Beyaz çarşaflı sancak

Özgür Gürbüz-BirGün / 24 Ocak 2025

Haberlerde ister “Turkey” ister “Türkiye” diye aratın, karşınıza Bolu’daki otelin dumanlar içerisindeki fotoğrafı çıkıyor. Şatafatla gelişmişliğe yanıt verebileceklerini sananların simgesi artık pencereden sarkan birbirine bağlı çarşafların olduğu o fotoğraf. İtibardan tasarruf etmeyen saray düşkünlerinin sancağı artık birbirine düğümlenmiş beyaz çarşaflar. Belleklerimize acı dolu bir kare daha kazındı ne yazık ki. Bir de göremediğimiz, canlandırmamak istediğimiz ama bunu nasıl yapacağımızı bilemediğimiz kareler var. Çocuğunu, ‘belki yaşar’ umuduyla camdan atan anne ve babaların zihnimde canlanan karesi benim aklımdan çıkmıyor örneğin. Çıksın istiyorum ama olmuyor…

Sorumlu kim? Otel sahibinden Cumhurbaşkanı’na kadar uzanabilecek bir listeyle karşı karşıyayız. Denetimden, bir otel yapmanın, işletmenin ve denetlemenin kurallarını belirleyen kamu otoritelerine kadar herkesin bu faciada sorumluluğu olabilir. Dünyanın en gelişmiş ülkesinde de buna benzer bir yangın yaşanabilir. Ancak yaşanırsa, o yangına neden olan tüm etkenlerin ortadan kaldırılacağını ve bir daha benzer bir felaketin olmaması için tüm çabanın harcanacağını bilirsiniz. Biz biliyor muyuz?

Hükümetin benzer bir faciayı önlemek için gerekli önlemleri alacağını düşünüyor muyuz? Düşünüyorsak biraz “ebleh” olmamız gerek çünkü bu korkunç olay, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti yönetiminde tanıklık ettiğimiz ilk olay değil. Onlarcasını sayabiliriz, her ay 150 civarında işçinin denetim, güvenlik ve eğitim eksiklikleri nedeniyle hayatını kaybettiği bir ülkede yaşıyoruz. Son üç ayın önemli olaylarını hatırlayalım. Türkiye’nin yangın riski en yüksek tesislerinden TÜPRAŞ İzmit Rafinerisi’nde 5 Kasım 2024’te yangın çıktı. Aynı firmanın İzmir Rafinerisi’nde de 25 Kasım’da bir patlama olmuş, yangın çıkmıştı. Bir ay sonra Balıkesir’de mühimmat fabrikasında patlama meydana geldi, 11 kişi öldü. Biraz daha gerilere giderseniz yangın tehlikesiyle yüzleşen termik santrallar, gökdelenler, gece kulüplerine kadar uzun bir liste çıkıyor karşımıza.

Bütün bu yangınların sorumluluğunu işletme sahiplerine atabilirsiniz. Özel sektörü ve kısa zamanda sermaye biriktirmeyi özendirdiğiniz bir sistemde ne bekliyordunuz ki? İşin içinden birilerini suçlayarak çıkamazsınız. Kamusal ve bağımsız denetimin olmadığı, denetim yapanın para kazandığı ve sorumluların cezalandırılmadığı bir sistem yaratıldı. Türkiye’nin en büyük maden kazalarından birinin yaşandığı İliç’te denetim yapan Ore Mineral Sondaj Mühendislik adlı şirketin aynı zamanda madenin sahibi Anagold ile başka işlerde de çalıştığı ortaya çıkmamış mıydı? Söz konusu şirketin Akkuyu Nükleer Santral projesinde de kontrol ve denetim işi yaptığını bilmiyor muyuz?

Bir işletmenin çevreye vereceği zararları ve bunları önleme yolunu göstermesi gereken Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporlarının yine şirketler tarafından hazırlandığını ve ciddi bir kazanç elde edildiğini görmezden mi gelelim? ÇED olumlu raporuna rağmen büyük bir çevre felaketi yaşanan projelerde geriye dönüp, kim bu raporu hazırlayan şirket, kim buna imza atan mühendisler, uzmanlar diye neden sorulmuyor? İzin, denetim ve izleme süreçlerini siyasetten ve ticaretten ayırmanın yolunu bulmazsak bu felaketlerin durmayacağını anlamalıyız. Bunun yolu da siyasetle ticareti, ticaretle bilimi ayırmaktan, liyakat (yaraşırlık) ve şeffaflığı yeniden yönetim süreçlerine sokmaktan geçiyor. Sadece yönetim değil, zihinleri de değiştirmek gerekecek. Hızla para kazanmayı, kuralsızlığı marifet sayan öğretiyi, öğretmenleriyle beraber yönetimden almamız gerekiyor.

Artık “hükümet istifa” sloganı alışılagelmiş bir siyasi talebin ötesi. Bugünden itibaren, Turizm Bakanı’nın ya da Cumhurbaşkanı’nın istifasını talep etmek, daha da önemlisi onları istifaya zorlayacak adımları atmak, bir siyasi değişikliğin ötesinde, yangın yerine dönmüş Türkiye’de, küllerinden doğacak yeni bir ülke kurmanın çağrısı olacak.

Sağcılar neden rüzgârı sevmez

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Ocak 2025

Alice Weidel
Almanya’nın aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif Partisi (AFD) lideri Alice Weidel, partisinin kurultayında yaptığı konuşmada, elektrik üretiminde kullanılan rüzgâr türbinlerini, “utanç yel değirmenlerini yıkacağız” sözleriyle eleştirdi. Weidel’in utanç duyduğu değirmenler, 2024 yılında Almanya’nın elektrik ihtiyacının yüzde 33’ünü karşıladı.

AFD’nin 23 Şubat’ta Almanya’da yapılacak erken genel seçim için hazırladığı programda dahası da var. Rüzgâra tamamen karşı çıkarken açık alanlar, ormanlar ve tarım arazilerinde güneş enerjisine de izin vermeyeceklerini söylüyorlar. Tarım arazileri ve ormanları anlayabiliriz güneş panellerinin altında tarım yapmaya izin veren projeleri bile ayırma gereği duymamışlar. Programlarında odunu yeniden enerji kaynağı olarak destekleyecekleri bile yazıyor.

Rüzgâr, güneş ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına karşı çıkmak sadece Alman sağcılarına özgü bir tavır değil. İngiltere’de Muhafazakâr Parti’nin 2015 yılında uygulamaya koyduğu kanunlar, karada kurulacak rüzgâr türbini projesinin durdurulması için bir kişinin bile itiraz etmesini yeterli kılmıştı. Benzer bir kuralın nükleer veya termik santrallar projelerinde uygulandığını hiç duydunuz mu?

Yenilenebilir enerji kaynaklarına da itiraz edilir elbette hatta bazen gereklidir. Sağ partilerin itirazlarının gerekçesi ise genelde doğanın veya yaşamın korunması değil. Nefrete varan bu ‘gerçek istemezükçülüğün’ motivasyonu aslında nükleer, kömür, petrol ve gaz gibi diğer enerji kaynaklarının sağladığı hakimiyeti korumak.

Büyük santrallar ve sınırlı kaynaklara dayalı bir enerji politikası sizi birkaç şirkete ya da devlete bağımlı kılar. Fiyatı belirler, çok kızdırırsanız elektriğinizi kesmekle bile tehdit ederler. Örneğin, Mersin’de kurulacak bir nükleer santralın Türkiye’nin elektriğinin yüzde 10’unu üretmesi iyi bir şey değil aksine, Türkiye’nin elektrikte bir Rus şirketine ciddi oranda bağımlı olması, elektrik fiyatlarında da bu santralın belirleyici rol üstlenmesi demektir. Güneş veya rüzgar daha küçük ölçekli olduğu için böyle bir hakimiyet kuramaz.

Çatınıza ya da site bahçesine kurduğunuz güneş panelleriyle bu bağımlılığı zedeler, oyunu bozarsınız. Almanya’da olan da bu. 2020 yılında Almanya’da kurulu güneş panellerin yüzde 32’sine bireyler, yüzde 16’sına da çiftçiler sahipti. Almanya’da elektrik üretiminin yüzde 14’ünü karşılayan bu panellerinin neredeyse yarısı bireylerin elinde. Şirketlere ve büyük sermayeye yakın partilerin bu durum karşısında Weidel gibi cinnet geçirmesi normal.

Enerji sektöründeki dev oyunculara, sermayeye yakın duran sağ partilerin rüzgâra, güneşe gıcık olmasının asıl nedeni bu. Manzara veya doğa umurlarında olsa asit yağmurlarından iklim krizine, nükleer atıklardan radyoaktif serpintiye kadar dünyanın karşılaştığı en büyük belaların sorumlusu termik ve nükleer enerji santrallarına karşı çıkarlardı. Otomobil yerine toplu taşıma talep ederlerdi. Tam tersine, üretim amaçlarının bireyler üzerinden toplumsallaştırılmasına ya da zenginliğin paylaşılmasına itiraz ediyorlar ve bu uğurda iklim krizini bile inkâr edebiliyorlar.

Söz Almanya’dan açılmışken, sıkça gündeme getirilen, ‘Almanya nükleer enerjiye geri dönecek mi’ sorusuna da yanıt verelim. Seçim öncesi partilerin programlarına baktığınızda, Yeşiller ve Sosyal Demokratlar’ın bu soruya net bir “hayır” yanıtı verdiğini görüyoruz. Sol Parti’den ayrılan Sahra Wagenknecht Birliği de küçük modüler reaktörler de dahil olmak kaydıyla yeni nükleer santrallara hayır diyor. Sol Parti nükleerden zaten hiç bahsetmiyor. Sağa baktığımızda ise Hıristiyan Demokratlar’ın kapatılan reaktörlerin yeniden açılması için uzmanlara danışacaklarını, liberallerin ise bu kararı santral sahiplerine bırakacaklarını görüyoruz. Bu iki söylem de nükleer enerji açısından iyi haber değil. Nükleer enerjiye geri döneceklerini kesin bir dille söyleyen tek parti ise bu yazıda değindiğimiz, aşırı sağcıların desteklediği AFD. Bir yanda odun bir yanda uranyum yakacaklar.

Toplumsal barış yolunda mıyız?

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Ocak 2025

Foto: demparti.org.tr

DEM Parti heyetinin İmralı ile başlayan ve siyasi partilerin temsilcileriyle süren görüşmeleri bitti. Sırada, cezaevindeki Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ görüşmeleri var. Devlet Bahçeli’nin sözcülüğünü yaptığı ve hükümet gizlemeye çalışsa da aslında Cumhurbaşkanı’nın yürüttüğü bu adı konmamış süreç bizleri toplumsal barışa mı götürecek yoksa daha önce olduğu gibi siyasi kurnazlıklara malzeme mi yapacak göreceğiz. Ben bu süreci Kürtlerle Türkler arasındaki bir süreç gibi görmüyorum. Bu bir demokrasi sınavı.

Bir önceki sürecin baş aktörlerinden Selahattin Demirtaş sekiz yılı aşkın bir süredir cezaevinde. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) hak ihlali gerekçesiyle Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkûm ettiğini de hatırlatalım. Anayasa’yı tanımayanlar elbette AİHM kararlarını da görmezden gelmeye devam ediyor. O yüzden de yarın yapılacak bu ziyaret oldukça düşündürücü. Sadece Bahçeli, Erdoğan veya Öcalan’ın sözleriyle ülkeye barışın gelmeyeceğini, geçmişte yaşananları hatırlatıyor.

Üzerinde yaşadığımız bu topraklar, belki de dünyanın savaşlara en çok tanıklık etmiş bölgesi. Savaşların tarihi kadar barışın tarihi de o kadar eski bu coğrafyada. Hititlerle Mısırlıların mızraklarını toprağa gömdükleri Kadeş Antlaşması, dünyanın bilinen en eski uluslararası barış antlaşması. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde antlaşma metni görülebilir, Birleşmiş Milletler binasında da büyütülmüş bir kopyası sergilenir. İki büyük kral, milattan önce 1269 yılında sadece söz vermemiş, kalıcı olması için barışı metne dökmüş. Çünkü krallar ölür, sözler unutulur ama yazılar, antlaşmalar kalır.

Türkiye’yi özlenen toplumsal barışa kavuşturmak için gidilmesi gereken uzun bir yol olduğu kesin. Üç bin üç yüz yıl önce olduğu gibi barışı metne dökmemiz de muhtemelen gerekecek. Ama asıl sorunumuz bu değil. İster çiviyle ister el yazısıyla yazılsın, bir barış metnine ve daha da önemlisi ona uyacağını taahhüt eden liderlere gereksinimimiz var. Var mı bu liderler? Nerede yaşıyoruz biz? Yasal dayanaklardan yoksun tutuklama ve gözdağlarının olduğu, gazetecilerin sürekli mahkeme tehdidiyle yaşadığı, denetim ve hesap verilebilirliğin neredeyse hiç olmadığı, Meclis’in ve medyanın etkisiz hale getirildiği bir ülkede. Böyle ülkelerde iktidardaki liderler sonsuz güce sahip olur ve dokunulmaz hale gelirler. Haliyle de verdikleri sözler anlamsızlaşır, çünkü sözünü tutmamanın siyaseten ya da hukuken bir yaptırımı yoktur.

Herkesin hatırlayacağı örnekler var. Milyonların katıldığı Gezi eylemleri nedeniyle Can Atalay, Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater ve Mine Özerden hukuksuzca cezaevinde tutulurken hangi anlaşma metnine ya da hangi söze güvenebilirsiniz? Milyonların iradesine kulak asmayanlar anlaşma mı tanıyacak? Bir yasayı değil Anayasa’yı hiçe sayan uygulama ve beyanlardan bahsediyoruz. Seçilmiş milletvekilini cezaevinde tutanlardan, protesto hakkını hiçe sayanlardan, Anayasa’nın çevre korumayı herkesin görevi ilan eden 56. maddesini görmezden gelenlerden.

Bir barış metni çıksa bile, hatta yeni bir Anayasa yapılsa bile iki gün sonra o Anayasa’ya uymayacaklarını bildiğimiz kişilerle böyle bir yolculuğa çıkılabilir mi? Hayatları boyunca nefret dilini kullananların, çiçekleri hatırlamasıyla barış elçisi olmasına inanabilir miyiz? Mevcut AKP-MHP koalisyonu önce samimiyet testinden geçmeli. Yarından başlayarak Anayasa’ya bağlı kaldığını, adalet ve medya üzerindeki siyasi baskıyı kaldırdığını, şeffaflık ve denetimleri geri getiren uygulamaları hayata geçirdiğini gösterse ve bunu seçimlere kadar uyguladıktan sonra, kalıcılığına inanılan koşullarda barış konuşulsa daha akıllıca olmaz mı? Daha da garantisi, yeni sürecin ilk adımının başkanlık sisteminin terk edilip Meclis’e güç verilmesi olur. O zaman iş tek adamlara kalmaz.

Toplumsal barış Türkiye’nin özlemi ve bu yolda siyasilere büyük görev düşüyor. Bu gerçeği inkâr etmeyelim, atılan adımları da yok saymayalım ama sürecin temelinde, sözlerine güvenilen liderler ve anayasaya bağlı bir hukuk devleti olması gerektiğini de unutmayalım. Umudum var, hep olacak ama bugünleri hazırlayanlara, kavgadan oy ve güç devşirenlere, siyasi kurnazlık peşinde olanlara güvenim yok.

Hükümetin elektrik zammı da adaletsiz

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Ocak 2025

Foto: YZ_Canva
2025 yılına yeni bir elektrik zammıyla başladık. Ay sonunda faturalar gelmeye başladığında, bu gizli zammın kimi vurduğu belli olacak. Ay sonuna kadar sabredemem diyorsanız son elektrik faturanıza bakabilirsiniz. Aylık elektrik tüketimi ortalamanız 417 kilovatsaatten (kWh) fazlaysa yeni yılda elektrik faturanızın neredeyse iki katına çıktığını göreceksiniz. Elektrik Mühendisleri Odası’nın (EMO) hesabına göre 1048 TL’lik faturanız tüketiminiz aynı kalsa da bir anda 2048 TL’ye çıkacak. EMO zammın iptali için dava açtı ama sonuç ne zaman belli olur, ne karar verilir bilinmez. Bizi bekleyen tehlike ise net.

Uygulama, tek sayaca bağlı apartmanların ortak tüketimlerini de kapsıyor. Hidrofor, asansör ve aydınlatma tüketimleri 417 kilovatsaati geçen her apartmanın ortak gideri de ciddi oranlarda artacak.

Ticarethanelerde ise yüksek faturaya geçme sınırı yıllık tüketimi 15 bin kWh’i geçen işyerlerinde uygulanacak. Hem de 2024 tüketiminize bakılarak bu sınıflama yapılacak. Geçen yıl bu sınırları aşan bir tüketiciyseniz, bu yıl faturanız yeni tarifeden ücretlendirilecek. Size önceden söyleselerdi belki önlem alabilirdiniz ama söylenmedi tabii ki. Bir ürünün girdi maliyetleri artarsa zam da maliyetler oranında yapılırsa bu anlaşılabilirdi ama yapılan bu değil. Elektrik üretiminde kullandığımız gaz ve kömür fiyatlarında bu zammı haklı gösterecek bir artış olmadı hatta birkaç yıl önceki kriz dönemine kıyasla fiyatlar daha aşağıda.

1 Ocak 2025 tarihiyle hayatımıza giren bu son elektrik zammında kimin, ne için elektrik tükettiğine bakmadan yapılan bir cezalandırmadan bahsediyoruz. Kış aylarının kısa, yaz aylarının sıcak olduğu birçok ilde elektrikli ısıtıcılar soğuk günlerde de kullanılıyor ve bu evlerin toplam elektrik tüketimini artırıyor. Yazın da klima kullanımı devreye giriyor. Burada israftan ya da lüks tüketimden bahsedemeyiz. O zaman neden başta güneydeki iller olmak üzere buralarda yaşayanları cezalandırıyoruz?

Aynı soru, işi gereği çok sayıda elektrikli alet kullanmak zorunda kalan işyeri sahipleri için de geçerli. Kasap, market, şarküteri gibi 24 saat çalıştırmak zorunda olduğu buzdolaplarına sahip bir işletmeyle diğerlerini bir tutup, cezalandırmanın adaletli bir açıklaması olabilir mi? Artan maliyetlerin, temel ihtiyaçları satan bu işletmelerce maliyetlere yansıtılacağı ve sonuçta herkesi etkileyecek yeni bir zam furyasının başlayacağı görülmüyor mu?

Son zam kararı caydırıcı, son tüketicileri enerji tasarrufuna ya da çözüm bulmaya iten bir mekanizmaya da benzemiyor. Zamlı faturalar sonucunda kışın klima veya elektrikli ısıtıcı kullanmaktan vazgeçenlerin ilk adresi doğalgaza geçmek olacak. Pahalı ve dışa bağımlı doğalgazdan şikayet ediyorsak, binlerce evi gaz kullanmaya mecbur bırakarak söylediğimizin tam tersini yapmış olmuyor muyuz? Isıtma ve soğutma ihtiyacı nedeniyle çok elektrik tüketen konutların çözümleri güneş enerjisi, ısı pompası veya daha iyi yalıtım olabilir. Ancak mevcut binaların ne kadarı buna uygun inşa edildi, devletin meskenlerin kendi elektriğini üretmesi adına sunduğu teşvikler (varsa) bu dönüşüm için yeterli mi? Bu soruların yanıtı “evet” değilse yapılan çaresizce elektrik faturalarını ödemek zorunda kalacak yurttaşları cezalandırmaktan başka bir şey değil. Balık tutmayı öğretmeden, tutamayanı aç bırakmaktan bahsediyoruz.

Bir başka adaletsizlik de yeni tarifelerin her ay elektrik piyasasındaki fiyata bağlı olarak değişecek olması. Yanlış duymadınız, elektrik tüketiminiz belirtilen sınırların üzerindeyse, bu aydan itibaren aynı miktarda elektrik tüketseniz de faturanız piyasa koşullarına göre değişecek ve her ay farklı bir meblağ ile karşılaşacaksınız. Gazın veya kömürün fiyatı artarsa, sizin faturanız da artacak. Yenilenebilir enerji veya kömür santrallarına verilen teşvikler artarsa bu faturalara da yansıyacak. Enerji Bakanlığı yüksek elektrik maliyetinden şikayet ediyor ama maliyeti oluşturan kalemlerin tercihini halka bırakmıyor. Güneş ülkesi Türkiye’yi ithal kömür ve gaza biz mi mahkum ettik? Kentsel dönüşüm adıyla yapılan binalarda yalıtım standartlarını mı biz mi düşük tuttuk? Yeni ve eski binalarda güneşten elektrik üreten panellerin olmasını biz mi engelledik? Halkın kendi elektriğini üretmesini sağlayacak enerji kooperatifleri mevzuatını biz mi yetersiz kıldık? Tam tersi biz bunları talep ettik ama mevcut hükümet 23 yıldır yürüttüğü enerji politikalarıyla hem dışa bağımlılığı hem de enerji israfını körükledi. Şimdi de faturayı bize kesmeye çalışıyor.