Nükleer santrallerde kaza haftası

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Aralık 2014 

Foto: Die Linke
İlk yangın haberi Belçika’daki Tihange Nükleer Santrali’nden geldi. 30 Kasım günü, öğle saatlerde ajanslara düşen haber, santraldeki üç numaralı reaktörün trafosunda yangın çıktığını söylüyordu. Reaktörde üretim durduruldu ve böylece Belçika’da çalışır durumda bulunun yedi reaktörün üçü çeşitli nedenlerden dolayı elektrik üretememeye başladı.

Arkasından Ukrayna'daki Zaporozhe Nükleer Santrali’nden bir başka kaza haberi geldi. Bu haber dünyada daha çok yankı buldu çünkü kaza 28 Kasım’da gerçekleşti ama Ukrayna Başbakanı Arseniy Yatsenyuk kazayla ilgili açıklamayı tam beş gün sonra 3 Ocak 2014’te yaptı. Bu da “Ukrayna kazanın gerçek boyutlarını gizliyor mu” sorusunu akıllara getirdi. Sovyetler Birliği döneminde meydana gelen ve bugün Ukrayna sınırları içerisinde kalan Çernobil’deki kazanın dünyadan günlerce gizlenmesinin bu önyargıda payı olduğu söylenebilir. Ukrayna’daki çevre örgütleri, nükleer karşıtı gruplar ve aralarında Fransız Nükleer Güvenlik Enstitüsü’nün de bulunduğu kurumlar bir radyasyon tehlikesinden bahsetmiyor.

Kazanın ya da arızanın yardımcı trafoda meydana geldiği belirtiliyor. Yani elektrik transfer sisteminde olmuş, reaktörde değil. Arızanın reaktörü etkilememesi için de reaktör kapatılmış ve bu süreçte de bir sorun yaşanmamış. Yapılan açıklama bu. Umarım öyledir.

Ukrayna’dan gelen haberle başlayan panik havası aslında yersiz değil. Konu nükleer enerji olduğunda şeffaflıktan bahsetmek çok zor. Çernobil ve Fukuşima kazalarının sonuçları konusunda farklı açıklamalar yapılmasının bir nedeni de bu. Olası bir sızıntı veya kazada, doğadaki radyasyonu ölçmek isteyebilirsiniz. Gerek duyacağınız aletlerin hemen hemen hepsi kamunun ya da bizzat nükleer endüstrinin elinde. Sivil toplumun elinde yeterli araç gereç yok. Daha da önemlisi yetki yok. Mersin’de nükleer santral kurulduğunuzu düşünün, şüphelendiğinizde ölçüm yapmak için sizi içeri alacaklarını sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Bergama’da siyanür kullanılan altın madeninde kaza olduğu haberleri gündemde ama meslek odaları, çevre örgütleri bu madene girip bağımsız araştırma yapabiliyor mu? Altın madenini kontrol edemeyen sivil toplum nükleer santrali nasıl denetleyecek? Nükleer santrallerin asıl ürkütücü yanı bu.

Nükleer santrallerde kaza riski "sıfırlanamaz" ve bu risk alınamayacak kadar yüksektir. Belçika ve Ukrayna’daki kazaların benzerlerine o kadar çok rastlanıyor ki, bunlardan birinin yeni bir Fukuşima veya Çernobil olması düşük bir olasılık değil.

Bir diğer sorun da radyasyonla ilgili. Radyasyon gözle görülemez, eğer size söylemezlerse bilemezsiniz. Bilseniz de önlem alma şansınız yok. Koruyucu kıyafetler sizi korusa bile besinlerinizi, yaşam alanlarınızı radyasyondan koruyamaz. Santrallerden havaya bırakılan rutin radyasyon miktarını, nükleer atıkların saklandığı yerde sızıntı olup olmadığını size söylemezlerse öğrenemezsiniz.

Özetle, herhangi bir elektrik üretim biçimiyle nükleer enerjiyi risk ve şeffaflık açısından kıyaslayamazsınız. Kaza nerede olursa olsun sizi bulur. Radyasyondan kaçamazsınız veya onu yok edemezsiniz. Ukrayna'dan gelen haberin yarattığı paniğin ardında aslında bu yatıyor.

***
Kazanın olduğu reaktör Rus malı
Zaporozhe Nükleer Santrali Ukrayna’daki en büyük santral. Bu santralde toplam kurulu gücü 6 bin megavatı bulan 6 reaktör var. Kaza 3 numaralı reaktörde meydana geldi. 3 numaralı reaktörün inşasına 1986 yılında meydana gelen Çernobil kazasından önce başlanmış, 1986 sonunda üretime geçmiş. 28 yaşındaki reaktör, VVER V320 tipi Rus yapımı bir reaktör. VVER-1000 sınıfından. Bu reaktörün biraz gelişmiş bir modelinin (VVER-1200) Mersin Akkuyu'da yapılmak istenen nükleer santralde kullanılması planlanıyor.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kapatılsın

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Kasım 2014

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, geçen hafta Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Yönetmeliği’nde değişiklik yaptı. Golf sahalarından küçük termik ve hidroelektrik santrallere,  50 bin metrekarenin altındaki AVM’lerden kentsel dönüşüm alanlarına kadar birçok ticari faaliyete ÇED muafiyeti getirdi.

ÇED raporları doğru dürüst yapılsa birçok soruna çözüm olabilirdi. Bizde ise uzun zamandır formaliteden öteye geçmiyor. 1993-2012 yılları arasında değerlendirilip ÇED olumlu kararı verilen proje sayısı 2 bin 797. ÇED gerekli değildir kararı verilen proje sayısı da 39 bin 649. ÇED olumsuz kararı verile proje sayısı ise sadece 32.

Formalite diyorum çünkü ÇED raporları artık sahibinin isteğine göre hazırlanıyor, denetimi yapan kuruluşlar da sesini çıkartmıyor. Akkuyu Nükleer Santrali’nin ÇED’ini hazırlayan şirket o raporda nükleeri kömür santraline karşı avantajlı bulurken, aynı şirket Sinop Gerze’deki termik santral için hazırladığı raporda kömürü övüp nükleeri, güneşi ve rüzgarı beğenmiyor. Mersin’e kurulmak istenen nükleer santralin ÇED raporunu açın okuyun. Lise dönem ödevi gibi, sağdan soldan aldıkları bilgiler bilimsel veriymiş gibi derlenmiş.

1993’te hayatımıza giren ÇED raporları, bir endüstri tesisi veya ticari işletme açmadan önce onun çevreyi nasıl etkileyeceğini yazdığınız, bu etkileri önlemek için nelere dikkat edilmesi gerektiğini belirttiğiniz ve alternatif yöntemlerle karşılaştırma yaptığınız bir plan aslında. Buraya termik santral kurarsak yandaki tarlalar zarar görür, havaalanı kurduğunuz yerde önemli bir kuş konaklama alanı var, bu da uçakların düşme tehlikesini arttırır dediğiniz bir belge. Elinizde böyle bir belge varsa hata yapma şansınız azalır, zarar en aza indirilebilir. Şimdi ise durum daha da kötüleşti.

·         100 odanın altında otel yapıyorsanız ÇED’e gerek yok!
·         Yıllık 30 bin tondan az üretim yapan balık çiftliğiniz varsa ÇED’e gerek yok!
·         İki kilometreden küçük havaalanı, 100 kilometreden kısa demiryolu için ÇED’e gerek yok!
·         Tuz çıkarıyorsanız, orman ürünlerini işliyorsanız ÇED’e gerek yok!
·         Isıl gücü 300 megavattan az termik santral, kurulu gücü 10 megavattan az HES yapıyorsanız ÇED’e yine gerek yok!

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı tebrik etmeli. İş dünyasını büyük bir formaliteden kurtardılar. Bilmeyen bizim, golf sahalarını Belek’teki gibi ormanın içine yaptığımızı sanır; halbuki hepsi uzayda!

Balık çiftliklerine ÇED istenirse çevreye zarar verdiği düşünülebilir. Oysa ki, çiftliklerin etrafındaki suda meydana gelen renk değişimi, balıkların neşe içinde oynaşmasındandır.

Termik santral kötüdür diyen cahildir. Yatağan ve Elbistan’da çiftçinin termik santral yüzünden ürün kaybı yaşayıp tazminat alması da mahkemenin iş bilmezliği değil midir?

HES’lerin doğaya zarar verdiği bir söylenti. Yapılan iş, doğru dürüst akmasını bilmeyen nehirlerin terbiye edilmesidir. Bunun, çevreye etkisi mi olur?

Memlekette oteller orman alanına yapılmaz ki değerlendirmesi olsun? Demiryolu, uçak pisti dediğin uzadıkça çevreye zarar verir. Kısa olursa en güzel tarım arazisinin, ormanın üzerinden bile geçebilir. Toprağın ruhu duymaz.

Orman, ağaç dediğin zaten işlendikçe güzelleşir. Orman ürünlerinin kesilip biçilmesinin bir planı, raporu mu olur? Ağaçlar kesiliyorsa o ÇED raporları için harcanan kâğıtlar yüzünden.

Madem öyle, siz en iyisi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı kapatın. Kentleri zaten müteahhitler yapıyor. Çevreye zarar veren projelere sesinizi çıkartmıyorsunuz. Bu değişiklikten sonra belli ki denetlemeyeceksiniz bile. Denetleme yapacak yeterli personel var mı o da şüpheli. Atama bekleyen çevre mühendisleri aylardır bu konuya dikkat çekiyor. Kısacası; ormanları, nehirleri, havayı ve suyu korumayacaksanız size de gerek yok.

Atıkların kontrolü, kaydı, kimyasalların doğaya salınması gibi konuları da dert etmeyin. Bizim kapı gibi esnafımız var. Onlar hem jandarma, hem polis, hem hakim hem de çevre uzmanıdır. Salın esnafı doğaya, bakın çevre sorunu kalıyor mu?

Yoksulluğun fotoğrafı

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Kasım 2014

Bu ülkede mutluluğun resmini yapabildik mi bilmiyorum ama yoksulluğun fotoğrafını çektik. Hem de yaratılan yalan dünyayı koruma gayretleri, medyada doruğa çıkmış olmasına rağmen.

İçlerinde Birgün’ün de olduğu birkaçı dışında diğer gazeteler hükümetin kontrolü altında. Televizyonlar, internet siteleri ve radyolar da öyle. Twitter dahil, sosyal medyada bile sansür ve manipülasyon işbaşında. Muhalefet, medyanın gücünü küçümsemenin ve elini taşın altına koymamanın bedelini ağır ödüyor. Bir avuç gazeteci yıllardır söylüyorduk ama Gezi’ye kadar kimse o bir avuç gazeteciye inanmadı. Tüm bu baskı ve kontrole rağmen Ermenek’te oğlunu yitiren Recep Gökçe’nin fotoğrafını tüm Türkiye gördü. Soma’da ölen işçileri, asansör faciasında yitirilen canları bültenlerine, sayfalarına almak zorunda kaldılar. Malum medyanın değiştiğinden değil, ölümlerin ardı arkası kesilmediğinden. Mızrak çuvala sığamaz halde artık.

Bu ülkede onlarca gazete ve ekonomi sayfası var. Hangi sıradan günde, Recep Gökçelerin dertlerinin haber olduğunu gördünüz? Hangisi Torun Center’daki asansör kazasında ölen Hıdır Ali Genç’in ailesinin şirket aleyhine açtığı 1,5 milyon TL’lik davayı sonuna kadar takip edecek. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre AKP’nin 12 yılında en az 14 bin 455 işçi yaşamını yitirmiş. Kaç tanesinin haberini okudunuz, ölümlerden sorumlu şirketlerden kaç tanesinin adı o sayfalarda yazıldı? Gazeteleri siz alıyorsunuz ama onlar reklam verenlerin haberlerini yapıyorlar. O sayfalarda ölen işçilerin dertleri değil, sorumluların başarı öyküleri yer alıyor. Varsılların hikayelerini her gün okuyorsunuz ama yoksulların haberleri sadece kara günlerde yayınlanıyor. Sizce ekonomi sadece varsıllarla, parası çok olanlarla mı ilgilenir? Ekonomi kanallarına dikkatle bakın, anlattıkları hep parası olanın nasıl daha çok para kazanacağıdır. Borsa, altın ve döviz fiyatlarından bahsedince, falanca şirket filanca miktar yatırım yaptı deyince ekonomi haberciliği yapmış olur muyuz? Asgari ücret, sendikal haklar, iş güvenliği ve sosyal güvenceler ekonomi programlarında konuşulmayacak da nerede konuşulacak? Evlilik programlarında mı?

Bağımsız medya işte bu yüzden önemli. Dünyanın en büyük 17. ekonomisi diye masallar anlatılan Türkiye’de Recep Gökçe’nin fotoğrafını gördüğünüzde şaşırmamamız için bağımsız medya var. Kömür madenlerinde, o şartlarda ekmek parasına çıkaranlar olduğunu kaza olmadan önce duymamız için var. Ülkede hükümet eliyle yaratılan büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün işçiler, köylüler kurban edilmesin diye bu inat.

Bizlere düşen, gözümüze pembe gözlükleri takmak isteyenlere değil, gerçekleri anlatanlara destek olmak. Keyfimiz kaçsa da, haberler canımızı sıksa da, aldığımız gazetede renkli fotoğraflar, son dakika haberleri olmasa da, inatla bağımsız medyaya destek olmalıyız. Türkiye’deki 10 bin kişinin şatafatlı hayatını değil milyonların derdini anlatan televizyon kanallarına bakmalıyız. Görüntü kalitesi, spikerin acemiliği beklentilerimiz karşılamasa da sabretmeliyiz. Elinizde tuttuğunuz şu gazete en iyi örnek. 5 binlerden 26 binlere yükselen tirajı, değişen baskı kalitesi ve sayfa düzeniyle Birgün bugün medyanın yüz aklarından biri. O beş bin okur, ellerine bulaşan mürekkep, imla hataları ve yetersiz habercilik yüzünden Birgün’den vazgeçseydi, bugün daha az kişi yolsuzluklardan haberdar olacak, tapeleri okuyacaktı. 

Çağrım sadece okuyuculara, izleyicilere değil. Mesleğe yeni adım atan gençlere de sesleniyorum. Size gazeteciliği, gücü elinde tutanlara mikrofon tutmak, bildik soruları sormak diye anlatanlara inanmayın. Gazetecilik, ayakkabı alacak parası olmayanları oğlunun cenazesinde görmeden önce yazmaktır. Gerçekleri herkes kabullendikten sonra yazmak kolay ama asıl gazetecilik gerçeği kimsenin duymak istemediği zamanda yazmaktır. Bugüne kadar nasıl yaşıyorsak bundan sonra da öyle yaşayamayız. Biz değişmeden hiçbir şey değişmeyecek. Böyle gelecek bahar.

Kömür ve dışa bağımlılık

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Kasım 2014

Yırca'da yeni zeytin fidanları dikildi. Foto: Greenpeace
Yırca’da altı bin zeytin ağacının termik santral için kesilmesinin ardından konu yine enerji ihtiyacı ve dışa bağımlılığa geldi. Türkiye’nin elektrik talebinin hükümetin umduğu ve istediği gibi artmadığını, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği potansiyelinin ihtiyaca yeteceğini defalarca yazdık. Kömürü savunanlar da durumun farkında. Şimdi ellerindeki tek kozu, dışa bağımlılığı bahane ederek yerli kömürü savunmaya çalışıyorlar. 60 milyar dolarları bulan enerji ithalatını işaret ederek, deyim yerindeyse aba altından sopa gösteriyorlar.

AKP iktidara geldiği ilk günden beri enerjide dışa bağımlılığı azaltmaktan bahsediyor. Bu amaca ulaşmak için de Türkiye’deki tüm hidroelektrik ve yerli kömür potansiyelini kullanmak gibi ‘çılgın’ bir hedef belirledi. Her dereye HES kuruldu,  her kömür madenine işçiler indi.  Peki ya, sonuç? AKP iktidara gelmeden önce, 2001 yılında Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 65’di. Şimdi yüzde 73’ü geçti.

Başarısız oldular çünkü enerjide izledikleri politikalar neredeyse benim kadar eski. Asıl sorunun talebi yönetmek olduğunu göremediler. Enerji ithalatı faturasının bel kemiğini oluşturan petrolü konuşmadılar bile. İnşaat ve otomobil endüstrisiyle sürdürdükleri yakın ilişki nedeniyle petrol kullanımını teşvik ettiler. Toplu taşıma yerine otomobilleri, demiryolları yerine otoyolları desteklediler. Her yer köprü oldu, her yere köprülü kavşak kuruldu.

Şu 60 milyar dolarlık enerji ithalatı meselesine de açıklık getirelim. 2012’deki 60 milyar dolarlık ithalat faturasının yarısından fazlası (31,5 milyar dolar) ham petrol ve petrol ürünlerine ait. Petrolden artık elektrik üretilmiyor veya ısınmada kullanılmıyor. İstediğiniz kadar kömür çıkarın petrolü kömürle ikame edemezsiniz İkinci büyük kalem ise doğalgaz. 23 milyar dolarlık bu faturanın neredeyse yarısı sanayi ve konutlara ait. Buradaki ithalatı azaltmak için kentlerde doğalgaz yerine kömür yakılmalı. İnsanları hava kirliliğinden ölmeye ve binlerce lira harcayarak kurdukları doğalgaz sistemlerini söküp, kömür sobası kurmaya ikna ederseniz tabi. Geriye 23 milyar doların diğer yarısı kalıyor; doğalgaz santralleri. Bunları kapatıp elektriği yerli kömürden üretebiliriz. Asit yağmurlarını, külü ve iklim değişikliğini sevmek kaydıyla. Bir de bu santral sahiplerini kapatma konusunda ikna edeceksiniz. Ellerinde, çoğu bu hükümet tarafından verilmiş üretim lisansları olan dev şirketlerden bahsediyoruz.

Yerli kömürü teşvik politikaları da işe yaramadı. 2001-2011 arasında taşkömürü üretimi aynı kaldı. Linyit üretimi sadece 10 milyon ton arttı ama aynı dönemde kömür ithalatı 7 milyon tondan 24 milyon tona çıktı. Çünkü Türkiye’yi kömür cennetine çevirdiler. Termik santrallerin üzerindeki çevre baskısını kaldırdılar. Filtreymiş, tozmuş umursamadılar. İklim değişikliği rafa kalktı, dünyanın bütün kömürcülerine davetiye çıktı. Bu ülkede doğalgazın, LPG’nin, motorinin ÖTV’si var, ithal Sibirya kömürünün yok. Kömürün önünü açmak için attıkları her politik adım ithal kömüre de davetiye çıkardı. Sonuç ortada. Türkiye’nin en güzel kıyılarında, orada kömür olmamasına rağmen santral kuruluyor. AKP’nin kömüre verdiği açık çek, bu ülkenin zeytinini, denizini ve ormanını bitirecek.

Doğalgazdan şikayet edip aslında doğalgaz kullanımını teşvik ettiler. Merkezi ısıtma sistemlerinden kombilere geçtik. TOKİ 12 yılda 700 bine yakın konut yaptı. TOKİ’nin yaptığı bu konutların kaç tanesi iyi yalıtımlı bir evden bile neredeyse 10 kat daha az enerji harcayan ‘pasif ev’ acaba? Pasifi bıraktım, kaç tanesi doğru dürüst bir yalıtıma, çatısında güneşten elektrik üreten panellere, su ısıtıcılarına sahip. TOKİ’nin yüreği çimentodan değilse açıklasın. Sadece TOKİ mi? Standartları düşük tutarak özel sektöre benzer enerji canavarı evleri kurma özgürlüğünü bu hükümet vermiyor mu? İşte bu yüzden enerjide dışa bağımlılık son 12 yılda azalmadı, arttı.