Bu yazı dizisi, Birgün Gazetesi'nde 27-28-29 Nisan 2007 tarihlerinde yayımlandı.
Aradan geçen 21 yıla rağmen, tarihin en büyük nükleer kazasının ardından temizlik çalışmalarına katılan 800 bin kişinin akıbeti hala bilinmiyor. Tasfiyeci adı verilen ve çoğu asker olan bu 800 bin kişiden, 25 bininin öldüğü, 70 bininin sakat kaldığı Sovyetler Birliği dağılmadan önce elimize ulaşan tek resmi bilgi. Bazı bağımsız kaynaklar ise ölü sayısının toplam 60 bin ve sakat kalanların ise 165 bin olduğunu söylüyor. Tasfiyecilerin bir kısmı hala Çernobil kazasının sonuçlarına katlanmak zorunda olan Ukrayna, Belarus ve Rusya’da yaşıyor. Bir kısmı da, kazadan sonra ölen insan sayısının tam olarak hesaplanamaması için bilerek gönderildikleri eski Sovyetler Birliği’nin değişik ülkelerindeler ya da çoktan öldüler.
Çernobil Kasabası’nın merkezindeki itfaiye müfrezesinin tam önünde, 4 numaralı reaktördeki patlamaya müdehale eden itfaiyeciler adına dikilen bir anıt var. O anıtta, “Dünyayı kurtarmak için öldüler” yazıyor. 26 Nisan 1986 yılında, sabah bir buçuğa doğru kontrolden çıkan ve patlayan reaktördeki yangını söndürmek için alevlerin içine atlayan bu insanlar için söylenebilecek tek cümle bu olsa gerek. Tam 1800 uçuş yapan helikopterlerin 5 bin tona yakın kum ve kurşunu yangını söndürmek için reaktörün tepesine boşalttığını da söylersek sanırım bu kazanın büyüklüğü hakkında doğru bir fikir vermiş oluruz.
Çernobil’in sonuçları, nükleer santral planlarını etkilediği için saklanıyor
Kazanın ilk anında yaşananlar tam bir trajedi olsa da, içindeki radyasyonun havaya ve toprağa bulaşmasıyla etki ettiği alan ve tehdit ettiği insan sayısı da arttı. İlk olarak 27 Nisan’da, santrale 3 kilometre uzakta olan Pripyat Kasabası’ndaki 45 bin kişi başka bölgelere göç ettirildi. Bugün bilebildiğimiz, toplam 400 bin kadar insanın başka bölgelere göç ettirildiği. Radyoaktif bulutlar, Rusya, Belarus ve Ukrayna’da 7 milyon insanın yaşadığı bir alanı etkiledi. Daha sonra ise hepimizin bildiği gibi rüzgarların etkisiyle neredeyse tüm dünyaya yayıldı. Edirne ve Karadeniz’de yağan yağmurların da etkisiyle toprağa ve suya karıştı. Mayıs başında Edirne derken Karadeniz ve tüm Türkiye bu bulutlardan nasibini aldı.
Geçen yıl Türk Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi’nin yaptığı ortak çalışma gerçekleri gözler önüne serdi. Hopa’da son 3 yılda meydana gelen ölümlerin yüzde 47’sinin nedeni kanser olarak açıklandı. Ama bu rapor da görmezden gelindi aynı, kazanın olduğu yıl çayda bulunan radyasyonun görmezden gelindiği gibi. Zamanın Başbakanı Turgut Özal, “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” derken dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, “Biraz radyasyon iyidir” gibi halkı rahatlatacak açıklamalar yapıyor, televizyon karşısında çay içiyorlardı. O zaman Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun başında olan Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre de, çaydaki radyasyonun tehlikeli olmadığını söylüyor, bir yandan da yaptıkları analizlerde yüksek seviyede radyasyon bulan ODTÜ Kimya Bölümü’nden Dr. Olcay Birgül, Dr. İnci Gökmen ve Biyoloji Bölümü’nden Dr. Aykut Kence’nin hazırladığı raporun basına sızmasından dolayı rektör Mehmet Gönlübol’a hiddetli bir mektup yazıyordu. “Çayda Radyoaktivite Ölçümleri” adlı raporda, 1985 tarihli bazı Çay Çiçeği paketlerinde yüksek radyoaktiviteye rastlandığı belirtiliyor, bulunan oranların bildirilen yüzde 3’ten çok daha yüksek olduğu ve yüzde 65’leri bulduğu açıklanıyordu. Bilinen eşik değerleri geçmek için her gün bu çayla demlenmiş 5 bardak “tavşan kanı”na ihtiyacınız vardı. Kaldı ki raporda da belirtildiği gibi radyasyonda eşik değer yoktu ve temel amaç mümkün olan en az radyasyona maruz kalmak olmalıydı. Raporu hazırlayanlar hamile kadınlar ve çocukların daha az çay içmeleriyle başlayan bir dizi öneride bulunuyordu ama sorumluların sesi daha gür çıkıyordu. Zaten bir süre sonra böyle raporlar hazırlamak ve sunmak da kontrol altına alındı; YÖK işbaşındaydı. Radyasyonla ilgili sorularınızı artık malum yetkililere sormak zorundaydınız ama aldığınız yanıtlar pek tatmin edici olmuyordu. Hele de radyasyon düzeyleriyle ilgili rakamları sorarsanız şöyle yanıtlar alabiliyordunuz: “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım rakamı ne yapsın? Çernobil’le ilgili olarak benden başka kimsenin konuşmaması için emir verdim. Ben Osmanlı devlet geleneğinden geliyorum ve bu hiyerarşi anlayışını benimsiyorum”. (Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, 6 Haziran 1986 TAEK Başkanı)
11 Mayıs 2005’te, Almanya’da Obrigheim(357MW) reaktörü kapatıldı ve nükleer enerjiden vazgeçme yönünde alınan karar uygulanmaya başlandı. Bu reaktörü Stade(672MW) izledi. Bir sonraki durak ise bu yıl kapatılacak olan Biblis A(1225MW) reaktörü. İspanya 30 Nisan’da Jose Cabrera santralini kapatarak çalışır reaktör sayısını 8’e indirdi. 7 nükleer santrali olan Belçika, santrallerini en fazla 40 yaşlarına kadar çalıştırmayı ve daha sonra kapatmayı kabul etti. 2025 yılında Belçika’da nükleer santral kalmayacak. İngiltere’de ise şu andaki durumda bir değişiklik olmazsa aynı tarihte sadece 1 santral çalışıyor olacak. Halihazırda 1 adet reaktörü olan Hollanda’da yeni reaktör yapmama kararı aldı. Avrupa’da 1989 yılında 172 olan reaktör sayısı şu anda 145’e düşmüş durumda. Tüm bu kararlar, küresel ısınma yüzünden kömür ve doğalgaz santrallarından da kurtulmaya çalışan bu ülkelerde hala değişmedi. Zaten, yaşlanan reaktörlerin yenilerinin yapılması yönünde bir karar alınsa bile nükleer enerjinin düşüşü engellenecek gibi gözükmüyor. Nükleer santraller ilk yatırım maliyetlerinin pahalı olması, en erken 8-10 yılda inşa edilmeleri, nükleer atık sorunun halledilememiş olması nedeniyle enerji sektörü tarafından çok sevilen bir seçenek değil. Buna, inşaat sırasında çıkan gecikmeler, kamuoyu baskısı ve rüzgar, güneş, biyokütle ve küçük hidro gibi yenilenebilir enerjilerin önelemez yükselişi de eklenince nükleer lobi gözünü bu hesapların daha fazla kapalı kapılar ardında yapıldığı Türkiye gibi ülkelere dikiyor. Yapılan tüm bu propagandaya rağmen ükleer enerjinin çaresizliğini en iyi, Uluslarararası Enerji Ajansı’nın, Dünya Durum Raporu 2006’daki tahmini özetliyor. Elektrik enerjisi üretiminde nükleerin %16 olan bugünkü payı 2030’da %10’a gerilerken, hidroelektrik hariç tutulmasına rağmen yenilenebilir enerjinin %2 olan payı, %7’ye çıkıyor. Nükleer karşıtlarına inanmayanlar bakalım UEA’ına inanacaklar mı?
Nükleer enerji ucuz mu?
2003 yılında Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün (MIT) “Nükleer Enerjinin Geleceği” raporu aslında nükleer enerjinin hangi koşullarda diğer kaynaklarla başedebileceğini araştırmak için yapılmış bir anlamda “taraf” bir çalışma. Nükleer santraller için ilk yatırım maliyetlerinin 1 kilovatlık kurulu güç için 2000 dolara düşmesi ve işletme-bakım giderlerinin üretilen her kilovatsaat için 1,5 sent olması durumunda ortalama maliyetin ne olacağı araştırılmış. Burada unutulmaması gereken, Finlandiya’da kurulan reaktöre verilen ve damping yapıldığı gerekçesiyle AB içinde mahkemelik olan santralin bile ilk yatırım maliyetinin 1 kilovat için 2310 dolar olduğu ve bu rakamın da, daha inşaatın 18 ayında yaşanan aksilik sonucunda şimdiden 3000 doları bulduğudur. Tüm dünyaya en modern nükleer reaktör olarak lanse edilen bu modelin inşaasının şimdiden 18 ay geciktiğini de belirtmek lazım. Yine, bilinen en ucuz işletme ve bakım giderlerinin de çalışmadaki iyimser rakamın üsütünde, 2 sent civarında olduğunu da anımsamakta fayda var. Bu hesaplamada biraz önce bahsettiğimiz çevresel maliyetler yer almazken, atıklar ve sökümle ilgili maliyetler de hesap dışı bırakılmış. Nükleerle karşılaştırılan doğalgazın ise fiyat artışı gözönüne alınmış. İşte tüm bu nükleerin lehine yapılan tahminlere rağmen, nükleer santraller 25 ve 40 yıl çalıştıkları varsayılan iki senaryoda da kömür ve doğalgaz (yüksek fiyat senaryosu bizim ödediğimiz miktara yakın) santrallerinden pahalıya elektrik üretiyor.
25 yıl
|
40 yıl
| |
Nükleer santral
|
7,9 sent
|
7,5
|
Kömür santrali
|
4,8
|
4,6
|
Doğalgaz santrali
|
5,5
|
5,7
|
Future of Nuclear Power, MIT
Nükleer enerji oldukça uzun deneyimleri olan ülkelere baktığınızda bu ekonomik tablonun ne kadar doğru olduğunu görebilirsiniz. Bugün örnek gösterilen Fransa’nın elektrik şirketi EDF’in nükleer santral kaynaklı borcu 30 milyar doları aşmıştır. Bir devlet politikası olarak 1973’teki petrol krizinden sonra benimsenen nükleer enerji politikası sonucu Fransa bugün bir Türkiye kadar, 40 bin MW’lık fazla güce sahiptir. Diğer ülkelere maliyetine elektrik satarak zararını kapamaya çalışan Fransa’da bazı nükleer santraller hafta sonları kapatılıyor. Çünkü elektrik ihraç edilen komşu ülkelerin sanayi tesisleri hafta sonu elektrik talep etmiyor! Bugün 59 nükleer santrali olan Fransa ile 17 santrali olan Almanya’da elektrik fiyatları aynı seviyelerde seyretmektedir ama Türkiye’de açıklama yapan kimi yetkililer hala 2 sent’e elektrik üretildiğini iddia ettikleri nükleer santralleri hayata geçirmeye çalışmakta. Eğer Türkiye bundan sonraki enerji politikalarını nükleere dayandırma niyetindeyse, doğalgazdan sonra ikinci bir krizin de nükleer enerji yüzünden yaşanacağı açık. Kanada’da son 50 yılda nükleer endüstriye verilen sübvansiyonların miktarı 17,5 milyar doları bulmuş[1]. Türkiye’de herkes pahalı elektrikten yakınır ama bir yandan da nükleer enerji gibi ülkeleri finansal bataklığa sürükleyen seçeneklere sübvansiyon verilmesi söz konusu olmasına rağmen sesini çıkarmaz.
Yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verimliliği
Nükleer atık sorunu çözüldü mü?
Nükleer atık denildiğinde hep nükleer santrallerden çıkan atıktan bahsederiz ama aslında uranyum madenciliğinden başlayan tüm nükleer yakıt zinciri içinde radyoaktif atıklar üretilir ve birçoğu binlerce yıl boyunca tehlike yaratacak radyoaktif bir tarihi gelecek kuşaklara bırakırlar. Nükleer reaktörlerde ise yüksek radyoaktivite içeren atıkların düzenli bir şekilde reaktörlerden alınması gerekir ve bu kullanılmış yakıt çoğu santrallerde su dolu havuzlarda soğutmaya alınır. Bağımsız uzmanlara göre, kullanılmış yakıt miktarı 2010’a gelindiğinde 322 bin tonu bulacaktır. 50 yıllık nükleer macera boyunca değişik öneriler konuşulup durulsa da, hala nükleer atıkları doğadan tamamiyle izole edilecek bir yöntem bulunabilmiş değildir. Yeraltındaki depolara gömeriz diyenler, atıkların gömülmüş olduğu bir tek son depolama alanı gösteremezler. İçlerinde Plütonyum-239 gibi tam 240 bin yıl radyoaktif kalan atıkların oraya buraya atılabileceğine hangi 5 yıllık hükümetin karar vereceği de ciddi bir politik sorundur.
Çernobil son nükleer kaza mıydı?
9 Ağustos 2004’te, Mihama Nükleer Santral’inde meydana gelen kazayı, BBC, Japonya’nın tarihinde yaşadığı en büyük nükleer kaza olarak duyurdu. Mihama nükleer santralinin bir türbininden sızan 200 derecedeki buhar, 5 kişinin ölümüne, 18 kişinin yaralanmasına yol açtı. En üst düzeyde güvenlik önlemlerinin alındığı söylenen bir nükleer santralde, korozyon ve kontrol yetersizliği gibi basit nedenlerden dolayı böyle kazalar yaşanması insanları ürkütüyor. Bu kaza, nükleer enerji konusunda örnek gösterilen Japonya’nın yaşadığı tek macera da değil. Japonya’nın bundan önce yaşadığı ve o zamana kadar en tehlikleli nükleer kaza olarak bilinen Tokaimura kazasında (29 Eylül 1999), radyasyon sızıntısı olmuş ve ölçülen radyasyon düzeyinin normal seviyeden 15 bin kat fazla olduğu ortaya çıkmıştı. Reaktörde çalışan 400’den fazla insanın radyasyona maruz kalmasının yanı sıra, reaktörün etrafında yaşayan binlerce insan, yetkililer tarafından evlerinden çıkmamaları için uyarıldı. Herhangi bir yağış halnde elbiselerin hemen yıkanması söylendi. Aralık 21’de de bu kazanın ilk kurbanı 35 yaşındaki Hisashi Ouchi hayatını kaybetti. Japonya’daki kazalar da gösteriyor ki, güvenli nükleer santral diye bir şey yok. Nükleer santraller “tıkır tıkır” çalışan teknoloji örnekleri değiller. Alınan risk, trafik kazalarıyla karşılaştırılamayacak derecede yüksek ve bu risk, sadece eski reaktörlerde değil en modern teknolojilerin kullanıldığı, örneklerde bile mevcut. Uzay mekiklerinin başına gelenler bize risk faktörünün, yüksek teknoloji kullanılarak sıfırlanamayacağının en büyük kanıtı. Riskin yüzde kaç olduğu değil aldığınız riskin büyüklüğü önemli. Bugün hiçbir sigorta şirketi bir nükleer facianin sonuçlarını sigortalamaya işte bu yüzden yanaşmıyor.
Japonya’daki diğer kazalardan örnekler
Nisan 1998
Tokyo Elektrik Firması’na ait reaktör, soğutma pompasının bozulması sonucunda kapatıldı.
Tokyo Elektrik Firması’na ait reaktör, soğutma pompasının bozulması sonucunda kapatıldı.
Temmuz 1997
Tokyo Elektrik Firması’na ait bir başka reaktörde radyasyon sızıntısı
Tokyo Elektrik Firması’na ait bir başka reaktörde radyasyon sızıntısı
Kasım 1997
Tokyo yakınlarındaki uranyum zenginleştirme labaratuvarında yangın çıktı.
Tokyo yakınlarındaki uranyum zenginleştirme labaratuvarında yangın çıktı.
Ağustos 1997
Tokaimura santralinde, 2000 çelik varil içinde bekletilen atıklarda sızıntı meydana geldi.
Tokaimura santralinde, 2000 çelik varil içinde bekletilen atıklarda sızıntı meydana geldi.
Mart 1997
Tsuruga reaktöründe çalışan 35 işçi radyasyona maruz kaldı.
Tsuruga reaktöründe çalışan 35 işçi radyasyona maruz kaldı.
Aralık 1995
Tsuruga’da soğutma sisteminden kaynaklanan sızıntı yüzünden santral bir yıl kapatılmak zorunda kaldı.
Tsuruga’da soğutma sisteminden kaynaklanan sızıntı yüzünden santral bir yıl kapatılmak zorunda kaldı.
Kaynak: BBC
Kazalar halktan gizleniyor!
Nükleer kazalar Japonya ile sınırlı değil. Çernobil kazasının 2 gün boyunca dünyadan saklanmaya çalışıldığı gibi dünyanın hemen hemen her ülkesinde bu kazalar halktan gizleniyor. En güncel örneği 18 Nisan 2007 yılında TASAM tarafından “Stratejik Rapor No:18” adı verilen belgenin 25. sayfasında yazılı. Uzun yıllar Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nda çalıştığı belirtilen Önder Öner’le Prof. Vural Altın arasında geçen konuşma metne aynen şöyle aktarılmış: Ya, Önder Bey; bu Koreliler reaktörlerini A’dan Z’ye kendileri yapıyor.Sanki işi Japonya’dan bile iyi götürüyorlar. Çünkü orada ikide birde kazalar, sızıntılar filan oluyor. Hatta ölümler de oldu. Bu nasıl iş? Bir an durup düşündükten sonra, “Japonlar daha açık bir toplum dedi; “Bu konuda daha hassaslar, Hiroşima ve Nagazaki nedeniyle. Koreliler bazı şeyleri daha iyi gizliyor...” B u tüyler ürpertici konuşma yıllardır Çernobil konusunda yaşadığımız gizemin nedenini de gayet iyi açıklıyor. Çernobil’in 21. yıldönümünde yapılan bu itiraf kulaktan kulağa yayılacak cinsten. Yayılmalı ki, nükleer kazaların halk sağlığı hiçe sayılarak gizlendiği gerçeğini bilmeyen kalmasın.
[1] Financial Meltdown, Federal Nuclear Subsidies to AECL, November 2000
[2] Renewable Energy Global Status Report 2005 – Worldwatch Institute
[3] 18 Ekim 2004, Dünya Gazetesi
***
“Radyasyondan Korunmanın En İyi Yolu Kaçmaktır”
Yüksek dozda radyasyon varsa, ölçüm yapan aletin sağ tarafındaki kapı açılmıyor ve siz alan içinde kalıyorsunuz. Yeşil ışık yandığında ise kapı açılıyor. Gözle görülemeyen sinsi düşman radyasyonu görmenin birkaç yolu da bu dedektörler. Bugün başta Belarus olmak üzere birçok ülkede kirlilik devam ediyor. Belarus’un yüzde 22’si 1986’da kirlenmişti ve bu oran şu anda sadece yüzde 21’e gerileyebildi.
“Çernobil insanların kobay olarak kullanıldığı bir labaratuvara beziyor”
Eğer buradaki tüm farklı tıp enstitülerini gezerseniz hepsi size hastalıkların sayısında bir artış gördüklerini söyleyecektir. Neden böyle bir artış var? Dilediğiniz tahmini yapabilirsiniz. Çernobil, Ukrayna’da insanların kobay olarak kullanıldığı büyük bir labaratuvara benziyor. ...Çernobil’den önce çocukların kanser olması akla gelmez bir şeydi. Yılda en fazla 2 ya da 3 vakaya rastlıyorduk. 1989’da 7 vakaya rastladık. 1991’de 21 oldu. 1992-94 arasında 41 civarındaydı. Daha sonra 48, 50 42 vaka şeklinde yükseldi.
İgor Komisarenko
Komisarenko Endokronoloji ve Metabolizma Enstitisü Direktörü
“Çocuklarımız temiz süt içebilmeli”
Kırsalda yaşıyorsan neye ihtiyaç duyarsın? Arazi, su ve yol; sonrası mutlu bir hayat! Köyümüzde, gazın bitiği için şikayet etmezsin. Burada güzel bir toprağın varsa patatesini eker, temiz samanını biçersin. Çocuklarımız temiz süt içebilmeli. Şu an radyoaktiviteyle kirlenmiş durumda. Çernobil olmasaydı topraklarımız temiz olacak, burada yaşayanlar için hayat daha kolay olacaktı.
Danilo Vyzhichanin
Yelno Köyü Muhtarı
“Hükümet yaşamımıza son noktayı koydu”
“Sovyetler Birliği’nde insan yaşamının değeri yoktu. Orta yaşta, halihazırda ailesi ve çocukları olan insanları çağırmalıydılar. Benim gibi gençleri Çernobil’e göndermemeliydiler. Hükümet yaşamımıza son noktayı koydu. Geleceğimizi yok etti”. Sergey, Çernobil kazası sırasında Ermenistan’da askerdi. Kazadan sonra temizlik çalışmalarında görevlendirildi ve reaktöre 18 km. uzakta bir okulda kaldı. Her gün tasfiyecileri taşıyan aracı kullanıyordu. Şimdi her ay burun kanamaları ve şiddetli baş ağrıları çekiyor. 1989 yılında vücudunun sağ yanındaki kan damarlarının daha küçük olduğu ortaya çıktı. Riga’daki doktoru Çernobil’deki tasfiyecilerin yaşıtlarına göre 10-15 yıl yaşlandığını söylüyor.
Sergey Volkovs
Çernobil’deki tasfiyecilerden. Şimdi Latviya’da yaşıyor.
“Artık yeter, başka Kazımlar ölmesin”