Daha güçlü bir çevre hareketi için notlar-1

Özgür Gürbüz/4 Kasım 2014

Bugün Türkiye'nin dört bir yanında çevre mücadelesi veren onlarca grup var. Herkesin ağacına, kentine, deresine ve ormanına sahip çıkması sevindirici. Bu yerel, küçük eylemler çevre hareketinin yayılması, yeni insanların katılmasına da yol açıyorsa elbette ileride daha güçlü bir çevre/yeşil hareketten söz etmemiz mümkün. 

Artık biliyoruz ki Munzur'da ve Alakır'da verilen mücadeleler birbirinden farklı değil. Validebağ ile Edirne, Bergama ile Kazdağları, İstanbul ile Ankara aynı sorunlarla ve o sorunları yaratan aynı zihniyetle mücadele ediyor. Konuşulmamış, kağıda dökülmemiş bir birliktelikten bahsediyoruz. O halde, bu hareketlerin yerelde olduğu kadar merkezi politikaları değiştirme adına da güçlerini birleştirmeleri gerekir. Bu birleşmenin merkezinde bir siyasi parti de olabilir, bir platform da. Mevcut partilerin bunu yapamayacağını az çok hepimiz biliyoruz. Hem bileşenler hem de partiler tarafında, bir çatı altında birleşmede, çevre dışındaki konularda ortaklaşmada sorunlar var. O yüzden mutlaka bir siyasi parti formatına ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum (olsa daha iyi ama...).

Çevre hareketinin bir politika birlikteliğine, aynı anda aynı sesi çıkartmasının gerekliliğine vurgu yapmak istiyorum. Farklılıkları ve renklerin keskinliğini de unutmuş değilim. Türkiye'deki grupların birbirine bir o kadar yakın ama bir o kadar da uzak durduğunu da biliyorum. Yine de ortak noktalar, ortak söylemler var. Birlikte büyük mitingler, şenlikler düzenleyebilriz. Tüm Türkiye'yi bir baştan bir başa dolaşabiliriz.

Demem o ki, çevre hareketi her zaman Gezi'yi hatırlamalı. Oradaki gücün, farklı çiçeklerin aynı şarkıyı aynı anda söylemesinden geldiğini unutmamalı.

Çocuklar koruda oynarsa

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Kasım 2014

Validebağ Korusu’nda kepçeler toprağı kazdıkça Soma’da zeytin ağaçları sökülecek. Soma’da zeytinler söküldükçe Ermenek’te, Elbistan’da ve Zonguldak’ta maden işçileri ocağa inecek. Hükümetin görmek ya da göstermek istemediği, birçoğumuzun da göremediği gerçek bu. Hepsi birbirine bağlı. Validebağ ne kadar direnirse, Karaman’da analar o kadar az ağlayacak. Soma’nın Yırca köyünde zeytin ağaçları termik santrale feda edilmezse, Ermenek’te babalar, “Gitti mi benim oğlan, saklamayın” diye gazetecilere sormak zorunda kalmayacak. Cinayet sadece madenlerde işlenmiyor. Şebekenin işbirlikçileri de kentlerde çalışıyor. Bir başka deyişle, İstanbul’daki cinayeti durduramazsak, Anadolu’daki şebekeyi de çökertemeyiz.

İstanbul’da tanıdığım iki küçük Mahir var. Biri Şişli’de oturuyor. Şişli’deki Mahir kalkar kalkmaz ışıkları açıyor. Oturduğu apartman dairesi binalarla çevirili olduğu için evin odaları güneş görmüyor. Mahir oynamak için sokağa da çıkamıyor. Ara sokaklara kadar her yer otomobil, top sektirecek boş bir alan yok. O yüzden bilgisayarı devamlı açık. Tüm oyunları ve arkadaşları orada. Babası spor yapsın, sağlıklı büyüsün diye paraya kıyıp onu yakındaki bir spor salonuna yazdırmış. Salona gitmek için ya arabaya ya da metroya biniyorlar. Salonda yüzme havuzu da var. Havuz suyu hep sıcak, elektrikle 24 saat ısıtılıyor. Mahir ne yapsa, enerji harcıyor. Ağaç görmek istiyor, annesi Mahir’e televizyonda belgesel kanalı açıyor. Mahir’in her adımında Yırca’da zeytinliklerden bir dal kopuyor. Termik santrale bir tuğla taşınıyor, santralde yakılacak kömürü çıkarmak için Ermenek’te bir işçi madene iniyor. Mahir’in hiç suçu yok, kimse ona sormamış, seçme hakkı vermemiş.

İstanbul’da tanıdığım diğer Mahir Üsküdar’da oturuyor. Mahir her sabah oyun oynamak için Validebağ Korusu’na gidiyor. Koşuyor, ağaçlara dokunuyor, zıplıyor arada bir de düşüyor ama yer toprak, hiçbir şey olmuyor. Kalkıp yeniden koşuyor. Tüm bu koşuşturma sonucu harcadığı tek enerji annesinin yaptığı yemeklerden aldığı kaloriler.

Mahirler, Zeynepler, Mehmetler ve Kübralar parkta oynadıkça, kent betona boğulmadıkça Yırca’daki zeytin ağaçları köklenmeyecek. Soma’da termik santral kurulmayacak ve maden ocaklarında dayıbaşı, “hadi” diye işçinin omuzuna vurmayacak. Çocuklar eğlenmek için enerji ve para değil zaman harcayacak. Ne bu kadar kömüre ihtiyaç olacak ne de yeraltında çalışan işçilere. Merkezinde enerjinin olduğu sistem yavaşladıkça, talep düştükçe enerji üretim yöntemleri de değişecek. Kömür imparatorluğunun yerini güneş uygarlığı alacak.

Tablet bilgisayarını evde bırakan çocuklar koruda eşitlenecek. Varsıl ve yoksul çocuklar aynı ağaçlara dokunacak. Hepsinin cebine eşit miktarda toprak kaçacak. Mutluluk ucuza gelecek. Birlikte oynayan çocuklar birbirlerini daha iyi anlayacak ve belki de birçok sosyal sorunumuzu da geride bırakacağız.

Çocuklar Koru’da oynarsa harcanan enerji, tüketilen eşya, yoktan var edilen ihtiyaçlar üzerinden para kazanma devri bitecek. Çocuklar birlik olacak, birbirini kollayacak. Validebağ’ı rantçılara vermeyecek. Hükümetin, işverenin sevdiği sendikaya girdi diye işten kovulan oyun arkadaşına sahip çıkacak. Koru’da çocuklar birlikte oynayabilirse bu kâbus bitecek. O yüzden Gezi’yi sevmediler ve yine o yine o yüzden Validebağ’dan korkuyorlar.

Bu yazıyı yazmam için bana ilham veren, Validebağ’da annesine, “Polisler ağaç sevmiyor mu” diye soran Mahir’i gözlerinden öpüyorum.

Dear Obama*

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Ekim 2014

Görüşmeyeli uzun zaman oldu. Umarım keyfin yerindedir. Bizim buralar bildiğin gibi. Bildiğin gibi diyorum çünkü buradakileri sık sık aradığını basından okuyup öğreniyoruz. Olan bitenden haberin vardır. Telefon açıp, düşüncelerini paylaşıyor, tavsiyelerde bulunuyormuşsun. Gördüğümüz, duyduğumuz kadarıyla işe de yarıyor bu aramaların. Bazen keskin dönüşlere neden olsa da, bizde bir dediğini iki etmiyorlar izlenimi oluştu. Sana yazma nedenim de bu. Rica etsem birkaç konuda bizimkilere bazı hatırlatmalarda bulunur musun? Biz de söylüyoruz ama biliyorsun, buralıyız, halkız, birçoğumuz da çapulcu. Bizleri pek sevmiyorlar anlayacağın. Paramız, pulumuz da yok ki sevdirelim, derneğe, cemaate bağış yapalım. Bir tek aklımız var ama onu da istemiyorlar. Halbuki ücretsiz verecektik. Uzun süre taşıyınca bu ülkede akıl da başa bela, o yüzden kiralamayı bile önerdik ama nafile…

Sözü uzatmayayım. Önce ivedilikle halledilmesi gereken bir mesele var. Üsküdar’daki Validebağ Korusu’nda ağaçlar kesiliyor, toprak betona hapsediliyor. Bu seferki bahane de cami. “Mahalleli yeterince camimiz var, bize yeşil alan lazım” dese de dinletemiyor. Cami isteyen kim o da belli değil. Daha iki gün önce oradaydım. Zabıtaların avukat ve eylemcileri dövdüğü yere gittim. Yol boyunca karşıma adım başı cami çıktı. Üsküdar zaten camileriyle meşhur. Bir de sel basan, denize kavuşan meydanı var ama orasını şimdi karıştırmayalım. Belediye başkanı o meseleleri konuşmak istemiyor. Şimdi senden ricam şu: Bizimkine söylesen de şu inattan vazgeçse. Seni dinlerler. Yalnız durum biraz acil. Telefonla olacak iş değil. Bir zahmet SMS atıver ya da ‘WhatsApp’tan yazıver. Olmadı çoluk çocuk sokağa ineceğiz. Borsa düşecek, sizinkilerin de yüklü yatırımları var. Şimdi onları da üzmeyelim.

Elime klavyeyi aldım ya, aklıma bir başka konu daha geldi. Şu koridor meselesi labirent oldu burada. Açıldı mı, açılacak mı belli değil. Açılsa kim geçecek, kaç kişi geçecek o da belli değil. Laf aramızda, koridor açılsa özelleştirilmesinden, milletle derdi olan bir müteahhide verilmesinden bile korkuyorum. Çok yazmayacaksa onun için bir telefon daha açsan diyorum, hani bizim çözemeyeceğimizden değil ama pratik olduğundan. Bunca yıllık dostluğumuza ver, bir de tavsiyem olacak. Silah yardımı konusunda paraşüt iyi fikir ama bizimkiler Kobani’dekiler terörist mi değil mi henüz karar veremediği için sorun oluyor. Salı, çarşamba, perşembe ve cumaları PYD’ye terörist diyorlar. Kalan günlerde müzakereler sürdüğü için ortalık sakin. Paraşütleri mümkünse o günlerde atın. Aslında öyle açıktan silah gönderdim demeseniz daha iyi olacak. Örneğin, insani yardım gönderdim deyin. Biz duygusal milletiz, içimiz acıdı mı gönlümüz de bollaşır. Hatta iyisi mi, ne göndereceksiniz sandıklarla değil, TIR’la gönderin. Bir Amerikan filminde görmüştüm, paraşütle kamyon falan atıyordunuz. Yine öyle yapın, kimse ne arar, ne sorar. Zaten TIR’ın içine girsen, görsen yazamazsın; medyaya yasak var. En iyisi bu. Bir de telefondan sonra basın açıklaması yaparsan, “Beyefendinin bize söylediği gibi” diye bitirmeyi unutma lütfen. Buralarda öylesi daha makbul.

Seni çok yordum ama bir ricam daha olacak. Bir de bizim mahallelinin talebi var. Acelesi yok diyorlar, beklemeye alışmışlar. O yüzden mektup bile yazabilirsin. Mahalleli demokrasi istiyor. Elçiye zeval olmaz. Ben de biliyorum çok şey istediklerini ama “Obama’yı kırmazlar, o derse olur” diye tutturdu buradaki çocuklar. Yalnız, “olmayacaksa bilelim, biz başımızın çaresine bakarız” da diyorlar. Kararlı gözüktüler, sen istemesen de memlekete demokrasi getirecekler sanki. Ben de söyledim, “Latin Amerika mı burası” dedim ama dinletemedim.

Az daha unutuyordum, atama bekleyen öğretmenler için de Milli Eğitim’e bir eposta atar mısın? Bilgi bölümüne Ahmet Bey’i eklemeyi de unutma lütfen. Michelle’e çok selam. Ülkecek çok seviyoruz kendisini.

*Sevgili Obama

Çivisi çakılmadan nükleere zam geldi

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Ekim 2014

Kimse farkında değil ama ‘ucuz’ olacağı iddia edilen Akkuyu’daki nükleer santralin üreteceği elektriğe yüzde 48 oranında zam geldi. Hem de daha bir çivi bile çakılmadan. Olmayan nükleer santralin, üretmediği elektrik nasıl olur da zamlanır diye sormayın. Burası, ‘Yeni Türkiye’, burada tüm mucizelere yer var.

Türkiye, Mersin’de nükleer santral yapılması için 12 Mayıs 2010 tarihinde Rusya Federasyonu ile bir anlaşma imzaladı. Cebimizde, kurulması düşünülen dört nükleer reaktöre verilecek en az 20 milyar dolar olmadığı için Rusya’ya başka bir formül önerildi. “Santrali kendi sermayenle yap, sonra bize ürettiğin elektriği sat” dendi. Rusya da üreteceği elektriğe alım garantisi istedi. Türkiye, 15 yıl boyunca, ilk iki reaktörün üreteceği elektriğin yüzde 70’ini, diğer iki reaktörün üreteceği elektriğin ise yüzde 30’unu Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki uzantısı Akkuyu Nükleer A.Ş.’den satın almayı taahhüt etti. Fiyatı da belli, kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Ruslar cepten harcayacak ama yatırdıkları parayı daha sonra elektrik satarak fazlasıyla geri alacak. Kıyamet de burada kopacak. Anlaşma imzalandığında Merkez Bankası dolar kuru 1,52 TL’yi gösteriyordu. 17 Ekim itibariyle 1 doların karşılığı 2,25 TL’yi buldu. Olur da nükleer santral projesi gerçekleşirse, Rusya bize elektriği dört yıl önce imzaladığı anlaşmadaki fiyatın bir buçuk katı fazlasına satacak. O da, dolar bu fiyatta kalırsa. Dolar arttıkça zararımız daha da büyüyecek. Bugün inşaata başlansa ilk reaktör en erken 2020’de bitirilebilir. Zararı ya da zammı varın siz hesaplayın. Sinop’ta da durum farklı değil. Oradaki fiyat da kilovatsaat başına 11,8 dolar sent.

Türkiye’nin zararı sadece doların TL karşısında değer kazanmasıyla sınırlı değil. Yaptığımız ihracatın büyük bölümü Avrupa’ya. Gelirimiz avro ama başta petrol ve doğalgaz olmak üzere giderlerimiz çoğunlukla dolar üzerinden. Avronun dolar karşısında değer kaybetmesi işimizi daha da zorlaştırıyor.   
Alım garantisi nükleere has değil, rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına da alım garantisi veriliyor diyebilirsiniz. Arada iki fark var. ‘Normal koşullarda’ yenilenebilir kaynaklara verilen alım garantisinin amacı serbest piyasada eşitliği sağlamak. Tüm dünyada bu mekanizma, temiz enerji kaynaklarının (rüzgar, güneş, jeotermal, biyokütle vb.) kirleten kaynaklara (kömür, doğalgaz ve nükleer) karşı eşit şartlarda rekabet edebilmesi için uygulanıyor. Kirletmemek için yaptıkları yatırımın karşılığı, alım garantisi verilerek bir anlamda yatırım desteğine dönüştürülüyor. Türkiye’de ise kirleten bir kaynağa teşvik veriliyor. Kaldı ki, tüm temiz enerji santralları bu garantiden faydalanmıyor. Birçoğu, ürettiklerini piyasaya satıyor, alım garantisine başvurmuyor.

İkinci fark ise alım garantisinin süresi ve miktarı. Yasaya göre rüzgar, jeotermal ve hidroelektriğe verilen alım garantisi 10 yıl. Nükleere ise 15 yıl. Üretilen elektrik miktarları da kıyaslanamaz. Şirket, Akkuyu santrali yapılırsa yılda 35 milyar kilovatsaat elektrik üreteceğini söylüyor. Türkiye’nin 245 milyar kilovatsaat elektrik tükettiğini düşünürsek, alım garantisi verilen miktar tüketimin 10’da biri. Hükümet acilen, tekelcilik, fiyat kontrolünün bir şirketinin eline geçmesi ve dolardaki artışla elektrik fiyatlarının nasıl artacağı konuları üzerine çalışsa iyi olur. Rusya’dan dolarla fiyatlandırılmış doğalgaz almak yerine yine dolarla fiyatlandırılmış elektrik almak neyi değiştirecek? Hiçbir şeyi. 

Santral yapılırsa ihtiyacımız olmasa bile bu elektriği almak ya da bedelini ödemek zorundayız. Doğalgazda yıllar önce yaptığımız hatayı tekrar etmenin ne anlamı var? Rusya’nın doğalgazına muhtaç kalmamak adına, Rusya’nın Türkiye’de nükleer santral kurmasına izin verdiğimiz, nev-i şahsına münhasır ‘enerjide bağımsızlık’ projesi bizi sadece çevre ve dışa bağımlılık açısından değil ekonomik açıdan da zorlayacak.