Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Bin Milyar Kere Bin Lombar
Tek bir izin gününüz varsa her şeyi en hızlı bir şekilde yapmaya çalışırsınız. Kitapevinde dolaştığım sırada ben de bunu yapmaya çalışıyordum ki, duyduğum garip sevinç çığlıkları beni ister istemez arka tarafa, çığlıkların geldiği yere götürdü. Elinde tuttuğu genişçe kitabı sağa sola sallayan ve tek ayağının üstünde zıplayan orta yaşlarında bir adam, çılgınlar gibi, “Bin milyar kere bin lombar, İşte Tenten’in aradığım macerası!” diye bağırıyordu. Üzerinde küresel ısınmaya inat olsun diye giyildiğini düşündüğüm kalın boğazlı bir kazak, kalın siyah sakalı ve yine siyah renkte denizci şapkası vardı. Yanında Tenten’in hayvan dostu Milu ve Profesör Turnesol da olsa, kitabevinde gördüğüm adamın Kaptan Haddock olduğuna yemin edebilirdim. Bildiğiniz gibi Tenten onlarsız yapamaz; Dupont ve Dupond kardeşleri de unutmamak lazım tabii.
Kitapevinden çıktığımda elimde Tenten’in ‘Sidney’e 714 Sefer Sayılı Uçuş’ adlı macerası vardı. Uzun yıllar Türkçe’ye Yapı Kredi Yayınları tarafından kazandırılan dünyaca ünlü kahraman Tenten’in maceraları bu defa İnkılap Kitabevi tarafından piyasaya sürüldü. Ela Güntekin tarafından çevrilen bu macera Tenten karakterinin yaratıcısı Belçikalı çizer Herge tarafından 1968 yılında mürekkebe bulanmış. Asıl adı Georges Remi olan çizer 1907 yılında Brüksel’de doğdu. Daha 16 yaşında çizgilerini basılı yayınlara sokmaya başlayan Remi, 1924 yılında kendi imzasını da yarattı. Ad ve soyadının baş harflerinin yerlerini değiştirdi (R.G), ve onların Fransızca telaffuzundan ilham alarak ‘Herge’i kendisine takma ad yaptı. 1926’da Tenten’in atası sayılan Totor karakterini yarattı. 1929’da ‘Tenten ve Karbeyazı’ ortaya çıktı ardından da Tenten’in ilk kitabı olan ‘Gazeteci Tenten, Sovyet Topraklarında’. ‘Sidney’e 714 Sefer Sayılı Uçuş’ macerasında da Tenten uzak diyarlara gidiyor. Düşündüğünüz gibi uçakta geçen bir macera değil bu. Tenten ve arkadaşları, Endenozya’nın gizemli adalarının birinde, şans eseri tanıştıkları ve sinsi bir tuzak sonucu kaçırılan milyoner Carreidas’ı (Hiç gülmeyen adam) kurtarmaya çalışıyor. Tabii, kendilerini de. Her ne kadar bir köpeğin “hayvan herif” diye sinirlenmesine pek anlam veremesem de, Milu’nun bu seride önemli bir rol oynadığını söylemeliyiz. Maceranın sonu Tenten öykülerinin sürpriz sonlarına alışmış olanları bile şaşırtacak türden bir sona sahip. Profesör Turnesol’un Kaptan Haddock ve milyarder Carreidas ile olan söyleşileri ise tam bir klasik. Tenten’in azılı düşmanı Rastapopulos’un başına gelenler de (kelimenin tam anlamıyla) Tenten severleri çok eğlendireceğe benzer.
Herge tarafından yaratılan Tenten karakteri, hem çizgi roman kültüründe hem de yakın politik tarih içerisinde önemli bir yere sahip. Genç, akıllı, gözüpek bir gazeteciyle onun sakar ve eğlenceli dostlarından bahsediyoruz. Maceraları, hayal gücünün sınırlarını zorlamakla beraber, sıradan insanların zeka ve becerileriyle kurtarılan hayatlardan, yardımlaşmanın ve şansın yardımıyla çözülen büyük sırlardan oluşuyor. Bu noktada Tenten’in Amerikalı rakiplerinden ayrılarak tam bir Avrupalı tavrı sergilediğini söylemek mümkün. Özellikle son döneme bakıldığında, Amerikan çizerleri tarafından yaratılan kahramanlar, Batman gibi birkaç örnek dışında insanüstü özelliklere sahip olmalarıyla öne çıkıyor. Birçoğunun ‘mutant’ olduğunu belirtmekte de yarar var. Buna karşın tıpkı Tenten’de olduğu gibi Avrupa’nın yarattığı karakterler ‘içimizden biri’ olmaya devam ediyor. Bir anlamda Hollywood ile Avrupa sineması karşılaştırmasına benziyor bu farklılık. Çizgi romana da yansımış olan Avrupalıların gerçek hayattan kahraman çıkarma isteklerine karşın Amerikalılar hep mucizevi yaratıkların kendilerini kurtarmalarını bekliyor. Kahramanların çoğu istem dışı etkilerle ‘süper” oluyor. Avrupa’da ise gelenek daha çok yaratıcılık ve zekayla ‘süper’ olma yolunda. Red Kit ve Tenten'de olduğu gibi. Asteriks’te bile sihirli iksirin arkasında yetenekli bir büyücü var doğaüstü güçler değil. Belki de Avrupa kökenli çizgi romanları farklı kılan bu insani yanları olmalı.
Tenten’in diğer çizgi romanlarından farkı ise hem çizerinin hem de kendisinin zaman zaman politik tartışmalar içerisine çekilmiş olması. Herge, özellikle ilk çizgileri sırasında sık sık Avrupalı olmayan karakterleri aşağıladığı yönünde eleştirilere maruz kaldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin yönetimindeki bir dergide Tenten öykülerini çizmeye devam etmesi ise hiç unutulmadı. En son olarak İngiltere’deki Irksal Eşitlik Komisyonu, Tenten Kongo’da kitabını ırkçılıkla suçlamış, kitabın satışının yasaklanmasını dahi istemişti. Bu suçlamalar karşısında İngiltere’nin iki büyük kitabevi, Borders ve Waterstones kitabın satışını durdurmadı ancak Tenten’in bu macerasını çocuk reyonlarından büyük reyonlarına taşıdı. Tenten’in politikayla olan ilişkisi bu karakterin sol ve sağ partilerce zaman zaman sahiplenmek istemesiyle tekrar kuvvetlendi. Her ne kadar Belçikalı bir çizer tarafından yaratılmış olsa da 1999 yılında Fransız Parlamento’sunda Tenten’in sağcı bir milliyetçi mi yoksa solcu bir yurtsever mi olduğu tartışıldı. Chirac taraftarları, onun Sovyet ve petrol zengini kapitalist ülkelerin karşısında olduğunu savundu. Lionel Jospin’in Sosyalist Partisi’nden Yann Galut ise Tenten’i merkez solda tanımladı. Hatta Fransa’daki 68 öğrenci olaylarının lideri, bugün Avrupa Yeşilleri Eş Başkanı olan ‘Kızıl Dany’ lakaplı Daniel Cohn Bendit’e bile benzetti.1 Aşırı sağcı eğilimiyle bilinen Le Pen’in Tenten’e sahip çıkması da Fransa için ayrı bir olay oldu.
Son olarak Tenten’in Steven Spielberg ve Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin yönetmeni Peter Jackson tarafından beyaz perdeye taşınmak üzere olduğunu da anımsatalım. Spielberg’in Tenten hayranı olduğu ve 25 yıldır onu sinemaya taşımak istediği biliniyor. Kağıt üzerinde durduğu kadar güzel durur mu bilinmez ama 200 milyondan fazla satan ve 50’inin üzerinde dile çevrilen Tenten kitaplarının okurları, meraktan bile olsa filmi izlemeye giderse salonların dolacağı kesin.
*** Kaptan Haddock’un Sözlüğü
Lombar: Gemi bordalarına, küpeştelerine açılan dörtgen biçiminde delik.
Zırtapozluk: Delişmen, zıpır, hayta.
Karabina: Namlusu genellikle yivli, kısa ve hafif bir tüfek, alaybozan.
Bocurgat: Ağır yükleri çekmek için manivelayla döndürülen ve döndürüldükçe, çekilecek şeyin bağlı bulunduğu urganı kendi üzerine saran çıkrık.
Satrap: Perslerde il yöneticisi, vali.
Kaşalot: (argo) Aptal, budala.
Kaynak: http://www.dildernegi.org.tr/
* Sabah Kitap'ta yazı kötü bir şekilde kısaltılmıştı, burada tamamı var.
1 Tintin on trial, BBC, 4 Şubat 1999
Marmaris’te manganez madenine tekrar yeşil ışık yakıldı
Türkiye’nin çam balı üretiminin yüzde 80’ini yapan Marmaris’teki manganez madenine karşı yapılan uyarılar sonuç vermiş bilirkişi heyeti madenin çalışmalarını incelemek için 7 Mart Cuma günü geçici durdurma kararı almıştı. Marmaris Sulh Hukuk Mahkemesi’nin aldığı bu geçici durdurma kararı dün (10 Mart 2008) kaldırıldı. Maden sahipleri, bilirkişi heyetinin verdiği çalışmalara devam edilebilir kararını sat 14 sularında köy kahvesine asarak yol açma işlemine geri döndü ve 11 Mart sabahı 2’ye kadar çalışmalara devam etti. Alınan karardan rahatsız olan köylüler ve yöre halkı şimdi mahkemenin çalışmalarına son verilmesi dava açmaya hazırlanıyor.
Halk arasında çam balı olarak bilinen Basra balı; Basra denilen böceğin çıkardığı tatlı sıvının arılar tarafından toplanması sonucu oluşuyor. Basra böceği özellikle Muğla bölgesindeki Kızılçamlarda bulunuyor. Doktorlar akciğer, karaciğer hastalıkları ve sarılıktan korunmak için çam balı öneriyor. Nefes açıcı bir etkiye sahip olan çam balı hazım ve uyku sorunlarına da merhem olabiliyor. Dünya çam balı üretiminin yüzde 92’si Türkiye’de yapılıyor ve bu üretimin yüzde 80’e yakını Muğla’nın Basra böceği bulunduran 250’ye yakın köyünde gerçekleştiriliyor.
Marmaris’te maden durdu, çevreciler durmuyor
Madenin izinleri mercek altında
Osmaniye Muhtarı Türköz Deveci’nin köy adına yaptığı şikayeti dikkate alan Sulh Hukuk Mahkemesi, ilk planda şirketin izinlerini ve yapılan yol açma çalışmalarının hukuka uygunluğunu inceleyecek. Neslişah Madencilik’ten gerekli belgeleri kendilerine ibraz etmesini isteyecek olan dört kişilik bilirkişi heyeti, hukuka aykırı bir durum yoksa madene çalışmalara devam izni verecek. Madene karşı çıkan çevrecilerin avukatlığını yapan Necmettin Yankol, Jeoloji, Orman, Ziraat ve bir de Kadastro mühendisinden oluşan heyet olur raporu verirse bu defa da idari mahkemeye iznin iptali için başvuracaklarını söylüyor.
Bilirkişi heyetinin pazartesi ya da salı günü raporunu açıklaması bekleniyor. Madene karşı çıkan sivil toplum örgütleri, çalışmaların başta arıcılık olmak üzere Turunç Belediyesi’nin de suyunu sağlayan kaynaklara, zeytinciliğe, turizme ve doğal güzelliklere zarar vereceğinden şikayetçi. Maden sahipleri ise gerekirse galeri usulü madencilik yaparak çevreye ve tarımsal faaliyetlere zarar vermeyeceklerini öne sürüyor.
Bal deposu orman maden tehdidinde
Özgür GÜRBÜZ
Sabah / 5 Mart 2008*
Dünya çam balı üretiminin yüzde 92’si Türkiye’den, Türkiye’deki üretimin yüzde 80’i de Marmaris’ten sağlanıyor. Marmaris’in dünyaca meşhur çam balının sırrı ise halk arasında ‘Basra’ olarak anılan böceğin çıkardığı tatlı sıvıda yatıyor. Marmarisli çevreciler, Turunç Belediyesi’ne bağlı Osmaniye köyünde manganez çıkarmak için açılan madenin hem balı hem turizmi hem de bu mucizevi böcekleri tehdit edeceğini öne sürüyor. 9 Mart Pazar günü büyük bir yürüyüşle madeni protesto etmeye hazırlanan Marmarisli sivil toplum örgütleri çalışmaların biran önce durdurulmasını istiyor.
Marmaris Çevre Gönüllüleri ve Kent Konseyi Çevre Grubu Başkanı Filiz Ertan, Neslişah Madencilik adlı şirketin daha önce de İçmeler’de bir maden açma girişimi olduğunu, orada sonuç alamayınca Osmaniye’de çalışmalara başladıklarını belirtiyor. Köye 30 metre uzakta yer alan maden sahasının köyün ve Turunç Belediyesi’nin içme suyu kaynağına da 200 metre uzaklıkta olduğunu belirten Ertan, “Burası sık çam ormanlarıyla örülü bir yer. Köyde 180 hanede 550 kişi yaşıyor ve herkes balcılıkla geçiniyor. En küçük toz zerresi bile çam balının sırrı olan Basra böceklerine zarar verebilir” şeklinde şikayetini dile getiriyor. Marmaris’in önemli bir turizm bölgesi olduğunun altını çizen Ertan, birkaç gün önce şikayet dilekçelerini Muğla İl Özel İdaresi’ne gönderdiklerini belirtiyor.
Madenden tek şikayetçi olan Marmarisliler değil. Osmaniye Köyü Muhtarı Türköz Deveci de muhtarlık olarak yargı yoluna başvurduklarını belirtiyor. Deveci şikayetini, “Köyümüze sadece bu bölgeden değil, Bingöl’den bile arıcı geliyor. Köyün yüzde 95’i arıcılıkla geçiniyor.Köyde çoğunluk madene karşı. Biz her görüşe açıktık ama gelip bir merhaba bile demediler. Yol açıyorlar, ruhsatımız var deyip gidiyorlar. İnsanlık yönünden hiçbir şey yok” şeklinde dile getiriyor. Deveci, Osmaniye köyünde yılda 55 bin teneke (bir teneke 25-28 kilogram) bal üretildiğini ve geçen yıl yaşanan kuraklık yüzünden teneke fiyatının 230 YTL’ye kadar çıktığını da sözlerine ekliyor.
Halk arasında çam balı olarak bilinen Basra balı; Basra denilen böceğin çıkardığı tatlı sıvının arılar tarafından toplanması sonucu oluşuyor. Basra böceği özellikle Muğla bölgesindeki Kızılçamlarda bulunuyor. Doktorlar akciğer, karaciğer hastalıkları ve sarılıktan korunmak için çam balı öneriyor. Nefes açıcı bir etkiye sahip olan çam balı hazım ve uyku sorunlarına da merhem olabiliyor. Dünya çam balı üretiminin yüzde 92’si Türkiye’de yapılıyor ve bu üretimin yüzde 80’e yakını Muğla’nın Basra böceği bulunduran 250’ye yakın köyünde gerçekleştiriliyor.
*orjinali
Tuzla'da bu kez işçiler kazandı
*haberin orjinali
Tersane işçileri geç işbaşı yaptı
Öte yandan TBMM İnsan Hakları Komisyonu Üyeleri dün Tuzla’ya giderek tarafları dinledi. Komisyon üyeleriyle bir buçuk saat uzunluğunda bir toplantı yapan ve kendisine zor sorular yöneltildiğini belirten Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR) Yönetim Kurulu Başkanı Murat Bayrak, toplantının çok olumlu geçtiğini söyledi. SABAH’ın sorularını yanıtlayan Bayrak, “Komisyon iyi çalışıyor. Ülkede insanların haklarını koruyan bir komisyon var. İnsanlarımız korkmasın. Bana kazaların nedenlerinin insan hakları ihlalleri (tedbirsizlik, dikkatli olmamak) olup olmadığını sordular. Yanıt verebildiğim kadarını yanıtladım. Tersane sahipleriyle ilgili soruları onlara yöneltmeleri gerektiğini belirttim” dedi. “Her şeyi sordular” diyen Bayrak, “Süratle tedbirler alınacak, eksikler giderilecek ama kazaları sıfırlamak mümkün değil” açıklamasını yaptı. Toplantı sırasında duygulandığını da belirten Bayrak, DİSK yöneticileri tarafından önceki gün GİSBİR’e iletilen öneri paketinin ise henüz kendisine ulaşmadığını belirtti. Bayrak, DİSK’e bağlı Limter-İş’i değil bakanlıkla bir hafta önce yaptıkları protokolü esas aldıklarını söylüyor. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi ise bu yanıta şaşırdığını belirterek, GİSBİR Yönetim Kurulu Başkan Vekili Kenan Torlak’la yapılan bir buçuk saatlik görüşme sonucunda önerilerin olumlu karşılandığını ve bir hafta sonra tekrar bir araya gelmek üzere ayrıldıklarını söylüyor.
*orjinal hali
Vicdani retçi benzer sözlerle 25 ay ceza aldı
Özgür Gürbüz - Sabah / 27 Şubat 2008
Tuzla'nın kaçak tersaneleri mahallelere girmiş!
Özgür Gürbüz - Sabah / 27 Şubat 2008
Evler para etmiyor
Mr. Burns ile Hilmi Güler el sıkıştı
Nükleer santral ihalesinin tekrar açılmasına sayılı günlerin kaldığı şu günlerde nükleer karşıtları da çalışmalarını hızlandırdı. Çernobil’in 22. yıldönümü olan 26 Nisan tarihinde, İstanbul Kadıköy’de büyük bir nükleer karşıtı miting düzenleyecek olan nükleer karşıtlarına sanatçılardan da destek geldi. Küresel Eylem Grubu tarafından düzenlenen ve mitinge çağrı niteliği taşıyan basın açıklamasına katılan sanatçılar, nükleer santral kurma girişimlerini daha önce önledikleri gibi bu defa da durduracaklarını belirttiler.
Sanatçılara, sivil toplum örgütleri, bazı siyasi partiler ve meslek odalarının da destek verdiği açıklamayı Mahir Günşıray okudu. Nükleer enerjiye hem insani, ekolojik ve vicdani nedenler hem de bilimsel gerekçelerle karşı çıktıklarını belirten Günşıray, şu ana kadar gerçekleşmiş yüzlerce nükleer kazadan örnekler verdi. “Nükleer santral kurma meraklılarına sorumuz şudur. Atık sorununu nasıl çözeceksiniz?” diyen Günşıray, “Bu soruya yanıtları yok. Çünkü bu sorunun çözümü yok” diyerek nükleer atık sorununa da dikkat çekti. Toplantıya Zeynep Tanbay, Zeynep Casalini, Aydan Çelik ve Jale Karabekir bizzat katılırken, Genco Erkal, Taner Öngür, Derya ve Mehmet Ali Alabora gibi birçok isim de desteklerini iletti. Toplantı boyunca duvarda yer alan poster de ilgi çekti. Nükleer ihaleye hayır yazılı posterde, Enerji Bakanı Hilmi Güler, “Simpsons” adlı çizgi filmde acımasız nükleer santral patronunu canlandıran Mr. Burns ile el sıkışırken görünüyor.
Tersanelerde “teftiş temizliği” başladı
Son 15 yılda 83 işçinin öldüğü Tuzla’daki tersanelerde temizlik çalışmaları üretimin önüne geçti. Arka arkaya gelen ölümlerin kamuoyuna yansıması ve TBMM’deki iki ayrı ihtisas komisyonunun kazaları incelemek üzere Tuzla’ya heyet gönderecek olması tersaneleri hareketlendirdi. Birçok tersane, eksikliklerini gidermek ve tersanelerdeki görüntüyü düzeltmek için üretimdeki iş gücünü ‘temizlik’ çalışmalarına kaydırdı. TBMM İnsan Hakları ile Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler komisyonları inceleme için Tuzla’ya heyet gönderiyor. Milletvekilleri dışında Çalışma Bakanlığı müfettişleri de tersaneleri ziyaret ediyor.
Öte yandan dün Tuzla’da Desan Tersanesi’ni kalabalık bir heyetle birlikte ziyaret eden CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, “Son zamanlarda gerçekleşen ölümler tüm Türkiye’yi etkiledi. Memnuniyetle görüyorum, iktidar, muhalefet, sivil toplum kuruluşları hepimiz olaya sahip çıkıyoruz” dedi. Gemi inşa sanayinin Türkiye’nin geleceği için önemli olduğunu belirten Baykal, bu sanayiden Türkiye’nin yılda 2,5 milyar dolar gelir elde ettiğini söyledi. Baykal, sözlerine şöyle devam etti: “Burada çalışan insanlarımızın çok üstün bir başarı sergilediği açık ama buradaki çalışma koşulları kabul edilemez. Yapılması gereken çok iş var. Burada taşeronluk çok yaygın. Taşeron da olsa, burada çalışan her işçi iş güvenliğine ve sosyal güvenceye sahip olmalıdır. Taşeron olmasın anlamında söylemiyorum ama taşeron da olsa kayıtlı olmalıdır”. Tersane gezisi sırasında işçilere “kolay gelsin” diyen Deniz Baykal, Hüsnü Noyan adlı bir işçiye taşeron firma aracılığıyla çalışıp çalışmadığını sordu. Yanıt, “5 yıldır taşeron işçi olarak çalışıyorum” oldu. İşverenlerin sigorta primlerinin yüksek olduğu yönündeki şikayetlerini de haklı bulduğunu belirten Baykal yine de bu sorunların burada işçilerin ölmesine yol açan sorumsuzluğun gerekçesi olamayacağını söyledi.
"Sözün bittiği noktadayız"
CHP heyetiyle beraber tersaneyi ziyaret eden DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi ise çalışanların yüzde 95’i taşeron firmalarda olduğunu belirterek, taşeron firmalarda çalışanların 14-15 saat çalışmaya maruz bırakıldığını söyledi. “Sözün bittiği noktadayız diyen Çelebi, “Hem taşeron uygulamasının ortadan kaldırıldığı hem de sendikaya üye olmanın cezalandırılmadığı bir süreci başlatmak zorundayız. Buranın denetimi sadece müfettişlerle olmaz. Sendikalar denetime katkıda bulunabilir. Bu bölgede insani bir çalışma yaratılana kadar mücadelemiz sürecek. Bu çarşamba (27 Şubat) 24 saat nöbet tutacağız. Üretimden gelen gücümüzü de kullanarak sonuna kadar mücadele edeceğiz” dedi.
İşkence yeniden yükselişe geçti
Bakkalcı, bu yükselişi yasal değişikliklere bağlı olduğunu belirtiyor. 2005 yılında yürürlüğe giren Ceza İnfaz Yasası, 2006 yılında kabul edilen Terörle Mücadele Yasası ve 2007’de Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda yapılan değişikliklerin bu sonuçları doğurduğunu belirten Bakkalcı, ‘Elimizi kolumuzu bağlıyorlar’ demeçleriyle başladı, 2007’de Hrant’ın vurulmasıyla iyice görülür hale geldi. Bir ülkede ihtiyaç duyulduğunda işkence uygulamasına olanak verecek fiziki ortam, zihniyet varsa bu önemlidir. Yarın sayılar azalabilir ama bu sistemin genetik şifresinde saklı bir mesele” yorumunu yapıyor. Bakkalcı, işkencenin sadece sayısal olarak artmadığına şiddetlendiğine de dikkat çekiyor. “Bir kol kolay kolay kırılmaz” diyen bakkalcı, dalak yırtılması, kol kırılması gibi vakalardan işkencenin pervasızlaştığı ve kabalaştığını görebildiklerini belirtiyor. TİHV’nın raporunun bir alarm olarak algılanmasını istediklerini belirtiyor.
TİHV Genel Sekreteri
“Bundan sonra sizler göreceksiniz”
İşkence gören kişilerin birçoğundan kendilerine “Bundan sonra sizler göreceksiniz” cümlesinin söylendiğini duyduk. Kaba işkence ve gözaltı süreleri ve uygulamalarda pervasızlıklar arttı. İnsan haklarına riayet edilmeyen, işkencecileri koruyan bir döneme doğru gittik. Örneğin Terörle Mücadele Yasası işkence mağdurlarının birden fazla avukat tutmasını engelliyor. İşkence mağduru ile avukatının görüşmelerine üçüncü kişi girebilir deniyor. Halbuki işkence görmüş birinin avukatıyla özel görüşme yapabilmesi lazım. İşkence iddiasıyla yargılanan güvenlik görevlileri ise 3 avukat tutabiliyor. Geçen ay yapılan yeni bir değişiklikle bu avukatlar için devlet tarafından 35 bin yani toplamda 105 bin YTL’ye varan ödeme yapılabiliyor. İşkence gören bir kişinin avukatı için verilen ücret ise 135 ile 420 YTL arasında. Aslında işkence yaptığı iddialarıyla yargılananların görevden el çektirilmesi ve avukat ücretinin devlet tarafından karşılanmaması gerekiyor.
Yıllara göre işkence başvuruları
2005 692 193
2006 337 252
2007 452 320
Fırıldak enerjisi
Özgür Gürbüz - Global Enerji / Şubat 2008
Dünya Rüzgâr Enerjisi Konseyi (GWEC), 2007 yılının rakamlarını geçtiğimiz günlerde açıkladı. Dünyadaki kurulu rüzgâr gücü, 2006'ya oranla yüzde 27 artarak 94 bin megavata (MW) ulaşmış durumda. Bu yılın ilk yarısında büyük bir olasılıkla "dalya" diyecekler... Bundan 1015 yıl kadar öncesiydi. Türkiye'de nükleer değil rüzgâr enerjisi kurulsun diyenlere o dönemin üst düzey bürokratlarından yanıt gelmişti: "Fırıldak enerjisiyle mi elektrik üreteceksiniz?" diyerek çıkışmışlardı temiz enerji isteyenlereGeçtiğimiz yıl sadece Amerika Birleşik Devletleri'nde 5 bin 244 MW gücünde yeni rüzgâr çiftlikleri şebekeye bağlandı. Dünyadaki en büyük üçüncü rüzgâr kurulu gücüne sahip İspanya 3 bin 500 MW, pazarın yeni ama hızlı oyuncusu Çin ise 3 bin 400 MW'lik rüzgâr türbini dikti. Sadece bu üç ülkenin 1 yılda eklediği kapasite 12 bin MW'yi geçiyor. Avrupa'daki kurulu rüzgâr gücü de 57 bin MW'yi aştı. Rönesans hafif kalır, isterseniz biz bütün bu olan bitene "Fırıldak Devrimi" diyelim. Toplamda, geçen yıl tüm dünyada eklenen yeni kapasite 20 bin MW'ye ulaşıyor. Almanya hâlâ dünya birincisi ama uzmanlara göre 2009 yılında ABD, tacı Almanların elinden alacak. Bir yılda 9 milyar dolarlık yatırım öngören sektörün temsilcisi Amerikan Rüzgâr Enerjisi Birliği'nin hesaplarına göre 17 bin MW'ye ulaşan kurulu güç, 2008 yılında ortalama 48 milyar kilovat saat elektrik üreterek 4 milyon 500 bin evin elektrik ihtiyacını karşılayacak. *
8 yılda 20'den 200'e 2005 yılında çıkan yasaya ve sonrasında yapılan "iyileştirmeye" rağmen Türkiye "Fırıldak Devrimi"ne hâlâ ayak uydurmakta direniyor. 2000 yılı sonlarına gelindiğinde 20 MW'ye merdiven dayayan "fırıldak gücümüz" bugün 200 MW'ye yaklaşıyor. EPDK'da bekleyen ve 78 bin MW'yi bulan lisans başvuruları en sonunda potansiyelin fark edildiğini gösterse de, bürokratik engeller hâlâ aşılabilmiş değil. Rüzgâr yatırımcıları, verdikleri teminat mektupları için ödedikleri faizlerden bunaldıklarını dile getiriyor. Elektrik sıkıntısının kapıda olduğu günlerde bir mucize gibi önümüze çıkan bu büyük potansiyeli kullanmak için hükümetin acil tedbir alması şart. Onlar ise 10 yıl sonra güvenli çalışıp çalışmayacağı belirsiz olan nükleer enerjiyle vakit kaybediyorlar. Bilindiği gibi, rüzgâr santralleri, en çabuk hayata geçirilen büyük çaplı enerji santralleri arasında yer alıyor, hatta başı çekiyor. Dışa bağımlı olmaması da bir başka avantaj; bu yüzden de ilk akla gelen çözüm önerilerinden biri olması kaçınılmaz. Lisans başvurularının büyüklüğünü de dikkate alırsak, Türkiye'nin İspanya'ya benzer bir model geliştirerek yerli üretimi ön plana çıkarması ve dünyanın en büyük üreticilerinden biri olması içten bile değil. Böylece rüzgâr enerjisinin istihdama olan katkısından da tam anlamıyla yararlanılabiliriz.
Hedefiniz yoksa gidecek yolunuz da yoktur!
Tüm bunlar için iyi bir planlama şart. Sadece rüzgâr için değil, tüm enerji kaynakları için hedef belirlenmeli. Bu hedef bir takvime bağlanmalı ve karar vericiler sadece hedefe ulaşılmadığını hissettiği anlarda piyasaya müdahale etmeli. "Liberal değil devletçi olsun" deseniz de fark eden bir şey yok. Plansız hiçbir şeyin olmayacağı ortada.
Bakın "elalem" nasıl yapıyor bu işi?.. Avrupa Birliği, ocak ayı sonunda enerjideki yeni hedeflerini belirledi ve üye ülkelere sundu. İklim değişikliği ve enerji güvenliği sorunlarına çözüm olarak önerilen pakette yenilenebilir enerjinin payının 2020'ye kadar yüzde 20'ye ulaştırılması öneriliyor. Yüzde 20'lik payın yüzde 10'unu ulaşımda kullanılacak biyoyakıtlar oluşturuyor. Petrol ve dizelin yüzde 10'unun biyoyakıtla değiştirilmesi hedefi zorunlu kılınacak, aynı toplam enerjide yüzde 20'lik yenilenebilir hedefi gibi. Aradaki tek fark, yüzde 20'lik pay içerisinde yer alacak enerji kaynaklarının seçiminin üye ülkelere bırakılması. İşte size bir hedef koyma örneği. Nereye gideceğinizi bilirseniz, nasıl gideceğinizi de elbet bulursunuz.
*h t t p : / / w w w . a w e a . o r g
Biracılardan öğrenecek çok şey var
Elektrik İşleri Etüt İdaresi, her yıl Türkiye'nin en verimli sanayi tesisini seçiyor. Bu yıl ödülü alan Efes Pilsen'in Lüleburgaz'daki bira fabrikası oldu. Efes, enerji yoğunluğunu 2003 yılına göre yüzde 64 oranında azaltmayı başarmış. Yıllık yüzde 21.4'lük bir ortalamaya denk geliyor bu. Asıl ilginç olan, bu kadar önemli bir tasarrufun gerçekleştiği süre. İlk yıl enerji yoğunluğu yüzde 39 azaltılmış, ikinci yıl yüzde 36 ve 2006 yılında da bir önceki yıla göre yüzde 10 azalma sağlanmış. Bu işletmenin sahibi olsaydınız ve biri size gelip, "Sadece 12 ay içerisinde enerji tüketiminizi yüzde 39 azaltırım" deseydi ne derdiniz? Muhtemelen ya inanmazdınız ya da havalara uçardınız. Bir üçüncü olasılık ise "Kaça patlayacak" diye sorardınız. Efes'in başarısının ardında görülmeye değer en önemli nokta da bu aslında. Enerji yoğunluğunu düşürmek için fabrikanın tam 12 ayrı alanında yatırım yapılmış. Örneğin buhar üretim prosesinde yapılan çalışmalar sonucu 769 TEP/yıl değerinde tasarruf sağlanmış. Harcanan para 219 bin 867 YTL. Bu yatırımın geri ödeme süresi ise enerji tasarrufundan elde edilecek miktara göre hesaplanınca sadece 7 ay. Bu kadar kısa sürede geri ödemesi olan bir yatırıma hayır diyecek işletmeci var mı acaba? İşte size Türkiye'nin sanayideki enerji verimliliği potansiyeline güzel bir örnek olmakla birlikte, enerji krizinin çözümünde tek çarenin yeni santraller kurmak olmadığının da güncel bir kanıtı.
Meraklısına...
Fosil yakıtlı enerji santralleri
Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) tarafından fosil yakıtla çalışan enerji santralleriyle ilgili bir rapor (Fossil FuelFired Power Generation) yayınlandı. Raporda, 4 kıtadan örneklerle, Almanya, Çin, Amerika gibi ülkelerde yapılan ve yüksek verimlilikle çalışan termik santrallerin karşılaştırması yer alıyor. Maliyetten dizayna, verimlilikten karbondioksit emisyonlarına kadar santrallerin birçok teknik detayı raporda yer alıyor.
PDF kopyası 80 avro. İnternet üzerinden sipariş için UEA kitaplığı:
http://www.iea.org/w/bookshop/add.aspx?id=313
Rakamlarla enerji ve ulaşım
Avrupa Birliği Enerji ve Taşımacılık Genel Direktörlüğü, her yıl enerji ve ulaşımla ilgili istatistiki bilgileri bir kitapçıkta topluyor. Avrupa Birliği ülkelerindeki enerji tüketim, üretim, ihracat rakamlarını ve eğilimleri bir çırpıda görmek için oldukça iyi bir kaynak. Ücretsiz internet üzerinden indirilebiliyor.
http://ec.europa.eu/dgs/energy_transport/figures/pocketbook/2006_en.htm
Dünyadan verimlilik politikaları
Dünya Enerji Konseyi, birçok ülke için gündemin bir numarası haline gelmeye başlamış olan enerji politikalarını hazırladığı bir raporla masaya yatırmış. 19902006 yılları arasında dünyadaki birçok bölgede yapılan verimlilik çalışmalarıyla toplam 4.4 GTEP oranında enerji tüketiminin önüne geçilmiş. Bu rakama ulaşılmasında Çin'in katkısının yüzde 50'lere vardığı belirtilen rapor, enerji verimliliği potansiyelini gözler önüne seriyor.
Ücretsiz indirebilmek için:
http://www.worldenergy.org/documents/energy_efficiency_es_final_online.pdf
Sosyetenin gözde yemeği “suşi”lerden arsenik ve cıva çıktı
Udon, Sashimi, Cıva, Maki ve Arsenik. Bir suşi* restoranına gittiğinizde yeme olasılığınız bulunan seçeneklerden bazıları. Fark ettiniz mi bilmiyorum ama içlerinden iki tanesi Japonca değil; Arsenik ve Cıva! 29 Ocak 2008 tarihinde İstanbul’un dört tanınmış suşi restoranından aldığımız örneklerin üçünde beklenen değerlerin üstünde Arsenik, birinde ise balıklarda kabul edilebilir miktarın 6 katı oranında cıva tespit edildi. İstanbul Üniversitesi İleri Analizler Laboratuarı’nda SABAH Gazetesi için yapılan analizler, ton balığından yapılmış suşi’lerin sağlık açısından ciddi riskler içerdiğini gösterdi. Çevre kirliliği öyle bir boyuta ulaştı ki, artık parası olanın bile kaçma şansı yok.
Orkinos ya da bilinen adıyla ton balığı |
İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi
Çevre İçin Hekimler Derneği İkinci Başkanı
Greenpeace Denizler Kampanyası Sorumlusu
Yatağan'da 1700 kişilik belde göçe zorlanıyor
27 yıl önce Muğla'nın Yatağan ilçesinde kurulan termik santral için yeni kömür ocaklarının açılacak olması, bölgede istimlak tartışmalarını başlattı. Termik santralın batısındaki antik Eski Hisar kentinden başlayan yeni kazı alanı, kuzeyde Yeşilbağcılar Belediyesi'ne kadar uzanıyor. 2007 yılında 5 bin dönüme yakın alandaki zeytinlikler ve sayıları 600'ü bulan evlerin istimlak bedelleri belirlendi ve büyük bir bölümünün satın alınması için anlaşma sağlandı. Önümüzdeki 2 yıl içerisinde bin 700 kişinin yaşadığı ve tarihi Menteşeoğulları'na kadar uzanan Yeşilbağcılar Belediyesi tarih olacak ve yerini kömür ocakları alacak.
Yerli halk başkan kadar rahat değil. Daha önce bu kadar büyük bir özelleştirmeyle karşı karşıya kalmadıklarını belirten Mehmet Öngörü, istimlak için biçilen bedelin de giderek düştüğünü ve bir dönüm için verilen fiyatın 8 bin YTL'den 6 bin YTL'ye kadar gerilediğini söylüyor. Evler içinse henüz bedel belirlenmemiş. İtiraz olmadıkça fiyat düşüyor diyen yöre halkı, evlerine karşılık ev istiyor. Yaş ortalaması 60'a yaklaşan belediyede herkes geçimini zeytincilikten sağlıyor. Ev sorunu hallolsa bile işsiz kalacaklarını söyleyen 65 yaşındaki emekli İrfan Gürbüz, “Bu iş bizim için depremden daha kötü. Deprem olsa tarla yerinde durur” diye yakınıyor. Bölgede bir zeytin ağacı ortalama 30 kilo zeytin veriyor. Kilosu 6 YTL'den alınan zeytin ağaç başına 180 lira gelir getiriyor. Bir dönümde en az 20 ağaç olduğunu söyleyen yöre halkına göre istimlak için verilen paralar 2 yıllık gelire eşit. Öngörü, “İki yıl sonra ne yapacağız. TOKİ'nin vereceği söylenen evlerin taksitlerini nasıl ödeyeceğiz” diye soruyor. Daha önceki istimlak çalışması sırasında biçilen fiyata itiraz eden Kazım Kuzgun ise halkın sessiz kalmasını geçmişte yaşanan tecrübelere bağlıyor. Birkaç yıl önce arazisi için biçilen fiyata itiraz eden Kuzgun'a, itiraz sonucu yapılan değer tespitinde ilk defa önerilenden daha az para teklif edilmiş. Kuzgun, “İtirazdan sonra elime geçen para azalınca, Avukat gelip, 'bir daha itiraz edecek misin' diye sordu” diyor.
Turgut Belediyesi'ne bağlı Hacıbayramlar Köyü'nde ise istimlak değil ikinci termik santral projesi tartışılıyor. Bölgeye yapılması düşünülen 320 MW gücündeki santral için Turgut'taki sinema salonunda bir bilgilendirme toplantısı yapılmış. Yaklaşık 1000 kişinin katıldığı toplantıda akışkan yatak teknolojisiyle çalıştırılacak bu santralın diğer santral gibi çevre ve sağlık sorunlarına yol açmayacağı belirtilmiş. Buna karşın yöredeki insanların çoğunluğu santralın yapılmasını istemiyor. Daha önce santrala karşı çıkan Hacıbayram köyü muhtarı Ahmet Tavas ise bu defa santralda çalışacak işçi bölgeden alınırsa, verilen sözler tutulursa karşı çıkmayacağını belirtiyor. Aynı köyde yaşayan Hasan Demirel ise ikinci santrale şiddetle karşı çıkıyor. Yörede hemen hemen herkesin kanserden öldüğünü belirten Demirel ise verilen sözlere güvenmediğini belirtiyor. Ant Enerji tarafından yapılacağı öne sürülen santral için henüz EPDK'ye ulaşmış bir lisans başvurusu yok. Bölgede Çalık Enerji'nin bu santralla ilgilendiği söyleniyor.
Tazminat ödemesi durduruldu
Yatağan Termik Santral'ının çevreye verdiği zararlar için köylülere düzenli olarak verilen tazminatların geçtiğimiz yıl takılan filtrelerden sonra durdurulmuş. Buna karşın vatandaşlar, hala zeytin ağaçlarından yeterli verimi alamadıklarını ve tazminatların kesilmesinin haksızlık olduğunu öne sürüyor. 150 dönüm zeytinlik sahibi İsmail Gerek, “Çoktandır istenilen miktarda yağ olmuyor. Filtre takıldı ama verim artmadı. Çiçekler oluyor ama sonra dökülüyor” diyor.
Yatağan Termik Santrali'nden Bodrum'a doğru uzanan yolda yer alan Eski Hisar (Stratonikeia) kenti kül dağlarıyla kuşatılmış durumda. 27 yıldır çalışan santralden çıkarılan küllerin arasında kalan ve SİT alanı olarak ilan edilen köyde hala 10 kişi yaşıyor. 45 yıldır köyde yaşayan Hasan ve Müşerref Arık, iki kez yeri değiştirilen köyden maddi nedenlerle taşınmayı reddetmişler ve özel izinle kentte yaşamaya devam ediyorlar. Hasan Arık, 1956 yılında deprem olunca köyü 500 m. yukarıya, kömür madenleri ortaya çıkınca tekrar 1 km batıya taşıdıklarını söylüyor. 71 yaşındaki Arık eşi 68 yaşındaki Müşerref Arık'la birlikte yaşıyor. “Taşınmadık çünkü maddi durumumuz elvermiyor” diyen Hasan Arık, temiz suları olmadığından şikayetçi ve ilgililerden yardım istiyor. 1,5 kilometre uzaktan gelen suyun kaynağında geçtiğimiz yıl zehirlemiş bir domuz bulduklarını ama mecburiyetten suyu içmeye devam ettiklerini söyleyen Arık, çoğu zaman kente gelen turistlerin bile temiz su bulmakta sıkıntı çektiklerini söylüyor.
Kral yolu kömür yolu olacak
Bölge halkı sadece istimlak yüzünden tepkili değil. İstimlak edilecek alan içerisinde tarihi Stratonikeia ve Lagina kentleri arasında kalan kral yolu da var. Birçok kişi bu yolun da kül dağları ve kömür ocaklarının arasında heba olacağını söylüyor.
*yazının kaleme alındığı tarih
Bisiklet yollarının hali içler acısı
Dünyanın büyük metropollerinde bisiklet kullanımı teşvik edilirken, İstanbul’un trafik ve hava kirliliği sorununa çözüm olabilecek yeni bisiklet yolları devreye sokulamadığı gibi olanlar da kullanılmaz halde. Bisikletliler Derneği Başkanı Murat Suyabatmaz, kayıtlarda 23 km uzunlukta görünen bisiklet yollarının aslında daha fazla olduğunu ama yetkililerin bile bazı yeni yollardan haberdar olmadığını söylüyor. Suyabatmaz, başta Beylikdüzü olmak üzere yapılmış onlarca bisiklet yolunun işaretlenmediği ve korunmadığı için kullanılamaz halde olduğundan yakınıyor. Bisikleti bir ulaşım aracı olarak kullanmak isteyenlerin en büyük sorunları arasında, bisiklet yolları üzerine park eden araçlar, yollarda yürüyen yayalar ve bakımsız yollar geliyor. Yeni yapılan yollarda bile çukurlara rastlanıldığını belirten Suyabatmaz, “Toplu ulaşım duraklarına, okullara bisikletle gitmek mümkün olsa, 3 ila 5 km’lik mesafelerde bisiklet kullanımı çok artacak. Elimizde bir sürü anket var. Şartlar uygun olsa bisikleti ulaşım aracı olarak kullanmak isteyenlerin oranı yüzde 80’lere çıkıyor” açıklamasını yapıyor.
Destek değil köstek
Bisikletseverler, Türkiye’de bisiklete destekten çok köstek olunduğundan yakınıyor. Motorlu araçların giremediği Büyükada’da caddeler bisiklet trafiğine kapatılıyor. İstanbul Deniz Otobüsleri bisikletleri taşımayı reddediyor. Feribotlar bisiklet için yük parası alıyor. İskele ve metro çıkışlarında bisiklet parkları yok. Metrolarda özürlü asansörlerini bisikletçilerin kullanılmasına izin verilmiyor. Tüm bu sorunların bir bisiklet kültürü olmamasından kaynaklandığını belirten Suyabatmaz, “Türkiye’nin ÇEKÜL, TEMA, AKUT gibi büyük sivil toplum örgütleriyle beraber “Bisikletine sahip çık” kampanyası hazırlığı içerisinde olduklarını belirtiyor. Suyabatmaz, “Tüm bunlara rağmen büyük kentlerde ve Anadolu’da bisiklet kullanan esnafa rastlamak mümkün. Kamil Koç firması bisikletlerden ücret almıyor. Küresel ısınma gibi nedenlerden dolayı bir talep patlaması yaşanıyor. Bisikletçiler yedek parça yetiştirmekte zorlanıyor. Bisiklet yollarını toplu taşımaya entegre etsek mucizeler yaratılır ama vizyon eksik” diyor.
Davutpaşa'daki bina yol üstüne yapılmış
Özgür GÜRBÜZ - Sabah / 8 Şubat 2008
İstanbul Davutpaşa’da meydana gelen patlamayla ilgili olay yerinde inceleme yapan Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, hem binanın sanayi yerleşimine uygun olmadığını hem de binada bulunan kazanların doğru yerleştirilmediğini tespit etti. İlk 2 gün olay yerinde inceleme yapmalarına izin verilmeyen oda yetkilileri, kaçak imalat yapılan binanın Prestij İş Merkezi’nden 1-1,5 metre uzaklıkta, yol güzergahına inşa edilmiş olduğunu, bu nedenle de sanayi yerleşimine uygun olmadığını belirledi. Ayrıca, binada bulunan basınçlı kapların doğru yerleştirilmediği de oda tarafından hazırlanan raporda yer aldı.
Patlamamış maddeler Belediye'ye teslim edildi
Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şube başkanı İlter Çelik, “Parlayıcı ve Patlayıcı Maddeler Tüzüğüne göre; bu ve benzeri işyerlerinde kimyasal malzemelerin niteliğine ve miktarına bağlı olarak 1 km.’ye varan emniyet mesafelerinde yerleşim yeri bulunmaması gerekir” diyor. Buna rağmen, bir bodrum, 4 normal ve bir teras kattan oluşan binanın üst katında izinsiz çalıştığı daha önceden tespit edilen maytap atölyesinin yanı sıra kot yıkama atölyeleri de ve daha birçok atölye daha bulunuyordu. Kot yıkama işlemi yapılan yerlerde patlama ile ilgili unsur bulunmadığını belirten Çelik, basınçlı kapların uygun olmayan bir şekilde yerleştirilmiş olduğunun tespit edildiğini belirtiyor. Çelik, “22 kişinin öldüğü ve 100 den fazla kişinin yaralandığı olayda, olay yerinde patlamamış halde bulunan sıvı ve kuru kimyevi maddeler, Zeytinburnu Belediyesine ait mühimmat deposuna aktarılmıştır. Büyükşehir Belediyesi Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanlığı tarafından kimyasal maddelerin envanterinin tarafımıza bildirileceği söylenmiştir” açıklamasını yapıyor.
Sendika, bakanlığı 2.5 yıl önce uyardı
Özgür GÜRBÜZ - Sabah / 3 Şubat 2008
Bundan yaklaşık 2,5 yıl önce Tekstil-Sen Sendikası yaklaşık 5 ay süren bir çalışma yaparak 600’e yakın işyerinde sigortasız ya da zorla fazla mesai yaptırılan işçiler olduğunu tespit etti. Tekstil-Sen Genel Başkanı Ayşe Yumli Yeter, işçilerin kayıt altına alınması ve çalışma koşullarının düzeltilmesi için önce Nişantası SSK’nin kapısını çaldıklarını belirtiyor. Sigortasız işçi çalıştıran şirketlerin ad ve adreslerini içeren listeleri kuruma teslim ettiklerini belirten sendika yetkilileri, buradan sonuç alamayınca işçilerin çalışma koşullarıyla ilgilenen Unkapanı’daki şubeye de başvurduklarını anlatıyor.
Çay molaları da iptal edilmiş
Yeter, “İşçilerin sağlıksız, ilkel koşullarda, sigortasız, düşük ücretlerle ve uzun saatler boyunca çalıştırıldığını belirttik. Çay saatlerinin kaldırıldığı işyerleri vardı” diyor. Buradan da tatmin edici bir yanıt alamayan sendika temsilcileri, 26 Ağustos 2005 tarihinde 3 ayrı dilekçe ve listeyle durumu Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanlığı’na iletiyor. Başvurularını kabul eden bakanlık, 26 Eylül 2005 tarihinde sendikaya şu yanıtı gönderiyor: “İlgi yazınızda belirtilen işyerleri ile ilgili denetim yapılabilmesi için evrağınız İş Teftiş İstanbul Grup Başkanlığı’na intikal ettirilmiş olup, adı geçen başkanlıktan alınan cevabi yazıda ‘dilekçedeki iddiaların işyerlerinde işin yürütümü yönünden yapılacak genel teftişlerde dikkate alınacağı’ belirtilmiştir.”
Bakanlığa denetlenme talebiyle verilen, Bayrampaşa, Kağıthane, Terazidere, Merter, Şirinevler, Çağlayan gibi semtlerde faaliyet gösteren işyerlerinin bulunduğu listelerde, geçtiğimiz perşembe patlamanın yaşandığı Çifte Havuzlar Caddesi’nde faliyet gösteren bir işletmenin de adı geçiyor. Ayşe Yumli Yeter, bakanlığın yanıtından sonra Ankara’ya da gittiklerini ve birçok kuruma dilekçe vererek tek tek başvurduklarını buna karşın işçilerin durumunda bir iyileşme gerçekleşmediğini de sözlerine ekliyor.
100 YTL'yi zor yolladım
Havva Çöl sigortasız çalışıyor ve haftada 135 YTL kazanıyor. Üniversitedeki oğlu için 100 YTL'yi borç bulmuş..
Davutpaşa'da patlamanın üzerinden iki gün geçti. Sosyal patlamaya ise dakikalar var. Gün ışığı görmeyen hücrevari atölyelere sabahın ilk ışıklarıyla giren işçiler gece çıkıyor. Sigortanız varsa kralsınız. Yoksa gelecek planlarınız bir haftalık. Maaşınız da, işinizin süresi de hafta üzerinden hesaplanıyor. 1959 doğumlu Havva Çöl, yaklaşık bir buçuk yıldır tekstil işinde. Bobin takıp çıkarıyor, getir götür işlerine bakıyor. Bu çalışmanın haftalık karşılığı 135 YTL. Üç çocuğu var. Kocası da tekstil atölyelerinde çalışıyor ve haftada 170 YTL kazanıyor. Aylık kiraları 500 YTL. Varın siz yapın geçim hesabını. Geçenlerde İskenderun'da yüksekokulda okuyan oğlu 100 lira para istemiş. "Oğluma zar zor toplayıp gönderdik parayı" derken gözlerinden akan yaşlara engel olamıyor Havva Hanım. Sigortasız çalışıyor, hasta olmak adeta korkulu rüya onlar için.
150-200 bin çalışan var
Eski Deri-İş Sendikası Genel Başkan Vekili Munzur Pekgüleç bugün Hava-İş Eğitim Örgütlenme Uzmanı olarak çalışıyor. Havva Çöl'ü doğrulayan Pekgüleç, özellikle Bağcılar, Merter, Davutpaşa, Güngören gibi bölgelerde çok sayıda deri, tekstil, plastik, metal atölyeleri olduğunu, burada çalışanların çoğunun da sendikasız, sigortasız çalıştığını söylüyor. Pekgüleç, "Bu bölgede 150-200 bin kadar çalışan var. Büyük çoğunluğu sigortasız.
Yasaya uyulmuyor
4857 sayılı İş Kanunu ile gelen esnek çalışma kavramıyla beraber buradaki bütün işyerlerinde yasal zorunlulukmuş gibi 12 saat çalıştırılıyor. Haftada 6 günden 12 saat çalışıyorlar. Yasa, günde en fazla 11 saate izin veriyor. Fazla mesa i de almıyorlar. Haftalık alırlar, böylece iş olmazsa gelecek hafta işçilere para ödenmez" diyor. Bu binaların hiçbiri ısınma, güvenlik anlamında çalışmaya uygun değil diyen Pekgüleç, "Yasada 50 işçiden fazla çalıştırılan her işyerinde bir hekim bulundurma, yılda bir kez genel sağlık taraması yapma zorunluluğu var. Bu atölyelerde hatta büyük fabrikalarda bu uygulanmıyor. Buralar ruhsatlı bile değil. İddia ediyorum bu bölgedeki atölyelerin çoğunda işletme ruhsatı bile yoktur. Olanların da ruhsatı tekstil için verilmiştir ama plastik üretiyorlardır. Bugün nasıl 5 kata izin verilen bölgede 6 katlı bina yapılıyorsa buradaki uygulamada ondan farklı değil. Bellidir onun rayici" diyor.
Ölenlerden en çok 3'ü sigortalı
Özgür Gürbüz - Sabah / 1 Şubat 2008
İstanbul Davutpaşa'daki kaçak atölye vahşeti, bölgedeki yüzlerce atölyede iptidai koşullarda, sosyal güvenlikleri olmadan çalışan işçilerin durumunu da yeniden gözler önüne serdi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, çöken binada patlayıcı yapılan bir işletmeye ruhsat verilmediğinin ve böyle bir başvurunun dahi olmadığının altını çiziyor. Patlamanın şokunu yaşayan işçiler ise son iki yıldır sıklaşan denetimler sonucu her atölyenin fişlendiğine dikkat çekiyor.
Zabıta burayı nasıl atlar?
Atölye sahiplerinden Mehmet Sarı, kapıdaki numarayı göstererek, tüm işyerlerinin kayıt altına alındığını, ne tür imalat yapıldığının zabıta ekiplerince bilindiğini söylüyor. Bir başka atölye sahibi ise özellikle son iki ayda zabıta ekiplerinin her iki günde bir kontrole geldiğini belirterek şaşkınlığını, "Zemin katta havai fişek imalatı varsa, bunu nasıl görmezler" sözleriyle dile getiriyor.
Ekmak parası abi, ne yaparsın?
Tekstil işiyle uğraşan Mehmet Ali Yaprak, patlamanın etkisiyle hâlâ titrediğini söylüyor. Ama birkaç kapı ötedeki atölyeden makine sesleri gelmeye devam ediyor. Onlarca insanın öldüğü, arkadaşlarının yaralandığı facianın hemen ardından çalışmaya başlayan işçilere soruyoruz. Aldığımız yanıt ise gayet kısa ve öz: "Ekmek parası..."
Kıyamet kadar sigortasız var
Karın tokluğuna çalışan işçilerin birçoğu sigortasız hatta bazı patronların bile sosyal güvencesi yok. Genel kanı, patlamada ölen 20 kişiden sadece üçünün sigortalı olduğu. "Sigortasız çalışanlar çok mu" sorusunun yanıtı ise çok çarpıcı: "Kıyamet kadar..." Sinan Kızılkaya tam bir yıldır sigortalı iş aradığı için işsiz gezdiğini söylüyor. İki çocuğunu, eşini ve yeşil kartı elinden alınmış hasta annesini Manisa'da bırakan Kızılkaya işverenlerin, "Sigorta isteme sana asgari ücret üstüne 100 YTL verelim" dediklerini söylüyor. Türk-İş'e bağlı Tekstil Sendikası sözcüsü Mete Bayındır da, "Tekstil sektöründe çalışan 4 milyon kişiden 2 milyonu kayıt dışı" diyor.
Patronlara değil işçilere bakılsın
Patlamanın olduğu bölgede fason üretim yapıldığına dikkat çeken Bayındır'a göre, "2-3 makine ve 10-15 kişiyle kayıtdışı üretim yapılıyor." Olay yerinde halka ve işçilere bir açıklamada bulunan Tekstil- Sen Başkanı Ayşe Yumli Yeter ise, Çalışma Bakanlığı'nın patronlara değil işçilere bakması gerektiği görüşünde.
Medyada radyoaktif saçmalama yarışı
Sadece bununla kalsa iyi. Geçtiğimiz günlerde Türkiye'nin hatırı sayılır bir gazetesi, Türkiye'de uranyum zenginleştirme tesisi kurulacağını öne sürdü. Aynı haber grubun birçok gazetesinde de yer aldı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı dahil birçok kişinin bu habere çok sinirlendiği kulağımıza kadar geldi ama muhtemelen bu görüşler basına pek yansımayacak. Çünkü hedef saptırma amacına hizmet eden haberin bir de medya için "seksiliği" var. Aynı bor ve toryum gibi. Bundan iyisi AKP için Şam'da kayısı. Bu nedenle Enerji Bakanı Hilmi Güler, haberin doğru olmadığını söylemeye çalışırken bile kafaları karıştırmaya devam etti. Uranyum zenginleştirme değilmiş ama yakıt imalatıymış yapılacak olan. Doğal uranyumla çalışan santrallar hariç nükleer reaktörlerde kullanılan yakıt zenginleştirilmiş uranyumdur. Yakıt imal edeceğim diyorsanız uranyumu zenginleştireceksiniz. Bizim, "hızlandırılmış trene" hızlı tren dememiz gibi, zenginleştirilmiş uranyumu yakıt çubuklarının içine koymayı imalat sayıyorsak o başka tabii.
Affedilmez
Türkiye'nin uranyum rezervi 9,129 ton olarak biliniyor. Bu rezerv, sadece iki reaktörün yakıt ihtiyacını 30-40 yıl boyunca karşılamaya yeter. Bu kadar az ve tenörü düşük uranyum rezervi için kimse maliyeti neredeyse bir nükleer reaktör kadar olan yakıt zenginleştirme tesisi kurmaz. Dünyanın en çok uranyum rezervine sahip birkaç ülkesinden Avustralya'da, yapılması düşünülen zenginleştirme tesisinin sadece yapım maliyeti 2 milyar 500 milyon dolar olarak tahmin ediliyor. Hadi, diyelim ki asıl amaç Türkiye'nin yakıt ihtiyacını karşılamak değil, İran'ı nükleer silah yapmaya götürecek zenginleştirme tesisini kurmaktan vazgeçirmek. Parayı "stratejik ortak" Amerika verdi, uranyumu Kanada gönderdi ve biz burada tesisi kurduk. İran'ın bu teklifi kabul edeceğini kim söyledi? 2005 yılında İran'a benzer bir teklif Rusya tarafından yapılmış ama kabul görmemişti. Bu konuda yazıp çizen yazarlar, konuyu manşetlerine taşıyan gazeteler, keşke neden İran'ın kendisine halihazırda yakıt gönderen, teknoloji desteği veren Rusya'ya değil de ABD'nin "stratejik ortağı" olduğunu söyleyen Türkiye'ye güveneceğini de açıklayıverselerdi! Ya da yazmadan önce biraz internette sörf yapsalardı!
Bütün bu radyoaktivitesi bol yazıların hiçbirinde, Türkiye'nin Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasını (NPT) 1980 yılında onayladığına rastlamazsınız. Dolayısıyla zenginleştirme tesisi kursa bile Türkiye'nin nükleer silah yapamayacağı, yaparsa hem AB hem de NATO gibi üyesi bulunduğu birçok örgütten uzaklaşmak zorunda kalacağı bilgisi bu haber ve yazılarda yok. Ne de olsa haberin "seksiliği"ne dokunmak karizmayı çizer. Yine bu yazıların hiçbirinde Türkiye'nin nükleer enerji üretme faaliyetleri içinde yapacağı tüm çalışmaların Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı tarafından denetleneceğini, en ufak bir "gizli" ya da "açık" silahlanma niyetinin dışa bağımlı bu teknolojinin destekçileri tarafından affedilmeyeceğini göremezsiniz. Kısaca, Türkiye'nin bir başka dışlanmış Pakistan ya da İran olmadan nükleer silaha sahip olamayacağını tüm nükleerciler dahil herkes bilir ama size söylemezler. Çünkü her an 'saldıraya uğrayacağız' korkusuyla yaşayan halkımız için nükleeri kabul etme gerekçesi olarak elde bir tek "nükleer güç" olma yutturmacası kalmış. Tehlikesi malum, fiyatı ortada, dışa bağımlı bir teknolojiden bahsediyoruz. Gerçek olmasa da bu yutturmaca, nükleer santral pazarlamasında işe yarıyor. Bu nedenle sevgili köşe yazarlarımıza fikir veren "nükleer uzmanlar"ın birkaçı dışında hepsi, bu konuda gizli bir ittifak yapmış gibi ses çıkarmıyor. Ayrıca, bu nasıl uzmanlıktır ki, dünyada toryumla çalışan, ticari bir tek nükleer reaktör dahi yokken herkes, "toryum bizi kurtaracak" çığlıkları atabiliyor?
Dikkatli baktığınızda falanca yerde santral yapılacak, zenginleştirme tesisi kurulacak haber ve yazılarının birçoğunda, haberin kaynağına da rastlayamazsınız. Kim demiş, ne zaman demiş belli değil. Gazetelerde yazan köşe yazarlarının pek çoğu her gün yazmak zorunda bırakıldığı ya da her gün yazma zorunluluğu hissettikleri için asıl amaç günü kurtarmaktır. Gazetelerde çalışan muhabirlerin uzmanlaş(tırıl)madığı, "uzman" muhabirlerin de çoğu zaman köşe tutanlardan daha fazla bildiği için pek sevilmediği durumu değişmedikçe bilgi kirliliği kaçınılmaz.
Yaşanan bilgi kirliliğinin tek ortak noktası ise nükleer enerjiyi öyle ya da böyle savunmak. Aklı başında yazarların da kolay kolay bu karambolde ortaya çıkıp "Nükleer enerji pahalıdır", "Nükleer atık sorunu on binlerce yıl başımıza bela olur" veya "Bunun sızıntısı, kazası var" diyecek cesareti kalmadı sanırım. Anlayacağınız durum gerçekten vahim. Sanki, Türkiye'de kamuoyu nükleer konusunda ikna olmuş, herkes evinin bahçesine nükleer santral kondurmak için harekete geçmiş gibi bir hava yaratılmak isteniyor. Nükleere ilgi gösteren firmaların en hassas olduğu konu, kamuoyunun tepkisi. Hükümet bunu biliyor ve gerçek ortaya çıkacak diye ödü patlıyor. Tartışmanın olmadık konular üzerinde yapılması için aslı astarı olmayan demeçler veriliyor. Tartışılacak mesele zorunlu bir tercih olmamasına rağmen nükleer santral kurmakta ısrar eden AKP'nin siyasi kararıdır, toryumla mı uranyumla mı çalışsın değil. Nükleer santralın en doğru yapılanı bile tüm dünyada büyük tartışmalara neden oluyor. Gerektiğinde bu milyarlık tesislerin kapısına kilit vurulabiliyor. Halka rağmen yapılacak bir nükleer santral, bu işe para yatıran şirketlere de, Türkiye'ye de yerli bir Çernobil'e malolabilir.
Çöpten enerjide Hollanda formülü
Özgür Gürbüz - Global Enerji / Ocak 2008
İster evsel ister endüstriyel olsun atıklar her yerde başa bela. 50 yıl öncesine kadar atıklarla baş etmenin en iyi yolu onları yakmak ya da toprağa gömmekti. Yükselen çevre standartları şimdi bu iki seçeneği de zorluyor. Özellikle de Hollanda gibi topraktan çok suyun üzerinde yaşıyorsanız bu iş daha da zor.
Hollanda'nın büyük bir bölümü deniz seviyesinin altında yer alıyor. Ülkenin sular altında kalmasını setler ve kanallar önlüyor. Hollanda'nın en derin noktası denizin
Çöp dağlarından kayak pistlerine
Hollandalılara göre atıklarla baş etmenin en iyi yolu atığın çıkmasını engellemek, çıkan atığı yeniden kullanmak, o da olmazsa geri dönüştürmek. Tüm bu işlemlerden sonra geriye kalan atıkların bazıları yakılıyor, özellikle organik olanları ise "kompostlama yöntemi"yle düzenli depolama alanlarına götürülüyor. Bugün, Hollanda'da kayak pisti olarak kullanılan birçok yerin geçmişte düzenli depolama alanı olarak kullanılmış olduğunu bilmekte yarar var.
Hollanda'da üretilen atıkların yüzde 80'i geri kazanılıyor, yüzde 15'i yakılıyor ve sadece yüzde 5'i düzenli depolamaya gönderiliyor. Geri dönüştürülemeyen ve yeniden kullanılmayan atıklar için düzenli depolamadan önce sunulan yakma seçeneği de enerji üretimi açısından ciddi bir alternatif olarak geliştiriliyor. Amsterdam yakınlarındaki atık ve enerji firması olan Avfal Energie BedrijfWaste and Energy Company, 1993 yılında eski tip bir santralle atıktan enerji elde etmeye başlamış.
Yılda 1 milyon MWh elektrik üretecek
Yılda 930 bin ton atık işleyebilen tesis, ilk kurulduğunda, elektrik üretiminde yüzde 22.5 oranında verimlilikle çalışıyordu. 2007 yılında sisteme eklenen yeni santralle verimlilik yüzde 30'a yükselirken, atık işleme kapasitesi de yılda 1 milyon 600 bin tona çıkarıldı. Toplam kurulu gücü 125 megavat olan santralin, 2008 yılında elektrik enerjisi üretiminin 1 milyon megavat saati (MWh) bulması bekleniyor. Firmanın hesabına göre bu, Amsterdam'daki 161 bin evin elektrik enerjisi ihtiyacına karşılık geliyor. AEB firmasının Güvenlik ve İş Geliştirme Müdürü W. M. Sierhuis, üretilen elektriğin maliyetin 6-6.5 avro sent civarında olduğu bilgisini veriyor.
Santralin tek özelliği elektrik üretmesi değil. Elde edilen ısı enerjisi de değerlendiriliyor ve bulunduğu endüstri bölgesindeki firmalarla Amsterdam'ın batısındaki 15 bin evin ısıtılması sağlanıyor. 2008 yılında 250 bin gigajul (GJ) civarında ısı üretilmesi öngörülüyor. 1993 yılında hayata geçirilen santralin yatırım maliyeti 450 milyon avro. Yapımına 2004'te başlanan ve atık yakmalı enerji santrali olarak adlandırılan yeni tesisin yatırım maliyeti ise 370 milyon avro. Hollanda'nın atık politikaları gereği, çöpe attığınız her şey için bir bedel ödemeniz gerekiyor ve elektrik üretiminden sağlanan gelir bu yatırımın geri dönüşünü kolaylaştırıyor. AEB firmasının yıllık cirosu yaklaşık 110 milyon avro civarında. Atık işleme tesislerine getirilen atıklardan farklı ücretler alınsa da ortalama ton başına 80 avrodan bahsetmek mümkün.
Hollanda'da evsel atıkların kaynağında ayrılması, yıkılan binaların molozlarının çöpe karıştırılmaması gibi sıkı kurallar olması, firmanın işini daha da kolaylaştıran diğer faktörler. Bunun üzerine, yanan atıklardan elde edilen kül dahil birçok maddenin geri satılması da eklenirse, bir belediyenin neden bu kadar büyük yatırımlara güvenle girdiği anlaşılabilir. Yine Sierhuis'a göre, böyle bir santralin verimli çalışmasının ardında yatan en önemli konu ülkedeki atık politikası. W.M. Sierhuis, vahşi ve düzenli depolamanın vergilendirilmesiyle başlayan sürecin, tüm bu alternatif tesislerin gerçekleşmesi için hayati önem taşıdığını düşünüyor.
Kapısı herkese açık
Atık yakıtlı enerji santralinin bir başka özelliği ise, kapılarının sadece belediye tarafından toplanan atıklara değil bireylere de açık olması. Küçük işletmeler ve Amsterdam halkı da istediği zaman her türlü atığı kentte bulunan 6 toplama noktasına getirebiliyor; kullanılmış otomobil lastiklerinden ahşaba, eski yangın söndürücülerden elektrikli ev aletlerine kadar. Getirilen atıkların hepsi yakılabilir değil. Yaklaşık yüzde 25 oranındaki atıklar yakılamaz atık kapsamında. Birçok metal yeniden kullanılması için ayrı bir işleme tabi tutuluyor.
Nabucco öncelikli
Özgür Gürbüz - Global Enerji / Ocak 2008
Rusların destek vermekten kaçındığı Nabucco Doğalgaz Boru Hattı, AB için öncelikli projeler arasında yer alıyor. Bunun en önemli gerekçesi, önlem alınmazsa AB'nin 2020'de enerjide dışa bağımlılığının yüzde 70'lere çıkacak olması.
Enerji ihtiyacı her geçen gün artan Avrupa, kaynak çeşitliliği için çeşitli alternatifler üzerinde çalışıyor. Bunlardan biri de Nabucco Doğalgaz Boru Hattı. Türkmen gazını Kazakistan ve Rusya üzerinden Avrupa'ya götürecek olan Güney Akım Doğalgaz Boru Hattı projesine üç ülkeden verilen desteğin kesinleşmesiyle ağır yaralanan Nabucco Projesi, tüm bu olan bitene rağmen Avrupa'nın enerji güvenliği ve iklim değişikliği konularını öne çıkaran yeni planları içinde önemli bir yer tutuyor. Artan enerji talebi ve dışa bağımlılık, Avrupa Birliği'ni (AB) enerji kaynaklarını çeşitlendirmeye itiyor. 2007 yılında belirlenen Avrupa'nın yeni enerji politikaları içerisinde, Azeri ve İran gazı başta olmak üzere Hazar'daki kaynakları Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşıyacak Nabucco Doğalgaz Boru Hattı da öncelikli projeler arasında yer alıyor.
Heinrich Böll Stiftung Derneği'nin düzenlediği "Avrupa'da Enerji Güvenliği" adlı toplantıya konuk konuşmacı olarak katılan Avrupa Komisyonu, Enerji ve Ulaşım Genel Direktörlüğü Enerji Danışmanı CristBurgos Alonso, Avrupa'nın enerji güvenliğinin sağlanması için belirlenen dört projenin içinde Nabucco'nun da yer aldığını anlatıyor. Alonso, bu projelerin, enerjisinin yüzde 25'ini doğalgazdan sağlayan AB'nin, kaynak çeşitliliği yaratmak için öne çıkarıldığını belirtiyor. Avrupa'nın enerji güvenliğini sağlamak için birçok yasal düzenleme yaptığına dikkat çeken Alonso, Almanya'yı Polonya ve Litvanya'ya; Fransa'yı İspanya'ya ve açıkdenizde kurulacak rüzgâr santrallerini Kuzey Avrupa'ya bağlayacak olan bağlantı projelerinin, AB için diğer üç önemli hedef olduğunu söylüyor. Politikalarda bir değişiklik yapılmazsa AB'nin enerjide dışa bağımlılık oranının 2020 yılında yüzde 70'lere yaklaşacağını belirten Alonso, "Avrupa içinde dört dörtlük çalışan dahili bir enerji pazarı, enerji güvenliğinin en büyük garantisi ve talebi doğru tahmin etmenin de en iyi yolu" diyor.
"Sarkozy, pazarlamacılık yapıyor"
7. Çerçeve Programı kapsamında, 2007-2013 yılları arasında yenilenebilir enerjilere verilen mali desteğin 2 milyar 350 milyon avro olarak belirlenmesi, buna karşılık nükleer enerjiye 2 milyar 751 milyon avro ayrılması ise, AB enerji politikaları içinde en çok tartışılan konulardan biri. Özellikle nükleere ayrılan paradan 2 milyara yakınının "füzyon reaktörü" araştırmalarına gitmesini eleştiren Avrupa Parlamentosu Enerji Komitesi Üyesi ve Avrupa Yeşilleri Eş Başkanı Claude Turmes, sonucu belli olmayan projelere kaynak ayırmak yerine enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjinin desteklenmesi gerektiğini vurguluyor. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'yi de "Pazarlamacı Başbakan" olarak niteleyen Turmes, Fransa'nın tüm Ortadoğu ülkelerine nükleer santral teklif ederek dünya nükleer enerji devi Areva'yı zengin etmeye çalıştığını öne sürüyor.
Batı Avrupa'yı kontrol eden büyük elektrik üreticisi firmaların şimdi de Doğu Avrupa pazarı için çalışmalar yaptıklarını hatırlatan Turmes, "Ne kadar sıkı rekabet koşulları sağlanırsa o kadar iyi. Hep aynı firmalar kalırsa fiyatları istedikleri gibi ayarlarlar. Büyük enerji üreticileri daha fazla enerji tükettirmeye çalışıyor. Bu yüzden de en büyük mücadele enerji verimliliği konusunda olacak" öngörüsünde bulunuyor.