Dün dünyanın gözü "67P" adlı kuyruklu yıldıza yapılan tarihi
yolculuktayken, Çin'in başkenti Pekin’de daha yakını, atmosferi
ilgilendiren önemli bir karar alındı.
Özgür Gürbüz-BBC Türkçe/13 Kasım 2014
İklim değişikliğini durdurma konusunda şu ana kadar çekingen davranan ABD ve Çin ilk kez birlikte sera gazı salımlarını azaltacaklarını taahhüt edip, tarih verdi.
Dünyanın atmosfere en fazla sera gazı salan iki ülkesinin kararı, önümüzdeki yıl Aralık ayında Paris'te yapılacak Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 21. Taraflar Toplantısı (COP 21) öncesi umutsuzluğa kapılanlara moral verdi.
ABD, 2025'e kadar sera gazı salımlarını 2005'e göre yüzde 26 ile 28 oranında azaltmayı taahhüt etti. Daha önceki belirlediği hedef ise salımlarını 2020'ye dek yüzde 17 azaltmaktı.
Çin ise salımları 2030 yılından itibaren azaltacağını açıkladı ancak bir oran vermedi.
Ama tabii ki karbon salımlarının yüzde 45’inden sorumlu iki ülkenin birlikte yaptığı açıklama önemli.
Kamuoyunda bu hedeflerin yeterliliği tartışılsa da, sera gazı salımlarının bağlayıcı hedeflerle azaltılmasını şart koyan Kyoto Protokolü'nü imzalamayan ABD'nin ilk kez sorumluluk alması gözardı edilemez.
Pekin'in de sorumluluk alacağını açıklaması da bir dönüm noktası sayılır. Zira Çin 2005'te atmosfere en fazla sera gazı salan ülkeydi.
İklim değişikliği ile mücadelede artık sadece gelişmiş ülkeler değil, gelişmekte olan ülkeler de sahnede.
ABD ve Çin'in kararının, özellikle onların tavrını bahane ederek müzakerelerden kaçan ülkeleri zorda bırakacağı kesin.
Türkiye'yi zor günler bekleyecek
Sera gaz salımları sırasında bu iki ülkeyi takip eden Avrupa Birliği (AB) de 2030'a dek salımları en az yüzde 40 azaltacak.
Bu durumu da düşünürsek, salımların yüzde 55'inden sorumlu ülkelerin ellerini taşın altına koyduğunu söyleyebiliriz.
Tüm bunlar, Paris'teki zirvede Kyoto'nun yerini alacak yeni bir küresel anlaşmanın imzalanması beklentileriyle örtüşüyor.
Paris'te bir sürpriz olmazsa, iklim değişikliği yeni bir anlaşmayla tekrar dünya gündeminin ilk sıralarına taşınacak.
Bugüne dek küresel bir anlaşma sağlanamayacağına umut bağlayıp, gerekli hazırlıkları yapmayan ülkeleri de zor günler bekleyecek. Türkiye de bunlardan biri.
Bağlayıcı hedef konmadı
Türkiye'nin sera gazı salımları 1990'dan bu yana yüzde 133,4 oranında arttı. Ancak Ankara şu ana kadar kendisine bağlayıcı ve ölçülebilir bir hedef koymadı.
Kyoto Protokolü'ne yürürlüğe girdikten sonra imza atan ve hedef koymayan Türkiye’nin sürecin içinde yer aldığını düşünürsek, Paris'ten çıkacak yeni bir anlaşmanın dışında kalması zor.
Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların kullanımının hızla artması, Türkiye'nin Ankara'nın işini zorlaştırıyor.
Türkiye'nin sera gazı salımlarının yüzde 70'den fazlasından enerji sektörü sorumlu.
Türkiye, Çin veya ABD kadar sera gazı salmasa da, kişi başına düşen emisyon miktarı (Yılda 5,9 ton) dünya ortalamasının üstünde. Üstelik artış hızı yavaşlamazsa, Paris'te imzalanması beklenen yeni anlaşmanın yürürlüğe gireceği 2020'de bu rakam 7 tonu geçecek.
2012'de 28 AB ülkesinde bir kişinin yıllık sera gazı salımı ortalama 8,9 tondu.
AB’nin indirim hedefleri nedeniyle bu rakam sürekli azalıyor ve 2020'de Türkiye'nin AB ortalamasını yakalayacağını söylemek falcılık olmaz.
Bu da Türkiye'nin en önemli bahanelerinden birinin daha geçerliliğini yitirmesi anlamına gelecek.
"Sonuç çıkmaz" stratejisi değersiz
Sadece gelişmiş ülkeler değil, gelişmekte olan ülkeler de sera gazı salımlarını azaltmayı taahhüt ediyor.
23 Eylül’de New York’ta yapılan zirvede 2020'ye dek salımlarını emisyonlarını Endonezya yüzde 26, Malezya ise yüzde 40 oranında azaltmayı taahhüt etti. Bu oran Uruguay için ise 2030’a kadar yüzde 85.
Türkiye'nin şu ana kadar yürüttüğü, "İklim görüşmelerinden sonuç çıkmaz ve kimse bizim kapımızı çalmaz" stratejisinin artık bir değeri yok.
Acilen yeni ve gerçekçi bir eylem planı hazırlanmalı.
Kömürü zeytine yeğleyen bir enerji-çevre politikasının bu önemli sorumluluğun altından kalkıp kalkamayacağını hep birlikte göreceğiz.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Onlar hepimizin gözyaşları
Özgür Gürbüz-BirGün/9 Kasım 2014
Soma’nın Yırca
köyünde kesilen 6 bin civarındaki zeytin ağacı için ne yazsak boş. Hiçbiri
Yırca Köyü Muhtarı Mustafa Akın’ın CNN Türk canlı yayınındaki gözyaşları kadar
etkili olmayacak ama yazmak, hatırlatmak, sorgulamak ve Yırcalıların hakkını
aramak zorundayız.
Danıştay’ın
kararını beklemeden zeytin ağaçlarını keserek aslında bu ülkede hukuku ağlattılar.
Kararmayı
bekleyen zeytini, ağacın dalına konan kuşu
ağlattılar.
Zeytinlerine
güvenerek gelecek yıl evde pişirecek aşı olacağını düşünen kadınları ağlattılar.
İş ve aş
bulamayacakları için göç etmek zorunda kalacak çocukları ağlattılar.
Yokluk içinde
vara şükreden köylüyü ağlattılar.
Birkaç yıl
sonra, aynı Soma’da, Ermenek’te olduğu gibi, tarım toprakları işgal edildiği
için can yoldaşlarını madenlere yollamak zorunda kalacak eşleri ağlatacaklar.
Babalarını kömür ocağına veren çocukları, yer altında kuru ekmeği paylaştıkları
işçi arkadaşını ve tüm Türkiye’yi ağlatacaklar.
40-50 yıl
çalışacak, çalışırken de toprağı, havayı, iklimi karartacak bir termik santral
için yüzlerce yıl hayatta kalan ve tüm yaşamı boyunca zeytin veren ağaçları
feda etmekten çekinmediler. Daha zengin olmak için kömür madenlerinde,
inşaatlarda onlarca işçinin hayatını riske atmaktan da çekinmeyecekler. Dur
demek, doğrunun bu olmadığını anlatmak zorundayız. Televizyonlarda, gazetelerde
her gün ağlayan insanlar görmek içinizi acıtmıyor mu? Mayıs’ta Soma’da madenci
yakınları, Eylül’de İstanbul’da asansör kazasında ölen işçilerin yakınları, Ekim’de
Ermenek’te yine madenci yakınları, Isparta’da tarım işçilerinin yakınları
gözyaşlarıyla acılarını dindirmeye çalışıyordu. Liste uzayıp gidiyor.
Yapılan ne
basit bir ağaç kıyımı ne de zorunlu bir kalkınma hamlesi. Elektrik ve termik
santral da bahane. Türkiye’nin elektrik talebi, ekonominin de yavaşlamasıyla
umulduğu gibi artmıyor. TEİAŞ’ın 2012’de yaptığı en düşük tahminde elektrik
talebinin her yıl en az yüzde 6,5 oranında artacağı söyleniyordu. 2012’de artış
yüzde 5,1’de kaldı. 2013’te ise sadece yüzde 1,3 oldu. İşin garibi, aynı
raporda artacağı beklenen talebi karşılanması için ülkedeki santrallerin kurulu
gücünün 2014 sonunda 64 bin megavatı bulması gerektiği belirtiliyordu. Şu anda
bu hedefin çok üzerindeyiz, 69 bine yaklaştık. Santral çok, talep yok.
Türkiye’de elektrik açığı da yok. Buna rağmen santral yapımı hız kesmiyor.
Demem o ki,
Soma’da Danıştay’ın kararı bile beklenmeden ağaç kesiliyorsa bilin ki bunun
ülke menfaatiyle, elektrik talebiyle bir ilgisi yok. Zeytinler Kolin Şirketler
Grubu’nun kâr hırsına kurban gitti. Talep önümüzdeki yıllarda beklenmedik bir
şekilde artsa bile, o santralin üreteceği elektriği daha ucuza ve temize
üretecek onlarca seçenek var. Türkiye’nin
resmi belgelerde belirtilen elektrik tasarruf potansiyelinin yüzde 4’ü
değerlendirilse o santrale gerek kalmaz. Yazın bunu bir kenara. Dengesizin
biri çıkar da, “elektrik lazım, büyümemiz lazım” derse tek tek okursunuz.
Ağaçlar
kesildi ama toprak orada. Şimdi, o topraklara yeniden fidan dikmeliyiz. Kömür
tozunun, külün toprağı işgaline izin vermeden harekete geçmeliyiz. Zeytin ağacı
beş, bilemedin 10 yılda ürün verir. O zamana kadar köylülerin ihtiyacını da, bu
yasadışı kesime izin veren devlet karşılamalı. Para var, Cumhurbaşkanı’na yeni
alınan uçağı satar köylülere maaş bağlarız. Olmadı, kaçak sarayın bin odasından
yüzünü kiraya veririz. Milletin malı bu kara günler için var. Köylüsü, üreteni
açıkta yatarken, “devletin büyüğü” zaten sarayda yatmaz. Ben umudumu kaybetmedim.
Ne bu ülkeden, ne de AKP’ye oy veren dostların yüzünü bir gün saraya değil, o
sarayı inşa eden emekçiye çevireceğinden.
Daha güçlü bir çevre hareketi için notlar-1
Özgür Gürbüz/4 Kasım 2014
Bugün Türkiye'nin dört bir yanında çevre mücadelesi veren onlarca grup var. Herkesin ağacına, kentine, deresine ve ormanına sahip çıkması sevindirici. Bu yerel, küçük eylemler çevre hareketinin yayılması, yeni insanların katılmasına da yol açıyorsa elbette ileride daha güçlü bir çevre/yeşil hareketten söz etmemiz mümkün.
Artık biliyoruz ki Munzur'da ve Alakır'da verilen mücadeleler birbirinden farklı değil. Validebağ ile Edirne, Bergama ile Kazdağları, İstanbul ile Ankara aynı sorunlarla ve o sorunları yaratan aynı zihniyetle mücadele ediyor. Konuşulmamış, kağıda dökülmemiş bir birliktelikten bahsediyoruz. O halde, bu hareketlerin yerelde olduğu kadar merkezi politikaları değiştirme adına da güçlerini birleştirmeleri gerekir. Bu birleşmenin merkezinde bir siyasi parti de olabilir, bir platform da. Mevcut partilerin bunu yapamayacağını az çok hepimiz biliyoruz. Hem bileşenler hem de partiler tarafında, bir çatı altında birleşmede, çevre dışındaki konularda ortaklaşmada sorunlar var. O yüzden mutlaka bir siyasi parti formatına ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum (olsa daha iyi ama...).
Çevre hareketinin bir politika birlikteliğine, aynı anda aynı sesi çıkartmasının gerekliliğine vurgu yapmak istiyorum. Farklılıkları ve renklerin keskinliğini de unutmuş değilim. Türkiye'deki grupların birbirine bir o kadar yakın ama bir o kadar da uzak durduğunu da biliyorum. Yine de ortak noktalar, ortak söylemler var. Birlikte büyük mitingler, şenlikler düzenleyebilriz. Tüm Türkiye'yi bir baştan bir başa dolaşabiliriz.
Demem o ki, çevre hareketi her zaman Gezi'yi hatırlamalı. Oradaki gücün, farklı çiçeklerin aynı şarkıyı aynı anda söylemesinden geldiğini unutmamalı.
Bugün Türkiye'nin dört bir yanında çevre mücadelesi veren onlarca grup var. Herkesin ağacına, kentine, deresine ve ormanına sahip çıkması sevindirici. Bu yerel, küçük eylemler çevre hareketinin yayılması, yeni insanların katılmasına da yol açıyorsa elbette ileride daha güçlü bir çevre/yeşil hareketten söz etmemiz mümkün.
Artık biliyoruz ki Munzur'da ve Alakır'da verilen mücadeleler birbirinden farklı değil. Validebağ ile Edirne, Bergama ile Kazdağları, İstanbul ile Ankara aynı sorunlarla ve o sorunları yaratan aynı zihniyetle mücadele ediyor. Konuşulmamış, kağıda dökülmemiş bir birliktelikten bahsediyoruz. O halde, bu hareketlerin yerelde olduğu kadar merkezi politikaları değiştirme adına da güçlerini birleştirmeleri gerekir. Bu birleşmenin merkezinde bir siyasi parti de olabilir, bir platform da. Mevcut partilerin bunu yapamayacağını az çok hepimiz biliyoruz. Hem bileşenler hem de partiler tarafında, bir çatı altında birleşmede, çevre dışındaki konularda ortaklaşmada sorunlar var. O yüzden mutlaka bir siyasi parti formatına ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum (olsa daha iyi ama...).
Çevre hareketinin bir politika birlikteliğine, aynı anda aynı sesi çıkartmasının gerekliliğine vurgu yapmak istiyorum. Farklılıkları ve renklerin keskinliğini de unutmuş değilim. Türkiye'deki grupların birbirine bir o kadar yakın ama bir o kadar da uzak durduğunu da biliyorum. Yine de ortak noktalar, ortak söylemler var. Birlikte büyük mitingler, şenlikler düzenleyebilriz. Tüm Türkiye'yi bir baştan bir başa dolaşabiliriz.
Demem o ki, çevre hareketi her zaman Gezi'yi hatırlamalı. Oradaki gücün, farklı çiçeklerin aynı şarkıyı aynı anda söylemesinden geldiğini unutmamalı.
Çocuklar koruda oynarsa
Özgür Gürbüz-BirGün/2 Kasım 2014
Validebağ
Korusu’nda kepçeler toprağı kazdıkça Soma’da zeytin ağaçları sökülecek. Soma’da
zeytinler söküldükçe Ermenek’te, Elbistan’da ve Zonguldak’ta maden işçileri ocağa
inecek. Hükümetin görmek ya da göstermek istemediği, birçoğumuzun da göremediği
gerçek bu. Hepsi birbirine bağlı. Validebağ ne kadar direnirse, Karaman’da
analar o kadar az ağlayacak. Soma’nın Yırca köyünde zeytin ağaçları termik
santrale feda edilmezse, Ermenek’te babalar, “Gitti mi benim oğlan, saklamayın” diye gazetecilere sormak zorunda
kalmayacak. Cinayet sadece madenlerde işlenmiyor. Şebekenin işbirlikçileri de
kentlerde çalışıyor. Bir başka deyişle, İstanbul’daki cinayeti durduramazsak,
Anadolu’daki şebekeyi de çökertemeyiz.
İstanbul’da
tanıdığım iki küçük Mahir var. Biri
Şişli’de oturuyor. Şişli’deki Mahir kalkar kalkmaz ışıkları açıyor. Oturduğu
apartman dairesi binalarla çevirili olduğu için evin odaları güneş görmüyor. Mahir
oynamak için sokağa da çıkamıyor. Ara sokaklara kadar her yer otomobil, top
sektirecek boş bir alan yok. O yüzden bilgisayarı devamlı açık. Tüm oyunları ve
arkadaşları orada. Babası spor yapsın, sağlıklı büyüsün diye paraya kıyıp onu
yakındaki bir spor salonuna yazdırmış. Salona gitmek için ya arabaya ya da
metroya biniyorlar. Salonda yüzme havuzu da var. Havuz suyu hep sıcak,
elektrikle 24 saat ısıtılıyor. Mahir ne
yapsa, enerji harcıyor. Ağaç görmek istiyor, annesi Mahir’e televizyonda belgesel
kanalı açıyor. Mahir’in her adımında Yırca’da zeytinliklerden bir dal kopuyor.
Termik santrale bir tuğla taşınıyor, santralde yakılacak kömürü çıkarmak için
Ermenek’te bir işçi madene iniyor. Mahir’in
hiç suçu yok, kimse ona sormamış, seçme hakkı vermemiş.
İstanbul’da
tanıdığım diğer Mahir Üsküdar’da oturuyor. Mahir her sabah oyun oynamak için
Validebağ Korusu’na gidiyor. Koşuyor, ağaçlara dokunuyor, zıplıyor arada bir de
düşüyor ama yer toprak, hiçbir şey olmuyor. Kalkıp yeniden koşuyor. Tüm bu
koşuşturma sonucu harcadığı tek enerji annesinin yaptığı yemeklerden aldığı
kaloriler.
Mahirler,
Zeynepler, Mehmetler ve Kübralar parkta oynadıkça, kent betona boğulmadıkça
Yırca’daki zeytin ağaçları köklenmeyecek. Soma’da termik santral kurulmayacak
ve maden ocaklarında dayıbaşı, “hadi”
diye işçinin omuzuna vurmayacak. Çocuklar
eğlenmek için enerji ve para değil zaman harcayacak. Ne bu kadar kömüre
ihtiyaç olacak ne de yeraltında çalışan işçilere. Merkezinde enerjinin olduğu
sistem yavaşladıkça, talep düştükçe enerji üretim yöntemleri de değişecek.
Kömür imparatorluğunun yerini güneş uygarlığı alacak.
Tablet
bilgisayarını evde bırakan çocuklar koruda eşitlenecek. Varsıl ve yoksul
çocuklar aynı ağaçlara dokunacak. Hepsinin
cebine eşit miktarda toprak kaçacak. Mutluluk ucuza gelecek. Birlikte
oynayan çocuklar birbirlerini daha iyi anlayacak ve belki de birçok sosyal
sorunumuzu da geride bırakacağız.
Çocuklar
Koru’da oynarsa harcanan enerji, tüketilen eşya, yoktan var edilen ihtiyaçlar
üzerinden para kazanma devri bitecek. Çocuklar birlik olacak, birbirini
kollayacak. Validebağ’ı rantçılara vermeyecek. Hükümetin, işverenin sevdiği
sendikaya girdi diye işten kovulan oyun arkadaşına sahip çıkacak. Koru’da
çocuklar birlikte oynayabilirse bu kâbus bitecek. O yüzden Gezi’yi sevmediler
ve yine o yine o yüzden Validebağ’dan korkuyorlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)