elektromanyetik enerji soğrulması daha yüksek seviyede olur. Mikrodalga fırınlar 15 cm ötede 30 mikrotesla, 1 metre ötede ise 2 mikrotesla şiddetinde alan oluşturur. Ayrıca mikrodalga sızıntısı da yapar. Radyasyon kaçağı deri kanseri, hamile kadınlarda düşük, kalp pili etkisi gibi sonuçlara neden olduğu saptanmıştır. Çalışırken mutlaka 1 metreden daha uzakta bulunmalıdır.

Bilgisayar oyun setleri
Bu tür oyun setleri prize bağlı transformatörler içermesi nedeniyle yüksek şiddetle denebilecek elektrik alanı yayarlar. Kullanılmadıkları zaman fişin prizden çıkarılması, çocukların cihaza fazla yaklaşamadan oynamaları sağlanmalıdır. Elektrik süpürgesi Elektrik süpürgeleri, 30 santim uzaklıkta yaklaşık 20 mikroteslaya kadar manyetik alan üretirler. El ile tutulan süpürgeler ise vücuda yakın olması nedeniyle daha etkili emisyon verir.

Kaynak: Cep Tehlikesi / Prof. Dr. Selim Şeker

-YAZI DİZİSİ BİTTİ-

Evimizdeki Elektromanyetik Tehlike - 2

Habertürk Gazetesi'nde yayımlanan yazı üç günlük yazı dizisini, kısaltma, ekleme ve çıkartma yapılmamış haliyle burada bulabilirsiniz.

RADYASYON DUVARI GEÇER

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 30 Ekim 2009

Kirli bir denize girmeyerek ya da sarılık tehlikesine karşı aşı olarak kendinizi mikroplardan koruyabilirsiniz. Peki ya, görünmeyen bir düşmana karşı kendinizi nasıl savunursunuz. Evinizde hiçbir elektronik alet kullanmasanız bile komşunuzun ortak duvarınızın arkasına yerleştirdiği bir televizyon ya da bilgisayarın radyasyonuna maruz kalabilirsiniz. Televizyon ya da bilgisayar monitörü tarafından yayılan manyetik alanın duvardan da geçtiğini unutmamak gerekiyor. Bu nedenle evinizde veya işyerinde bu cihazların arka kısmının mümkün olduğunca bina dışına bakmasına gayret göstermek gerekiyor. Uzmanlar, özellikle manyetik alanın yaydığı radyasyona uzun süreli maruz kalınmasına yol açacağı için, aletlerin arkasına (arada duvar da olsa) yatak konulmamasına özen gösterilmesini istiyor. Evinizi bu bilgiler ışığında yeniden düzenlemek, belki birkaç elektrikli aletin gerekliliğini gözden geçirmek ve komşularınızla konuşmak çok zor olmayabilir. Ancak, kablosuz internet modemlerinin tüm mahalleye yayılan elektromanyetik dalgalarını kontrol etmek gerçekten iyi komşuluk ilişkilerinden fazlasını, ciddi bir araştırma ve yasal düzenlemeyi gerektiriyor. Bu konuda CHP Ankara Milletvekili Dr. Tekin Bingöl tarafından Meclis’e verilen kanun teklifiyle cep telefonu, baz istasyonu, bilgisayar, mikro dalga fırınlar ve diğer elektrikli eşyalardan yayılan, insan ve çevre sağlığına olumsuz etkileri olan iyonlaştırmayan elektromanyetik dalgalardan korunmak için bir kurul kurulması öneriliyor. İyonlaştırmayan Radyasyondan Korunma Kurulu’nun diğer görevleri arasında bilimsel çalışmalar yapmak, halkı bilgilendirmek ve uluslararası kuruluşlarla temasta bulunmak da yer alıyor. Teklif, 8 Mayıs 2008’den beri görüşülmeyi bekliyor.

Hangisi daha tehlikeli: Saç Kurutma Makinası mı matkap mı?

Elektrikli aletler sadece manyetik alan değil bir elektrik alanı da yaratarak kirliliğe neden olabiliyor. Oluşan elektrik alanın etkisi metre başına volt (V/m) ile gösterilirken, manyetik alan ise metre başına amper (A/m) cinsinden ifade ediliyor. Örneğin bir yıldırım esnasında 20 bin V/m değerinde bir elektrik alan oluşurken, 380 kV’luk bir iletim hattı da neredeyse yıldırımın üçte biri oranında, 6 bin V/m’lik bir elektrik alan oluşturuyor. Ev içinde döşenmiş elektrik kabloları için bu 5 V/m, elektrikli ütü içinse 200. Evlerimizde kullandığımız fırın ve saç kurutma makinaları ciddi bir manyetik alan yaratıyor. 2 bin A/m değerindeki manyetik alan, elektrik süpürgesi ve tost makinesinin 20 katı. Bir matkabın yarattığı manyetik alan (500 V/m) saç kurutma makinasından ve elektrikli tıraş makinasından (1000 A/m) daha az. Burada unutulmaması gereken, manyetik veya elektrik alanın şiddeti kadar, kullanım süresinin sağlık üzerindeki etkiyi arttırması. Günde 1-2 dakika saçını kurutan biriyle tüm gün matkapla çalışan bir işçinin aldığı elektromanyetik radyasyon aynı değil.

***
“Şikayet edebileceğiniz bir merci yok”

Prof. Dr. Selim Şeker
Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Fak.

- Elektromanyetik kirlilik sağlımızı ne ölçüde tehdit ediyor?
Dünya Sağlık Örgütü’nün Ekim 2001’den beri yaptığı “Çok düşük frekanslı manyetik alanların kanser yapma ihtimali vardır” uyarısını gözardı edemeyiz. Ayrıca, Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’da (IARC) “elektromanyetik alanları” muhtemel kanserojenleri içeren 2-B grubuna aldı. - Evimizde ne gibi tehlikeler var? En başta binaya gelen elektrikle ilgili bir tehlike var. Apartmana gelen elektrik dairelere dağıtılmadan önce “kofra” dediğimiz siyah bir kutuya gelir. O kutu genelde bir dairenin duvarında olur. Burada büyük bir akım var, bu ana akımın geçtiği duvarın arkasında oturuyorsanız etki altındasınız. Baz istasyonunu çatıya koyduğunuzda yalıtım yapıyoruz diyorlar, bunu neden yalıtmıyorlar? Baz gibi de değil her evde var. Büyük sitelerde ise yüksek gerilimle gelen elektriği evde kullanmamız için indiren trafolar var onlar da tehlike arz ediyor. İşin kötüsü tüm bunları şikayet edebileceğimiz bir mekan yok.

-Çevreci lambalar ve infrared ısıtıcılar konusunda da uyarılarınız var.
Dünyanın pek çok yerinde enerji tasarrufu için enerji verimli CFL lambalar öneriliyor. Cıva oranı yüksek olduğu için çevreye, içindeki floresandan dolayı da insan sağlığına zararlı. Alternatif olarak, içerisinde demir göbek ve bakır sargıları olan magnetik CFL lambalar da var ama biraz daha pahalı. İnfrared ısıtıcıların ise iyonize eden radyasyon standartlarını sağlayıp sağlamadığına bakmak lazım. Cihazlar infrared spektrumun iyonize eden radyasyon bölgesinde (yaklaşık 300-1,000,000 GHz) çalışıyor. Cep telefonlarının güçleri 1 vattan az. Televizyon ve bilgisayarların güçleri 50 vat civarında. Bütün bu cihazlar için güvenlik standartları konup pek çok önlem tavsiye edilirken, 1000-3000 vatlık bir gücün yanımızda bulunması normal kabul edilebilir mi? Broşürlerinde yazdığı gibi 1 metreye kadar olan mesafe çok tehlikeli. Doğal güneşin negatif etkisine karşı önlem alıyoruz ama evimizdeki yapay güneşlere karşı önlem almamız gerekmez mi?

-Cep telefonları konusunda ise özellikle çocukların telefon kullanımına dikkat çekiyorsunuz. İngiltere Radyolojik Koruma Kurulu, cep telefonları küçük çocuklarda tümör riski yaratıyor dedi. Kurulun raporunda, özellikle sekiz yaşından küçük çocukların cep telefonu kullanmasına izin verilmemesi yolunda anne ve babalar uyarıldı. Finlandiya Radyoaktif Işınlara Karşı Korunma Merkezi (STUK), baş kemikleri daha ince, dış kulakları daha yumuşak olduğu için cep telefonunu kulaklarına tutarak konuşan çocukların yetişkinlere oranla iki kat daha fazla radyoaktif dalgaya maruz kaldığını söyledi.

***
Elektromanyetik radyasyon çeşitleri
* ELF (Çok düşük frekanslı radyasyon): Elektrik iletim hatları, dağıtım hatları, evlerdeki elektrik tesisatları, elektrikli ev aletleri, endüstride kullanılan elektrikli cihazlar.
* RF (Radyo frekanslı radyasyon): Cep telefonları, baz istasyonları, haberleşme cihazları, radar, mikrodalga fırın.

*** Ev ve işyerlerinde elektromanyetik alan üreten cihazlar

Dikiş makinası
Dikiş makinalarının motorları manyetik alan kaynağı, fişleri ise elektrik alanı üretir. Endüstriyel dikiş makinalarında çalışan kimselerde istatiksel olarak beyin kanseri ve Alzheimer vakasına çok sayıda rastlandığı görülmüştür.

Televizyon
Televizyon marka ve modellerine göre farklı faklı manyetik alanlar üretir. Renkli televizyonlar bir metre mesafede 30 volt/metre elektrik alanı ve 5 mG’a kadar manyetik alan üretebilir. Televizyon arkasındaki radyasyon miktarı önüne göre daha fazladır. Manyetik alanların duvarları geçtiğini unutmayın.

Dizüstü bilgisayar
Genelde düşük seviyede elektromanyetik alan üretirler ancak prize takılı çalıştırıldıklarında birkaç yüz volt/metreyi bulan yüksek şiddetli elektrik alan üretirler. Dizüstü bilgisayarları sizde uzak bir yerde şarj etmekte fayda var.

Elektrikli battaniye
Kışın yatakları ısıtmada kullandığımız bu battaniyeler yüksek seviyede elektromanyetik alan oluşturuyor. Çalışmasa bile prize takılı olması bile tehlike yaratmak için yeterli. Battaniyelerin kullanılması tavsiye edilmiyor.

Yatak odası aydınlatması
Yatağımızın baş ucundaki metal başlıklı lambalara dikkat. İki telli kablolar nedeniyle hayli yüksek seviyede elektromanyetik alan üretiyorlar. Floresan lamba kullanıyorsanız içerisindeki bir çeşit transformatör ve Ultraviyole ışınları nedeniyle risk artıyor.

Kaynak: Radyasyon Kuşatması / Prof. Dr. Selim Şeker – Prof. Dr. Osman Çerezci

YARIN: CEP TELEFONU VE BAZ İSTASYONLARI- ELEKTROMANYETİK ALANLARLA İNSAN ZİHNİ KONTROL EDİLEBİLİR Mİ?