2020’de dağ taş satılığa çıkarıldı

Büyüyen ekonomik kriz 2020 yılında doğa talanını da artırdı. Canlıların yaşamı için hayati öneme sahip alanlar madenler ve enerji santralları için özel şirketlere satılırken, torba kanunlara sıkıştırılan maddelerle çevre koruma mücadelesi zorlaştırıldı. Doğası için direnenler ise pes etmedi, meydanları doldurdu.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/ 3 Ocak 2021

Doğayı “satılacaklar listesi”ne ekleyen hükümet 2020 yılında madenler başta olmak üzere birçok doğal varlığı yıkım projelerine açtı. 2019 yılında Kazdağları’ndaki altın madeni projesinin yol açtığı yıkım tüm Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı. Maden projeleri 2020’de de tepki toplamaya devam etti. TEMA Vakfı’nın Muğla’nın yüzde 59’unun maden ruhsatına sahip olduğunu gösteren raporu Türkiye’de hukuk ve bilim temelinden ne kadar uzaklaştığını da gösterdi.

Kazdağları ve Muğla’nın madene feda edilmesinin istisna olmadığı diğer illerden gelen benzer haberlerle anlaşıldı. Ordu’nun Fatsa ilçesine 10 km mesafedeki altın madenini kestane ormanı ve fındık bahçelerini yok etme pahasına genişletme çalışmaları, Limak Holding’e kalker ocağı için verilen bedelsiz hazine arazisi, Bursa Kirazlıyayla’da halkın karşı çıkmasına rağmen genişletilmek istenen bakır madeni, Türkiye’nin “maden politikasını” ortaya koyan örneklerden.

Doğal varlıklar, su kaynakları, tarım ve insan sağlığı, yeni maden yasaları karşısında hep kaybedeni oynuyor. İhtiyaca veya hangisinin yaşam için daha önemli olduğuna bakılmaksızın maden olan her yer şirketler aracılığıyla talana açılıyor. Başta maden tehlkesiyle karşı karşıya kalanlar olmak üzere, bu tehlikeye karşı çıkanların sesi ise giderek artıyor. Maden firmaları ise çevreciler hakkında karalama kampanyaları yürüterek itirazları bastırmayı deniyor. 

Enerji ticareti sadece doğayı değil tarihi de yok ediyor

Türkiye’nin en yüksek elektrik talebinin kurulu gücün yarısı seviyesinde olmasında rağmen durmayan yeni enerji santralı inşaatları 2020’de doğayı değil dünya tarihini de yok etti. Mayıs ayında açılan Ilısu Barajı tarihi 12 bin yıl öncesine uzanan Hasankeyf’i sular altında bıraktı. Plan aşamasından beri yapılan tüm uyarılara rağmen devam ettirilen baraj projesi, bir dünya mirasını yok ederek muhtemelen dünyada en büyük tarihi yıkıma yol açan barajlarından biri oldu. Başta Karadeniz Bölgesi olmak üzere HES’lerle ilgili şikayetler ve protestolar da zaman zaman Türkiye’nin gündemine geldi. Kars’ın Sarıkamış ilçesi Karakurt köyü, baraj suyunun yükselmesi nedeniyle sular altında kaldı. Artvin’de iptal edilen Hanlı HES projesine yeniden ÇED gerekli değildir kararı verilmesi üzerine bölge halkı kararı yeniden yargıya taşıdı.

Termik santrallar bildiğiniz gibi

Ocak başında filtresiz çalışan termik santrallardan beş tanesi kamuoyu baskısı nedeniyle tamamen, bir tanesi de kısmen kapatılmıştı. 8 Haziran 2020’de bu santrallar yeniden açıldı ancak taahhüt edilen filtreleme sistemlerinin eksik ve yetersiz olduğuna dair ciddi itirazlar var. Santrallara yakın oturan insanlar hava kirliliğinden şikayetçi olmaya devam ediyor. Temiz Hava Hakkı’nın açıkladığı “Kara Rapor 2020”, yeterli veri olan 51 ilin yüzde 98’inde hava kirliliği verilerinin (PM10) Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) sınır değerlerinin üzerinde gerçekleştiğini açıkladı.

Türkiye iklim krizinde masada yok

Termik santralların filtrelerinin durduruamadığı iklim krizi ise başta kömür olmak üzere petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların tüketilmesiyle daha büyük bir sorun haline geliyor. Paris Anlaşması’na taraf olmayan yedi ülkeden biri olan Türkiye, seragazı emisyonlarının 31 Mart’ta açıklanan 2018 yılı envanterine göre 520 milyon tona (CO2 eşdeğeri) ulaştığını açıkladı. 2005 yılında bu rakam 337 milyon tondu. 2018 yılı emisyonlarının yüzde 71’i enerji kaynaklı.

İklim krizini durdurmak için bir politika geliştirmeyen Türkiye, krizin etkilerini ise her yıl daha şiddetli bir şekilde hissediyor. Kuraklık ve beraberinde görülen susuzluk neredeyse her bölgede kronik bir sorun halini alırken, sayısı ve şiddeti artan aşırı hava olayları Giresun’dan Antalya’ya kadar birçok ilde can ve mal kaybına yol açtı.

Dünyada çözüm Türkiye’de sorun

Başta iklim krizi olmak üzere, enerji kaynaklı sorunların çözümü için önerilen jeotermal ve biyokütle enerji gibi yenilenebilir enerji kaynakları, Türkiye’nin birçok ilinde sorunun adı oldu. Çevresel etki değerlendrme süreçleri gerektiğince yapılmayan, kümülatif etkileri ve halkın istekleri dikkate alınmadan hayata geçirilen birçok jeotermal enerji santralı (JES), başta Aydın olmak üzere “istenmeyen enerji” ilan edildi. Ege Bölgesi’nde sayıları giderek artan JES’lere başta tarımla geçinen köylüler ürünlerinin kalitesini ve üretim miktarını etkilediği için karşı çıkıyor. Aydın’ın Beyköy ve Kuyucular mahallerinde köylüler jandarmayla karşı karıya gelirken, İzmir’in Seferihisar ilçesine bağlı Orhanlı köyünde de köylüler jeotermal enerjiye karşı dava açmaya hazırlanıyor.

Biyokütle santralları da 2020’de itirazlarla karşılaşan enerji türlerinden biri oldu. Manisa Salihli’nin Çapaklı Mahallesi’ne yapılmak istenen biyogaz santralına karşı köylüler yolu kapattı, gözaltına alınanlar oldu.

Orman yangınları hız kesmedi

İklim kriziyle daha büyük bir sorun haline geleceği tahmin edilen orman yangınları 2020 yılında da herkesin yüreğini yangın yerine çevirdi. Resmi rakamlara göre Türkiye’de geçen yıl 1702  orman yangını meydana geldi. Toplam 12 bin 806 hektar alan zarar gördü. Hatay Belen'de meydana gelen yangın ise 2020’nin en çok konuşuan yangınlarından biri oldu. Yerleşim yerlerine ulaşan yangın, 33 saat sonra kontrol altına alınabildi. Yangın bölgesinde bir maden projesi olduğu gazete haberlerine yansıdı.

Salda Gölü’nün doğallığı bozuldu

Son yıllarda doğaseverlerin ve turistlerin gözde mekanlarından biri haline gelen, beyaz kumları ve turkuvaz rengi suyuyla ünlenen Burdur’daki Salda Gölü, 2020’de yapılaşma projelerinin odağı oldu. Tepkiler nedeniyle “Salda Gölü Özel Çevre Koruma Projesi içinde herhangi bir betonarme yapı asla olmayacak, çivi dahi çakılmayacaktır” açıklamasını yapan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, göl kenarına değil ama kıyıdan 500 metre uzağa bungalov ahşap evler yerleştirdi.

Atom sevdası sürüyor

Türkiye’nin Mersin ve Sinop’a nükleer santral kurma isteği sürüyor. Akkuyu’da Rus devlet şirketi Rosatom tarafından yapımı sürdürülen santralın ikinci ünitesinin yapımına da başlandı. 2019 yılı piyasa takas fiyatı ve rüzgar santralı ihalelerinde ortaya çıkan fiyatın 3,5 dolar sent olduğu Türkiye’de 15 yıl için 12,3 dolar sent üzerinden alım garantisi verilen santral tamamlanırsa köprü projelerinde olduğu gibi Türkiye’yi ciddi bir mali yükün altında bırakacak.

Deprem riski, radyoaktif atık sorunuyla ilgili kayda değer bir gelişme olmaması ve kaza olasılığı nedeniyle kamuoyu araştırmalarında halkın istemediğini açıkça belirttiği nükleer santral konusunda direten AKP hükümeti, Sinop’taki projeyi de ayakta tutmaya çalışıyor. Japonya’nın Sinop'taki projeninin maliyetinin yüksekliğini ve hükümetin bu maliyeti karşılamak istememesini gerekçe göstererek çekilmesiyle havada kalan proje hükümetçe sürdürülmeye çalışılıyor. Ortada kamuoyuna açıklanan bir şirket olmamasına ve ÇED sürecindeki halkın katılımı toplantısına Sinop milletvekilleri ile belediye başkanlarının da aralarında olduğu onlarca Sinoplunun alınmamasına ragmen proje devam ettirilmeye çalışılıyor.

Nedendir bilinmez ama “yangından mal kaçırırcasına”, hukuki süreçlerin bile tamamlanmasını beklemeden yürütülen yıkım projeleri 2021 yılına da damgasını vurmaya aday. Çevreciler ve doğaseverlerle toprağına sahip çıkmak isteyenlere her zamankinden daha büyük bir iş düşüyor.

Balıkta ağır metal riski

Kirlenen denizler, başta balıklar olmak üzere denizlerden alınan besinlerde ağır metal riskini artırıyor. Riskin derecesini görebilmek için market ve pazardan aldığımız balık ve balık konservelerini laboratuvara analize gönderdik. Birçoğunda yüksek oranda arsenik tespit edildi.

Özgür Gürbüz/15 Aralık 2020
Fotoğraf ve video: Fatih Pınar

Denizler endüstriyel ve evsel kirlilik nedeniyle her geçe gün kirleniyor. Denizlerdeki kirlilik içinde yaşayan canlıları ve onlarla beslenen insanları da etkiliyor. Tehlikenin boyutlarını görebilmek için İstanbul’daki balıkçılardan ve marketlerden aldığımız dokuz farklı balık ve beş değişik marka ton balığı (orkinos) konservesini akredite bir laboratuvarda test ettirdik. Project Zoom kapsamında desteklenen bu çalışma denizlerdeki kirliliği bir kez daha gözler önüne serdi.

Arsenik tehlikesi

Balıklarda, arsenik, kurşun, cıva ve kadmiyum ağır metallerinin birikimine baktık. Dört balık ve bir ton balığı konservesinde kilogramda 1 miligram değerinin üzerinde arsenik tespit edildi. Bazı balıklarda da sınır değerlerinin altında olsa da diğer ağır metallere rastladık. En yüksek miktarda arsenik 4,292 mg ile sardalyadaydı. Onu 3,196 gram ile hamsi, 2,283 mg ile uskumru ve 1,1 mg ile çipura izledi. Ton konservesindeki arsenik miktarı ise 4,861 gram olarak belirlendi.


İstanbul Üniversitesi Su Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Şafak Ulusoy, Türk Gıda Kodeksi balıklarda arsenik miktarının kilogramda 1 mg sınırının altında olması gerektiğini, ancak bizi ilgilendirenin inorganik arsenik kısmı olduğunu söylüyor ve laboratuvarda daha detaylı inceleme yapılması gerektiğini vurguluyor.

Şafak Ulusoy, “Sizin yaptırdığınız balık örneklerinde arsenik yüksek fakat bu diğer ağır metallerin risk taşımadığı anlamına gelmiyor. Belki avlandığı tarih, bölge, hava koşulları, mevsimsel faktörler, sanayi, belediye atıklarının o gün çevrede çok ya da az oluşuna göre değişiyor. Alınan bu örnekler o yüzden tam olarak ‘harika bir ürün, insan sağlığı için toksik metal açısından risk teşkil etmiyor da diyemiyoruz, ‘çok zararlı, kesinlikle deniz ürünlerinden uzak durmamız lazım’ dememiz de doğru değil.

“Ağır metal olmaması tercih edilir”

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala da sınır değerlerin neden konulduğuna dair şu açıklamayı yapıyor: “Sınır değerler kirliliğe karşı hiçbir balık ya da benzeri ürünün tüketilmemesi sıkıntısıyla karşılaşmamak için konulmuş değerlerdir. Aslında sınır değere yakın, onun biraz altında olması balık ya da o ürünün sağlıklı olduğunu göstermiyor. Bizim yiyeceğimiz ürünlerin hiçbirinde ağır metal olmaması tercih edilir. Bugün itibarıyla geldiğimiz noktada, ağır metal düzeyleri Türkiye’de kabul edilen sınır değerin olsa bile aslında yüksek düzeyde ciddi bir ağır metal kirliliği içeriyor, arsenik değeri ise hemen hepsinde çok yüksek.”

Balıkları izleme programları yetersiz

Balıklarda ağır metal kirliliğini azaltmak için denizlerdeki çevre kirliliğini azaltmak gerekiyor bu da kolay bir iş değil. Bugün için en iyi çözümün izleme ve analizlerin artırılması konusunda uzmanlar hem fikir. Pala, “Elbette masamız gelen her balığı denetleme olanağımız yok. Ama bunları belli bir sistematik örneklemeyle denetleyen ve bunu kamuya açık bir şekilde toplumla paylaşan bir mekanizma olursa biz balıkları tüketirken biraz daha gönlümüz rahat tüketebiliriz. Çok iyi bir izleme ve kontrol mekanizmasının kurulması zorunlu görülüyor.” diyor. Ulusoy da yurt dışında daha kirli denizlerden avlanan ürünlere rağmen bu izleme programları sayesinde tüketiciye doğru zamanda doğru ürün sunulabildiğinin altını çiziyor. “Risk içermiyor dememiz için mutlaka yüksek derecede izleme programı ile sürekli takip ediliyor olması lazım. Daha çok tüketilen türlerin her yıl her ay, hatta ayda iki kez olmak üzere farklı bölgelerden örneklenerek hem avlandığı bölgeye, hem de o ürünün diğer sezona göre ne kadar ağır metal içerip içermediğini görebiliyoruz. Türkiye’de şu an bu tip ticari ürünlere yaptığımız ciddi bir izleme programı maalesef yok” diyen Ulusoy, “Tüketiciyi şöyle uyarabiliriz. Bakın bu ayda hamsi tüketimine dikkat edin, belki haftada bir kez yiyin diyebiliriz. Bu tüketiciyi kandırmak değil, ağır metal yok da diyemeyiz, ama bilinçli bir tüketici oluşturup bu kadar sağlıklı bir üründen de mahrum etmemiş oluruz” açıklamasını yapıyor.

Ne kadar balık tüketmeliyiz?

Balık tüketmenin çok sağlıklı ve beslenme açısından önemli olduğunu vurgulayan Kayıhan Pala, “Ancak ağır metallerle kirlenmiş balığı çok sık tüketmek bu sefer sağlığımızı risk altına alabilir. Özellikle balıkçılıkla geçinen, balık ürünlerini sık tüketen hem balıkçılarda hem de ailelerindeki çocuklarda ağır metal birikiminin olduğuna ilişkin bilimsel çabalar var” uyarısını da yapıyor. Ulusoy ise yaptıkları araştırmaların sonuçlarına göre tavsiyede bulunuyor: “Kendimizin ton konservesi üzerine yaptığı çalışmada haftada iki büyük kutunun üzerine çıkılmaması gerektiğini söyleyebiliyoruz. Kabuklular (midye gibi) içinse geçmişte bilim insanlarının ve bizim yaptığımız çalışmaları baz alarak ayda iki porsiyonu geçmeyin diyoruz.”



İletişimde Gerçeklik Çağı

Özgür Gürbüz-Digital Age / 15 Ekim 2020

@ozzgurbuz

Gördüğümüze, okuduğumuza ve duyduğumuza inanıp inanmamayı hiç bu kadar çok dert edinmemiştik. Sorun Türkiye’yle sınırlı değil. Medyadaki tekelleşme, şirketlerin medya sektörüne girmiş olması ve onların ticari ve siyasi ilişkilerinin artması; köklü demokrasilerde bile gelen bilgilerin sorgulanmasını artırdı.

2019 yılı sonunda yapılan bir araştırma ABD’de yaşayan yetişkinlerin yüzde 55’inden fazlasının haberleri sosyal medyadan aldığını gösteriyor[1]. Sosyal medyanın iletişim kanalları içerisindeki payı sadece haber alma konusunda değil, ticari reklamlar ve siyasi iletişimde de artıyor. Elbette bu her şey demek değil. Hedef kitleye ulaşmak kadar onu harekete geçirmek, satın aldırmak, oy attırmak veya bir haberinin paylaşılmasını da sağlamak gerekiyor. Burada “güven” gibi önemli bir faktör de rol alıyor ve çoğu zaman iletişimciler tarafından ihmal ediliyor.

Türkiye’de geleneksel medyaya güven azalıyor

IPSOS’un 2019 başında yaptığı araştırma, gazete ve dergilere “tüm kalbiyle” güvenenlerin oranının dünyada yüzde 9 civarında olduğunu söylüyor. Buna “kısmen” güvenenleri (fair amount of trust) de eklersek oran yüzde 47’ye çıkıyor. Türkiye’de ise bu oran yüzde 43 (tam kalbiyle güvenenler yüzde 6)[2]. Türkiye’de radyo ve televizyonlarda güven oranı yüzde 46’ya, çevrimiçi haber siteleri ve platformlarda yüzde 53’e çıkıyor. Televizyon ve gazetelere güvenmeyenlerin sayısı artarken çevrimiçi kaynaklara güven artıyor.

Türkiye’yi bilenler, “gazetelerde yazılana güvenmeyenler nasıl oluyor da sosyal medyaya güveniyor” diye soruyordur. Bu sorunun yanıtını büyük medya gruplarının yayın çizgilerinde aramak gerek. İnternette kaynaklar daha çok ve geleneksel medyanın dışında birçok haber kaynağı var. Okuyucu muhtemelen haber aldığı kaynakları da değiştiriyor.

Haber kaynağını tanımak önemli

İşin bir de gerçeklik payı var. Türkiye’de yaşayanların yüzde 72’si (dünya ortalamasıyla aynı) daha önceden tanıdıkları bir kişiden gelen habere güveniyor. İnternetten tanıdığı bir kişiden gelen haberlerde ise güven oranı yüzde 46. Bu oran yüzde 27’lerde gezinen dünya ortalamasının üstünde. Tanıdığımız birinin verdiği bilgiye gazetelerden, televizyonlardan çok güveniyoruz. Çevrimiçi mecralarda da bildiğimiz bir kişiden gelen haberlere güvenme oranı kurumsal kimliklerin gerisinde ama geleneksel medyadan yüksek. Her yer böyle değil. Örneğin Almanya’da gazetelere güven, internetten tanıdığınız kişilere oranla daha yüksek.

Güven tesisinde bireylerin ve onları tanıyor olmanın önemini sıkça görüyoruz. İnsanların tanıdığı birine güvenmesinin ardında gerçeklik kavramının yattığını düşünüyorum. Sosyal medyada isimsiz bir hesaptan gelen haberle, bir arkadaştan gelen haberin sorgulanması farklı. “Bir doktor arkadaşım söyledi” diye başlayan ve özellikle WhatsApp üzerinden yayılan yalan haberlere insanların güvenmesinin ardında da bu bireylere duyulan güven var. Haber bir arkadaşın arkadaşını kaynak gösteriyor, yani tanıdık birinden geliyor ve mesajı gönderen de sizin cep telefonunuzda kayıtlı bir başka arkadaşınız. Sonuç, inanmaz dediğiniz insanlar bu haberlere inanıyor ve yayıyor.

Yalan dünyalardan kaçın

Sosyal medyada inandırıcı olmak için gerçeğe yaklaşmak, hedef kitleden biri olmak çok önemli. Herkesin elinde bir cep telefonu olduğunu ve evlerimizin, sokaklarımızın, iş hayatının fotoğraf ve videolarının sürekli paylaşıldığını unutmamamız gerek. İnsanlar gerçek hayatı biliyor ve sizin ne zaman “yalan dünya” kurduğunuzu fark ediyor. Fenomenlerin, siyasetçilerin, gazetecilerin takip edilme sayılarıyla onlara güven duyulmasını çoğu zaman birbirine karıştırıyoruz. İkisi eş zamanlı büyüyor kabul edemeyiz.

Daha çok iletişim güvenin garantisi değil

Güveni daha fazla iletişim yaparak tesis etmek de mümkün değil. Çoğu zaman sosyal medyada siyasal iletişim yapanlar bu hataya düşüyor. Gündem kaçırmamak, devamlı aktif olmanın takipçi getirisi olabilir ama güven getirisi olacağını söyleyemeyiz. Güvene karşı İletişim (Trust versus Communication) adlı çalışmada[3], iyi iletişim becerilerine sahip liderlere oranla güven duyulan liderlerin çalışanlarıyla bir araştırma yapılmış. Çalışanların iyi iletişim kuran liderlerin değil güven duyulan liderlerin olduğu organizasyonlarda bulunmaktan mutlu olduğu ortaya çıkmış. Araştırmayı yapanlardan Joseph Falkman, Forbes’taki makalesinde güven tesisinde üç önemli kıstas olduğuna dikkat çekiyor. “Olumlu iş ilişkisi”, “karşı tarafa işine yaracak yeni bilgi vermek” ve “tutarlı” olmak. Siyasal iletişimcilerin Türkiye’de en çok zorlandığı konu muhtemelen tutarlılık ve şeffaflık (bilgi paylaşımı) olacak. Rüzgâra göre siyaset yapanların güven tesisinde sorun yaşayacaklarını hatırlatmakta fayda var.

Kurgu bir videoya kıyasla bir sokak kamerası ya da cep telefonuna yakalanan bir videonun güven tesisinde şansının daha yüksek olduğunu düşünenlerdenim. Stüdyoda kurulu dört dörtlük bir mutfakta verdiğiniz yemek tarifi yerine evinizdeki dağınık mutfağınızdan gelen bir görüntü, insanların sizi “bizden biri” kabul etmesine ve “tanıdık” statüsüne almasına neden olabilir. Rol yapmadığınız sürece tabi. Bir siyasetçinin hazırlayıp servis etiği videodan çok, destekçisinin cep telefonundan gelen, bulanık bir kayıt öne çıkabilir.

Haber hayatın kendisidir

Televizyon gazeteciliği ve bugün onun yerini alan sosyal medyada da durum farklı değil. Güven kazanmanın bir yolu da gerçeğe yaklaşmak. Sokak röportajlarının etkisi, muhabir faktörü, farklı görüşlere yer vermek unuttuğumuz gerçekliğin önemli parçaları. Seçim döneminde herkesin evine konuk ettiği İlave TV’nin gücü buradan geliyor. Orada konuşan insanlar da sokaklar da tanıdık. Halkı içine kattığınız haberler aslında o haberi tanıdıklaştırıyor. Haberciliğin esasları hâlâ geçerli aslında.

İletişimde gerçeklik çağı yaşanıyor. Trafik kazaları, kedi mamasını deviren kişi, cinayetler, kavgalar, doğal felaketler ya sokak kameralarına ya da bir cep telefonuna yakalanıyor. İnsanlar gerçek görüntüleri görmeye ve ayırt etmeye başladı. Harekete geçiren iletişim diye adlandırdığım işin zor kısmı, iletişimde gerçeklik çağının kabulünden geçiyor. 



[1] Americans Are Wary of the Role Social Media Sites Play in Delivering the News, Pew Research Center, https://pewrsr.ch/31I102V, 30/08/2020.

[2] Trust in the media, IPSOS, 27 ülkede, 19.541 çevrimiçi yetişkinle Ocak-Şubat 2019 aylarında yapılan araştırma.

[3] How Trust Affects Your Ability To Communicate And How To Fix It, https://bit.ly/2G63Hmp 30/08/2020.

Doğalgaz rezervi üzerine

Özgür Gürbüz/21 Ağustos 2020

Türkiye'nin iklim krizinden çıkmak için kömür, petrol ve doğalgazdan vazgeçmesi gerektiğini biliyoruz. Bugünkü haberi iyimser bir yaklaşımla, değerlendirelim. Bulunan gazın fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjiye geçiş sürecinde kullanılacak ithal gazı ikame ettiğini varsayalım.

Bu varsayıma göre ekonomi için iyi haber. Eninde sonunda gaz kullanacaksak Karadeniz'deki gazı kullanırız. Peki, sonra ne yapacağız? Yine ithal gaza mı döneceğiz? Türkiye yılda ~50 milyar m3 gaz tüketiyor. Açıklanan 320 milyar. 6 yıllık rahatlamayla kökten çözüm olmaz.
 
Enerjide net ihracatçı olmak, cari fazla vermek böyle olmaz. Enerjide dışa bağımlılıkta en büyük kalem petrol. Otomotiv sektörünü destekleyerek, her yere duble yol ve havaalanı yaparak petrol tüketimini nasıl azaltacağız? Sorun hammadde yokluğunda değil işin tüketim tarafında.
 
Birkaç örnekle anlatalım. İstanbul'da 2 yakayı birbirine bağlayan 4 karayolu geçişine karşılık 1 demiryolu var. Toplu taşıma teşvik edilmiyor. Amaç otomobil kullanımını artırmak. Osmangazi Köprüsü'nün üstünde demiryolu yok. Olsa İstanbul, Bursa ve İzmir demiryoluyla bağlanırdı.
 
Hızlı trenler, otobüsler değil bireysel araçlar teşvik ediliyor. 4 saatlik yola uçakla gidliyor. Sonuç: Petrol tüketimi artırıyor. Türkiye'de kullanılan petrolün %92'si ithal. Rezerv bulsan ne olacak, tüketim tarafını kontrol etmen gerek. Bulduğun rezerv de bir gün tükenir.
 
Aynı şey doğalgaz için de geçerli. İthal edilen doğalgazın yarıya yakını konut ve hizmet sektöründe yani binalarda kullanılıyor. Son 15 yıldır her yere bina yapıyorsun kaç tanesi enerjiyi verimli kullanıyor? Kaçında yalıtım var? İthal doğalgazı havaya savuruyorsun.
 
İthalatı azaltmak istiyorsan binalarda yalıtımı sıkılaştır, akıllı bina yap. Binalarda %30-50 arasında tasarruf potansiyeli var. Cebin delik, 100 TL atıyorsun 30'u delikten düşüp gidiyor, bu yüzden cebe 130-140 TL atmaya çalışıyorsun. Cebini dik, en büyük rezervi bulursun.
 
Başımızın üstündeki sonsuz enerji kaynağı güneşi görmemeye devam edersek ne iklim krizinden ne de enerjide dışa bağımlılıktan kurtulabiliriz. Pansuman tedbirlerle vakit kaybetmeyin, enerjide dönüşüm şart.