Entelköylüler ve “aşırılar” birleşsin!

Özgür Gürbüz-Birgün / 8 Ocak 2012

Biraz geç de olsa 'Entelköy Efeköy'e Karşı' filmini izlemeyi başardım. Film, ‘entel’ köylülerin termik santrale ve ona destek veren herkese karşı sürdürdükleri mücadeleyi konu alıyor. Böylece, konusu ‘çevre’ olan bir sanat etkinliğine gitmediğimi öğrendiklerinde yüzüme garip garip bakan dostlardan köşe bucak kaçmama gerek kalmadı. Adınız yeşile çıkmaya görsün, sokağa yeşil boya dökülse bilmeniz gerekiyor.

Ben filmi sanatsal bir değerlendirme yapmak amacıyla izlemedim; bir ‘yeşil’ gibi izledim. Zaten, bir ara öldüğümü, hayatımın gözlerimin önünden film şeridi gibi aktığını düşündüm. Filmi ister istemez bir belgesel izler gibi izledim. Filmi izlemeyenler için kısa bir bilgi notu düşmekte fayda var. Filmde Efeköy'e bir termik santral yapılmak istenir. Köylüler tarımdan fazla para kazanamadıkları için iş ve istimlak geliri umuduyla santral yapılmasını destekliyor. Santrale karşı çıkanlar ise kentten köye göçüp, kısa bir süre önce bölgeye yerleşen çevreciler (entelektüeller) ya da yeşiller. Üçüncü grup ise aslında tek kişi, köylülerin 'Aşırı' dediği eski bir solcu. Bir de termik santral kurmak isteyenler var. Kaymakam termikçilerin yanındadır. Her şey çok esprili anlatılmış ve mesajlar çok yerinde. Köye Efeköy değil Yatağan ya da Gerze deyin, film değil bir belgesel izlediğinizi düşünebilirsiniz. Öncelikle emeği geçenlere teşekkür ederim.

Bugün sadece termik santral değil, tüm çevre mücadelelerinde filmdeki gruplara rastlamak mümkün. Bazen geçim derdi bazen de yol bilmezlikten erken pes eden köylüler, kötü adamı oynayan şirketler ve onların yanındaki devlet. Bir de iyi adam rolünde, halkı tabiri caizse uyandırmaya çalışan doğa korumacılar . Bizim memlekette bu rol genelde solculara verilir, filmin yönetmeni Yüksel Aksu da geleneği bozmamış. Bu yazıyı yazmamın amacı aslında sesli düşünmek. Filmden öğrendiklerimi gerçek hayatta sürdürülen yaşam mücadeleleriyle kıyaslayarak sizlerle paylaşmak.  

Köylüler konusunda söylenecek pek fazla bir şey yok. Entelköy Efeköy'e Karşı'da karikatürize edilen köylüler aslında toplumun büyük bir bölümünü yansıtıyor. Hayatlarını riske atma pahasına, para için her şeyi yapan sonra da dizini döven binlerce insan var bu ülkede. Böyle olmayanlar da yok değil. Munzur'un Karadeniz'in, Bergama'nın aslan yürekli köylülerini de biliyor bu memleket.

'Entellerin' bir örnek model oluşturma çabası filmde olumlu sonuçlanıyor ancak gerçek hayatta bu her zaman böyle değil. 'Aşırı'nın filmin başında entellere yönelttiği, düzen değiştirilmeden bir örnekle sorun çözülemez eleştirisine ben de katılıyorum. Velhasıl, bu hiçbir şey yapmamak anlamına da gelmemeli. Filmin sonunda adeta kahraman ilan edilen 'Aşırı'nın en büyük zaafı da kanımca bu. Film boyunca çoğu zaman doğruları söylese de elini taşın altına koymuyor. Düzen değişmeli diyor ama nasıl değişecek o belli değil. Bugün çevre mücadelesinde gördüğüm en büyük tehlike de bu. Ne istemediğimizi biliyoruz ama ne istediğimiz konusunda pek emin değiliz. 'Çarşı her şeye karşı' misali mücadele yürütmek zor; bunu artık kabul edelim. Filmde de çok net görülüyor. Gerçek hayatta benzer mücadeleleri sürdüren bizler bundan ders çıkarmalıyız. Entelköylülerle aşırıların birleşmesi iyi olur; yeşil-sol koalisyonu yani...

Entellerin kentten kaçışının bir kandırmaca olduğuna hep inanmışımdır. Kapitalizm size kafa dinleyeceğiniz boş bir dağ, temiz bir nehir bırakmaz. Filmde, kentten köye göçenlerin ya da kaçanların karşısına 'dakka bir gol bir' misali termik santral projesinin çıkması da bunun bir örneği. Nereye gidersek gidelim kapitalizmle mücadele etmek zorundayız. Pasifik Okyanusu'nun ortasındaki adaların bile küresel ısınma yüzünden sular altında kaldığı unutulmamalı.

Eşekleri köylünün şiddetinden kurtaran entellerin daha sonra onları sürdürülebilir turizmin bir aracı yapıp, üzerlerinden para kazanmaları da gözden kaçmamalı. Sistemin içinden hemen çıkmak mümkün değil, bu iş adım adım olacak. Eşekler de özgürleşecek elbet ancak herkes insanlığını hatırlamadan ya da hatırlamak zorunda bırakılmadan bu mümkün değil.

Toprak Ana diye bir şey vardı

Özgür Gürbüz-Birgün / 1 Ocak 2011
Pervin Çoban - Foto: Anadoluyu Vermeyoz/Facebook

2011’in Nisan ayında onlarca insan köylerinden, kentlerinden yola çıktı ve bir yürüyüş başlattı. Büyük Anadolu Yürüyüşü’ne katılan bu insanlar yüzlerce kilometre yol yürüdüler. Soranlara dertlerini anlattılar, yardım isteyene yardım ettiler, el uzatanların ellerini tuttular. Gündüzleri güneş, geceleri ay onlara yol gösterdi. Kimi, üzerine baraj kurulması planlanan dereler için, kimi maden ocakları açmak için köklerinden sökülecek ulu ağaçlar, kayaları dinamitlenecek dağlar için yürüdü. Dağlar onlar yürürken selam durdu, dereler kervanları görünce buza kesti, çağlamadı. Bulutlar güneşin önüne geçti, yürüyüşçüleri terletmedi. Rüzgar yağmuru başka ovalara sürükledi. Doğa yürüyüşçülere selam durdu lakin doğanın izinden, yolundan ve sözünden çıkan insanoğlu polis oldu Ankara’da yürüyüşçülerin karşısına dikildi. Yürüyüşçüleri milletin vekillerine ulaştırmamak için her şey yapıldı. Söylenen sözler duyulmuştur elbet. Yürüyüşçüler günlerce orada yolun açılmasını bekledi sonra deresine, dağına sahip çıkmak için köyüne, kasabasına döndü. Döndü ama yürüyüş bitmedi. “Anadolu’yu vermeyoz” diyenler şimdi her yerde.

“Anadoluyu Vermeyeceğiz” yürüyüşüne katılan ve 680 km yol yürüyen Pervin Çoban ile Ankara'da konuşma fırsatım olmuştu. Pervin Çoban veya herkesin onu çağırdığı ismiyle Pervin Ana, binlerce yıldır Anadolu’da yaşayan Yörüklerin son temsilcisi Sarıkeçililerden. Sarıkeçili yörüklerinde 287 göçer aile var. Mersin’in tüm sahillerindeler. Bir kısmı Silifke, bir kısmı Erdemli’de. Pervin Ana’ya develeriyle birlikte onca yolu neden yürüdüğünü sordum. O da bana anlattı.

“Bizim yaşam kaynağımız Göksu’nun üzerindeki tüm suyu barajlara aktarıyorlar. Bizim atardamarımız orası, oradan besleniyoruz. Tankerimiz yok, su taşıyan borumuz yok. Göçerler doğal akan sularla, sarnıçlarla çeşmelerle hayatını devam ettiriyor. Bunlar ortadan kalkınca bizim sonumuzu da getirmiş olacaklar. Önceden beri yasaktın, ayıptın, hayvan otlatman suçtu diye üstümüze geldiler, şimdi de suyumuzu elimizden almak istiyorlar.

Su varsa orada hayat vardır. Anadolu’yu bizim ecdadımız neden keşfetmiş? Burada suyu keşfettiği için. Uçan kuşlardan, bitkilerden keşfederiz. Burada su var deriz. Ben değil ama bizim büyüklerimiz doğa bilimci gibidir. Ağustos ayında başlarız. Hayvanlara göre, doğadaki canlılara göre mevsimin nasıl geleceğini büyüklerimiz bize söyler. Bulutlara, yıldızlara göre gelecek yılın nasıl geleceğini anlatır. Uçan kuşlara göre… Martılar alçaktan mı uçuyor, leylekler toplu mu, dağınık mı gidiyor. Bahardan kışın geleceğini bize haber verir büyüklerimiz.

- Nerede hasat, nerede çiçek, ot olacağını bilirler...

O nedenle yaşayan insanlarımız birer hazine gibidir. Suyun olmadığı yerde hayatın olmayacağını bilirler. Akan suyu dereden avucunla içeceksin ya da tulumla, tas ile içeceksin. O pet şişelerden su içmek beni rahatsız ediyor. O damacanalardaki su bizi kandırmıyor. Suyu avucunla kana kana içeceksin. Su içtiğine önce beynin sonra da bedenin inanacak ki, su içtim diyeceksin.
 
O su kaynakları sadece biz insanoğlu için değil. Gözlerimizle gördüğümüz ya da görmediğimiz; gündüzleri çoğu hayvanı görürüz ama geceleri görmediğimiz kurtlar, çakallar, ayılar tüm bu hayvanlar bu sulardan yararlanıyorlar. Senin damacanadaki suyundan kaç hayvan faydalanabilir?

Onların canını sen mi verdin? Onları susuz bırakmaya hakkın var mı? Azcık aklın varsa onların hakkını da düşünmek zorundasın. Azcık aklın varsa doğadaki tüm canlıların hakkı olduğunu düşünmek zorundasın. Para yemiyorsun ki? Sen de su içiyorsun, bu havayı teneffüs ediyorsun. Parayı teneffüs etsene, sattığın sulardan kazandığın o parayı yesene! Bu kadar haksızlık dünya üzerinde başka bir yerde yaşanıyor mu bilmiyorum. Gelişmişlikten kalkınmaktan bahsediliyor. “Geri kakalamaktan” başka bir şey değil bunların yaptıkları.

-İlkel yaşam diyorlar ama...

Alakası yok. İlkesiz yaşam diyorum ben. İnsanlardan önce doğanın dilini anlamaları lazım. Doğadaki tüm canlılarla konuşabilmeleri lazım. Önce kendilerini de doğanın bir parçası olarak hissedip, o doğadaki tüm canlılar ne diyor buna bakmaları lazım.

Toprak ana diye bir şey vardı. Bunları unuttular, sildiler. Toprak Ana diye bir şey tanıyor musunuz? Tanımıyorsanız, bunları unutup yok ettiyseniz dokunmayın onlara. Doğa Ana, Toprak Ana kutsaldır diye yazdığınız çizdiğiniz bir şey var mı? Yasalarınızda var mı? Madem bunu unuttunuz neden kullanıyorsunuz onu; alıp satıyorsunuz?

Kölelik vardı eskiden. Bu sistem kölelikten daha kötüye götürüyor. Neden? Çünkü iki lokmaya köle olmam ben. Doğa Ana’nın bağrında biz o kadar rahatız ki. Hem yaşarken hem de öldükten sonra rahatız. Biz onunla kucaklaşıyoruz. Gecemiz gündüzümüz, o yıldızların altında. Onları sevmesini biliyoruz. Sen ne hakla gelip bunları yok etmeye çalışıyorsun, o yetkiyi sana kim verdi? Ben hep o soruyu soruyorum.

Yeni yılın ilk yazısını Pervin Ana'nın sözlerine ayırdım. Bu bilgeliğe, bu aydınlığa hepimizin ihtiyacı var. Yoksa yeni yıl dediğimiz eski yıllardan farklı olmayacak. Yeni bir yıl ve yeni bir dünya için Pervin Ana'nın sözlerini eşe dosta anlatalım. Bırakalım Toprak Ana bizi kucaklasın, biz Toprak Ana'yı kucaklayalım.

Erteledikçe tehlike büyüyor

Özgür Gürbüz-Cumhuriyet (Sürdürülebilir Yaşam Eki) / 31 Aralık 2011

Güney Afrika’nın Durban kentinde gerçekleşen iklim zirvesine* cebimizde Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) rakamlarıyla gittik. IPCC, gezegenin ortalama sıcaklığındaki artışın 2 dereceyi geçmemesi gerektiğini söylüyor. Şu anda bu artış 0,8 dereceye yaklaştı. İki derece eşiği aşılırsa su ve gıda kaynakları ile biyoçeşitlilik üzerindeki baskı çoğalacak. Kıyı kesimlerinin sular altında kalması, fırtınaların sayı ve şiddetinde artış felaket senaryolarımız arasında. Tüm bunların getireceği sosyal ve sağlıkla ilgili sorunlar ise cabası.

Afrika iklim adaleti için yürüdü. Foto: O. Gurbuz.
İklim değişikliği kader değil. Cebimize koyduğumuz kağıdın bir yüzünde karşılaşacağımız tehlike diğer yüzünde ise bu durumdan nasıl kurtulacağımızın formulü yazılıydı. Formül şu: Kyoto Protokolü’nün EK-1 adı verilen listesindeki gelişmiş ülkeler 2020’ye kadar seragazı salımlarını 1990 düzeyinin yüzde 25-50 oranında aşağısına çekecekler. Uzun vadede ise hedef daha da yüksek. 2050 yılına gelindiğinde küresel seragazı salımlarını 2000 yılına göre yüzde 50 ila 85 oranında azaltmak zorundayız. IPCC’nin rakamlarını yabana atmayın. Dünya Meteoroloji Örgütü ile Birleşmiş Milletler (BM) Çevre Programı’nın birlikte kurduğu IPCC’nin amacı iklim değişikliğinin bilimsel boyutunu araştırmak ve gerekli uyarıları yapmak. 2007 yılında Nobel Barış Ödülü aldılar. Farklı ülkelerden binlerce bilim insanı iklim değişikliği ve etkilerini araştırıyor, sonuçlar yüzün üzerinde ülke tarafından onaylanıyor ve halka açıklanyor. İşte cebimizdeki rakamlar bu denli detaylı bir çalışmanın ürünü. 

Kâğıdın en altına başka bir not almışım. Uluslararası Enerji Ajansı, iklim konferansından iki hafta önce yaptığı açıklamada yeni ve küresel bir anlaşmanın 2017’den önce hayata geçirilmemesi durumunda çok geç kalınacağını söylüyor. Küresel ısınmanın nedenleri arasında başı çeken kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlara dayalı enerji santrallerini, ulaşım araçlarını bir günde değiştirmek mümkün değil. 1-2 yıllık gecikme, 2 derece sınırını aşmamıza neden olabilir. 2017 yılının altını bu nedenle olsa gerek, birkaç kez çizmişim.

Durban’da iki hafta süren toplantı sonuçlarına baktığımda, 2020 için IPCC’nin verdiği yüzde 25-40 hedefinin sonuçlarda yer aldığını gördüm ama bir farkla. Bu hedefin bir bağlayıcılığı yok. Halbuki Kyoto’nun ilk yükümlülük döneminde (2008-2012) seragazlarının yüzde 5,2 azaltılması için bağlayıcı bir hedef vardı. Durban’da Kyoto Protokolü’ne devam kararı alındı ancak ikinci yükümlülük döneminde ne kadar seragazı azaltımı yapılacağı henüz net değil. EK-1 ülkeleri 1 Mayıs 2012’ye kadar Sekretarya’ya ikinci döneme ilişkin hedeflerini bildirince bilimin ne kadar yakınında veya uzağında kalacağımızı göreceğiz. Şu an belirsiz bir durumla karşı karşıyayız. Üstelik ABD yine sahnede yok. Kanada Kyoto’dan çekildi, Japonya onu izliyor. Rusya ise hedef almaya niyetli değil. Bu ülkelerin seragazı salımlarının toplamı küresel salımların neredeyse üçte biri. Emisyonların dörtte birinden sorumlu Çin’in bu dönemde de indirim hedefi almayacağı hesaba katılırsa, Avrupa Birliği’nin tek başına bilimin işaret ettiği hedefe ulaşması zor. 2015 yılına kadar yeni bir anlaşma ile tekrar tüm ülkeleri masa başına toplama isteği de aslında bu zorunlu ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Yoksa beyaz mendiller elde, elveda dünya diyeceğiz.

İklim değişikliğini umursamamak; şu yapmıyor, bu masadan kaçıyor deme şansımız yok. Hem bu çok uluslu şirketlerin ekmeğine yağ sürüyor hem de geleceğimizi karartıyor. Kimse kendini kandırmasın, iklim değişikliği hâlihazırda etkilerini gösteriyor ve daha da kötü olacak. İngiltere Enerji ve İklim Bakanlığı tarafından İngiltere Meteoroloji Ofisi’ne hazırlattırılan ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 21 ülkeyi kapsayan raporlar Durban’da açıklandı. Bakın Türkiye’yi neler bekliyor:

  • Türkiye’de 1960’dan bu yana bir ısınma eğilimi var. Serin gecelerin sayısı azalıyor, sıcak günlerin sayısı ise artıyor. Bir projeksiyona göre, bu yüzyılın sonuna kadar ortalama sıcaklıktaki artış kuzey bölgelerinde 2,5 – 3, merkez ile güney/güneydoğu bölgelerinde 3-3,5 ve Türkiye’nin doğusunda ise 4 dereceyi bulacak.

  • Sıcaklık artışıyla birlikte yağış rejimi değişecek. Güney bölgelerinde yağışlarda yüzde 20 azalma bekleniyor. Kuzeyde ise yüzde 10’ları bulabilir. 2100’de Türkiye’de su sıkıntısı çeken nüfusunun oranı yüzde 45’i bulabilir.

  • Deniz seviyesindeki yükselme Akdeniz’de 428 bin, Ege’de 208 bin, Marmara’da 842 bin ve Karadeniz’de 201 bin kişiyi etkileyecek.

Peki, beklenen bu tablo karşısında Türkiye ne yapıyor? Öncelikle bir sitemde bulunmalıyım. Çevre Bakanı sayımız ikiye çıktı ama bir tanesi bile Durban’a gelmedi. İklim Baş Müzakerecisi Mithat Rende’nin belki de yüzyılın en önemli iklim toplantısında olmayışı da anlaşılır gibi değildi. Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, Türkiye adına genel kurulda konuşma yapan tek kişiydi. Umarım hükümet iklim değişikliği sorununu daha fazla “kalkınarak” çözmeye çalışmaz.

Müzakereler açısından Türkiye daha önceki taraflar toplantılarında olduğu gibi yine ortalarda görünmemeyi tercih etti. Bildiğiniz gibi garip bir durumumuz var. Türkiye gelişmiş ülkelerle aynı grupta yer alıyor. EK-1 ülkesi ancak 2001 Marakeş’te alınan kararla “özel bir durumu” olduğu da kabul edildi. Türkiye bu özel durumu yükümlülük almama şeklinde yorumluyor ve yeni bir anlaşma yapılmazsa 2020’ye kadar da böyle yorumlamaya devam edecek gibi görünüyor. 2020 tarihi ise kritik. Çin bu tarihte yükümlülük alabileceğine dair sinyaller verdi. Böyle bir durumda kimse Türkiye’ye dönüp, “Sen hâlâ gelişme yönünde bir ülkesin” demeyecektir. Çünkü Türkiye’nin seragazı salımı 1990-2009 arasında yüzde 97 oranında arttı. EK-1 ülkeleri içerisinde böyle bir artışın yanına dahi yaklaşan yok. Kişi başına düşen yıllık salım miktarı da 5,2 ton civarında. Neredeyse Çin kadar ve dünya ortalamasının üzerinde. Planlanan kömür santralleri, karayolları vs. hayata geçirilirse bu rakam daha da yukarılara çıkacak. Herkes azaltırken biz artırmış olacağız ve tabi ki ileriki müzakerelerde çok zor anlar yaşayacağız. Fikir vermesi için Almanya’nın bugün 10 ton olan yıllık kişi başına düşen salım miktarını 2050’de 3 tona düşürmeyi hedeflediğini anımsatayım. Düşük karbonlu yaşama doğru gidilen dünyada Türkiye’nin avantajlı bir pozisyondayken kendisini dezavantajlı bir pozisyona koymaya çalışması çok saçma. Açılan her bir kömür santralinin 40-50 yıl faaliyet göstereceğini unutmamalıyız. İklim değişikliğini önlemek için petrol, kömür ve doğalgazdan uzaklaşmak, rüzgar, güneş, biyokütle gibi temiz enerji kaynaklarıyla enerji verimliliğine önem vermek gerekiyor. Türkiye zaten fosil yakıt zengini değil ve dışa bağımlı, diğer kaynaklar ise bolca var ve yerli. Sahi, Türkiye’nin iklim değişikliği konusunda daha aktif bir rol almasını kim engelliyor acaba?

*Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 17. Taraflar Konferansı (COP 17) ile Kyoto Protokolü 7. Taraflar Toplantısı (CMP 7).

Bir nükleer santralde kaç kişi çalışır?

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Aralık 2011 

Sizce bir nükleer santral kaç kişiye iş sağlar? Nükleer Enerji Enstitüsü’ne göre bu sorunun yanıtı 400 ila 700 arasında değişiyor. Nükleer enerji taraftarı bu enstitü, 1000 MW (megavat) kurulu güce sahip bir reaktörde kalıcı işçi sayısının 400 ila 700 arasında olduğunu söylüyor. Peki, Mersin Akkuyu’ya santral kurmaya çalışan Rus firmasının Genel Müdür Yardımcısı ne diyor? 20 bin kişiye iş kapısı açacağız! Aklıma “ufaklı, civcivli” bir söz geldi ama söylemeyeceğim.

Akkuyu Nükleer Güç Santrali A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Rauf Kasumov’un 8 Aralık tarihinde basında yer alan sözleri aynen şöyle: “Yapım aşamasında 2 bin 500- 3 bin kişilik mühendis ekibi görev yapacak. 3 bin kişi demekle 20 bin kişiye iş kapısı açmış oluyorsunuz. O kadar çok insan çalıştıracağız ki Gülnar ve Silifke'deki insanlar bile yetmeyecek diye düşünüyoruz. İnşaatın üst aşamasında ise 12 bin kişi çalışacak. Bunlardan 9 bini Türk uyruklu olacak.”

İnsan giriyor elektrik çıkıyor
Anlaşılan kurmaya çalıştıkları nükleer santral el yordamıyla çalışacak. En yüksek teknoloji dedikleri şey bu olsa gerek. İçine insan atıyorsun diğer taraftan elektrik çıkıyor. Biz de uranyumla çalışacak, radyasyon sızdıracak diye korkuyorduk; içimiz rahatladı. Santral insanla çalışacakmış hem de yüzde 75'i yerli! Eşini dostunu sevmeyen santrale işçi yazdırsın.

Akkuyu'ya kurulmak istenen dört tane 1200 MW gücünde reaktör. Hepsini ayrı ayrı düşünseniz, taş çatlasın 2 bin kişi eder. Bunların çoğu da Rusya'dan gelecek ve kalifiye eleman olacak. Nükleerci yetiştirmek için bursla Rusya'ya gönderilen öğrencilerle bu işi yürütemezsiniz. Türkiye'de bırakın santral çalıştırmayı, santralin içini görmüş mühendis sayısı herhalde 2 bini bulmaz. Yapım aşamasında 2 bin 500-3 bin mühendis nasıl çalışacak, ona da akıl erdirmek zor. Her bir A4 kağıdı dört mühendis tutacak herhalde. Kuzeyden, güneyden, sağdan ve soldan... Belki de mühendisler kum eleyip, harç karacak? Elektrik Mühendisleri Odası'na söyleyelim de Rusça türkü söylemesini öğretsinler mühendislere. Harç kararken türkü söylemek adettendir.

İnşaat beş yıl gecikti
Finlandiya'da yapımı yılan hikayasine dönen Olkiluoto nükleer reaktörü geciktikçe gecikiyor. En son açıklanan bitiş tarihi 2014 Ağustos ayı. Planlanandan beş yıl daha geç. 3 milyar avroya biter diyorlardı, bu gidişle 6 milyar avroya bile bitmeyecek. Tam bir fiyasko. Akkuyu'nun sonu da aynı olacak çünkü iki projenin ortak yanları çok. Rus firmasının Akkuyu'ya yapmak istediği reaktörler türünün ilk örneği. Çalışanı yok, denenmişi yok. Finlandiya'da yapılan da Fransız Areva'nın Avrupa Basınçlı Su Reaktörü (EPR). Çalışanı yok, denenmişi yok. Her ikisinin de son teknoloji ve en ileri jenerasyon reaktörler oldukları iddia ediliyor. Rusların tek avantajı, bizde Finlandiya'daki gibi işi denetleyebilecek bağımsız bir kuruluşun olmaması. Saldım çayıra mevlam kayıra! Orada hatalar tek tek tespit edildi, reaktörü adeta yeniden yaptırttılar. Bizde bırakın bağımsız kuruluşu, denetlemeyi yapacak merci bile yok. Depreme dayanıklı santral diyorlar, inanıyorsun. Zemin etüdünü bile onlar yapıyor. Akdeniz'de kaç tane deprem araştırman var? Rus şirketi ne derse o oluyor.

Finlandiya'da santral gecikince işçi sayısı arttırıldı. Her geçen gün Areva'nın zararı artıyor. Santralin biran önce çalışıp elektrik üretmesi gerek. Fransızlar siparişi veren şirketle mahkemelik oldu, tahkime gidildi. Buna rağmen firmanın rakamları çalışan sayısını 4 bin olarak gösteriyor. 55 ülkeden işçi getirmişler. Polonyalı işçiler isyanda, saati iki avrodan az bir paraya çalıştırılıyorlarmış. Avrupa'da günde 16 avro kazanın, karnınızı zor doyurursunuz.

Bu çalışanların çoğu da geçici işçi. Santral inşa edildikten sonra geriye mühendisler ve bekçiler kalacak, toplasan 400-500 kişi. İnşaat için 5 yıl süre biçiyorlar, santralin çalışacağı süre 60 yıl. Beş yıl çalışan işçi 55 yıl yine işsiz kalır. Daha önce uluslararası verilerden yola çıkarak yazmıştık, tekrar edelim. İmal ettiğiniz ve kurduğunuz 1 megavat (MW) gücündeki her elektrik üreten güneş paneli 30 kişiye istihdam sağlar. Rüzgar enerjisinde bu rakam 15. Türkiye'de her yıl 1000 MW gücünde güneş panelleri imal edip kursanız 30 bin kişiye, 1000 MW gücünde rüzgar türbinleri imal edip kursanız, 15 bin kişiye kalıcı iş sağlamış olursunuz.

Mersin veya Sinop'a kurulacak nükleer santraller Türkiye'nin istihdam sorununu çözemez, bu açık ve net. Şişirilmiş rakamlarla halkı kandıramazsınız. Hükümetin ve Rus firmasının nükleeri savunmak için nükleer enerjinin en zayıf özelliği, istihdam yaratma potansiyelini argüman olarak sunmaları çaresizliklerine işaret. Nükleer santral istemeyen kamuoyunu ikna etmek için ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar.