Bu belgeselleri kaçırmayın!

Özgür Gürbüz/16 Eylül 2010

Bergama Altın Madeni
Türkiye'deki doğa katliamlarını çevrecilerin abarttığını düşünüyorsanız, durumun ciddiyetini görmek için işte size bir fırsat. Karadeniz İsyandadır Platformu, İstanbul'da, “Direnişin Belgeselleri” adlı bir etkinlik düzenliyor. 4 Eylül'de başlayan ve 16 Ekim'de sona erecek olan etkinlik kapsamında tam sekiz adet belgesel gösterilecek. Gösteriler ücretsiz, suyuna ve toprağına sahip çıkan bir vatandaş olmanız belgeselleri izlemek için yeterli. Bergama'dan Dersim'e, Fırtına Vadisi'nden Karadeniz Sahil Yolu'na kadar Türkiye'nin çevre sorunlarından bir kesit, bu belgeseller aracılığıyla beyaz perdeye yansıtılacak. Çevrecilerin “doğa katliamı” dediği şeyi görmek başka, duymak başka... Paltform, 23 Ekim 2010 tarihinde ise “Karadeniz Forumu” adlı bir başka etkinlik düzenleyecek.

Direnişin Belgeselleri'nin önümüzdeki günlerdeki programı ise şöyle:

18 Eylül - Vatandaş Mustafa (45')
Yönetmen: Remzi Kazmaz
Konu: Fırtına Vadisi direnişi / Yönetmenin Katılımıyla.

25 Eylül - Av! Su! Mai! (40') Yönetmen: Alejandro Haddad
Konu: Hasankeyf'in Çığlığı / Yerelden katılımla.

2 Ekim - Gole Çhetu (70') Yönetmen: Metin- Kemal Kahraman
Konu: Dersim'de baraj altında kalacak kutsal mekan / Yönetmenin katılımıyla.

9 Ekim - Son Kumsal (56') Yönetmen: Rüya Arzu Köksal
Konu: Karadeniz Sahil Yolu / Yönetmenin Katılımıyla.

16 Ekim - Alethea (41') Yönetmen: Ethem Özgüven
Konu: Bergama'da maden aramalarına karşı direniş / Yönetmenin katılımıyla. 

Gösterim Yeri:
Son Irmak Doğa ve Sanat Derneği Caferağa Mah. Moda Cad.Mescit Sok.No:13 D:7 Kadıköy - İstanbul

Almanya'nın nükleer kararını doğru okumak

Özgür Gürbüz-Bianet/11 Eylül 2010

Birkaç gün önce Alman hükümetinin ülkedeki mevcut nükleer santralleri kapatma kararını ötelemek istemesi kuşkusuz dünyadaki birçok nükleer karşıtını üzdü. İşin garibi, nükleer enerji taraftarlarını da pek sevindiremedi. 2002 yılında Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller Partisi koalisyonu sırasında alınan karara göre, Almanya'daki tüm nükleer santrallerin 2022 yılına kadar kapatılması kararlaştırılmıştı. Bugün iktidarda bulunan Hıristiyan Birlik Partileri (Muhafazakar-Sağ) ile Hür Demokrat Parti (Liberal-Sağ) koalisyonu ise, mevcut reaktörlerin kapatılmasını ortalama 12 yıl ertelemeyi istiyor. 1980 yılından önce çalışmaya başlayan santraller sekiz yıl, 1980'den sonra şebekeye bağlananlar ise 14 yıl ek süre kazanacak. Detaylı karar önerisinin 28 Eylül'de açıklanması bekleniyor.

Elektriğin yüzde 80'i yenilenebilirden
Almanya'da halihazırda 17 nükleer reaktör çalışıyor, Almanya'nın elektriğinin yüzde 22'sini karşılıyor, yenilenebilir enerji kaynaklarıysa yüzde 15'ini. Merkel'in kararı kabul görse bile Almanya'nın yenilenebilir enerji hedefleri değiştirmeyecek gibi görünüyor. Bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var, 4 Ağustos 2010'da Federal Hükümet, Ulusal Yenilenebilir Enerji Eylem Planı'nı kabul etti. Plana göre Almanya'nın toplam enerji tüketiminin (sadece elektrik değil) yüzde 18'inin rüzgar, güneş, biyokütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanması zorunlu hale getirildi. Şu anda bu oran yüzde 10 civarında seyrediyor. Plana detaylı bakılacak olursa, 2020 yılı için ısıtma ve soğutma alanında yenilenebilir enerjilerin payının yüzde 15,5, elektrik tüketiminde yüzde 38,6 ve ulaşımda ise yüzde 13,2 olması hedefleniyor. Dahası da var. Almanya hükümetinin Ekonomi ve Çevre bakanlarınca 30 Ağustos'ta bir özeti açıklanan ve dokuz farklı senaryodan oluşan Federal Hükümet'in enerji görünümüne ilişkin çalışmada, elektrik enerjisi üretiminin 2050 yılında, yüzde 77 ila 81 oranında yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanabileceği belirtiliyor. Bu rakam bile, Türkiye'deki bazı mühendislerin, nükleer ve termik gibi “baz yük” santralleri olmadan elektrik talebini yenilenebilir enerjiyle kesintisiz karşılamanın mümkün olmadığı savını çürütüyor. Almanya bu dokuz senaryodan hangisini seçerse seçsin, 1990 yılı seragazı emisyonlarını da 2050'ye kadar yüzde 85 oranında azaltabiliyor.1 Sorun teknik değil, ekonomik ve politik kısacası. Aynı nükleer enerji tercihinin bir teknik zorunluluk değil, siyasi bir tercih olması gibi. Bu ay sonunda Almanya'nın 2050 yılına ilişkin planını da açıklaması bekleniyor.

Nükleer enerji bir geçiş teknolojisi
Enerji konularına yakın olanların bile bazen bilerek bazen de bilmeyerek karıştırdığı gibi, enerji demek sadece elektrik demek değil. Ancak, nükleer demek, çevre için oluşturdukları riskleri bir yana bırakırsak, sadece “elektrik” demek. Halbuki, güneş, jeotermal ve biyokütle enerjileri ısıtmadan soğutmaya kadar enerji sektörünün birçok alanında faaliyet gösterebiliyor. Ulusal Yenilenebilir Enerji Eylem Planı'da yenilenebilir kaynaklı elektriğin payının yüksek olması, kısa bir süre içerisinde yüzde 40'lara çıkarılmasına çalışılması, kapatılacak nükleer santrallerin ürettiği elektriği temiz enerjiden sağlamayı amaçlıyor. Nükleer santrallerin kapatılma tarihlerinin ertelenmesi bu hedefe ulaşılmasını engeller mi; başta Almanya olmak üzere bugün herkes bu soruyu soruyor. Alman Şansölyesi Angela Merkel'in, kararı açıklarken yaptığı konuşmada, “nükleer enerjinin bir köprü”2 olduğunu söylemesi bu sorunun yanıtı olarak algılanabilir. Almanya'nın nükleer lobisine yakınlığı tartışma götürmez sağ partilerden oluşan koalisyonunun başındaki Merkel'in bile, nükleer enerjinin olmazsa olmaz bir enerji kaynağı olduğunu söylememesi düşündürücü. En azından nükleer enerjiyi savunanlar için üzücü. Çünkü, köprü dediğiniz, sizi diğer yakaya geçirir ve işlevi orada biter. Geri gitmeye niyetiniz yoksa tabii. Merkel bile artık nükleer enerjiye, ülkeyi yenilenebilir enerjiye ulaştıracak bir köprü gözüyle bakıyor. İklim değişikliği nedeniyle fosil yakıtlardan daha az seragazı salan nükleerde bir süre daha ısrar edilecek, daha sonra ise nükleerden de az seragazı emisyonuna sahip yenilenebilir enerjilere geçilecek.

Nükleere teşvik rüzgarın önünü keser mi?
Almanya'da nükleer santrallerin daha uzun süre çalıştırılmasına izin verilmesinin nedeni yenilenebilir enerji kaynaklarının yeterince hızlı geliştirilememesi olarak açıklanıyor. En azından hükümet bunu söylüyor. Bu doğru bile olsa, alınan kararın yenilenebilir enerji kaynaklarının daha hızlı gelişmesine neden olacağını söylemek zor. Almanya Yenilenebilir Enerji Federasyonu Başkanı Dietmar Schütz, “Nükleer santrallerin çalışma ömrünü uzatarak yenilenebilirin önüne bir engel kondu. Kedi çuvaldan çıktı” diyor.3 Yenilenebilir enerji her ne kadar hayatın çok farklı alanlarında (ısıtma, soğutma, tarım, elektrik gibi) insanlığa hizmet verse de, enerji piyasasını, verilen destekleri, nükleer ve fosil yakıtla çalışan santrallere göre düzenlediğinizde işler zorlaşıyor. Yenilenebilir ve nükleer iki farklı enerji sisteminin kaynakları olduğu için birine evet demek diğerine hayır anlamına geliyor aslında. Türkiye'de yapılmaya çalışıldığı gibi kirletenle kirletmeyen, kirletene hiçbir cezai yaptırım uygulamadan (karbon vergisi, emisyon ticareti, çevre denetimi vs.), üstüne teşvik verilerek aynı kefeye konduğunda, yenilenebilir enerjinin pahalı bile olduğunu iddia edebileceğiniz tutarsız bir piyasa yaratmış oluyorsunuz.

Nükleerciler para verdi, kapanma kararı ertelendi
Özetlersek, Almanya'nın mevcut 17 reaktörün kapatılmasını geciktirmesinin nükleer enerji savunucuları arasında büyük bir sevinç yaratmamasına şaşırmamak gerek. Söz konusu kararın Almanya'nın dört nükleer deviyle anlaşılarak, yılda 2 milyar 500 milyon avrodan daha fazla para ödemelerine neden olacak şekilde yapılması işin rengini daha da belli ediyor. Yapılan anlaşmaya göre dört firma, santrallerin kapatılmasının geciktirilmesi karşılığında, en azından 2016'ya kadar her yıl federal bütçeye, 2 milyar 300 milyon avro tutarında nükleer atık vergisi ödemeyi kabul ettiler. Önümüzdeki beş yıl boyunca yenilenebilir enerji projelerine harcanacak 300 milyon avroya yakın bir başka ödeme planı da pazarlıklar sonucu kabul edilmişe benziyor. Nükleer santrallerin ilk yatırım maliyetinin çok yüksek olması nedeniyle, elektrik üretilecek her yıl bu firmalar için daha fazla kar anlamına geliyor. Ekonomik krizde yokta yaratılan ek bir kaynak da hükümet için bir velinimet sayılır.

Alan ve satan memnun ancak Alman vatandaşlarının çoğunluğunun hala nükleer santrallerin kapatılmasını destekledikleri unutulmamalı. Sosyal Demokrat Parti'nin iktidara gelir gelmez kararı iptal edeceklerini açıkladıklarını, oylarını giderek arttıran Yeşiller'in de benzer bir tutum içerisinde olacaklarını da belirtelim. Almanya'nın tüm nükleer rönesans söylentilerine ve sağ partilerden oluşan bir koalisyona rağmen yeni nükleer santrallerden değil de yenilenebilir enerjiden bahsetmesi herhalde üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir nokta. Türkiye'nin milyarlarca dolar harcanmış, bu nedenle de geçiş teknolojisi olarak kullanmak zorunda kalacağı nükleer santralleri henüz (!) yok. Almanya'nın kararı doğru okunmalı, kısa bir sürede dünyada hatırı sayılır bir konuma gelebilecek ve binlerce işsize iş sağlayabilecek Türkiye'nin yenilenebilir enerji sektörünün önü tıkanmamalı.

1“Germany debates role of nuclear in its 2050 energy mix”, Worldwatch Institute, 9 Eylül 2010.
2“Germany ExtendsNuclear Plants' Life”, NY Times, 6 Eylül 2010.
3Germany ExtendsNuclear Plants' Life, NY Times, 6 Eylül 2010.

Bono ne ilk, ne de son

Özgür Gürbüz – 7 Eylül 2010

U2 konseri Türkiye'nin yoğun siyasi gündemine rağmen medyada kendine hatırı sayılır bir yer bulmuşa benziyor. Konser kadar, hatta konserden daha fazla, U2'nun solisti Bono'nun Türkiye'deki siyasi gündeme ilişkin yaptığı yorumlar göze çarpıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'la buluşması, konserde Egemen Bağış'la ilgili yaptığı yorum, Bono'nun da “Türkiye'yi anladığını sanan yabancılar” grubuna katıldığını gösteriyor. Bono bu sinsi tuzağa düşürülen ne ilk kişi, ne de son.

Egemen Bağış'ı “Türkiye'yi doğudan batıya geçiren kişi” olarak tanımlaması ve seyircinin haklı olarak tepki vermesi, Bono'ya Türkiye'deki dostlarının onu nasıl yanlış bilgilerle donattığı konusunda bir fikir vermiş midir; bilemeyiz. Özal döneminden beri, Türkiye kamuoyunda "liberaller" diye adlandıran bir grup, gizli bir hükümdarlık kurmuş durumda. Değişen iktidarlara rağmen Türkiye'nin yaklaşık son 30 yılına icraatlarıyla imza atmayı başardılar. 12 Eylül darbesi önlerini açtı, onlar da açılan bu yolda, sola karşı geliştirilen politikaların bir parçası oldu. Türkiye'nin sağa ve dolayısıyla ABD'ye yakın kalmasına yardım ettiler. Medyada, Batı'yla ilişkili kritik kurum ve sivil toplum örgütlerinde yerleşerek, Türkiye hakkındaki bilgileri dış dünyaya kendi yorumları ve destekledikleri görüşler doğrultusunda, çoğu zaman gerçekleri çarpıtarak ileterek, hatırı sayılır bir çevre edindiler. Avrupa ve Amerika'da bugün birçok kişi ve kurum için Türkiye'nin “wikipedia”sı gibiler. Avrupa Parlamentosu'ndaki milletvekillerinden, Türkiye'de görev yapan gazetecilere kadar herkes bu gruptan besleniyor. Yabancı dil konusunda iyi eğitim görmüş bu elitistler, dünya kamuoyunu Türkiye hakkında istedikleri gibi yönlendiriyorlar.

Özal döneminde üstlendikleri misyonlarını şimdi de AKP ve Başbakan Erdoğan için kullanıyorlar. Bu sayede de hatırı sayılır medya organlarında koltukları, dolgun maaşları ve daha da önemlisi iktidarda payları var. Kimileri ise bu dönem içinde, Taraf adlı gazetede olduğu gibi daha belirgin ve kritik görevler üstlenmiş durumda. Taraf'ın amacı sanıldığı gibi Ordu karşıtı yayın yapmak değil, Türkiye'deki Kürtleri sosyalist akımların etkisinden çıkarıp, AKP'ye yakınlaştırmak. Kürtlerin gazetenizi okumasını sağlamak, sempatisini kazanmak istiyorsanız bunun en iyi yolu da herhalde Ordu'yla uğraşmaktır. Türkiye'nin güneydoğusunda CHP ve MHP gibi diğer partilerin AKP karşısında şansı olmaması, AKP'nin, tek rakibi olan ve sol akımlardan beslenen Kürtlerin safdışı edilmesi halinde ciddi oy toplamasına yol açacak. Buna Türkiye genelinde yüzde 5-6'ları bulan Kürtlerin oy potansiyeli ve artan nüfus da eklenirse, stratejinin önemi daha da net anlaşılabilir. Taraf sadece bir örnek.

Türkiye'nin gerçeklerini bilen ve işin o kadar toz pembe olmadığının farkına varanların, doğru bilgileri yurtdışına aktaracak benzer bir örgütlenme içerisine acilen girmeleri gerekiyor. AB kaşıtlarının, komplo teorisi üreticilerinin bu işi başarmaları zor; bu görev de, yine Türkiye'nin gerçek demokratlarına düşüyor. Bono'ya Türkiye'nin yüzünü batıya çevirenin Egemen Bağış olmadığını anlatmak gibi daha nice “temel bilgi” nin dünya kamuoyuna onların dilinden anlatılması gerektiği ortada. İngilizce, Fransızca, Almanca.... Hangi dili biliyorsanız o dilde, ak ile karanın açık açık yazılmasına yardımcı olmalısınız. Yoksa bu ülkeden dertli olanların sadece türbanıyla üniversiteye giremeyen genç kızlarımız ve ana dilini konuşmakta, yazmakta sorun yaşayan Kürtlerle sınırlı olduğu sanılacak. Alevilere, işçilere, Ramazan'da oruç tutmayanlara, kadınlara, çevreci ve yeşillere, vicdani redçilere, ülkenin ağaçlarına, derelerine yapılan baskılardan Şarkıcı Bono dahil kimsenin haberi olmayacak.

Ponpon kızlar kaçın, Başbakan geliyor! (Ya da tam tersi)

Özgür Gürbüz-30 Ağustos 2010

Milliyet Gazetesi'nin 29 Ağustos tarihli haberine göre Dünya Basketbol Şampiyonası'nın ponpon kızları sansüre uğramış. 29 Ağustos Pazar günü oynanan Türkiye – Rusya Basketbol maçını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan da izlemeye karar verince, 10 Ukraynalı ponpon kızın maç aralarındaki gösterilerine izin verilmemiş*.

Ponpon kızlardan, kadınların “meta” olarak kullanılmasından hiç hoşlanmayan biri olmama rağmen, buradaki saçmalığa dair birkaç satır yazmak zorunda olduğumu hissettim. Haberde, ponpon kızların sansürlendiğinden bahsedildiğine göre, burada “ahlaki” kaygılardan dolayı bir sansürden bahsediyor olmalıyız. Bu ahlaki kaygıların da o maça özel olduğu ortada. Peki, kimin ahlaki kaygıları bunlar? Basketbol Federasyonu'nun veya Türkiye'nin değil, Başbakan Erdoğan'ın. Aksi olsa, ponpon kızlar yıllardır basketbol maçlarında gösteri yapmaz, dünya şampiyonasında görev almazlardı. Kaldı ki, bu tarz bir engelleme de oldukça sorunlu. Bireysel veya beli bir gruba ait ahlaki kaygıların topluma dayatılması, kozmopolit bir toplumda kabul edilebilir bir şey değil.

Peki, bu sansür ne anlama geliyor? Oraya maçı izlemeye gelen 10 bin kişinin ahlak anlayışını değil, sadece bir kişinin, Başbakan'ın ahlak anlayışını temel aldığımızı göstermiyor mu? Gösteriyor. Bu da, laik bir devlet olması gereken (Sadece Anayasa'da yazdığından dolayı değil, Türkiye gibi kozmopolit bir toplumun başka türlü yönetilme şansının olmadığı için) Türkiye Cumhuriyeti'nin tam tersine, bir kişinin dini, ahlaki duygularına göre yönetildiği anlamına gelir. Bunun nasıl bir rejim olduğunu da isteyenler ansiklopedilerden bakarak bulabilir. Halifeliğin Türkiye'ye geri geldiğini söyleyenler bile çıkabilir, aksini nasıl iddia edeceksiniz?

Demokrasi çoğunluğun azınlığa baskı uyguladığı bir rejim değildir. Bugün New York'ta 11 Eylül saldırısının hedefi Dünya Ticaret Merkezi'ne yakın bir yerde açılması düşünülen camiye karşı çıkan zihniyet ne yapıyorsa, ponpon kızları yasaklayan zihniyet de aynısını yapıyor. Biri faşizmse diğeri de faşizm. Kaldı ki, Türkiye'deki durum daha da komik. 75 milyon televizyondan ponpon kızları izlerken bir sorun yok ama Başbakan ve eşi izlerse sorun var. Ponpon kızlar ahlaksızca bir davranışın ürünüyse, her şeyi yasaklamayı bilen sizler, kaç yıldır neden millete izletiyorsunuz bu kızları? Neden günaha soktunuz bizleri? Yoksa ponpon kızları görünce günaha herkes girmiyor da sadece nefsine hakim olamayanlar mı giriyor? Bu son sansürle bu da itiraf edilmiş oldu. Türkiye'nin din ve ahlak konusundaki asıl sorunu da bu tabi ama konuşunca bu ülkede birileri rahatsız oluyor.

Görünen o ki, Yunus'a, Mevlana'ya, Hacı Bektaş'a rağmen hala dinin Allah'la kul arasında çok özel bir ilişiki olduğunu öğrenememiş olmak, 21. yy'da ahlak dayatmacılığına başvurmak, bireysel tercihlerimizi düzenleyerek toplum içinde yaşamak yerine, topluma kendi tercihlerimizi dayatmaya çalışmak, memleketin en ciddi sıkıntılarından biri olmaya devam ediyor.

* http://www.milliyet.com.tr/ponpon-kizlara-basbakan-yasagi-/siyaset/sondakika/30.08.2010/1282641/default.htm