Yangın çok helikopter yok

Özgür Gürbüz-Haber Ekoloji / 20 Eylül 2007
www.haberekoloji.com Bu mail adresi spam botlara karşı korumalıdır, görebilmek için Javascript açık olmalıdır

Bu yaz da yangınlarla geçti. Toplam orman alanı 21 milyon hektar olan Türkiye’nin K.Maraş’tan İstanbul’a kadar 1700 km’lik sahil şeridinde yer alan yaklaşık 12 milyon hektar alan orman, yangına birinci dereceden hassas. Küresel ısınmanın yangın tehlikesini arttırdığı, 2B gibi yasalarla ormandan rant elde etmek isteyenlere göz kırpıldığını bilmeyen yok. Buna karşın Türkiye’de sadece 29 helikopter yangın söndürme görevi yapıyor. İtalya’nın 1 milyon hektarlık ormanlık alanı bulunan Toskana bölgesinde ise yaz aylarında devriye gezen helikopter sayısı 10.

Türkiye’de Yangınların sıkça görüldüğü Ege ve Akdeniz’deki ormanlık alanlar 8 milyon hektar civarında. Özellikle yaz aylarında artan yangın tehlikesine karşı ek helikopter kiralayan Çevre ve Orman Bakanlığı, 6’sı kendine ait olmak üzere toplam 29 helikopterle yangınlara müdahale etmeye çalışıyor. Çoğunlukla bu bölgelerde konuşlandırılan helikopterlerin sayısı diğer ülkelerle karşılaştırıldığında yeterli gözükmüyor. İtalya’nın Toskana bölgesinin orman varlığı sadece 1 milyon hektar ancak yaz aylarında 10 yangın söndürme helikopteri bölgede görev yapıyor. Kış aylarında 2 olan bu rakam Temmuz ayıyla beraber 10’a çıkıyor. İtalya’da bölgesel ve ülkesel hava filosu yangınlara müdahale ediyor. Orman yangınlarında helikopter kullanımı ile araştırmalar yapan profesör Enrico Marchi, bölgesel filonun yetmediği anlarda ulusal filonun da devreye girdiğini söylüyor.

Toskana’dan 21 kat fazla orman alanını sahip Türkiye’nin yangın söndürme helikopteri sayısı sadece 3 kat fazla. Yangına hassas olmayan bölgeler dışarıda bıraksak bile durumu kurtaramıyoruz. Türkiye’nin daha fazla helikoptere ihtiyacı olduğu açıkça görülüyor. Bu hesaplamaya kontrol edilmek istenen alanın büyüklüğü, ormanlar arası uzaklıklar da katılırsa ortaya daha vahim bir tablo çıkıyor. Türkiye’nin daha çok helikoptere ve de küresel ısınmayı daha yakından gözlemeye ihtiyacı var. Sıcak dalgasının vuracağı yıllar aylar öncesinden belli oluyor. Bu yıllar için en azından daha fazla helikopter kiralanması neden düşünülmüyor?

Küresel ısınma yangınları tetikliyor

Küresel ısınmanın etkisini arttırması da yangınların sayısı ve şiddetini arttırıyor. 1970 ile 2003 yılları arasında Batı Amerika’da çıkan 1166 yangını inceleyen bilim insanları, çıkan yangınların yüzde 72’sinin karların erken eridiği yani havanın daha sıcak, toprağın daha nemsiz olduğu yıllarda meydana geldiğini saptamış. Science Dergisi’nde yayınlanan rapor, yaz ve bahar aylarında yaşanan sıcaklık artışlarının daha çok orman yangınlarına yol açtığını ortaya koyuyor. Dünyanın en sıcak dördüncü yılı olan 2003’te, başta Portekiz olmak üzere tüm Avrupa’yı saran yangınlar da küresel ısınmayla orman yangınları arasındaki ilişki için önemli bir örnek olarak gösteriliyor. Bu yıl Avrupa’nın doğusunda yaşadığımız sıcak dalgasının sonuçlarını da Yunanistan ve Türkiye’de gördük.

Bakanlık bizim umurumuzda değil ya da bütçemiz yok diyorsa çevreci kuruluşlara buradan bir çağrı yapıyorum. Yakılan ağaçlar için para toplayıp fidan dikmek yerine, helikopter alınması için para toplayalım. Elimizdekini koruyamazsak yerine yenisini de koyamayız.

Türkiye'nin ilk yerli rüzgâr gülü

Türkiye'nin ilk rüzgar türbini fabrikasını kuran Soyut Enerji, Teksas’taki San Angelo Ticaret Odası’ndan yatırım daveti aldı. Tamamı Türkiye’de imal edilen rüzgar gülleri yabancı markaların ürettiklerinden daha ucuza satılıyor.

Özgür Gürbüz - Global Enerji / Eylül 2007


Türkiye'de yavaş da olsa büyümeye başlayan rüzgâr enerjisi pazarına yerli üretim yapan bir oyuncu da katıldı. Soyut Enerji, Ankara'daki fabrikasında ürettiği rüzgâr türbinleriyle dünya devlerine kafa tutuyor.

Yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretiminin önünü açan kanun 2005'in Mayıs ayında çıktığında pek çok yatırımcının yüzünde zoraki bir gülümseme vardı. Yasadaki son değişiklikler sorunları biraz hafifletti fakat tamamen ortadan kaldırmadı. Yeni lisans almada karşılaşılan sorun, finansman ve dikecek rüzgâr türbini bulmak hâlâ en büyük sorunlar arasında. Ancak, Ankara'dan gelen haberler yatırımcının yüzünü bu defa gerçekten güldürecek cinsten. Soyut Enerji, 7 yıldır üzerinde çalıştıkları rüzgâr enerjisinde son noktayı koydu ve Türkiye'nin ilk rüzgâr türbini olan SoyutWind türbinlerinin seri üretimine geçti.

Soytes Temiz Enerji ve Elektronik Sanayi tarafından Ankara'daki 15 bin metrekarelik kapalı alan üzerine kurulu fabrikalarında üretilen türbinlerin en büyük özelliği jeneratöründen pervanesine kadar Türkiye'de üretilmeleri ve fiyat anlamında dünyadaki rakiplerine oranla çok daha ucuz olmaları. Soytes, ürettiği 1 megavat (MW) güçteki türbinleri, kurulum ücreti dahil olmak üzere 1 milyon dolardan satışa sunuyor. Dünyada eşdeğeri bir türbini almak için 1 milyon avronun üzerinde para ödenmesi ve en az bir yıl beklenmesi gerektiğini belirten Soytes Proje Geliştirme Müdürü Ali Çolak, diğer türbinlerle yaptıkları karşılaştırmalarda verim açısından daha iyi sonuçlar aldıklarını belirtiyor ve talep gelirse 1.5 MW büyüklüğe kadar türbin üretebileceklerini söylüyor. Çolak, "Çok büyük teknolojik fark yok. Kanatları büyüteceğiz, kuleyi yükselteceğiz ve birkaç teknik değişiklik yapacağız" diyor.

Yatırımcıya finansman desteği

Ali Çolak, sadece ucuz türbin sunarak sorunların çözülemediğini, karşılarına çıkan en büyük problemin büyük türbin üreticilerinin yatırımcıya kredi bularak finansman desteği sağlaması ve bu yolla rekabette avantaj sağlaması olduğuna değiniyor. Çolak, bu konuda da rekabet etmek için İsviçre'deki bir firmayla anlaşma sağladıklarını belirtiyor. "Çok kısa bir süre sonra rüzgâr türbini sipariş edenlere kredide de yardımcı olabileceğiz" diyen Proje Geliştirme Müdürü Çolak, "Hedefimiz Türkiye'de ve dünyada iyi bir pazar payına sahip olmak. Kredi konusunda yaptığımız çalışmalar da buna yönelik. Türkiye'de belediyeler, ticaret odaları, 'Yer tahsis edelim siz kurun' diyorlardı ama finansman ayağını halledemiyorduk. İsviçreli bu firmayla yapacağımız ortaklık sayesinde bu sorunun da üstesinden geleceğimizi umuyorum" şeklinde konuşuyor.

Soytes'in şu ana kadar yaptığı yatırım miktarı 25 milyon doları geçiyor. 30'u mühendis olmak üzere 120 kişilik bir ekip imalat için hazır bekliyor. Türkiye, belki de bu yatırımla İspanya örneğinde olduğu gibi kendi teknolojisini geliştiren bir rüzgâr devi olma adında ilk adımı atmış bulunuyor. Bu yatırım hamlesi, rüzgâr enerjisinin tüm dünyada sadece elektrik üretiminde sunduğu alternatif için değil, sağladığı istihdam ve ihracat olanakları için de tercih edildiğini anımsamamız açısından iyi bir örnek teşkil ediyor. Türkiye'nin rüzgâr potansiyeli ve coğrafi konumu imalat için de iyi bir yatırım ortamı yaratıyor.

Pakistan'a 80 MW'lik türbin yolda


Soytes, Polatlı yolu üzerindeki fabrika iki ayrı alanda imalat yapıyor. Kanatlar fiberglas, kuleler ise çelikten imal ediliyor. Çelik konik kuleler hem estetik hem de rüzgârı karşılama açısından avantaj sağlıyor. Fabrika 1 MW büyüklüğünde 250 türbin üretme kapasitesine sahip. Çolak, üzerinde biraz çalışırlarsa kapasitenin 300-350 türbine kadar çıkabileceğini söylüyor. Sadece endüstriyel modeller değil, bireysel kullanıcı için küçük türbinler de üretiyorlar. Bunların alıcısı daha çok tekne sahipleri, seralar, çiftçiler, su pompalama sistemleri ve konut kooperatifleri. Halihazırda Bodrum, Marmaris ve Ankara'da rüzgâr enerjisi sağladıkları kooperatifler var. Yurt içinden gelen taleplere rağmen Soytes'in hedefi dünyada hatırı sayılır bir oyuncu olabilmek. Çolak, "Geldiğimiz noktada sadece yurt içi pazarı değil, tüm bölgeyi özellikle de Avrupa pazarını hedefliyoruz. Ürünleri burada imal edip Avrupa'ya satmayı planlıyoruz. Pakistan da çok iyi bir pazar. Pakistan'da yenilenebilir enerji için yeni bir yasa çıktı ve çok güçlü. Pakistan'ın en köklü firmalarından biriyle çalışıyoruz. Çok rekabetçi bir piyasa olmasına rağmen 80 MW'lik bir kontrat imzaladık. Partnerimiz son pürüzleri hallediyor. Birden fazla bölgede rüzgâr çiftlikleri kurulacak. 1.000 ve 800 kW'lik türbinler göndereceğiz. Bazı yerlerde 13.5 m/sn gibi rüzgâr hızları var. Oralarda 1.5 MW'lik türbin kullanılabilir ve biz de imal edebiliriz" açıklamasını yapıyor.

Teksas'a rüzgâr çiftliği kur çağrısı


Türk malı türbinlere sadece Pakistanlı yatırımcı değil, Amerikalılar da ilgi gösteriyor. Ağustos başında Teksas'taki San Angelo Ticaret Odası'ndan aldıkları mektupta, Soyut A.Ş., yatırım için ABD'ye davet ediliyor. San Angelo'nun rüzgâr enerjisi için uygun şartlara sahip olduğunu söyleyen Ekonomik Kalkınma Bölümü Başkan Yardımcısı Patrick J. Malloy, Soyut Enerji'ye kentte halihazırda yatırım yapmış ve enerji ihtiyacı olan sanayi kuruluşlarıyla ilgili bilgi veren bir mektup yazıyor. Malloy, bölgedeki rüzgâr potansiyelini gösteren bir haritayı da mektuba ekliyor.

Ekler

İlk yerli rüzgâr gülünün öyküsü

Soytes Proje Geliştirme Müdürü Ali Çolak, Global Enerji'ye ilk yerli türbinin öyküsünü şöyle anlattı: "Soyut Holding bünyesinde enerji alanında 35 yıldır faaliyet gösteren bir firmayız. Daha önce yüksek ve orta voltajdaki gerilim istasyonları, hidroelektrik santralleri (HES) ve güneş enerjisi üzerinde çalışıyorduk. Dünyada rüzgâr gelişiyordu ve biz Türkiye'nin çok geride kalmadığını düşünüyorduk. 2000'li yıllarda Alman mühendislerden oluşan bir ekiple işe başladık. Daha sonra projeyi Türk mühendisler tasarladı ve geliştirdi. 7 yıldır rüzgâr teknolojilerinin imalatıyla ilgili çalışıyoruz. Biz ODTÜ'lü bir ekibiz. Bütün ekibimiz öyle; elektrikçiler, makineciler... O anlamda bize çok zor gelmedi, neden olmasın dedik. Dünyanın her yerindeki seminerlere gittik. Birçok yerden ürünlerimiz için akreditasyon aldık. Amerikan Rüzgâr Enerjisi Birliği (AWEA) ve Amerikan Yenilenebilir Enerji Konseyi'ne üyeyiz. Kuleden pervaneye her şeyi tasarladık ve geliştirdik. 2005 yılında İtalya'dan büyük kulelerin yapımında kullanılan 785 bin avroluk.çok önemli makinelerden birini getirdik. Bu küçük bir yatırım değildi ama yapılması gerektiğini düşündük, çünkü uluslararası piyasada bir kıtlık var. Bir Vestas, GE'ye gittiğinizde size en az bir yıl bekleme süresi veriyorlar. Türkiye'de rüzgâr enerjisinde çok büyük gelecek görüyoruz. Aslında bu çalışmalara başlayınca 2002-2003 yıllarında yabancı büyük imalatçıların buradaki alt yükleniciliğini yaparak Ortadoğu'daki projelerin imalatını yapmak bizim önümüze geldi. Bu çalışmaların bazılarında yer aldık, kule ürettik ama onun bize çok katma değer sağlayacağına inanmadık.

İlk uygulamalarımızda magnetleri (mıknatıs) Amerika'dan ithal ettik. Bu işin aslı içindeki mıknatıs. Daha sonra mıknatısları bu konuda çalışan İzmir'deki çok başarılı bir firmadan aldık. Çekim güçleri çok yüksek, beyaz mıknatıs kullanıyoruz. Amerika'dan aldıklarımızdan daha verimli çalışıyorlar. Kanatlardaki sensörleri Amerika'dan ithal ediyoruz. Bu kullandığımız birkaç yabancı parçadan biri. Mıknatısların yerli olması bu işin en önemli kısmı. Ayrıca mühendislik çok önemli. Kanatlardaki 23 milimlik oynama her şeyi değiştirebilir. Tüm bu kritik mühendislik işlemlerini biz yapıyoruz."

Su olmazsa tasarruf da olmaz

Özgür Gürbüz - Haber Ekoloji / 7 Eylül 2007

Küresel ısınma artık her yerde karşımıza çıkıyor. Nereye bakarsanız bakın küresel ısınma, daha doğrusu insan etkisiyle oluşan iklim değişikliklerinin yol açtığı ekolojik felaketlerle karşı karşıya geliyorsunuz. Kentlerde insanlar, göllerde kuşlar içecek su bulamıyor. Barajlar elektrik üretmek için, çiftçi yanan buğdayını kurtarmak için su arıyor. Tek etken küresel ısınma değil elbette ancak yaşadığımız su kıtlığı bir prova adeta. Küresel ısınma nedeniyle su kaynaklarının azalacağını, topraktaki nem oranının düşeceğini bilim insanları yıllardır söylüyor.

Bir büyükşehrimizin belediye başkanı çıkıp “Küresel ısınma yeni bir şey” dese bile, biz bu konunun en azından 1992’deki Rio Zirvesi’nden beri ciddi ciddi tartışıldığını biliyoruz. Küresel ısınmayı durdurmak için ortaya atılan tek uluslararası protokolün bundan 10 yıl önce 1997 yılında hazır hale getirildiğini ve 2005’in Şubat ayında yürürlüğe girildiğini de bilen biliyor. Kyoto’ya 178 ülkenin imza atıp Türkiye’nin atmadığını da…Dünyanın telaşa düştüğünü bilmeyen yöneticilerin kentinde bu yüzden el çantasıyla değil elde bidonlarla dolaşılıyor. İşin daha da trajik yanı, hala küresel ısınmanın nedenleri ve çözüm yolları hakkında kafamız karışık ya da kasıtlı olarak karıştırılmış durumda.

İşe temelden başlayalım. Su tasarrufu yaparak ya da park ve bahçeleri sulamayı keserek küresel ısınmayı durduramayız. Bu yaptıklarımız “pansuman tedbirlerin” ötesine geçemez. Küresel ısınmanın hızı kesilmezse bir sonraki yıl tasarruf edecek su bile bulamayabilirsiniz. Suyu, elektriği akıllıca kullanmayı öğrenelim ama insanlara küresel ısınmayı su tasarrufuyla durdururuz mesajını vermekten de kaçınalım. Küresel ısınmanın bir numaralı nedeni enerji kullanımında yaptığımız tercihlerdir. Eğer, dünyayı yöneten bu enerji devleri firmalara bir çift laf edecek cesaretimiz yoksa küresel ısınmayı da durduramayacağımız apaçık ortada. Gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan ve küresel ısınmaya yol açan seragazlarının yaklaşık yüzde 64’ü enerji sektöründen kaynaklanıyor. [1]Çoğunlukla petrol kullanıldığı için buna ulaşım sektörünü de eklersiniz fosil yakıt kaynaklı seragazlarının payı yüzde 83’ü buluyor. Kısaca, fosil yakıtlar üzerine kurulu bu ekonomik düzen değişmedikçe küresel ısınmayı durdurmak mümkün değil.

Küresel ısınmaya yol açan seragazları artışında geçtiğimiz yıl başı çeken Türkiye’de de durum farklı değil. 1990-2004 arasında seragazı salımında yüzde 72,6 artış gerçekleştiren Türkiye, 2005 sonunda bu rakamı yüzde 84'e çıkardı. 1990 yılından bu yana toplam seragazı artışı da böylece 296 milyon tondan 312,4 milyon tona çıkmış oldu. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan veriler, Türkiye'nin seragazları içerisindeki aslan payının yüzde 77 ile enerji sektöründe olduğunu gösteriyor. Bu sektörde son 15 yılda meydana gelen artış yüzde 160'ı buluyor.

Su tasarrufunu, verimli ampulleri desteklemek hoş ama bunları küresel ısınmayı durduracak önlemler olarak göstermeye çalışmak başka sonuçlara yol açar. Çevrecilere düşen görev, sorumluları bilerek ya da bilmeyerek gizlemek değil ortaya çıkararak değişime yöneltmek olmalı.

[1] Anex I Fact Sheets, Malte Meinshausen 2004. Sf. 13

"Bu çimleri Botafogo-Flamengo maçında yoldum!"

Türkiye'deki çevrecilerin duayeni Hayrettin Karaca, küresel ısınmadan sonra dünyayı açlık tehlikesinin beklediğine dikkat çekiyor. "Ekonomi büyümesin. Bugünkü küresel ekonomi kanser hücresi gibi, büyümek zorunda, duramaz. Büyürken de bizi öldürüyor" diyen Hayrettin Karaca, yüzlerce kitap ve 56 bin slaytın özenle saklandığı Yalova'daki evinin kapılarını Yeni Aktüel'e açtı.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel Dergisi / 30 Ağustos-5 Eylül 2007

Fotoğraflar: Cenk Ertekin

"Nasılsınız" soruma "Hiç iyi değilim, sen iyi misin" diye yanıt verdiğinde bu söyleşinin zor geçeceğini anlamıştım. 81 yaşındaki Hayrettin Karaca iyi olmadığını söylüyor ama sağlık sorunu değil bahsettiği. "Sümerbank hafızalardan silinecek diyorlar, sen iyi olur musun" diyor. Belli ki gelişmeler "Toprak Dede" diye anılan Karaca'yı çok kızdırmış.

Yaklaşık 14 yıl önce ziyaret ettiğim Yalova'daki evi ve binlerce bitki türünü sakladığı bahçesi (Arboretum) neredeyse hiç değişmemiş ama Karaca değişiyor; eskisine oranla daha sert, sözünü sakınmıyor. Politikacılara oldukça kızgın olduğu gözlenen Karaca'nın umudu çocuklar. Sık sık çocuklarla ilgili anekdotlarını anlatıyor. Giderek büyüyen çevre derneklerinde çalışan profesyonel kadroları da inançsız oldukları gerekçesiyle eleştiren Karaca, toplumun kendi sorunlarına sahip çıkması gerektiğini belirtiyor. Dünyayı bekleyen en büyük tehlikenin açlık olduğuna, bunun arkasında yatan nedenin de tüketim toplumu olduğuna dikkat çekiyor.

Brezilya'daki futbol sahasından çim getirmiş
Karaca'nın Yalova'daki evi kitap ve slaylarla dolu. Birçok yabancı ve yerli doğa dergisine abone. En sevdiği yazar Metin Aydoğan, şair ise Kaacaoğlan. Attila İlhan kitapları da her odada gözümüze çarpıyor. Ama özenle sakladığı kırmızı not defteri belki de kendisi için her şeyden önemli. Bu defterde bahçesine dünyanın dört bir yanından getirip ektiği 2 bin 376 tohumun listesi var. Bahçesini gezdirirken sık sık Brezilya'dan getirdiği ve giderek tüm bahçeye yayılan çimlerden bahsediyor. Brezilya'da Botafogo-Flamengo maçından sonra sahaya inip aldığı numuneler tutmuş. Garip bir çim; adeta halı sahada yürüyormuşsunuz hissi veriyor. Bahçedeki bu kısa turumuz bile dünyanın zenginliği hakkında bize bilgi veriyor. İşin başlangıcı da burası zaten. Karaca'nın yaşam felsefesi "Önce bilgileneceksin, sonra ilgileneceksin ve ardından da tepkisiz kalmayacaksın".

“Ekonomi çökerse çöksün”
Çalan zil sesiyle söyleşimize yemek arası veriyoruz ama Hayrettin Karaca'nın bizi yemeğe davet etmeden önce bir şartı var. “Az yeme sözü vereceksiniz” diyor. Hep beraber masaya oturuyoruz. Yanımızda Hayrettin Karaca'nın hayatını kaleme alan Şengün Kılıç Hristidis de var. Kendisi bir yıldır Karaca'yla beraber birkaç ay sonra çıkacak olan bu kitap üzerinde çalışıyor. Bu kitap Karaca'nın geride bırakacağı en büyük eserlerinde biri olacağa benziyor. Yemekte etsiz bir türlü yanında pilav ve ardından meyve tabağı ile haşlanmış mısır yiyoruz. İçecek olarak sadece su var, kola gibi içecekleri içmiyor ve kimseye önermiyor. Bir o kadar da reklamlara ve tüketim toplumuna karşı. Karaca'ya bazıları çıkışıyormuş, “O dediğin kadar tüketirsen ekonomi çöker” diye. Çöksün diyor Karaca. “Ben ekonomiyi büyütmeye, birilerini zengin etmeye ve bana hakim bir sınıf yaratmaya gelmedim. Ben yaşamaya geldim. İhtiyacımız kadar tüketirsek yaşanabilir dünyayı oluştururuz. Küresel ısınmayı da herşeyi de hallederiz” diyor. “Paramın olması bana tüketme hakkı vermez” diyen Karaca, “Küresel ısınma, iklim değişikliği ve kuraklık gibi sorunlar 1965'ten beri söyleniyor ama topluma yansımıyor. Son yıllarda sayfalar dolusu resimler var gazetelerde. Bugüne kadar neredeydiniz? Bugünden tedbir alınması lazım. Alınması gereken tedbiri hükümetlerden beklemeyin. Onlar tüketim toplumunun, sermayenin savunucuları oldu” diyor. Peki, çözüm nasıl olacak diye sorunca “Şarlo'yu (Charlie Chaplin) kovmuşlar” diyerek anlatıyor. Hikaye şöyle: Komunist diye Amerika'dan kovulan Şarlo yıllar sonra geri döner ve Teksas'ın bir köyünde karşılaştığı kadının elini Avrupa'da aldığı kültür sonucu öper. Kadın şaşırır ve sorar, “Neden benim elimi öptün?” Chaplin cevap verir: “Bir yerden başlamak lazımdı”. Karaca kızgın ama umutsuz değil, bu kadar yılın ardından hala yeni başlangıçlar peşinde.

“Ekonomik büyüme kanser hücresi gibi”
Yemekle beraber İngilizce yazılar olan tişörtlerimiz yüzünden ufak bir azar da yiyip yemekten kalkıyoruz. Sohbetimiz ekonomiyle devam ediyor. Karaca, “Japonya'da kriz varmış, ekonomisi büyümüyormuş. Büyümesin, ekonominin büyümesi için üretmesi lazım. Üretirken daha fazla enerji tüketmesi lazım. Yani bizim sermayemizden biraz daha alması lazım. Nereye kadar? Bugünkü küresel ekonomi kanser hücresi gibi, büyümek zorunda duramaz. Büyürken de bizi öldürüyor. Çare Özgür, Hayrettin ve Cenk'in bu işe sahip çıkması. Ben yaşamak benim hakkımdır diyorum, Cenk'in de hakkı. Yaşamak için yaşat diyorum. Ahmet ve Fatma'dan bahsetmiyorum. Kimi, bana hayat verenleri yaşatmak zorundayım. Toplumsal bir tepkiye ihtiyacımız var. Siyasi kuruluşlar üzerinde bir baskı oluşamadı. Siyasilere pek güvenini olmadığını da şu sözleriyle açıklıyoruz: “Parti başkanı delegeleri delegeler de onu seçiyor. Ben oyumu atıyorum, maaşını veriyorum o hizmetini parti başkanına yapıyor. Böyle bir şey olabilir mi? İlk dört Meclis'in tutanaklarını okuyun, bir milletvekilinin ne kadar özgür olduğunu görürsünüz. Demokrasi oydu, gençler o tutanakları okusun. Türkiye'nin kurtuluşu için partiler yasası, seçim yasası ve dokunulmazlık yasası kalkmalı”.

“Hiç yabancı mal almıyorum”
Karaca hiç pes etmiyor. Yeni bir kampanya başlatmak istiyor. Fotoğraf makinası gibi bulamadığı ürünler dışında hiç yabancı mal almadığını söylüyor. Evindeki ahşap mobilyaların hepsinin dizaynını kendi yapmış, IKEA alınmasın ama taş çıkartacak cinsten buluşlar var. Parça parça sökülen sandalyelerden, kitap koymak için gizli rafları olan okuma koltuklarına kadar. Yabancı mallara karşı kampanya düşünse de yabancı kaynakları çok yakından takip ediyor. Al Gore ve Clinton'la ilgili onlarca kitap okuyor. All Gore'un samimi olduğuna inanmıyor. Clinton ve All Gore'un başkan yardımcılığı sırasında ABD'nin Kyoto'ya kayıtsız kaldığını silah harcamalarını da arttırdığını söylüyor. All Gore'un, “Kyoto konusunda çabaladım ama şirketler izin vermedi” şeklindeki sözlerini hatırlatarak “Dünyayı 17 şirket idare ediyor” diyor. Karaca için tüm çevre sorunlarının temelinde yaşam ahlakı var.

Ekler

Mera satılır mı?

Hükümetler çiftçiye verilen mali desteği arttırmalı ama yetmez. Bu tarım denen yer neyin üzerinde oluyor? Aşırı gübreleme, aşırı sulamayla toprağın değeri kaybolmaya devam etmiyor mu? Yılda 1 milyar 400 milyon ton toprak kaybediyoruz. Devletin sana verdiği ödenekle mazot fiyatlarını indirmekle bu iş çözülmez. Sen toprağın gücünü arttır. TEMA'nın yaptığı kırsal kalkınma projelerinden biliyorum. 3-4 yıl içinde devlete muhtaç köylü vergi vermeye başlıyor, kentten köye gelin geliyor. Samsun'da bir köyde şalvarlı ninelere tenis oynamaya başladı. 1946'dan bu yana hükümetlerin hepsi Türkiye'nin topraklarına, ormanlarına, doğasına hizmet ederek değil yok ederek iktidar olmayı amaçladılar ve başardılar. Bugün 500 bin hektar merayı satıyoruz. Mera satılır mı? Mera yasası toplumun tepkisi olmadan çıkıverdi. Bir toplumsal tepkiye ihtiyacımız var. Kıyameti koparmak lazım. Anayasa Mahkemesi tarım alanlarının satışını iptal etmiş. Hemen arkasından yasayı yeniliyorlar, miktarları değiştiriyorlar. 300 dönümdü 25 oluyor ama Bakanlar Kurulu kararıyla 300 olabilecekmiş. Bir şey fark eder mi?

Karaca'dan notlar

* GSMH'dan bahsediliyor ama 40 bin dolara ulaşan GSMH demek başkalarının hakkından bir şeyler almışsınız demek.

* Okumak ibadettir. 10 bini buldu dağıttığım kitaplar. Bilgi sahibi olursanız herşeyi değiştirirsiniz.

* Bana hayvan deseler çok onur duyarım. İnsan dediklerinde utanıyorum.

* Karaca yıllarca dediler. Ben demedim müşteriler dedi. İşi o yüzden bırakmadım doğaya döndüm. İpini koparmış deli gibi çayıra bayıra saldım kendimi.

* Dünya Sosyal Forumu'nun aradığı bir şey var. İnsana ulaşmak istiyoruz. İnsanları mutlu edememişiz, bu sistemden ne olur? Dünya Sosyal Forumu'nu çok önemsiyorum.

* Ben müşterisine, “siftahımı ettim komşuma git” diyen adamım. Bunu Anadolu insanı yapmış, aramayalım başka bir yerde.

* Dünya, endüstri uygarlığının insanlığa acımasız saldırısını görmezden gelmektedir.

* Teknoloji işsizlik üretir.

* Cargill için yasa çıkardılar, çünkü Bush öyle istedi.

'Küresel ısınma sabrımızı taşırma'

BarışaRock Müzik Festivali, beşinci yaşında yine 'alternatifleriyle' müzikseverlerin karşısında. Festival, müzik ziyafeti dışında, sivil toplum örgütlerinin küresel ısınmadan futbola uzanan renkli kampanyalarına sahne oluyor..

Özgür Gürbüz – Sabah Gazetesi / 26 Ağustos 2007

Bu yıl beşincisi yapılan BarışaRock Müzik Festivali'nin bugün son günü. 24 Ağustos'ta başlayan ve 60'ın üzerinde grubun iki ayrı sahnede müzikseverlerle buluştuğu festivalde, birbirinden renkli sivil toplum kuruluşları da, katılımcıları kampanyalarından haberdar ediyor. Festival alanında standı olan Agos gazetesi, okuyucularından demir 1 YTL toplayarak Taner Akçam'ın yazısı nedeniyle kaybettikleri 10 bin YTL'lik tazminatı Şükrü Elekdağ'a demir paralarla vermeye hazırlanıyor. Alanda nereye baksanız küresel ısınma ve nükleer enerjiyle ilgili mesajlar göze çarpıyor. "Küresel Isınma Sabrımızı Taşırma", "Nükleeer İstemiyoruz" pankartları her şeyi özetliyor. Renklerin Kardeşliğini savunan Forza Livorno gibi alternatif futbol taraftarları da BarışaRock'ta.

Ermenistan'dan da grup var
Devrimci İşçi Sendikaları Kanfederasyonu (DİSK)'in yeni hareketi GENÇ-SEN, lise ve üniversite öğrencilerini sendikalı olmaya çağırırken, eline davulu alan gençlerin oluşturduğu doğaçlama kortejler de alanı dolaşarak taleplerini duyuruyor. Bu yıl festivale Mısır, İrlanda ve Ermenistan'dan gelen birçok yabancı grubun dışında "Dinar Bandosu" gibi yerel müzik gruplarının da katılımı dikkat çekiyor. Bağımsız milletvekili Ufuk Uras ile Baskın Oran'ın konuşmaları, azınlıklar üzerine yapılan forumlar, tiyatro ve film atölyeleri, en az konserler kadar ilgi çekti. Bu yıl festivale katılanların sayısının 100 bini aşması bekleniyor.

Hayvanlar için destek istedi, Bush'u savundu

Ünlü sinema yıldızı Bo Derek, Galapagos adalarındaki soyu tükenen hayvanlar için para toplamak amacıyla geldiği İstanbul'da Kyoto Protokolü'nü imzalamayan ABD Başkanı George Bush'u savundu..

Özgür Gürbüz - Sabah Gazetesi / 25 Ağustos 2007

Ekvador'un Galapagos Adaları'nda yaşayan ve soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan hayvanları korumak için bir kampanya başlatan Bo Derek, destek için Türkiye'ye geldi. 2000 yılında Bush için kampanya yapan yıldız, George Bush'un Kyoto'yu imzalamamasına sahip çıktı. Kyoto'nun bazı noktalarda problemli olduğunu belirten Derek, "Sadece birkaç nokta Bush'u imzadan alıkoydu. Kyoto'yu imzalamadan da sera gazlarını azaltmak mümkün; Vali Schwarzenegger'in Kaliforniya'da yaptığı gibi" dedi.

"Viagra alın" önerisiABD Dışişleri Bakanlığı Özel Temsilcisi ve "Sonsuza dek Galapagos Derneği" kurucularından olan ünlü film yıldızı, Türkiye'yi ABD, Hindistan, Kanada, Avustralya ve İngiltere'nin desteklediği "Yaban Hayat Karaborsasına Karşı Koalisyon"a üye olmaya davet etti. Derek, "Soyu tükenen bir filin dişinden yapılmış bir kolyeyi takmak çok aptalca" diyerek herkesi soyu tükenen hayvan ürünleri ticaretine karşı çıkmaya çağırdı. Bo Derek onuruna verilen kokteylde dernek yararına 30 bin dolar toplandığını belirten Ekvador Eski Ticaret Bakanı Ivonne Baki ise ülkesindeki köpekbalığı avcılığına dikkat çekti. Köpekbalığının yüzgecinden yapılan ve Asya ülkelerinde afrodizyak etkisi olduğuna inanıldığı için içilen çorba yerine Viagra alınmasını tavsiye etti. "Galapagos insan elinin en az değdiği yerlerden biri. Hepimizin bir parçası ve dünyada bir eşi yok" diyen Bo Derek, adalardaki vahşi hayatı tehdit eden en büyük tehlikenin yasadışı avcılık olduğuna değindi. Baki adaların öncelikli sorunu yasadışı avcılığın önüne geçmek için öncelikle ada insanlarının eğitimiyle işe başlayacaklarını ve ada nüfusuyla gelen turist sayısına sınır koyacaklarını söyledi. Son zamanlarda TV dizilerine ağırlık veren seksi yıldız iki ay önce yeni bir film çekti ve şu sıralar National Geographic için bir belgesel sunmaya hazırlanıyor.

Hasankeyf'i sular altında bırakacak kredi tamam

Ilısu Barajı'na toplam 1.3 milyar Euro'luk krediyi Bank of Austria Societe Generale ve Dekabank sağlayacak..

Özgür Gürbüz – Sabah Gazetesi / 17 Ağustos 2007

Güneydoğu Anadolu Projesi kapsamında yapımı tamamlanmayan en büyük baraj olan Ilısu Barajı'na kredi vermeyi kabul eden yabancı bankalar belli oldu. Söz konusu bankaların Almanya'dan Dekabank, Avusturya'dan Bank of Austria ve Fransa'dan Societe Generale olduğu öğrenildi. Daha önce konsorsiyum lideri olan Nurol İnşaat yetkilileri, Zürich Kanton Bankası'nın (ZKB) çevreci baskılar yüzünden projeden çekildiğini ve İsviçre bankasının yerine bir Alman bankasıyla anlaştıklarını söylemişlerdi. Kredi miktarının 1.3 milyar Euro olduğu projede hangi bankanın ne kadar kredi sağladığı tam olarak bilinmiyor ve miktarlar gizli tutuluyor. Kulislerde ise Avusturya bankasının payının 280 milyon Euro civarında olduğu, Türkiye'den bazı bankalarla da görüşmelerin sürdürüldüğü konuşuluyor. Tarihi Hasankeyf'i sular altında bırakacağı için tartışmalara yol açan baraj projesinin temeli bir yıl önce Başbakan Recep Tayip Erdoğan tarafından Ağustos 2006'da atılmıştı.

Ilısu konsorsiyumundaki yerli ve yabancı firmalar

Yabancı
*
VA Tech Hydro (Avusturya)
* Alstom (İsviçre)
* Züblin AG (Almanya)
* Stucki (İsviçre)
* Colenco (İsviçre)
* Maggia (İsviçre)

Yerli
*
Nurol İnşaat A.Ş.
* Cengiz İnşaat A.Ş.
* Celikler İnşaat A.Ş.
* Temelsu Uluslararası Su Hizmetleri A.Ş.
* Dolsar Mühendislik LTD.
* Rast Mühendislik LTD.

Su için son 27 km.

İstanbul'un imdadına yetişecek Melen Çayı projesi, 20 Ekim'de tamamlandığında şehrin günlük su tüketiminin üçte birini karşılayacak.

Özgür Gürbüz - Sabah Gazetesi / 16 Ağustos 2006

İstanbul'un azalan su rezervlerine "merhem" olacak Melen projesinde çalışmalar gece gündüz sürüyor. 182 kilometrelik boru hattında çalışan 700 iş makinesi ve 2 bin işçi ile mühendis hummalı bir çalışma içinde. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin 20 Ekim Cumartesi saat 16.59'ta bitireceğini öne sürdüğü projede, geriye döşenecek 27 kilometrelik boru kaldı. Bu da tamamlandığında Melen Çayı'ndan gelen su önce Ağva-Yeşilçay'daki pompa istasyonuna oradan da Ömerli Barajı rezervuarı ile Yavuz Sultan Selim arıtma tesisine ulaştırılacak. Orijinal Melen Projesi'nde olmayan bu değişiklikle İstanbul'a günde 734 bin metreküp ek su, planlanandan önce ulaştırılacak. Halihazırda her gün 2 milyon metreküp su kullanan İstanbul için, bu miktar günlük ihtiyacının üçte biri kadar su rezervi anlamına geliyor. Ayrıca proje kapsamında, boğaz altından yapılan bir başka boru hattıyla Avrupa yakasına da su verilecek.

Tamamı 2010'da bitecek
İSKİ Genel Müdürü Mevlüt Vural, helikopter ile gezerek incelediğimiz Melen projesi hakkında şu bilgileri verdi: "Aslında bu proje DSİ'nin yapımına 10 yıl önce başladığı bir proje. İstanbul'un suya ihtiyacı olduğu için DSİ'ye teklif götürdük, onlar da bütçelerinin olmadığını belirttiler. Biz de 190 milyon YTL'lik bölümünü İSKİ olarak yıl sonuna kadar ödeyeceğimizi garanti ederek projeyi hızlandırdık." Projenin tamamı hayata geçtiğinde İstanbul yılda 1 milyar 180 milyon metreküplük ek su kaynağına sahip olacak. Bu kaynak da kentin 2040 yılına kadar su ihtiyacını karşılayacak. Melen projesinin tamamının 2010'a kadar bitirilmesi bekleniyor. Mevlüt Vural, Melen Çayı'nın kirli olduğuyla ilgili şikâyetler için ise, "Her su arıtılabilir. Melen suyu da arıtılıp verilecek, İstanbulluların bu su kirli, içilmez diye tereddüt etmelerine gerek yok" yanıtını veriyor.

Yeni projeler yolda
Genel Müdür Vural, Melen Çayı'nın denize döküldüğü yerden 7 kilometre uzaklıkta oluşturulacak havzanın kontrolünü DSİ'den alacaklarını, bunun için yeni hükümetin kurulup kararın alınmasını beklediklerini söylüyor. İSKİ Genel Müdürü, arıtamayacakları bir malzeme gelirse o suyu halka vermeyeceklerini de sözlerine ekliyor. İSKİ, Melen Çayı dışında Bulgaristan'daki Rezve Çayı'ndan da faydalanmak istiyor. Çatalca ve Silivri için kuyu sularından faydalanılması da gündemdeki diğer projeler.

Ömerli’de su seviyesi bir yılda üçte bir azaldı
İstanbul'un önde gelen su rezervlerinden Ömerli Barajı'nda, suların çekildiği bölgeler kuşbakışı çok daha net görülüyor (sağda). Bu durum rakamlara da yansımış vaziyette. Ömerli Barajı geçen yıl 15 Ağustos itibariyle yüzde 66.91 doluluk oranı ve 157 milyon metreküp suya sahipti. Bu yılın aynı döneminde ise yüzde 21 doluluk oranı ve 51 milyon metreküp su bulunuyor. Yine 15 Ağustos itibariyle İstanbul barajlarında 2005 yılındaki doluluk oranı yüzde 68, 2006 yılında ise yüzde 70 idi. Bu oran 2007 yılında ise yüzde 24'e kadar gerilemiş durumda.

Temiz enerji ve medya

Fore Enerji'yle yaptığımız ve temiz enerji-medya ilişkisini konu alan söyleşiyi ilginç bulacağınızı umuyorum.

Özgür Gürbüz'le temiz enerji ve medya hakkında söyleşi:

1- Sizi biraz daha yakından tanıyabilir miyiz?
Yaklaşık 15 yıldır enerji ve çevre konularıyla ilgileniyorum. Milliyet, Yeni Yüzyıl, Liberal Bakış ve Referans gibi gazetelerde bu konular üzerine çalıştım. Halen Sabah Gazetesi'ndeyim.

2- Son dönem gündemde yer alan temiz enerji konularına bir gazeteci olarak bakış açınız nedir?
Temiz enerji konularının gündeme daha sık gelmesi güzel bir gelişme. Ancak teknik analiz eksikliği göze çarpıyor ve enerjiyle çevre konularının artık ayrılmaz birer ikili olduğu çok da fark edilmiş gibi gözükmüyor. Medya bu konulara yer verirken küresel ısınma gibi konuların çözümünde temiz enerji kaynakları ve enerji verimliliğinin yattığını pek anlayamamış gibi görünüyor.

3- Genel kamuoyunun bilinclendirilmesi konusunda Medya onemli bir rol oynabilir mi? Medya'nın sorumlulukları ve degisime iliskin bir gucu olduğuna inaniyor musunuz?
Evet, inanıyorum zaten o yüzden medyanın bu kötü durumuna rağmen muhabirlikte ısrar ediyorum. Medya isterse temiz enerji kaynaklarının gerçek gücünü gösterebilir, ekolojik ve ekonomik krizler için nasıl çözüm olacağını anlatabilir. Bunun için uzman muhabirlerin sayısı artmalı ve muhabirlerin bağımsız analiz yapmasına izin verilmeli. Muhabir bugün çoğu yerde aktaran konumunda. 'Nükleerden 2 cent'e elektrik üretiriz' diyenlere kaynağınız nedir diye soracağına ya da ABD'de 7,5 cent ama diyeceğine söyleneni olduğu gibi yazıyor.

4- Genel küresel ısınma ve temiz enerjilere ilişkin medya organlarının öne çıkan politika ve yaklaşımları söz konusu mu? Burada kurumlar mı yoksa bu medya organlarında çalışan kişiler mi ön plana çıkıyor?
Açıkçası küresel ısınmayı takip etmek isteyen birkaç medya organı var. Bunların bazıları iyi işler de çıkarıyor ama çoğu zaman haberler konudan anlamayan editörlerin hışmına uğruyor ve 'buzullar eriyor'un ötesine gidemiyor. Türkiye'de editörler sayfalardan sorumlu. Halbuki saygın yabancı gazetelerin, çevre muhabirleri ve onların haberlerini gazeteye hazırlayan çevre haberleri editörleri var. Bu sayede çok kaliteli işler çıkıyor. Birçok kurumda da bu muhabirlerin zorlamasıyla oluyor. Güçlü bir muhabirseniz bu konularla ilgili haberleri gündeme sokabiliyorsunuz ama oldukça fazla çabalamanız gerek.

5- Tum dunyayı ilgilendiren bir kuresel ısınma sorunu ülkemizde de tartışılıyor. Takip ettiğiniz kadar yurtdışı basını ve yerel yaklaşımları kıyaslayabilir misiniz?
Türkiye'de medya sorunun kaynağını bile anlatamadı bence. İnsanlar küresel ısınmayı bir doğal felaketmiş gibi algılıyor. Halbuki insan etkisiyle, fosil yakıt kullanımı ve aşırı sanayileşme sonucu meydana gelmiş bir olay. Size bir örnek vereyim. Enerji kaynakları bir numaralı etken ama insanlar su tasarrufu yaparlarsa küresel ısınmayı durduracaklarını sanıyorlar. Bu kadar çarpıtıldı iş. Sorunun kaynağını cesaretle yazacak / söyleyecek medya organı bulmak zor. İşin ucunda büyük holdingler ve reklam ilişkileri var.

6- Türkiye'nin enerji politikası nasıl şekillenmeli?
Türkiye'de enerji yoğunluğunu düşürecek bir politika hayata geçirilmeli. Sınırlı ve dışa bağımlı fosil kaynaklara güvenmek büyük hata olur. Planlamada da sabıkalı olduğumuz için büyük santrallara izin verilmemeli. Bir kriz geldiğinde, ekonomik büyüme şaştığınızda fazla kapasite elinizde patlıyor. Orta ve küçük ölçekli santralleri tüm Türkiye'ye yaymak böylece iletim kayıplarının önüne geçmek akıllıca olur. Burada yenilenebilir enerji kaynakları çok büyük avantaj. Karbondioksit artışımız rekor seviyede. Hem bu artışı yavaşlatacak hem halihazırda kurulu olan baz yük santralleriyle uyum içinde çalışacak temiz enerjiler bir hedef koyularak hayata geçirilmeli. Rüzgar potansiyeli büyük avantaj ama adem-i merkeziyetçi enerji sistemleri örneğin güneş gelecek 20-30 yılda kurtarıcımız olacak. Talebi yönetmeyi öğrenmeli ve arz artışını kontrol altına almalıyız. Nükleer gibi finansal ve çevresel riskler içeren politik maceralar ise hem oluşturulmaya çalışılan liberal piyasayı tehlikeye sokar hem de getireceği finansal yükle dışa bağımlılığı arttırır.

7- Temiz enerji sistemlerinin yayılması için öncelik yapılması gerekenler nedir?
Bu sistemlerin yerli üretimi ve kullanılması için gerekli siyasi altyapı ve AR-GE çalışmalarına öncelik verilmeli. Güneş ve küçük biyokütle sistemleri için teşvikler kuvvetlendirilmeli. Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yok, İspanya ve Almanya örnekleri gözümüzün önünde. Fosil yakıtlara ve nükleere verilen teşviklerin durdurulması da çok önemli. Biyokütle ve biyoyakıtlar için çiftçilerin, rüzgar santralleri için vatandaşların kuracağı kooparatiflerin önünün açılması lazım. Danimarka'da bunların örnekleri var. Çiftçiler traktörlerinin yakıtlarını üretse fena mı olur?

8- Popüler kültür temsilcileri ve küresel iklim değişikliği arasında pozitif bir bağ kurulabilir mi ?
Evet ilk başta kamuoyuna mesajın iletilmesi için önemli. Bunun da tehlikesi seçilen kişilerin konuyla gerçekten ilgilenmesi önemli.

9- Enerji ve çevre konularında medyanın yeterli işgücü mevcut mudur?
Nitelikli, konuya en az uzmanları kadar hakim eleman olarak hayır.

10- Son olarak söylemek istedikleriniz?
Temiz enerji konusunda yaptıklarınız ve ortaya çıkardığınız 'temiz haber fırsatları' için teşekkürler. Kirlenmiş dünyamızın buna ihtiyacı var.

Fore Enerji'ye ulaşmak için:

http://www.foreenerji.com/index.php

Türkiye bebek ölümlerini hala durduramıyor

Birleşmiş Milletler Dünya Nüfus Fon'unun son raporuna göre Türkiye bebek ölümlerini önlemde hala komşularının gerisinde. Türkiye’de doğan bir bebeğin Suriye’de doğan bir bebeğe oranla hayatta kalma şansı yarı yarıya az.

Özgür Gürbüz

Dünya nüfusu her geçen gün artıyor. Her iki saniyede yeni bir bebek dünyaya geliyor. Ekonomik büyüme ve tıptaki tüm gelişmelere rağmen bebek ölümleri hala büyük bir sorun. Bu konuda dertli ülkelerden biri olan Türkiye’de doğan her 1000 bebekten 37’si hayata gözlerini yumarken bu oran komşumuz Ermenistan’da 29, İran’da 28, Suriye ve Romanya’da 16, Bulgaristan’da 12 ve Yunanistan’da 6. Türkiye komşularıyla kıyaslandığında sadece Irak, Azerbeycan ve Gürcistan’dan daha başarılı bir grafik yakalamış gözüküyor. Irak’ta her 1000 bebekten 83’ü bir yaşına gelmeden hayata gözlerini yumarken, Azerbeycan’da bu oran 73, Gürcistan’da 39. Batı Avrupa ülkelerinde ise binde 4 civarında.

Türkiye 2050’de 100 milyon

BM Dünya Nüfus Fon’unun 2007 yılı raporuna göre Türkiye’nin 2005-2010 yılları arasındaki nüfus artış hızının yüzde 1.3 olması bekleniyor. 2050’de 100 milyonu geçmesi beklenen Türkiye’de yaş ortalaması kadınlar için 67, erkekler içinse 72 olarak hesaplanmış. Nüfus artışına karşın modern doğum kontrol yöntemlerini kullananların oranı yüzde 38’i geçmiyor. Bir başka ilginç istatistik ise okuma yazma oranıyla ilgili. 15 yaşın üstündeki kadınların yüzde 20’si okuma yazma bilmezken bu oran erkeklerde yüzde 5’e iniyor. Okuma yazma bilmeyen kadınların oranı Bulgaristan’da yüzde 2, Yunanistan’da 6, İran’da ise yüzde 30.

Hepimiz kentli olduk

Hızlı nüfus artışı beraberinde kentleşmeyi de getiriyor. Artık sadece Avrupa ve Amerika’da değil, Asya ve Afrika’da da insanlar kentlerde yaşamayı tercih ediyor. BM raporu 2008 yılından itibaren kentli olmayı tercih eden insanların 3 milyar 300 milyonu bulacağına işaret ediyor. Bu rakam 2030 yılında 4 milyar 900 milyona ulaşacak. Kırsaldan kente göç ileriki yıllarda da devam edecek. Asya ve Afrika kıtalarında kente göç, halihazırda 1 milyar 360 milyon olan kentli nüfusu ikiye katlayıp 2 milyar 640 milyona yükseltecek. Türkiye çoktan kentli olmuş bir ülke; nüfusun yüzde 68’i halihazırda kentlerde yaşıyor.

Büyük kentlere talep azalıyor

Nüfus hareketlerindeki ilginç değişim ise mega kentlerde yaşanıyor. Dünya nüfusunun yüzde 4’ünü barındıran Buenos Aires, Mexico City gibi dev kentlere yerleşen insan sayısından çok göç eden var. İnsanlar artık bu dev kentler yerine daha küçük kentlerde yaşamayı tercih ediyor. Dünya nüfusunun yüzde 52’si halihazırda nüfusu 500 binin altında olan kentlerde yaşamayı tercih ediyor.

Her 3 kentliden biri varoşlarda yaşıyor

İnsanların kırsaldan kente taşınması sorunlarından kurtulması anlamına da gelmiyor. Özellikle mega kentlerde yaşayan insanları yoksulluk, çevre kirliliği gibi birçok sorun bekliyor. Kentlerde yaşayan her 3 kişiden biri varoşlarda yaşıyor. Bu insanları temiz sudan fahişeliğe kadar birçok tehlike bekliyor.

Bebek ölümleri oranı (1000 üzerinden) Ortalama ömür (Erkek / Kadın)

Gelişmiş ülkeler 7 72.5 / 79.8

Az gelişmiş ülkeler 58 62.7 / 66.2

En az gelişmiş ülkeler 92 51.4 / 53.2

Dünya ortalaması 53 64.2 / 68.6


Yeşil adanın son yeşil alanı tehlike altında

Kuzey Kıbrıs'taki Karpaz Milli Parkı'na döşenmesi planlanan yüksek gerilim hattı, Yeşil Ada olarak anılan Kıbrıs'ta gerilimi arttırdı. Çevreciler, elektrik hattının büyük turistik tesislere davetiye çıkaracağını ve doğal yapıyı bozacağını iddia ediyor.

Özgür Gürbüz

Yabani eşekleriyle tanınan Kuzey Kıbrıs'ın Karpaz bölgesine 11 bin kilovat gücünde enerji nakil hattı çekmek isteyen hükümetle çevreciler karşı karşıya kaldı. Hükümetin büyük turistik tesisler için bir altyapı hazırlığı olduğunu öne süren çevreciler projenin hemen durdurulmasını istiyor. 1978 yılında Milli Park ilan edilen ancak henüz yasalarla nasıl korunacağı tanımlanmayan Karpaz Milli Parkı'ı soyu tükenmekte olan birçok canlı türüne ev sahipliği yapıyor.

Biyologlar Derneği Genel Sekreteri Hasan Sarpter, bölgenin Milli Park olmasının yanı sıra Avrupa Birliği'nce (AB) tanınmış “Natura 2000” alanı olduğu ve AB'nin bu kapsama giren bölgelerde tahribat yapan devletler hakkında yasal yaptırımlar yapabileceğini söylüyor ama Kuzey Kıbrıs'ın özel durumu buna izin vermiyor. Sarpter, “Bölgede yasal 3, kaçaklarla beraber 10-12 tesis var. Buradaki ihtiyaç 400, yapılması düşünülen 11 bin kilovat” diyor.

İmara kapalı bir alana ihtiyacından 28 kat daha fazla enerji hattı döşenmesini istemeyen çevreciler dava hazırlığında. Yeşil Barış Hareketi Başkanı Doğan Sahir, 1998 yılında tüm Kuzey Kıbrıs için uygun görülen yatak kapasitesinin 35 bin olduğunu şimdi ise sadece Karpaz'da 20 bin yatak öngörüldüğünü söylüyor. Yeşil Ada'nın beton ada olduğuna dikkat çeken çevreciler, Karpaz'daki yapılaşmaya karşı çıkan 30'u aşkın örgüt arasında Kıbrıs Türk Otelciler Birliği gibi kuruluşların da olduğuna dikkat çekerek bu kaygılarının turizmciler tarafından da paylaşıldığına dikkat çekiyor.

Neden Önemli?

*Kuzey Kıbrıs'ın tamamında 1410 bitki türü var. Bunların yarısı Milli Park alanı içinde.

*Kıbrıs'ta 47 endemik (sadece Kıbrıs'ta bulunan) bitki türü var, 24'ü Milli Park içinde.

*Ronnas Körfezi, nesli tükenen deniz kaplumbağalarının Akdeniz'deki üçüncü en önemli yumurtlama alanı.

*Bölgedeki Altın kumsal, sayıları 500 kadar olduğu tahmin edilen Akdeniz foklarının yuvası.

*Bölgede Apostolos Andreas Manastırı ve Kastros kenti gibi arkeolojik alanlar da var.

Kojenerasyon iklimi nükleerden çok seviyor

Almanya'da enerji ve çevre konularında uzun yıllardır çalışmalar yapan Eko Enstitüsü, küresel ısınmaya etkilerini ölçmek için birçok enerji kaynağını masaya yatırdı. Çıkan sonuçlar gazla çalışan kojenarasyon santrallerinin, "karbonsuz" diye bilinen nükleer santrallerden daha az karbondioksit ürettiğini ortaya çıkardı.

Özgür Gürbüz - Global Enerji / Temmuz 2007

Nükleer santraller hakkındaki tartışmalar aslında hiç de yeni değil. Geçmişi 1970'li yıllara kadar uzanıyor. O yıllarda konuşulan konular daha çok düşük seviyeli radyasyon, nükleer yakıt çubuklarının son depolama alanı ile ilgili problemler ve nükleer kazalardı. 1980'lerde nükleer enerjinin ekonomiyle ilgili argümanları ön plana çıktı ve o tarihlerde Türkiye'de pek ciddiye alınmamış olsa bile yenilenebilir enerji kaynaklarıyla ilgili karşılaştırmalar yapılmaya başlandı. 11 Eylül'den sonra listeye nükleer terorizm ve Kyoto ile birlikte küresel ısınma tartışmaları da eklendi. Günümüzde nükleer endüstrinin argümanlarına bakıldığında "düşük maliyet" ve "karbonsuz" olma iddiaları en ön planda. Almanya'da uzun yıllardır çalışmalarını enerji ve çevre konularında sürdüren Eko Enstitüsü (Öko Institut) bu iddiaların doğruluğunu araştıran bir çalışma yaptı ve sonucunu yayınladı.

Yaşam döngüsü hesaplanıyor
Enerji santrallerinin elektrik üretimi sırasında atmosfere ne kadar karbondioksit saldığıyla ilgili yapılan hesaplamalar genelde santralin elektrik ürettiği zamanla sınırlı bırakılıyor. Buna birçok çevreci kuruluş itiraz ediyor. Eko Enstitüsü'nün yaptığı çalışma sadece santrallerin üretim sürecini kapsamıyor. Yaşam döngüsü diye adlandırabileceğimiz yakıtın elde edilmesinden dönüştürülmesine, santrallere ulaştırılmasından santralin inşası sırasında atmosfere salınan tüm karbondioksit miktarını hesaplıyor. Böylece, o santralin tüm yaşam döngüsü içinde küresel ısınmaya ne kadar katkı yaptığı görülebiliyor.

Eko Ensitüsü'nün yaptığı hesaplama üç ayrı bölümü inceliyor. Nükleer santral gibi birçok enerji santrali, üretimi gerçekleştirebilmek için bazı ek faaliyetlere ihtiyaç duyuyor. Yakıtın (nükleer için uranyum) çıkarılması, hazırlanması ve santralin inşası gibi. Nükleer santrallerde üretimden sonra yapılması gereken faaliyetler de var; atıkların işlenmesi ve depolanması gibi. Tüm bunlar gözönüne alındığında direkt olmasa bile dolaylı yoldan atmosfere salınan karbondioksit miktarı nükleer enerjinin pazarlık gücünü azaltıyor.

KWh başına 33 gr CO2
Eko Enstitüsü, bu karışık hesaplamayı yapmak için kendileri tarafından geliştiren GEMIS adlı bir bilgisayar programını kullanıyor. Farklı sera gazlarından, bulunulan bölgeye ve santrallerin kapasite faktörlerine kadar birçok farklı veriyi işleyebilen bu program, Almanya'daki nükleer santrallerin kilovat saat (kWh) başına 31 gram karbondioksit saldığını hesaplamış. Raporda Uluslararası Enerji Ajansı gibi farklı kuruluşların daha yüksek rakamlar bulduğuna da dikkat çekiliyor. Bu rakamlar 120 grama kadar çıkıyor. Tek sera gazı karbondioksit değil. Yine bir nükleer santralden üretilen her kWh elektrik için 33 gram karbondioksit eşdeğeri sera gazı çıkıyor. Sadece karbondioksit olarak ele alındığında, Almanya'da 1.250 megavat (MW) kurulu güce sahip, 6.500 saat çalışan bir nükleer santral her yıl 250 bin ton karbondioksit salımı yapıyor. Doğalgaz yakıtlı bir kojenerasyon santrali ise aynı kriterler gözönüne alındığında yaşam döngüsü içinde yaklaşık bu rakamın yarısı kadar karbondioksit üretiyor. Raporda nükleer enerjinin karbondioksit indirimi söz konusu olduğunda yenilenebilir enerji, kojenerasyon ve enerji tasarrufu karşısında "kazanan" olmadığı belirtiliyor.

Isının da kullanılması önemli
Kojenerasyonun karbonsuz formülünün sırrı ise ısı enerjisinin kullanılmasından geliyor. Örnekle açıklamak gerekirse, 1 kWh'lik elektrik üretimi sırasında 2 kWh değerinde ısı enerjisi ortaya çıkıyor ki bu üretim için ayrı bir enerji tüketimi gerekmiyor. Bu nedenle de elektrik üretiminde ortaya çıkan karbondioksit miktarı paylaşılmış oluyor. Buradaki temel mantık sağlanan ısının yerini aldığı fosil yakıt kullanılarak çalışan ısıtma sistemi. Fueloil yerine kojenerasyon santralinden gelen ısı kullanıldığında, ortaya çıkan karbondioksit hesabına artı değer olarak yazılıyor. Enerji kaynağı olarak doğalgaz yerine biyokütle kullanılırsa atmosfere salınan karbondioksit miktarı eksili rakamlara bile iniyor. Çünkü biyokütle fotosentezden gelen avantajı sayesinde "sıfır karbon" salan bir enerji kaynağı olarak kabul ediliyor.

Yenilenebilir kojenerasyon santralleri
Küresel ısınmaya yol açan tek gaz karbondioksit değil. Aynı raporda bir başka hesaplama da metan, azotoksit gibi karbondioksit dışındaki sera gazlarının karbondioksit eşdeğerleri gözönüne alınarak yapılmış. Burada Almanya için bir değişiklik göze çarpıyor ve gazla çalışan kojenerasyon santrali nükleer enerjinin gerisinde kalıyor. Ancak başka ülkelerdeki nükleer santrallerle kıyaslamalar yapıldığında gazla çalışan kojenerasyon santralleri yine daha fazla iklim dostu olabiliyor. Ülke gözetmeksizin yaptığınız analizde ise galipler değişmiyor. Enerji verimliliği başta olmak üzere kara ve açık deniz rüzgâr santralleri, hidrolik ve biyokütle ile çalışan kojenerasyon santrallerinin bu konuda diğer enerji kaynaklarına oranla bir üstünlüğü var.

Eko Enstitü'nün yaptığı çalışmada çeşitli enerji kaynaklarının maliyet analizleri de ortaya konuyor. Çalışma, güneş fotovoltaik dışında tüm enerji sistemlerinden elektrik üretim maliyetlerinin birbirine oldukça yakın olduğunu gösteriyor. Nükleer santraller için kWh başına üretim maliyeti 4.5 ila 6.5 avro sent arasında değişiyor. Fotovoltaikler dışında tüm enerji kaynaklarının 10 avro sent'lerin altında elektrik ürettiği Almanya'da, çevresel sorunlar ele alınmadan yapılan bir değerlendirme kömürü ön plana çıkarıyor. Enerji verimliliği sayesinde üretmek yerine tüketmemek de maliyet açısından önemli bir ekonomik alternatif olarak öne çıkıyor.

Bağımsız adaylara repçi desteği

Baskın Oran ve Ufuk Uras'a bir destek de repçi Sultan Tunç'tan geldi. Sultan Tunç "Baskın var" adlı parçasıyla hayranlarını "Ufuk Abi"si ve "Baskın Hoca"sına oy vermeye çağırıyor.

Özgür Gürbüz / 17 Temmuz 2007

Bağımsız adaylar sokakları şenlendirmeye devam ediyor. Seçimlere İstanbul’dan bağımsız aday olarak katılan Baskın Oran ve Ufuk Uras’a bir destek de Sultan Tunç adlı repçiden geldi.

Küçük partilerin hazine desteği almadığından ve bu nedenle de yarışın eşit olmadığını düşünen sanatçı gönüllü olarak yaptığı bu besteyle üzerine düşeni yaptığını söylüyor. 80 yıldır politikada aynı şeylerin söylendiğini belirten Tunç, “Senelerdir dar alanda siyaset yapılıyor. Kimlik sorunu, Ermeni meselesi, Kıbrıs, özgürlükler, askerin rolü ve cinsel sorunlar gibi problemlerimizi geçiştirdiğimiz için travmatik bir hal aldı. Ezberi bu iki adayın bozacağını düşünüyorum” diyor. Uzun yıllar Almanya’da yaşamış olan Tunç, 85 yılında Alman Parlamentosu’na spor ayakkabı ve kot pantalonlarıyla giren Yeşiller’in yarattığı değişimden çok etkilenmiş. “Bugün Almanya’nın daha çağdaş bir yüzü varsa, onların payı büyük” şeklinde konuşuyor. “Baskın Oran ya da Ufuk Uras parçanızı dinledi mi” sorumuza yanıtı ise, “Seçim otobüslerinde çalınıyor. Eğer dinlediler ve kafa salladılarsa süper” oluyor. Parçanın klibi de youtube da yayınlanmaya başlandı.

Baskın Var!

22 temuzda parlamentoya

baskın olacak şalalalalalaaa

ufuk abi ve de baskın hoca kolkola

geldiler hesap sormaya

hala hafızamda almanyadaki yeşiller

ilk başlarda parlamentoda birkaç kişiydiler

görseniz blue jean leriyle çok komiktiler

çok geçmeden toplumu nasıl değiştirdiler

uçurtmayı vurmasınlar önü açılsın

barış melodisi tüm yurtta çalsın

paraya güce tapanlar sınıfta kalsın

özgürlük dayanışma yerini alsın


şalalalalalalal la lala la

ufuk abi baskın hoca haddi parlamentoya


şalalalalalalal la lala la

hicbirsey eskisi gibi ihh olmıcak yaa


şalalalalalalal la lala la

bizim de artık sesimiz duyulacak yaa


şalalalalalalal la lala la

ufuk abi baskın hoca eh haddi bastır

zafer yakındır

tam zamanıdır

haddi bastır

ŞARKIYI DİNLEMEK İÇİN: http://www.youtube.com/watch?v=0uVV9hrG_Is



'Dünyamıza virüs bulaştı sorumlusu da biziz'

16 yıl önce çevreyle ilgili bir film çekmek için Türkiye'ye gelen, ancak o sırada Sovyetler Birliği'nin dağılması sonucu evine dönemeyip buraya yerleşen besteci-piyanist Anjelika Akbar, "Küresel ısınmaya karşı bir seferberlik ilan edilmesi gerek," diyor..


Özgür Gürbüz - Sabah Cumartesi / 14 Temmuz 2007

Artık hepimiz çevreciyiz! Yemeklerimizi düdüklüde yapıyor, kendimizi duşta, bulaşıkları ise makinede yıkıyoruz... Tüm bunlar küresel ısınmanın etkilerini azaltmak için, ama onu durdurmak için başka şeyler yapmak lazım. Sanatçı Anjelika Akbar, muslukları onarmanın önemli olduğunu ama sorunu çözemeyeceğini söylüyor. "Gerekirse yaşam tarzımızı kökten değiştirmeliyiz," diyen Akbar, gezegenimiz olmazsa yaşamın da olmayacağını söylüyor ve devletlere büyük görev düştüğünün altını çiziyor. Akbar'ın Türkiye macerası Terminal filmini anımsatıyor aslında. 16 yıl önce eski eşiyle, çevreyle ilgili bir film çekmek için Türkiye'ye geldiklerinde, oğlu Yürek'e sekiz aylık hamileymiş. Sovyetler Birliği'nden gelen dağılma haberi ellerini kollarını bağlamış. Annesi "Nerdeyseniz orada kalın," diyormuş. Onlar da kalmışlar. Age of Maitreya (Gelecekteki Buda) belgeselinin müziklerini hiç tamamlayamasa da yeni hayatının bestelerini yapmaya Türkiye'de devam etmiş. Konserlerinde çevre konusu ön planda. Besteleri çevreyle ilgili. İlk albümü Su, en sonuncusu ise Bir Yudum Su. Suya olan ilgisi Aral Gölü'nün kurumasına tanıklık etmesinden çok masal sevgisine dayanıyor. 'Eğer suya iyi kalpli insan dokunursa bu su ölüyü diriltebilir, hastalıkları anında iyileştirir. Suya bakan ya da dokunan insan kötü kalpli ise sağlıklı insanı bile hasta eder ya da öldürür' diyen Canlı Su Zehirli Su adlı masal kendisinin ilham kaynağı olmuş.


- Neden bu konularla ilgilenmeye başladınız?
- Doğayı çok seviyordum. Kazakistsan'da mevsimler çok güzel yaşanıyordu. Karların yavaş yavaş erimesi, sarı ve kırmızılarıyla sonbahar. Her şey çok netti ve daha 3-4 yaşındayken bu bana çok keyifli geldi. Sonra televizyonda Aral Gölü'nün kurumasını gördüm ve ben bunu kalbimde hissetmeye başladım. Sovyetler'in tüm uzay çalışmalarını yaptığı yer Baykanur, Kazakistan'daydı. Önemli bir yerdi ama çevre felaketleri de yaşandı. Yeşil yağmurlar yağdı.


- Kapitalizmle ilgili sert eleştirileriniz var.
- Bu kapitalizmle ilgili bir şey değil. Kapitalizm olmasa, hiçbir sistem olmasa çok güzel olur ama benim için önemli olan insanların tercihi. Her konserde bu yüzden küresel ısınma ve çevre üzerine konuşuyorum. Küresel adlı bir beste yaptım. Sponsor bulabilirsek büyük bir konser düşünüyoruz. Konserlerde eğer bir kişi bile duygulanıyorsa bu benim için en büyük değer.


-Çevreyle ilgili sorunları felsefe ve mistisizmle birleştiriyor gibisiniz...
- Biz aslında biriz. Ne yaparsak diğer canlılar bundan etkileniyor. Ben müzik yapıyorsam dünyaya müzikle katkıda bulunmalıyım diye düşündüm. Birçok meslek insanın fiziksel ihtiyaçlarını karşılıyor. İnsan ruh demek, sadece fiziksel beden değil. Ben de ne yaparsam yapayım bu açıdan bakıyorum. Ahlaki bozulma başladığından bu yana dengeler de bozulmaya başladı. İnsan doğada kral olduğunu sanıyor. Binlerce yıldır akan bir nehrin akışını değiştirmek, bir kan damarımızı başka bir yöne çevirmek gibi bir şey. Kelebek etkisiyle tüm ekosistem etkileniyor. Bilgisayara virüs girmesi gibi bir şey. Dünyamıza virüs bulaştı.


- Küresel ısınmayı durdurmak için ne yapmalı?
- Çok net tespitler yapıldı ve sorumlusu biziz. Bundan sonra dünyada ne küresel ısınmayı hızlandırıyorsa o konuda acilen bir çözüm üretmek lazım. Düzenimizi kökten değiştirmemiz gerekiyorsa onu da yaparak. Gezegenimiz olmazsa yaşayacak bir yerimiz yok. Biliyorum ki dünyada birçok bilim adamı küresel ısınmanın gerçekliğine karşı teori üretmek için satın alınıyor. Gözlerimizi kapatıp tatlı hayatımızı sürdürme zamanı değil. Seferberlik zamanı.


- Bireysel tedbirlerle mi ekolojik krizin önüne geçeceğiz?
- Devletlerin çözüm bulması gerek. Bütün muslukları tamir edebiliriz ama yanıbaşımızdaki fabrikaları kim durduracak.


Ayrıca...

Dayak korkunç bir şey
- Biz çok şikâyet ederiz, sizin yok mu şikâyet ettiğiniz bir konu?
- Kadınların tek başına hareket edememeleri beni şaşkına çeviriyor. Hiç beklemediğiniz ailelerden öyle şeyler çıkıyor. Bir kadın başka bir kadın arkadaşıyla akşam yemeğine çıkamıyor. İkinci şey de okullarda ve ailelerde dayak. Ne zaman gazetelerde müdür öğrenciyi dövdü, çocuk komaya girdi haberleri okusam ağlıyorum; dayanamıyorum. Bu korkunç bir şey ve bu yüzyılda çok ayıp...


Ölüp geri geldi
- Bir de klinik ölüm vakanız var.
- 18 yaşındayken yaşadım. Bir süre bütün fonksiyonlar duruyor ve ölüm tesbit ediliyor. Sonra geriye dönülüyor. Binlerce vaka var. İlginç olan insanların gördükleri şeylerin aşağı yukarı aynı olması. İnanılmaz bir ışık ve ışıktan tünel. Bazı insanlar kendilerine yardım eden varlıklar görüyor. Kesinlikle çok mutlusunuz.

Osmaniye'ye Ali Sami Yen kadar rüzgâr gülü

Zorlu, Osmaniye'de Türkiye'nin en büyük rüzgar enerjisi santralini kurmaya hazırlanıyor..

Özgür Gürbüz - Sabah / 14 Temmuz 2007

Avrupa'nın en iyi ikinci rüzgâr enerjisi potansiyeline sahip olduğu belirtilen Türkiye'de rüzgar enerjisi yatırımları hızla artıyor. İlk rüzgâr santralini 1998 yılında Çeşme'de kuran Türkiye, Zorlu Enerji'nin General Energy firması ile kuracağı devasa santralle kapasitesini ikiye katlamaya hazırlanıyor. Daha önce Pakistan'da rüzgâr enerjisi yatırımı yapan Zorlu Enerji halihazırda 133 Megawatt'a (MW) ulaşan kurulu gücü ikiye katlayacak projeyi Osmaniye'nin Bahçe İlçesi'nde hayat geçirecek. Toplam 135 MW gücünde olacak santralde her bir türbinin pervane çapı 100 metre. Ali Sami Yen Stadı'nın uzunluğunun 103 metre olduğu düşünüldüğünde her bir pervane elektrik üretmek için dönmeye başladığında bir stad kadar alanı tarayacak. Rüzgar güllerinin yerden yüksekliği ise 85 metre olacak. Santral hayata geçerse yaklaşık olarak 300 binden fazla kişinin elektrik ihtiyacını karşılaması bekleniyor. Zorlu Enerji Elektrik Üretim A.Ş. Genel Müdürü Salim Arslanalp, Osmaniye'nin Bahçe ilçesinde kurulacak rüzgâr santralinin 2009 yılı sonuna kadar bölgede 245 MW kurulu güce ulaşmayı hedeflediklerini söylüyor.

Türkiye çevre bilgisinde dibe vurdu.

Avrupa Çevre Ajansı'nın her yıl hazırladığı çevre veri raporuna yine ilgisiz kalan Türkiye kendisinden istenen toprak kalitesi, su kalitesi gibi sekiz alanın sadece üçünde veri verince listenin dibine yerleşti.

Özgür Gürbüz - Sabah / 11 Temmuz 2007 *

Avrupa Çevre Ajansı’na üye 32 ülkenin bilgi bankası Eionet’in hazırladığı son çevre ilerleme raporunda Türkiye yine sonuncu oldu. Ajansa üye ülkelerin çevreyle ilgili verilerini tam ve düzenli olarak sağlamasını teşvik amacıyla hazırlanan rapor, ülkelerin çevre konularındaki başarısını değil, bilgisini ölçüyor. Yeraltı suları, nehirlerin kalitesi, ozon ve seragazı verileri gibi 12 ayrı kalemde bilgi istenen ve verilen bilgilerin kalitesine göre puanlama yapılan sistemde Türkiye geçen seneki yerini koruyarak 32 ülke içinde yine sonuncu oldu. Birinciliği paylaşan Letonya ve Avusturya her konuda tam rapor vererek 100 üzerinden 100 alırken, Türkiye 12 alanının dördünden çeşitli nedenlerle muaf oldu. Geriye kalan sekiz alanın sadece üçünde veri ileten Türkiye, bu verilerin de tam olmaması nedeniyle 100 üzerinden sadece 17 puan alabildi. Böylece geçen yıl almış olduğu 19 puanın da aşağısına düşen Türkiye sonunculuğunu korumuş oldu.

Türkiye’nin doğal çevresiyle ilgili yeterli veriye sahip olmamasın yanı sıra bazı teknik aksaklıklar da puan kaybettirtti. Örneğin bilgi verilen denizler konusundaki veriler zamanında ajansa teslim edildi ancak istenen formatta olmadığı için tam not alamadı. En iyi notun alındığı aylık ozon verilerinde ise Nisan ve Mayıs ayları dışında veri verilmeyince puan kaybı kaçınılmaz oldu.

*burada haber detaylandırılmıştır


Türkiye'nin seragazları hız kesmedi

Özgür Gürbüz / 8 Temmuz 2007

Küresel ısınmaya yol açan seragazları artışında geçtiğimiz yıl başı çeken Türkiye, bu yıl da hız kesmedi. 1990-2004 arasında seregazı salımında yüzde 72,6 artış gerçekleştiren Türkiye, 2005 sonunda bu rakamı yüzde 84'e çıkardı. 1990 yılından bu yana toplam seragazı artışı da böylece 296 milyon tondan 312,4 milyon tona çıktı. İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması gereği ilk kez geçen yıl verilen seragazı envanteri Türkiye'nin en hızlı artış yapan ülke olduğunu ortaya çıkarmış ve tehlike çanlarını çalmıştı. Yeni veriler, Türkiye'nin durumunun değişmediği sinyalini veriyor.

Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan veriler, Türkiye'nin seragazları içerisindeki aslan payının yüzde 77 ile enerji sektöründe olduğunu gösteriyor. Türkiye'nin atmosfere saldığı karbondioksit emisyonlarının geri kalanı ise katı atık bertarafı, endüstriyel proses gibi kalemlerden kaynaklanıyor. Türkiye'nin 1990-2005 yılları arasındaki seragazı artışında en hızlı silahşörlerin başında ise çevrim ve enerji sektörü var. Bu sektörde son 15 yılda meydana gelen artış yüzde 160'ı buluyor. Bilindiği gibi Türkiye elektriğinin büyük bir bölümünü doğalgaz ve kömür gibi fosil yakıtlarla çalışan termik santrallerden elde ediyor. Termik santraller bu yüksek artışın arkasındaki en önemli etken. Aynı dönemde imalat sanayinde meydana gelen artış yüzde 79, yine bir başka fosil yakıt olan petrole bağımlı ulaştırmada ise bu oran yüzde 56.

AB'ye girişte Kyoto engeli
Tüm bu yüksek artış hızları hem Türkiye'nin küresel ısınma içerisindeki payını arttırıyor hem de özellikle Avrupa Birliği sürecinde karşısına çıkacak olan Kyoto Protokolü'ne taraf olmasını zorlaştırıyor. Türkiye henüz Kyoto konusunda net bir tavır belirlemiş olmasa da 2004-2005 yılları arasındaki yüzde 12 puanlık artış tehlike sinyalleri veriyor. Bu bir yıllık artış, protokole taraf olmuş birçok ülkenin 2012'nin sonuna kadar yapması gereken indirim oranlarının bile çok üstünde. Örneğin Japonya 2012 sonunda 1990 yılındaki emisyonlarını sadece yüzde 5 azaltmakla yükümlü. Protokole taraf olmadığı için eleştirilen Amerika'da taraf olursa yüzde 5 indirim zorunluluğu alacak.

Türkiye'nin Kyoto için müzakerelere oturulması halinde elindeki en büyük kozu kişi başına düşen emisyon miktarı olacak. Bu rakam toplam emisyonun nüfusa bölünmesiyle bulunuyor. Amerika'da 20 tona yaklaşan bu rakam, Türkiye'de nüfusun 70 milyon olduğu varsayılırsa 4,5 tona yaklaşıyor. İlk aşamada protokole taraf olmasına rağmen yükümlülük almayan Çin'de ise 3 tonla bizden daha aşağıda. Dünya ortalaması 4, üyesi olmaya çalıştığımız AB'nin en gelişmiş 15 ülkesinde ise 8,7 ton. Türkiye bu hızla seragazı salımını arttırırsa, üyeliğe kabul edileceği yıllarda AB ortalamasını yakalayacak ve pazarlık için bu kozunu da yitirmiş olacak. Bütün bu verilere rağmen biz masumuz diyip koltuklarında rahat rahat otıracaklarını sanan politikacılara duyurulur.

Çevreci korkusuyla bankayı gizliyorlar

Hasankeyf'i 'yutacak' Ilısu Barajı'na kredi veren İsviçre bankası çekilince duran proje, bir Alman bankası devreye girince yeniden başladı. Ancak çevreciler tepki gösterir diye banka adı gizleniyor.

Özgür Gürbüz - Sabah / 2 Temmuz 2007

Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamında yapılması planlanan barajlar içinde en büyüğü olan ve tarihi Hasankeyf'i sular altında bırakacağı gerekçesiyle eleştirilen Ilısu Barajı, geçen ay ortasında ortaya çıkan kredi sorununu atlattı. Projeye kredi sağlayan İsviçre bankası Zurich Kanton Bank (ZKB) çevrecilerin baskısına dayanamayıp geri çekilince durma noktasına gelen baraj inşaatı, kısa sürede bir Alman bankasının devreye girmesiyle start aldı. Konsorsiyumun lideri Nurol İnşaat yetkilileri birkaç gün içinde baraj gövdesinin inşaatına başlanacağını söyledi.

3-4 GÜN İÇİNDE İNŞAAT BAŞLIYOR
Yaşanan süreci SABAH'a değerlendiren Nurol İnşaat'ın Ilısu Barajı Proje Koordinatörü Yunus Bayraktar, "Nedenini tam olarak bilemiyoruz ama 14 Haziran günü ZKB projeden çekildi. 15 Haziran günü sırada bekleyen 10 bankayla görüşmeye başladık. Bir Alman bankası devreye girdi ve sorun çözüldü" dedi. İsviçre bankasının yerine projeye kredi vermeyi kabul eden Alman bankasının ismini çevreciler baskı yapar diye açıklamak istemeyen Bayraktar, "3-4 gün içinde işi başlatıyoruz" dedi. Çalışmalar başlayınca, projeye destek veren tüm bankaların ismi de açıklanacak. Ilısu projesi 2001 yılında da gündeme gelmiş ve İngiliz Balfour Beatty'nin önderliğindeki firmaların kredi garantisi alamaması nedeniyle iptal olmuştu. Ilısu projesinin eski halinin çevre ve kültürel varlıkların korunması için yeterli olmadığını itiraf eden Yunus Bayraktar, yeni projenin ise AB ve Dünya Bankası'nın kriterlerine uygun olduğunu savundu.

'ESKİ PROJE ÇEVRECİ DEĞİLDİ'

Bayraktar şöyle devam etti: "2001'de proje krize girdiğinde ortada AB ve Dünya Bankası kriterlerinde gerçek anlamda bir ÇED Raporu, Kültürel Varlıklar Raporu ve Yeniden Yerleşim Raporu yoktu. Şimdi bu kadar önemli çevresel sorunların halledildiği ve bu yüzden de dünyanın en gelişmiş 3 ülkesinden kredi garantisi alabilen bir proje yaptık. İtiraf için söylüyorum, 2001 yılında bu muhteşem projeler yoktu."

***
KONSORSİYUMA kültürel varlıkların korunması için 25 milyon Euro ayrıldı. Şirket yetkilileri, koruma ve kurtarma işlerinde 20'ye yakın yerli ve yabancı uzmanın proje yürütme kurulunda çalışacağını ve sular altında kalmayan bölümlerindeki yapıların da güçlendirileceğini söylüyor. Projeye itiraz eden çevre kuruluşlarından biri olan Doğa Derneği'nden Nuri Özbağdatlıoğlu ise projenin ulusal standartlara uymadığını savunarak "İsviçre Bankası çekildiyse bir nedeni vardır" diyor.

HASANKEYF, Güneydoğu Anadolu'nun en eski yerleşim bölgelerinden biri. Ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu bilinmiyor. Ancak şehir ve etrafındaki binlerce mağara insanların buraya çağlar öncesinden yerleştiğini gösteriyor. Ankara Üniversitesi Sanat Tarihi Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Oluş Arık'a göre Hasankeyf, İran ve İç Asya'nın, Doğu Akdeniz ve Mezopotamya'nın, sonraları Bizans'ın temsil ettiği Roma'nın birbiriyle kaynaştığı bütünlüklü tek merkez konumunda. Arık'a göre yolları, kanalları, kamu yapıları, semtleri, temiz - atık su sistemleri ve çarşılarıyla Hasankeyf, bir Ortaçağ başkenti. Hasankeyf'in Ilısu Barajı inşaatıyla sular altında kalacak olması nedeniyle yerli ve yabancı pek çok grup protesto gösterileri düzenleyerek, barajın tarihi sular altında bırakacağı uyarısında bulunmuştu.

Lobi baskısıyla Tony Blair vazgeçmişti

HASANKEYF'İ sular altında bırakacak olan Ilısu projesi, ilk olarak 2001'de gündeme gelmiş ve İngiliz Balfour Beatty'nin önderliğindeki firmalar barajın yapımını üstlenmişti. Ancak Londra'daki çevreci ve Kürt grupların ortak çalışmaları sonunda dönemin Başbakanı Tony Blair, projeye verdiği kredi garantisini geri çekince inşaat başlamamıştı. Daha sonra yeniden ihaleye çıkan projeyi Nurol İnşaat öncülüğündeki bir konsorsiyum üstlendi ve Almanya, Avusturya ile İsviçre hükümetlerinden kredi garantisi sağlandı. Geçen yıl Başbakan Erdoğan'ın temelini attığı barajın toplam 1.2 milyar Euro'luk finansmanının tümü dış kaynaklarca sağlanıyor. 7 yıl sürecek inşaatın yaklaşık 50 bin kişiyi evinden edeceği belirtiliyor.


Al Gore Türkiye'ye boşu boşuna geldi

Özgür Gürbüz - Sabah Gazetesi / 27 Haziran 2007

Küresel ısınma konusunda kamuoyu yaratmak amacıyla "Live Earth" konserlerinin Türkiye ayağını tanıtmak için Türkiye'ye gelen Al Gore'un çabaları boşa gitti. Sponsor bulunamaması ve konserin başarısız olacağı yönünde çıkan söylentiler yüzünden konserin İstanbul ayağı iptal edildi. İptal üzerine Live Earth organizasyonunun sekiz dünya şehrinde verilen konserleri İstanbul'da büyük ekrandan yapılacak ve canlı yayınla yetinilecek. Al Gore'u Türkiye'ye getiren Purple Concerts adlı organizasyon şirketi, 7 Temmuz'da Park Orman'dan yapılacak yayının ücretsiz olarak izlenebileceğini açıkladı. Şirketin ortaklarından Cengizhan Yeldan, SABAH'a yaptığı açıklamada "New York ve Londra'dan sonra en büyük konser İstanbul'da olacaktı. Sponsorlar, çevrecilerin fabrikalarını araştırıp bir şey bulmasından korktu" dedi.

Meclis'i yeşile boyamaya geliyorlar

Önümüzdeki yıl içerisinde partileşmeyi hedefleyen Yeşiller hareketi, 22 Temmuz seçimine iki bağımsız kadın adayla katılıyor.

Özgür Gürbüz / 26 Haziran 2007

Türkiye'de ikinci kez parti kurmaya hazırlanan Yeşiller, kadın ve bağımsız adayların dikkat çektiği 22 Temmuz seçiminde iki kadın adayla boy gösterecek. İzmir 2. bölgeden aday olan Türkiye Yeşilleri Eş Sözcüsü Bilge Contepe, kadınlardan hayvanlara, böceklerden farklı cinslere dışlananların sözcüsü olacaklarını ve ezilenlerin mücadelesini Meclis'e taşıyacaklarını söylüyor. Kadın kimliği için tüm hayatı boyunca mücadele ettiğini belirten Contepe, “Diğer kadın adayların hepsini parti başkanları seçti. Parti başkanlarının hepsi de erkek. Siyasi partilerde erkek egemenliği yüzde 10 barajı sürdükçe devam edecek” diyor. Contepe'ye göre yüzde 10 barajı yüzünden toplumla politikacılar arasındaki köprüler kopmuş durumda. Bu köprünün yeniden kurulması için toplumsal muhalefet içinde yer alan, eylem yapanların Meclis'e girmesi gerekiyor. Bir başka deyişle Contepe, sözcü istemiyor, bizzat sözün sahibinin Meclis'e girmesini istiyor. Bu yüzden de adaylığını açıklamış. 1988'de kurulan eski Yeşiller Partisi'nin kurucuları arasında da yer alan Bilge Contepe, seçilirse, nükleer enerjiden, çarpık kentleşmeye kadar yıllardır sürdürdüğü renkli mücadeleyi Ankara'da da sürdürmeyi hedefliyor.

Yeşiller'in Bursa adayı Neriman Gül Eren ise uzun yıllar Bursa Barosu Çevre-Hukuk Komisyonu'nda çalışmış bir Avukat. Bursa'nın öncelikli sorunlarını trafik, imar, termik santraller ve yeraltı sularının hızla azalması olarak görüyor. Uludağ'ın milli park olarak ilan edilmesi ise seçim bildirgesinde yer alan 10 vaat arasında. Ekonomik ranta dönüştürülmek için Yer altı sularının hortumlandığını belirten Eren, Ovaakça Termik Santrali'nin de yerel bir sera etkisi yaratarak çevre sorunlarına yol açtığına dikkat çekiyor. Eren'in kadınlara özel bir mesajı var. “İktidar tutkunu eşleriniz kime oy verirse versin. Yaşama dair önceliklerinizi Meclis'e taşımak için her evden bir kadın oyu istiyorum” diyen Yeşil Aday, kadınlara yıllardır sorumluluk verildiğinden ancak yetki verilmediğinden yakınıyor. “Mazot fiyatlarını indirme yarışına katılacak mısınız?” sorumuza ise Eren'in yanıtı oldukça ilginç. Küresel ısınmaya yol açtığı için petrol tüketimini arttıracak hiçbir kararı desteklemeyecek olan Yeşiller, çiftçilerin alternatif yakıtları kullanmasını destekleyerek biyodizel gibi seçenekler sunacak.

Yeşil adayların vaatlerinden seçmeler
Küresel ısınmaya karşı mücadele edecekler. Küresel ısınmanın başlıca nedenini doğanın sömürülmesi ve aşırı tüketim olarak görüyorlar.

Sosyal hakları savunacaklar. Özelleştirmelerin halkın sahip olduğu sağlık ve eğitim hakkı gibi değerleri ellerinden aldıklarına inanıyorlar.

Meclis'e bir barış ağacı dikecekler. Farklılıklara ayrımcılığa karşı çok çeşitliliği savunarak ve silahlı çözümlere hayır diyerek barış hareketinin sesini Meclis'e taşımak istiyorlar.

Hayvanların ve doğanın haklarını savunacaklar.

Siyanürlü altına, termik ve nükleer santrallere karşı mücadele edecekler.

Organik tarımı destekleyecekler.

Kuraklık ve küreselleşmenin vurduğu çiftçilerin sesi olacaklar.

Rüzgar ve güneş gibi temiz enerji kaynaklarına öncelik verecekler.

Biz kovboyuz, dolaşıyoruz!

Kuzey Irak'a gittik Amerikan askerleriyle konuştuk
Zaho, 200 bine yaklaşan nüfusuyla Habur’dan sadece 20 kilometre uzakta. Uluslararası taksiler her gün iki taraf arasında mekik dokuyor. Günde 700’e yakın tanker Türkiye’ye giriş yaparken, dondurmadan klimaya, Kürdistan Özerk Bölgesi’nin her türlü ihtiyacı Türkiye’den karşılanıyor. İnsanlar Irak’a değil “karşıya geçiyorum” diyor. Bu yakadan yükselen operasyon sesleri “karşıda” duyulmamışa benziyor… Gerçi gerginlik yüzünden azalan ticaret tek kaygı ama tek taraflı da değil. Türkiye’deki binlerce insanın ekmeği Zaho’dan, Zaho’nun ekmeği de “karşı” taraftan geliyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 21-27 Haziran 2007
Fotoğrafları Çilem Dalgıç çekti, tamamı Aktüel'de...

ÇAYLAR BARZANİ’DEN
Pasaportlarımızı son kez kontrol eden asker, inşaatlarda görmeye alıştığımız bir konteynır içinde inanılmaz sıcakta çalışıyor. Yolun karşısında klimalı bir yer yapılıyor ama yazın sonuna yetişir mi bilinmez! Irak tarafında ise bizi klimalı bir oda bekliyor. Pasaport için sırada olan herkese çay servisi yapılıyor. Çaylar Barzani’den, yani beleş. Sol tarafta bir seccade var, namaz kılmak isteyene. Hemen sağındaki televizyonda ise Arapça alt yazılı bir Amerikan filmi oynuyor. Tam üstünde Barzani ve babasının portreleri... Gazeteciyiz, deyince ilk soru: “Özele mi devlete mi çalışıyorsunuz?”

Gümrük bölgesinde, penguen heykelleriyle süslenmiş bir havuz ve arkasındaki duvara boyanmış Kürt bayraklarının altında Silov ve Bekhol turistik alanlarını tanıtan resimler var. Sırt çantalı bir İngiliz dikkatimizi çekiyor. Martin, sırt çantalı turistlerin arasında giderek popüler olan bu bölgeyi ziyarete gelmiş. Londra’nın batısında oturuyor. Aksanı da bunu doğruluyor. Bu bölgede yazılar Türkçe, İngilizce ve Arapça. Uluslararası Kürdistan Yatırım ve Gelişim Bankası bunlardan bir tanesi.
Adı İbrahim Halil olan bu noktada onlarca hafif makineli tüfekle donatılmış kamyonlar ve 3-4 kişilik gruplar halinde dolaşan Amerikan askerleri göze çarpıyor. Bir süre sonra bu kamyonların sirenler çalarak Zaho’ya doğru gittiğine tanık oluyoruz. Türkiye – Irak sınırının hemen öte yakasında Amerikalı askerlerle konuşuyoruz. 3 askerin 2’si Kansas’tan. Görevlerini soruyoruz, “Kovboyuz, dolaşıyoruz” diyorlar. Ve yanlarında bir rehberle geziyorlar. Irak’ta en rahat oldukları yer burasıymış. Bağdat’ı konuşmak istemiyorlar. Sorular artınca sağımdaki asker bana yakın olan tüfeğini kendine doğru çekiyor. Oradan ayrılma zamanı. Gümrük çıkışında ise cama yapıştırılmış “Çevreni Temiz Tut” çıkartması Türkiye’deki çevre hareketinin başarısını gösteriyor.

Zaho’ya varmadan ve Zaho içerisinde konuştuğumuz hemen herkes, işlerin son 1-2 ayda azaldığını söylüyor. Kapının kapanmasının iki taraf içinde kötü olacağı konusunda herkes hemfikir. Silopi’li tüccar Musa Akyel de kapı kapanacaksa buradan para kazanan insanlara bir alternatif gösterilmeli, diyor. Kamyon taşımacılığı zaten büyük firmaların şoförlere az para vermesi nedeniyle kötü durumda. Akyel, bunun şoförleri kaçakçılığa ittiğini söylüyor. Zaho’nun çarşısında konuştuğumuz bir esnaf “Kardeşiz, birlikte iş yapıyoruz; sınır kapanırsa hiç iyi olmaz” diyor. Operasyon olacağına kimse inanmıyor ama “olursa savaşırız” diyen bir kişi çıkıyor kalabalıktan!

Zaho’nun tek sorunu bunlar değil. Bağdat ve Musul’la güvenlik yüzünden durma noktasına gelen ticaret de can sıkıyor. Kent hızla büyüyor. Her yerde inşaat var. Kent içinde eski arabalarla son model lüks otomobiller kafaları karıştırıyor. Halkın bir panik içinde olmadığını söylemek mümkün.

Foto1
Zaho’nun sokaklarında gezerken her 10-15 dakikada bir bazen sivil, bazen resmi polisler tarafından durdurulduk. Zaho sokaklarında birçok sivil polise rastlamak mümkün. Polis, asker ve silah hayatın bir parçası gibi.

Foto2
Kadınlarla konuşmak kolay değil ama kadınların tercih ettiği bu pastanede şansınız daha fazla. Adını söylemek istemeyen bu kadın bir Arapça öğretmeni. Bağdat’ta doğmuş ve okumuş ama 10 yaşından bu yana asıl evi Zaho. “Zaho, Bağdat’tan daha iyi. Burada barış ve özgürlük var. Zaho, 20 yıl öncesine gore çok değişti. Binalar, caddeler her şey değişti” diyor. Eşi, Çin’de ve İsveç’te yaşamış bir işadamı. Kızının burada büyümesini ve avukat olmasını istiyor.

Foto3
Zaho’da tabelalar Irak’ın bir başka köşesinde hayatın ne kadar “normalleştiğinin” göstergesi. Ülke, tarihinin en ağır savaşına tanık olurken Zaho’da bir vücut geliştirme salonu müşteri arıyor.

Foto4

Zaho’ya Türkiye’den giren uluslararası taksilere depolarını burada doldurma zorunluluğu getirilmiş. Litresi 90 kuruşa da olsa kalitesi kötü olduğu için kimse yeni arabalarına bu petrolü koymak istemiyor. Silopi’deki taksilerin çoğu eski araçlar. Petrolcünün üzerindeki bir Türk şirketinin adı yazan tulum ve hasır şapkası ise ayrı bir hikaye…

Foto5
Gündüz 40 derecelerin üzerine çıkan sıcaktan kurtulmanın en kolay yolu Habur Nehri’nin kenarındaki kahvelerde çay içmek. Zaho’ya yolcu getiren her araç ucuz çay ve sigara almadan geri dönmüyor.

Foto6
Sınırı geçer geçmez sağınızda beliren ticaret merkezinde sizi Türkçe tabelalarla dolu işyerleri, lokanta ve kıraathaneler bekliyor. Lokantacı Davut Bozan, işlerin son 1-2 ayda azaldığından yakınıyor. Sınır kapanırsa iki tarafa da zararı olur diyor. Lokantasının iş yaptığını gören arkadaşları Süleymaniye ve Erbil’de benzer restaurantlar açmış.

Foto7
Türkiye’nin en büyük beyaz eşya üreticileri bölgede oldukça popüler. Zaro’daki bir bayiin sahibi Havar Şahin, servis hizmeti, yedek parça bulmak sorun değil, diyor. Satışlardan gayet memnun.

Foto8
Habur kapısını geçince karşınıza İngilizce, Irak Kürdistan Bölgesi’ne Hoşgeldiniz (Welcome to Iraqi Kurdistan Region) yazılı bir başka kapı geliyor. Kapılarda kontrol çok sıkı. Türkiye’ye geçerken sadece Irak tarafında 7 ayrı kontrolden geçiyorsunuz. Türkiye’de durum farklı değil, her araç didik didik aranıyor. Bulunan esrardan çok silah ve patlayıcı. Şu sıralar Irak’tan günde 1000 araç Türkiye’ye geçiyor bunun yaklaşık 700’ü kamyon. Ağırlık petrol tankerlerinde.

Foto9
Baharatçı Ali 56 yaşında. 12 çocuğu var. Ticaret iyidir, diyor ama şikayeti son haftalarda sıklaşan elektrik kesintileri. Biz kendisiyle konuşurken arkasındaki lamba bir kez daha sönüyor. 10 dakika sonra elektrik yeniden geliyor. Bölgenin elektriği Türkiye’den sağlanıyor.

2500 kişiye 1 cami, 30 bin Alevi’ye “yarım” cemevi!

Yaklaşık 30 bin Alevi’nin yaşadığı Sultanbeyli’de cemevi inşaatı sorun oldu. Temelden tartışmaya yol açan cemevinin elektriği, suyu, telefonu var ama ruhsatı yok! Çünkü inşaatın düşünüldüğü arsa İSKİ’nun su havzası içinde. Bölgenin Alevi sakinleriyse tepkili. Çünkü söz konusu havza içinde 2 devlet okulu, 12 cami ve yüzlerce bina olduğuna dikkat çekiyorlar!

Fatma Kızılboğa - Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 7-13 Haziran 2007

“Bize camiye gel diyorlar; atalarımızdan gördüğümüzü bir yana bırakamayız” diyor Hasan Yazıcı. 75 yaşında, elinde çekilmekten aşınmış tespihi, başının üstünde yılların eskitemediği fötr şapkası var. Sultanbeyli’nin “gecekondu” statüsündeki cemevinde dert anlatanların en yaşlısı o. Maraş ve Sivas olayları belleğinde hâlâ taptaze; isteği, çocuklarının Aleviliği öğrenmesi ve cenazelerini cemevlerinde yıkayabilmek. “Bizde ayrı gayrı yoktur” diye söze başlıyor “Alevi milleti hor görüldü, Allah’ımız birdir. Dürüst insanlarız, devlete, askere hıyanet yoktur…” Hasan Yazıcı yalnız değil; Sultanbeyli'nin Yavuz Selim ya da onların tercih ettiği adla “Başaran Mahallesi”nde yaşayan Aleviler bu arzuyu paylaşıyor, ama Sultanbeyli'de bir cemevi inşa etmek hiç kolay değil!

Sutanbeyli’nin özgeçmişi
İstanbul’un en yeni ilçelerinden biri olan Sultanbeyli 1992’de ilçe olmasına rağmen özellikle TEM otoyolunun ilçenin içinden geçmesiyle 1980’lerde büyük bir göçe maruz kaldı. Bu göç dalgası Sultanbeyli’yi bir gecekondu kentine çevirdi. İlçede hemen tüm binaların kaçak olduğu bir “devlet sırrı” değil. Sultanbeyli’nin AKP’li Belediye Başkanı Dr. Alaattin Ersoy bile bunu söylüyor. İşte Sultanbeyli’de yaşayan 30 bin kadar Alevi’nin inşaatına giriştiği cemevi de İSKİ su havzası içinde yer aldığından, aslında gecekondu kapsamına giriyor.

Cemevi yapma fikri ilk ortaya çıktığında kimsenin aklında kaçak bir yapı yapmak yokmuş aslında. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Sultanbeyli Şubesi önderliğinde toplanan 11 bin imzalı dilekçeyi dönemin Saadet Partili Belediye Başkanı’na 2003’te teslim edip yer talep edilmiş. Derneğin Sultanbeyli Şube Başkanı Sadegül Çavuş’un iddiasına göre yanıt şöyle olmuş: “Siz Müslümansınız, Müslümanlar için ibadet yeri camilerdir!” Bunun art niyetli bir davranış olarak algılanabileceğini, ancak asıl sorunun Anayasa’dan kaynaklandığını belirten Çavuş, “Kilise, sinagog, havra müracaatında bulunsam belediye bana bir yer ayırmak durumunda. Ama Müslümanım. Yasalarda kabul edilen ibadethaneler de camiler” diyor. Hal böyleyken birçok belediye yasal karmaşıklığı gözardı ederek sorunu çözüyor. Cemevlerine izin veren belediyelerin arasında AKP’li belediyeler de var elbet ama Sultanbeyli henüz bunlardan biri değil. Belediye Başkanı Ersoy ise 100 metre yukarıda kendilerine başka bir yer gösterdiklerini söylüyor. Orada halihazırda bir bina var gerçi ama Başkan'a göre sorun değil; kamulaştırılabilir: “Bu alan İSKİ’nin; mutlak korumada kalan bir yeşil alan. Cemevi sosyal bir talep. Bunlar bizim insanlarımız. Devlete ve hukuka karşı durulamaz. Ancak bu konu da hukuka intikal etmiştir. Buradan gelen karar tartışılamaz…”

Su havzası yapı dolu
Sonuçta Belediye'den umdukları yardımı alamadıklarını savunan Sultanbeyli halkı, aralarında para toplayıp beş dönümlük bir yer satın almış. Velhasıl “Cem”lerin yapıldığı bölüm bir günde tamamlanmış. İçerisi halılarla kaplı ve duvarlarda Hz. Ali ile Atatürk’ün resimleri var. Arsanın öteki ucunda, cenazelerin yıkanması için düşünülen başka bir bina ise asıl yapılmak istenen modern cemevinin kabası bitmiş ilk örneği. Para toplamak ve inşaatı tamamlamak için kısa süre önce İstanbul İnönü Stadı’nda Arif Sağ’dan Rutkay Aziz’e birçok sanatçının katılımıyla bir konser düzenlediler. Sorunun medyaya yansımasına vesile olan olaylardan biri de Taksim meydanında yaptıkları basın açıklaması.
18 yıl önce ilçeye gelen Yeter Ateş ise “Komşuluk çok iyi. Sünni komşularımız da bağış yaptı. Bizim bu kadar camimiz var sizin niye bir cemeviniz olmasın” dediklerini belirterek Sultanbeyli sakinleri arasında Sünni-Alevi ayrımı olmadığına dikkat çekiyor. Gerçekten de ilçedeki cami sayısı oldukça fazla. İstanbul Müftülüğü'nün rakamlarına göre kayıtlı cami sayısı 107. Bu rakam, Kartal, Maltepe, Kadıköy, Kağıthane ve camileriyle ünlü Eminönü gibi ilçelerden daha fazla. Sultanbeyli'nin nüfusu ise son sayıma göre 253 bin. İlçede yaklaşık 2500 kişiye bir cami düşüyor. İşin ilginci bu camilerden biri de yapılması istenen cemevinin hemen bitişiğinde; aralarında 10 metre var. Yöre halkı, tek katlı yeşil bir binadan ibaret olan Yakutiye Cami'nin genişletilmesi için para toplamaya çalışıyor. O cami de Belediye'nin itiraz gerekçesi olan İSKİ su havzası içerisinde. Aslında havzanın içinde yok yok. İki devlet okulu, 12 cami ve yüzlerce bina. Su havzası daha çok bir suni göleti andırıyor. Yeşil alan kalmamış. Bu durumda bölgedeki tüm binalar yıkılsa bile havzanın asli görevini yerine getirmesi biraz zor. Belediye Başkanı Alaattin Ersoy, Yakutiye Cami'nin genişletilmesine de izin vermediklerini söyleyerek 100 milyon dolar bulurlarsa su havzasında yıkıma gideceklerini belirtiyor. “Camiyi de yıkacak mısınız” sorumuza ise “Geçmiş dönemlerden sorumlu değiliz” yanıtını veriyor! Göreve geldikleri 2004’ten itibaren bir tek binanın bile kaçak olarak yapılmadığını iddia eden Başkan, ispatı halinde koltuğunu bırakacağını söylüyor.

30 bin Alevi
Ersoy, problemin AKP ve Aleviler arasında olmadığını, tamamen hukuki bir nedenden kaynaklandığını belirtiyor. İlçeyi ikiye bölen TEM otoyolunun öteki yakasında, Ahmet Yesevi Mahallesi'nde bulunan Cem Vakfı'nı örnek gösteriyor ve Vakıf’la aralarında iyi bir diyalog bulunduğuna dikkat çekiyor. Sözü edilen vakfa gidiyoruz. Dedelerden Mustafa Özdemir, üç dönemdir belediyeden yer beklediklerini söyleyerek Ersoy'un seçim zamanı “Hz. Ali'nin ismine yaraşan bir cemevi yeri vereceğim” vaadini anımsatıyor. Adres doğru ama tarif yanlış sanki. İlçede 2 adet cemevinin şart olduğuna dikkat çeken Özdemir, “Burada aşağı yukarı 30 bine yakın Alevi var. Bu kadar insan vergi veriyor, iki adet cemevi lazım. Bizim insanımız 10 cemevi yapın deseniz de yapmaz zaten. İsrafa karşıyız” derken camiye gidin çağrılarına da, “Hacı Bektaşi Veli ve bir dönem Türkler namaz kılmadıysa biz de kılmıyoruz. 1400'lü yıllara kadar hangi Osmanlı padişahı namaz kılmış” diye yanıt veriyor. Vakfın altında Başkan Ersoy'un tabiriyle 'merdiven altı' bir cemevi var. Ama bu küçük oda ne herkese yetiyor ne de cenaze sorununu çözüyor. Genç Ulaş, bu yüzden 15 yaşındaki yeğeninin henüz cem görmediğinden ve kimlik sorunu yaşadığından yakınıyor. Özdemir “Cenazeleri buradan kaldıramıyoruz, Sarıgazi'ye ya da başka cemevlerine gitmek zorunda kalıyoruz” diyor. Özdemir'e göre 2004’ten sonra da kaçak yapılar söz konusu. Eşref Bitlis Bulvarı'ndaki Mevlana Cami'nin inşaatının 2006'da başladığını ve bittiğini söylüyor. Son sözü ise “Biz öyle dev gibi bir şey de istemiyoruz. 300 metrekare yapabilsek öpüp başımıza koyacağız” oluyor.

74 bin kaçak yapı iddiası
TEM'in karşı yakasına geri dönüyoruz. Erzurum'dan 20 yıl önce göç eden Ali Asker Tepeli bizi bekliyor. Tepeli, 30 Mayıs 2006'ta Sultanbeyli Belediyesi'nin Cumhuriyet Başsavcılığı'na verdiği suç duyurusu sonucu yargılanan PSAKD Yönetim Kurulu üyelerinden biri. Kaçak yapı nedeniyle açılan bu dava suç işleme kastı bulunmadığı için düşmüş ama şu anda bir üst mahkemede yeniden görülüyor. Mahkemedeki savunmasında Sultanbeyli'de 74 bin kaçak bina olduğuna işaret eden Tepeli, cemevi olmadığı için cem törenlerini evlerde yapmaya çalıştıklarını ama bunun sıkıntı yarattığını söylüyor. Geçen yaz güvenlik önlemleri alıp bahçede cem yapmayı denemişler, o da ses sistemi ve güvenlik nedeniyle bu hiç kolay olmamış. Sultanbeyli'de, tartışması temelden başlamış bir cemevi var. Kâğıt üzerinde kaçak ama dönülen semahlar gerçek…

Dr. Alaattin Ersoy (Sultanbeyli Belediye Başkanı)

“Bir tane kaçak yapı bulursanız ben bu makamı boşaltıyorum”

* Mahallenin “Başaran” olduğu söylenen adı Yavuz Selim oldu mu?

Yavuz Selim adına itiraz edenin alnını karışlarım. Öz be öz Türk oğluyum. Hiç kimsenin bu ülkede Yavuz Selim'in adını değiştirmeye gücü yetmez. Burası 1991’de Meclis kararıyla Yavuz Selim olmuş. Yavuz Selim'e dil uzatanları tedavi ederiz, dilini kesmeyiz. O mahallede Cem Sultan sokak var, Pir Sultan, Bektaşi sokak var.

* Çözüm nedir?

100 metre yukarıda bir yer verdik. Üzerinde 2-3 katlı bir bina var, kamulaştırmayı da taahhüt ettik. Öyle bir güzel eser yapalım ki, buraya sadece Aleviler değil Sünniler de gelsin. Beraber burada geceler ve toplantılar yapalım.

*Alevi ve Sünniler’in beraber ibadet edebileceği bir merkez....

Niye olmasın? Toplantı yeri. Biz ibadet demiyoruz ki, Aleviler semah yapıyor. Mahzuni Şerif 'i, Yavuz Bingöl'ü severim. Evimde kasetleri var. Halk ozanları bunlar, bizim ozanlarımız, burada bir sıkıntı yok.

* Onların da Ahmet Özhan ile bir sıkıntıları yok gibi…

Bakın, o farklı; Ahmet Özhan farklı, Yavuz Bingöl farklı. Elma ile armudu karıştırmamak lazım… “Camiye gidin” dediğimizi söylüyorlar. Böyle bir şey demedik. Sünniler’in hepsi camiye mi gidiyor. Camiye gitme oranı kaç? TESEV'in araştırması vardı, ortalaması yüzde 10.

* Bölgede başka binalar da var...

Eskiden bütün binalar kaçak yapılırdı. Şimdi de binalar kaçak yapılsın demek bizim kendimizi inkâr etmemiz olur.

* Sultanbeyli'yi dolaşsak 2004'ten sonra yapılmış hiçbir kaçak yapı bulamaz mıyız?

Bulamazsınız. Temelden bir tane kaçak yapı bulursanız ben bu makamı boşaltıyorum.