Dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Dünyanın en büyük güneş santrali

Özgür Gürbüz / 21 Haziran 2011
 
Dünyanın en büyük güneş santralinin inşasına Kaliforniya'da başlandı. 1000 megavat (MW) kurulu güce sahip olacak güneş santrali tamamlandığında 300 bin evin elektriğini karşılayabilecek.

Santral alanına çit döşeniyor
Blythe Güneş Enerjisi Projesi, Riverside İlçesi'nin doğusunda kurulacak ve projenin ilk bölümünün tamamlanıp elektrik üretimine başlaması 2013 yılında gerçekleşecek. Amerika Birleşik Devletleri Enerji Bakanlığı, projenin iki ünitesini (proje dört adet 250 MW'lık üniteden oluşuyor) şartlı olarak desteklediğini ve 2 milyar 100 milyon dolarlık kredi verdiğini geçtiğimiz Nisan ayında açıklamıştı.

Güneş termal santralin inşası sırasında 1066 kişi çalışacak. Proje tamamlandıktan sonra da 295 kişiye kalıcı iş yaratılmış olacak. Projenin hayata geçirilmesi de 7 bin 500 dolaylı istihdam yaratacak. Projeyi Solar Millennium adlı firma ile petrol devi Chevron hayata geçiriyor. Santrallerin kurulacağı alan yaklaşık 25 kilometrekare büyüklüğünde bir yer kaplıyor.

Dünyanın en büyük güneş santrali tamamlandığında her yıl 2 milyon ton karbondioksitin atmosfere bırakılmasının da önüne geçilecek. Bu rakam yaklaşık 300 bin otomobilin bir yıllık seragazı emisyonuna eşit. Santral her yıl 2 milyon 800 bin dolar turarında emlak vergisi de ödeyecek ve bu para Kaliforniya Eyaleti'nin kasasına girecek.

Malazgirt Meydan Muharebesi ve Nükleer Enerji

Enerji Bakanı Taner Yıldız seçimden birkaç gün önce Almanya'nın nükleer santrallerini ekonomik ömürleri dolduğu için kapattığını iddia etti. Tahmin ettiğiniz gibi Bakan Yıldız'ın bu iddiası da doğru değil. Yıldız daha önce de Fukuşima'da kaza yapan reaktörlerin 1. nesil, yani eski teknoloji olduklarını söylemişti. Halbuki, hepsi 2. nesildi. 

Özgür Gürbüz- BirGün / 19 Haziran 2011 

Avrupa'dan arka arkaya gelen nükleer karşıtı haberler, nükleer enerjiyi savunmayı adeta bir onur meselesi haline getiren Enerji Bakanı Taner Yıldız'ı köşeye sıkıştırıyor, garip demeçler verdirtiyor. Hatırlarsınız, Bakan Yıldız seçimden altı gün önce yaptığı açıklamada, henüz yapımına başlanmamış nükleer santrali 2071 yılında kapatacaklarını açıklamıştı. Neden 2071? Çünkü o gün Malazgirt Muharebesi'nin 1000. yıldönümü. Malum hükümetin takvimi farklı. O yüzden de çeşitli icraatlar için böyle tarihten yapraklar karşımıza çıkarılıyor. Cumhuriyetin 100. yılında “çılgın kentler” kuruluyor, Malazgirt'in 1000. yılında nükleer santral kapatılıyor. Henüz açıklanmadı ama tahminimce “Sarantaporon Muharebesi”nin 100. yıldönümünde de (2012) Anayasa değişikliği yapılacak. Öyleyse bizde meseleyi Bakan Yıldız'ın anlayacağı dilden anlatalım. Hesap kitap yapalım.

Mersin'de santral yapmayı planlayan Rus firması inşaata 2013 yılında başlamayı planlıyor. Rusya ile Türkiye arasında yapılan uluslararası anlaşmanın 6. maddesinin 2. fıkrası, ilk reaktörün en geç yedi yıl içinde tamamlanmasını öngörüyor. Bu da 2020'de, Malta Kuşatması'nın 455. yıldönümünde reaktörün çalışmaya başlamasını gerektiriyor. Rus dizaynı reaktörün 60 yıl çalışacak şekilde tasarlandığı da hesaba katılırsa (henüz dünyada bu kadar uzun süre çalışmış bir reaktör olmasa da), reaktörün normal şartlar altında 2080 yılında, yani Otranto Seferi'nin 600. yıldönümünde kapatılması gerekir. Nükleer reaktörün hangi gerekçeyle, ekonomik ömrünü doldurmadan dokuz yıl önce kapatılacağını anlamak zor. Yıldız'ın demecini ciddiye aldılarsa eminim bu soruyu Rus şirketi de Türkiye'ye soruyordur. Çünkü dokuz yıl az elektrik satılması firmanın ciddi zarara uğramasına yol açar. Bence bu tarih herhangi bir hesap kitaba dayanmıyor ve bir ciddiyetsizliğe işaret ediyor.

Gelelim asıl soruna. Taner Yıldız'ın demecinde, 2022 yılına kadar ülkedeki tüm reaktörleri kapatacağını açıklayan ve Fukuşima'daki kazadan sonra kontak kapattığı yedi reaktörünü şimdiden emekliye ayıran Almanya'nın kararı ciddi bir şekilde çarpıtılıyor. Yıldız, Almanya'daki santrallerin eski olduğunu, zaten kapatılacaklarını ima ederek tüm Türkiye'ye yanlış bilgi veriyor. Bir de, “Nükleer santrallar tehlikeli ise bu ülkeler niye yarın kapatmıyor da 2020'yi bekliyor? Bunlar 30-40 yılını doldurmuş santrallar, ekonomik ömürleri bitiyor” diyor.

Hemen yanıtlayalım. Dünyanın dördüncü büyük ekonomisinin elektriğinin yüzde 28'ini sağlayan nükleer santrallerin bir günde kapatılamayacağını bilmem benim bir enerji bakanına hatırlatmama gerek var mı? Kaldı ki Almanya, 17 reaktörün sekiz tanesini şimdiden kapattı. Kalan dokuz taneden üçü de halihazırda çalışmıyor. Bu dokuz rekatör 2021'ye kadar devreden çıkarılacak. Çok zorlanılırsa üç reaktör bir yıl daha açık kalacak. 2022'de Almanya'da çalışır bir nükleer santral kalmayacak.

İkinci yanlış iddia ise bu reaktörlerin ekonomik ömrünün dolduğu söylemi. Nükleer reaktörlerin ilk yatırım maliyetleri tüm maliyetler içinde önemli bir yer tutar. Bu nedenle de nükleer santraller ilk 10-15 yıldan sonra sahibine para kazandırmaya başlar. Çekilen büyük kredilerin ve faizlerin ödenmesi uzun sürer. Nükleer enerji şirketleri reaktörleri mümkün olduğunca uzun çalıştırmak için tüm dünyada hükümetlere baskı yapar. Fukuşima öncesi, Yıldız'ın “yaşlı” dediği santrallerin 2022 yerine ortalama 12 yıl geç kapatılması konusunda anlaşma sağlanmıştı. Almanya'daki nükleer enerji şirketleri, bu karar için ek bir vergi bile ödemeyi göze almıştı. Merkel daha sonra bu karardan vazgeçmek zorunda kaldı. Bu bile Yıldız'ın iddiasının doğru olmadığını gösteriyor. Biz yine de 40 yıl çalışmak üzere tasarlanmış bu reaktörlerin bugünkü ve kapatılma tarihlerindeki yaşlarını aşağıdaki tabloda özetleyelim.

Almanya'daki nükleer reaktörlerinin yaş durumu


Tabloda da görüldüğü gibi şu anda kapatılan 8 reaktörün yaş ortalaması 33. Halbuki bu reaktörlerin değil dizayn yaşı 40'a, Fukuşima öncesi yapılan düzenlemeye göre 50 yıla kadar çalıştırılması planlanıyordu. Aralarında 28 yaşında kapatılan bir reaktör (Kruemmel) bile var. Ger kalan dokuz reaktör de 2021 yılının sonuna kadar kapatılacak. Kapatıldıkları tarihte dokuz reaktörün yaş ortalaması 35 olacak. Unutmadan Taner Yıldız'ın, Kemal Kılıçdaroğlu'na nükleer enerji konusunda “brifing” vermeyi de önerdiğini hatırlatalım. Artık bir şey demiyorum. Zaten bu yıl Belgrad Seferi'nin 500. yıldönümü, bu kadar “gafın” üzerine nükleer santral planlarından vazgeçmenin tam zamanı.

İtalyanlar da nükleere hayır dedi

Dünyada duymayan kalmadı ama ben bir daha yazayım istedim. İtalya'da yapılan halk oylamasında ülkede yeni nükleer santral kurulmaması yönünde bir karar çıktı. Oylamanın geçerli sayılması için halk oylamasına katılımın en az yüzde 50 olması gerekiyordu. Katılım oranı yüzde 57'yi buldu. Nükleer santraller kurmak isteyen Berlusconi hükümeti, halk oylamasına katılımın düşük olmasını ve kural gereği tekrarlanmasını istiyordu.Böylece halkın Fukuşima'daki korkunç kazayı unutacağını ve nükleer enerji lehine oy kullanacağını düşünüyordu. Katılımcıların yüzde 90'ı İtalya'da yeni nükleer santraller kurulmasına hayır dedi. İtalyanlar, yeni bir nükleer maceraya kalkışmak istemediklerini açıkça ortaya koydu.

İtalya, Çernobil nükleer kazasından bir yıl sonra (1987) yine bir halk oylamasına (referandum) gitmiş, sandıktan o sırada çalışır durumda olan ülkedeki dört reaktörün kapatılması yönünde karar çıkmıştı. İlerleyen yıllarda bu reaktörler kapatıldı ve İtalya nükleer enerjiye veda etti. Berlusconi önderliğindeki sağ hükümetin nükleer enerjiye geri dönüş çabaları da bu son halk oylamasıyla sona erdi. İsviçre ve Almanya'nın aldığı kararlardan sonra Batı Avrupa'da bir ülke daha nükleer enerjiye hayır dedi.

Halk oylamasında sandık başına giden İtalyanlar ayrıca su dağıtım şebekesinin özelleştirilmesine ve kabinedeki bakanların dokunulmazlıklarının kaldırılmasına da hayır dedi. Tüm bu gelişmeler Başbakan Berlusconi'nin iktidarını zor durumda bırakıyor.

İtalya, Türkiye'den daha fazla doğalgaza bağımlı bir ülke olmasına rağmen nükleer enerjiden vazgeçme kararı aldı ancak Ankara, Avrupa ve dünyadaki nükleer karşıtı kararlara ve yerel muhalefete rağmen Rus şirketine yeşil ışık yakmaya devam ediyor. Rus şirketi, Akkuyu'da inşaata 2013 yılında başlamayı planlıyor.

Havadan sudan bir yazı

Bitki ve hayvanların yüzde 20 veya 30'u ölecek. İki milyar insan susuz, yüz milyonlarca insan da aç kalacak. İşte, bugün kurduğumuz modern dünyada özgürlük ve konfor olarak adlandırdığımız birçok şeyin hediyesi bu.

Özgür Gürbüz-BirGün / 12 Haziran 2011

Malum, seçim yasakları var. O yüzden bugün havadan sudan bahsedeceğim. Üsütne biraz da börtü böceğin durumunu anlatacağım. İnsanın havaya, suya, kuşa, tırtıla ne zalimlikler eylediğini, dilim döndükçe anlatmaya çalışacağım.

Önce havadan başlayalım. Belki farkında değilsiniz ama ortalık bayağı ısındı. Küresel iklim değişikliği dünyayı tehdit etmeye devam ediyor ve insan kaynaklı bu belayı durdurma veya daha gerçekçi olursak yavaşlatma şansımız giderek azalıyor. Sanayi devrimiyle başlayan dünyanın ortalama sıcaklığındaki artış 0,74 dereceyi bulmuş durumda. Küresel ısınma konusunda bilimsel verileri sağlayan Uluslararası İklim Değişikliği Paneli'nin, 2 bin 500 bilim insanı tarafından hazırlanan ve 2007 yılında açıklanan son raporunda ortalama sıcaklıktaki artışın 0,74 dereceyi (1906-2005) bulduğu belirtilmişti. Gazeteci yuvarlamasıyla, bugün dünyanın olması gerekenden yaklaşık 1 derece daha sıcak olduğunu söyleyebiliriz. Bu ısınmanın çoğu da son 50 yılda gerçekleşmiş, yani biz insanoğlunun sanayileşip, modernleştik sandığı süreçte. Otomobile binmeyi özgürlük, büyük ekran televizyonu ilerleme, köprü ve otobanları kalkınma hamlesi olarak algıladığımız günler.

İki milyar insan susuz
Dünyanın ısınmasının bedeli ağır olacak. Buzlar eriyecek, deniz seviyesi yükselecek, tatlı sulara tuzlu sular karışacak, temiz su kaynakları azlaacak, fırtına ve kasırgaların sayısı ve şiddeti artacak. Liste uzayıp gidiyor. Eğer ortalama sıcaklıktaki artış, 1,5-2,5 dereceyi geçerse dünyadaki bitki ve hayvanların yüzde 20 ila yüzde 30'u ölecek. İnsan börtü böceğin dilinden pek anlamıyor o yüzden bu rakamı gelin bir de şöyle anlatmaya çalışalım. Dünyada 7 milyar insanın yüzde 30'unun öldüğünü düşünün. Tam 2 milyar 800 milyon insan. Bu insanların teker teker öldüğünü düşünün, ne hissedersiniz? İşte bitkiler ve hayvanlar da aynen öyle hissedecek. Bütün bu katliamın sorumlusu insanın veya “kapitalist insanın” ölen kuşları pek de ciddiye almayacağını düşünürek, 2 derecenin üzerindeki bir artışın iki milyar insanı susuzlukla karşı karşıya bırakacağını ve yüz milyonlarcasını da aç bırakacağını ekleyelim. Milli piyango gibi, size de çıkabilir! Biletler de bedava...

Bende kötü haberden bol bir şey yok. Küresel ısınmanın en büyük sorumlusu fosil yakıtlar, yani kömür, petrol ve doğalgaz. Kömür diğerlerinden daha önemli çünkü kömürün küresel enerji tüketimindeki payı bu yılın ilk beş ayı itibariyle yüzde 29,6'ya çıktı. 1970'ten bu yana en yüksek orana ulaştı. Bu ne demek? Bu, küresel ısınmanın baş aktörü kömürün daha fazla yakıldığı ve atmosfere daha fazla seragazı bırakılması demek. Dünya kömür tüketiminde başı, yerkürenin fabrikası haline getirilen Çin'in çektiğini belirtelim. Dünyada tüketilen enerjinin yüzde 20,3'ünden, kömür tüketiminin ise yüzde 48,2'sinden Çin sorumlu. Küresel ısınmanın bir başka sorumlusu ise petrol ve petrol tüketiminde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başı çekiyor. ABD her gün 19 milyon 148 bin varil petrol tüketiyor. Çin'in tüketiminin iki katından biraz fazla. Yaklaşık 160 milyon nüfusa sahip Bangladeş'in tüketimi ise günde sadece 101 bin varil. Türkiye ise her gün 624 bin varil tüketiyor, Bangladeş'in altı katı.

Sular yükseliyor
Şimdi de biraz sudan bahsedelim. Küresel ısınma nedeniyle deniz seviyesinde sanayi öncesi döneme göre halihazıda 10-20 cm yükselme meydana geldi. Bilimsel tahminler, Grönland'daki buz tabakasının erimesi durumunda deniz seviyesinde 7 metrelik bir yükselmenin gerçekleşebileceğini söylüyor. En kötü senaryolardan biri bu. Ancak felaket görmek için en kötü senaryoyu beklemeye gerek yok. Bu yüzyılın sonuna doğru deniz seviyesinde meydana gelecek bir metrelik yükselme milyonlarca insanın hayatını kabusa çevirmeye yetecek. Sadece Bangladeş'te 30 milyon insan yaşadığı toprakları terkedip, “iklim göçmeni” olacak. 30 milyon insanın pılıyı pırtıyı toplayıp göç ettiğini bir gözlerinizin önüne getirin. Hepsi bir günde olmayacak tabi ama akın akın göç edecekler. Bangladeş örneğinde olduğu gibi sadece petrol tüketimini ele alsanız bile küresel ısınmayla birlikte yaşanan bir başka sorunu, adaletsizliği görürsünüz. Petrolü, kömürü tüketen başka, bedelini ödeyen bambaşka. “Adaletin bu mu dünya” adlı şarkıyı bilirsiniz. İklim değişikliği konusunda halimizi en iyi o şarkı anlatıyor.

Avrupa nükleere sırtını döndü

Japonya'daki Fukuşima kazasının nükleer endüstriye kalıcı bir darbe daha indirdiği kesin. Ancak bu defa kazanın etkileri nükleer santral siparişlerinin azalmasıyla sınırlı kalmayabilir. Bir enerji devrimi ya da en azından evrimi ve ötesi mümkün.

Özgür Gürbüz-Bianet/4 Haziran 2011

1986'daki Çernobil kazasından sonra dünyanın o "eski dünya" olmayacağı herkesçe söyleniyordu. Nükleer endüstri Çernobil kazasından sonra uzun süre kendisini toparlayamadı. Siparişler iptal edildi, birçok ülkede santraller kapatıldı. Yenilenebilir enerji yatırımları ve doğalgaz öne çıktı. Kazanın, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin yıkılmasına neden olan faktörlerden biri olduğunu iddia edenler bile var.

Japonya'daki Fukuşima kazası sonrası ise Çernobil'in unutulduğunu düşünen ve küresel ısınmayı durdurma konusunda fosil yakıtlar karşısında yakaladığı avantajını kullanmak isteyen nükleer endüstrinin "rönesans" hamlesi yarım kaldı. Fukuşima'nın nükleer endüstriye kalıcı bir darbe daha indirdiği kesin. Ancak bu defa kazanın etkileri nükleer santral siparişlerinin azalmasıyla sınırlı kalmayabilir. Bir enerji devrimi ya da en azından evrimi ve ötesi mümkün.

Almanya ve İsviçre'de nükleer reaktörler kapatılıyor
Fukuşima kazasından bir süre önce Almanya'da bambaşka nükleer şarkılar çalınıyordu. Sosyal Demokratlar ve Yeşiller'in oluşturduğu, "Kızıl-Yeşil" koalisyonunun 2002'de aldığı tüm nükleer santralleri 2022'ye kadar kapatma kararı ötelenmiş, nükleer enerji şirketleri, sağ partilerden oluşan Angela Merkel koalisyonuna çeşitli vergiler ödemeyi taahhüt ederek, 2032 hatta 2037'ye kadar santrallerini çalıştırmayı garanti altına almışlardı.

Bu rüya çok uzun sürmedi. Almanya'da Fukuşima kazasından sonra büyüyen anti-nükleer hareket oylara da yansıyınca Almanya Başbakanı Angela Merkel ve arkadaşlarının fazla seçeneği kalmadı. Kızıl-Yeşil Koalisyonu'nun 2022'ye geri dönüldü.

Hatta daha fazlası yapıldı. Almanya'daki 17 reaktörün en eski yedi tanesi Japonya'daki kazadan sonra üç aylığına zaten kapatılmıştı. Bu santrallerin fişi şimdi tamamen çekildi, bir daha hiç açılmayacaklar. Bu yedi reaktöre 2007 ve 2009'da ciddi kazalarla adını duyuran Krümmel de eklendi. Geriye kaldı dokuz. Onların da 11 yıl süresi var.

Her ülkenin sahip olduğu enerji kaynakları çeşitlilik gösteriyor. Çevre, demokrasi kıstasları farklı. Sanayi ve kalkınma gibi enerji talebini şekillendiren politikaları da değişken olunca bir ülkenin diğerine bakarak benzer kararlar almasını beklemek pek gerçekçi değil. Ancak, söz konusu ülke, elektriğinin 2010 yılında yüzde 28'ini nükleer santrallerden sağlayan dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olunca işler değişiyor.

Kısacası Almanya nükleersiz yaparsa herkes yapabilir demek pek de yanıltıcı olmaz. Nitekim, beş nükleer reaktör işleten ve elektriğinin yüzde 38'ini nükleerden sağlayan İsviçre de aynı yolda ilerliyor. 2034'e kadar ülkedeki beş reaktör kapatılacak. Yapılması planlanan üç reaktörle ilgili planlar da çöpe atıldı. İsviçre, hidroelektrik santrallerden üretip komşu ülkelere sattığı ve 1 milyar doların üzerinde gelir elde ettiği elektrik enerjisini kendisine saklayacak ve yenilenebilir enerjiye yatırım yapacak.

İtalya'da referandum
İsviçre'den elektrik satın alan ülkeler arasındaki İtalya da, Çernobil sonrası kapattığı dört reaktörün yerine yenilerini yapmayı planlıyordu. Görünüşe bakılırsa bu da çok kolay olmayacak. Hâlihazırda zor günler yaşayan Berlusconi hükümeti, bu ay yeni nükleer santrallerin kurulup kurulmamasıyla ilgili bir sınav daha verecek. Ülkedeki yüksek mahkeme nükleer santrallerin kurulması konusunda referanduma gidilmesi gerektiğine karar verdi. 12 ve 13 Haziran'da halk kararını sandıkta verecek. 1987'de yapılan halk oylaması ülkedeki dört reaktörün kapatılmasıyla sonuçlanmıştı. Berlusconi, halk oylamasının daha sonra yapılmasını, muhtemelen halkın Fukuşima'yı unutmasını istiyordu ancak bu istediği olmadı. Bir sürpriz olmazsa İtalyanlar bir kez daha nükleere hayır diyecek ve Avrupa'da nükleer enerjiye sırtını çevirmiş ülkelerin arasında yerini alacak.

Avrupa'da nükleer karşıtı ortak bildiri
Avrupa'da yaşanan ilginç bir gelişme de Avusturya, Yunanistan, İrlanda, Letonya, Lihtenştayn, Lüksemburg, Malta ve Portekiz'den gelen resmi delegasyonların açıkladığı nükleer karşıtı ortak bildiriydi. İklim değişikliğinden, sürdürülebilir enerjiye uzanan taleplerin nükleersiz gerçekleşmesini istediklerini belirten bu ülkeler, nükleer endüstrinin yoluna kocaman bir taş daha bıraktılar. Nükleer santralleri kapatma kararları devam eden İspanya ve Belçika'yı, hiç nükleer santrali olmayan Danimarka, Norveç'i de bu resme eklediğinizde Avrupa'da nükleer reaktör satmanın artık ne kadar zor olduğu açıkça görülüyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın listesinde yapım aşamasında 64 yeni reaktör (Bazılarının inşaatı yıllardır sürüyor, bazılarında ise inşaatın sürdüğü bile şüpheli) olduğu belirtiliyor. Bunların 27 tanesi Çin'de, 11 tanesi Rusya'da, 10 tanesi Güney Kore ve Hindistan'da yer alıyor.

Geriye 16 reaktör kalıyor ve bunların sadece üç tanesi Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da. Fransa ve Finlandiya'daki en son teknoloji reaktör projelerinin zamanında bitirilemeyeceği ve tahmin edilenin çok üstünde rakamlara mal olacağı şimdiden ortaya çıktığı için hiçbir nükleer taraftarı bu projelerden bahsetmek istemiyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) yapımı süren reaktör ise inşaatına aslında 1974'te başlanıp, sonra yarım bırakılan Watts Bar-2 reaktörü. O da değil örnek olmak, 40 yıldır bitmeyen inşaatın maliyetini kurtarsa iyi. Kısacası, enerji talebi hızla artan, çevresel kaygıları sınırlı ya da sırlandırılmış, halkın karar mekanizmalarına katılmasıyla ilgili kültürün gelişmediği ülkelerde nükleer enerji daha kolay yol alıyor.

Yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğiyle ilgili çalışmaların artması da atom santrallerinin işini daha fazla zorlaştırıyor. Ekonomi penceresinden baktığınızda, yenilenebilir enerji kaynaklarından gün geçtikçe daha ucuza elde edilen enerji ve özellikle istihdam konusu nükleer enerjinin elini kolunu bağlıyor.

Bugün Almanya'da 370 bin kişi yenilenebilir enerji sektöründe çalışıyor ve nükleer santrallerin daha fazla elektrik üretme vaadi, daha fazla iş yaratmadıkça ekonomik kriz sonucu işini kaybeden insanlar için pek fazla bir şey ifade etmiyor.

Japonya'yı temiz enerji kurtaracak

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 18 Mayıs 2011

Japonya isterse 10 yıl içerisinde, Fukuşima'daki bir numaralı santralin ürettiği elektriğin dört katını yenilenebilir enerjiden sağlayabilir. Bunu ben söylemiyorum. Yenilenebilir enerji üzerine yıllardır yazılar yazan Paul Gipe söylüyor. Nükleer santral kurmanın çetrefilliğini, Japonya'da kamuoyunun nükleer enerji konusunda değişen algısını düşünürseniz, 10 yılda değil altı nükleer reaktör (Fukuşima Daiçi'de altı reaktör vardı) belki de bir tanesini bile bitiremeyebilirsiniz. Gipe, Japonya'nın Almanya'nın izlediği gibi bir yenilenebilir enerji politikası izlemesi, benzer alım garantileri sağlaması halinde, 10 yıl içerisinde Japonya'da yılda 120 TWs elektrik üretebilecek bir temiz enerji kapasitesi kurulabileceğini öne sürüyor. Almanya'nın 2000-2010 yılları arasında güneş, rüzgar ve biyokütle başta olmak üzere yılda 80 TWs elektrik üreten yenilenebilir enerji kaynaklarını sisteme eklediğine vurgu yapıyor. Almanya'da 2010 sonunda yenilenebilir enerji kaynaklı üretimin 100 TWs'i geçtiğini belirtelim. Gipe, Fukuşima Daiçi'nin 2010 yılında 30 TWs'lik, Japonya'nın tüm nükleer santral filosunun da yılda 260 TWs'lik (Bu konuda bazı kaynaklar 284 TWs'i gösteriyor) üretim yaptığına dikkat çekiyor.

Bir tarafta nükleer enerjiden vazgeçmeye çalışan Almanya, diğer tarafta dünyanın ikinci en büyük nükleer kazasını yaşayana dek nükleer enerjiden daha fazla faydalanmanın planlarını yapan Japonya. Japonya 2050'ye kadar elektrik ihtiyacının yüzde 50'sini nükleerden karşılamayı planlıyordu. (Bu oran şu anda yüzde 30'un altında) Bu hedef nükleer felaketten sonra yalan oldu. Şimdi, medet umulan nükleer enerjinin yerine yenilenebilir enerji ve enerji tasarrufunun geçmesi planlanıyor. Japonya Başbakanı Naoto Kan birkaç gün önce bu yönde bir açıklama yaptı.

Gipe'nin makalesinden devam edelim. Dünyanın en büyük üçüncü ekonomisi Japonya ve dördüncü büyük ekonomisi Almanya. İki ülkenin de yüzölçümü birbirine yakın ancak Japonya'nın nüfusu neredeyse Almanya'dan 50 milyon, elektrik tüketimi de yüzde 70 daha fazla. Japonya'nın milli geliri de Almanya'dan yaklaşık yüzde 40 oranında fazla. İki ülke arasındaki fark elektrik enerjisi üretiminde yaptıkları tercihlerde. Japonya elektriğinin yüzde 1 kadarını, Almanya elektriğinin yüzde 17'sini (yüzde 14'ü rüzgar, güneş ve biyokütle) yenilenebilir enerji kaynaklarından elde ediyor. Bir deprem ülkesi Japonya'da 540 MW'lık jeotermal kurulu gücü var. Rüzgar enerjisi kurulu gücü de sadece 2304 MW. Gipe'nin Japonya'nın aldığı güneş radyasyonu miktarına göre yaptığı kıyaslamaya bakıldığında Almanya'dan yüzde 14 daha fazla potansiyele sahip bir ülke karşımıza çıkıyor. Japonya'nın fotovoltaik teknoloji konusunda bir zamanlar dünya lideri olduğunu da anımsayalım. Yazarın özetlediği bu tabloya bakıldığında şöyle bir yorum yapabiliriz. Tek eksik politik irade. İki ülkenin arasındaki en büyük fark bu.

Yazarın iddiası, Japonya'nın Almanya benzeri politikaları hayata geçirmesi halinde, endüstriyel kapasitesinin de zorlanmayacağı göz önüne alınırsa, 2022'de 50 TWs'lik fotovoltaik, 20 TWs'lik jeotermal kaynaklı elektrik üretimi yapabileceği. Rüzgar enerjisinde de Almanya benzeri (yılda ortalama yüzde 20'lik büyüme) bir yol izlenirse, sadece 10 yıl içinde 180 TWs'lik bir yenilenebilir enerji kaynaklı elektrik üretiminin mümkün olabileceğini öne sürüyor. Bu da büyük bir kısmı hurdaya çıkan Fukuşima Daiçi santralinin üretiminin altı kat fazlasına denk düşüyor. Anahtar ise yenilenebilir enerji yasası. Gipe'ye göre ABD'deki gibi rüzgar için ayrı, jeotermal için ayrı bir yol izlenirse başarı zor. Almanya'daki gibi kapsayıcı, tüm yenilenebilir enerji kaynaklarını içeren bir yasayla yola çıkılması gerektiğini savunuyor. Yine, yasanın uzun dönemli olması, en azından bir 10 yıllık güvence vermesi gerektiğini, üretim tesislerinin hazırlanması, santral sahalarının saptanması ve kurumların oluşturulması için zaman tanınmasının önemine değiniyor. Kısacası, teknoloji geliştirecek bilim insanları da, üretim yapacak yatırımcılar da kendilerini hazırlamalı ve uzun vadeli bir işe giriştiklerinin farkına varmalı diyor.

Bu yazımı boşu boşuna önemli bir makalenin çevirisine harcadığımı düşünüyor olabilirsiniz. Hemen amaçlarımı açıklayayım. İlk nedenim, dünyada yenilenebilir enerjinin hangi düzeyde konuşulduğuna dair bu önemli örneği paylaşmaktı. Türkiye'de temiz enerjiye çocuk oyuncağı gibi bakan bir zihniyet hala varlığını sürdürüyor. İkinci nedenim ise yenilenebilir enerjinin sadece çevreci ve risksiz olmakla kalmayıp, aynı zamanda oldukça hızlı bir şekilde hayata geçirilebildiğine ve beraberinde bir endüstri yarattığına dikkat çekmekti. Üçüncü nedenim ise Türkiye'de sadece fiyat üzerinden, kısa vadeli, bir veya birkaç kaynağa odaklı yenilenebilir enerji yasasına dikkat çekmekti. Temelinde, “yenilenebilir olsun ama çok da fazla olmasın” mantığının yattığı bir yasanın yerli üretimden, enerjide dışa bağımlılığı azaltmaya kadar istenen rolü üstlenemeyeceğine vurgu yapmaktı. Dördüncü ve son amacım ise kısa ve net. Nükleersiz olmaz diyenlere “bal gibi olur” demek istedim. Dünyanın en büyük üçüncü ve dördüncü ekonomilerinde nükleersiz seçenekler gündeme geliyor, konuşuluyor ve planlanıyorsa; 16. büyük ekonomisinde, hem de bu iki ülkeden daha büyük yenilenebilir enerji potansiyeline sahip Türkiye'de neden olmasın? Çıldırmaya gerek yok, inanmak yeter...

Yetiş başbakanım tüp patladı!

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Nisan 2011

Cin şişeden yine çıktı. Çernobil kazasından 25 yıl sonra dünya bir başka nükleer enerji faciasıyla karşı karşıya. Dünyanın felaketlere en hazırlıklı ülkesi bile hayalet düşman radyasyon karşısında etkisiz kaldı. Japonya'da milyonlarca, dünyada milyonlarca insan, 25 yıl önce Ukrayna, Belarus ve Rusya'da 7 milyon insanı etkileyen radyasyon bulutlarının kendilerinin üzerinden geçip geçmeyeceğini düşünüyor. Çernobil'de hayatını feda eden itfaiyecilerin anıtına benzer bir anıt muhtemelen yakında Japonya'da yükselecek. Dünyanın ve Japon politikacıların 25 yıl önceki felaketten ders almamalarının acısını şimdi Japon halkı çekiyor.

Radyoaktif bulutları üfleyebilir misiniz?
Korkarım muhtemelen bir 25 yıl sonra, belki daha yakın bir zamanda, benzer acıları çekme sırası bize gelecek. Türkiye'nin bu tip felaketler karşısındaki hazırlıksızlığını da göz önünde bulundurursak kazanın sonuçları daha vahim olacak. Aradan geen 25 yıla rağmen, bazı politikacılar ve bilim adamları Çernobil'den hiç ders almamış. Japonya'da olup biteni izleyen ve “atomspor” takımının birer oyuncusu olduklarını belirten başbakan ve enerji bakanımızın demeçleri, 1986'daki Çernobil kazasından sonra halka radyasyonlu çayları içiren devlet büyüklerimizin demeçlerini aratmıyor. Çernobil'de reaktör patladığında Türkiye yine, Mersin-Akkuyu'ya nükleer santral yapma hazırlığındaydı. Kazadan sonra eski Başbakan Turgut Özal, “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” derken dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, “Biraz radyasyon iyidir” gibi halkı rahatlatacak açıklamalar yapıyor, televizyon karşısında çay içiyordu. Yine aynısı oldu. Başbakan mutfak tüpleriyle nükleer santrale sahip olma riskini aynı kefeye koydu. Bu karşılaştırma o kadar tepki topladı ki bir sonraki açıklamasında televizyondan, cep telefonundan alınan elektromanyetik radyasyona dikkat çekilmeye çalışıldı. Konu dağıtılmak istendi. Televizyonu kapattığınızda elektromanyetik radyasyondan kurtulabilirdik, peki ya radyasyon bulutlarına nasıl karşı koyacaktık; üfleyerek mi dağıtacaktık kanser bulutlarını? Başbakanın nefesi yeter mi? Tabi ki yetmez!

Riskin oranı değil büyüklüğü önemli
Bu benzetmenin talihsizliğini bir kenara bırakıp, tüm iyi niyetimizle başbakanın olasılık hesabına vurgu yaptığını düşünsek bile, elma ve armutların birbirine karıştırıldığını görebiliyoruz. Bu boyutta bir nükleer santral kazanın gerçekleşme olasılığı, haliyle, 75 milyonluk ülkede bir mutfak tüpünün patlaması olasılığından azdır. Ancak, burada riskin büyüklüğü ile oranını birbirine karıştırmamak gerekir. Mutfak tüpü patlayınca hasar o mutfakla sınırlı kalır ancak nükleer santral patlayınca polisin güvenlik koridoruna alacağı alan tüm ülke, hatta tüm dünyadır. Çernobil bulutlarının Güney Afrika'ya kadar ulaştığını, Fukuşima bulutlarının ülkemize yaklaştığını anımsamakta fayda var. Mutfaktaki tüp patlarsa itfaiyeyi arıyabilirim ama Sinop veya Mersin'deki santral patlarsa ne yapacağım? “Yetiş başbakanım, nükleer tüp patladı!” mı diyeceğim? Riskin büyüklüğünü, Birgün'deki bir önceki yazımda sigorta örneğiyle açıklamıştım, tekrar etmeyeceğim.

“Radyasyon kemiklere yararlıdır netekim!”
Sadece başbakan değil Enerji Bakanı Taner Yıldız da rahmetli Devlet Bakanı Cahit Aral'ı aratmıyor, “nükleerde kararlıyız” diyor. Biz bu tip politikacılara alıştık artık. Dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren de, “radyasyon kemiklere yararlıdır” demiş ardından da gizlice kendi içtiği çayı şoförüyle ODTÜ'de analize göndermişti. Merak edenler için söyleyelim, gönderilen çaylarda kilogram başına 5 bin 600 bekarel radyoaktivite tespit edilmişti. Depremden önce Japonya'da santral gezen ve mutabakat zaptı imzalarken Japonya'yı depremlere duyarlı santral konusunda bize örnek gösteren Yıldız'ın, deprem sonrası Japonya'daki reaktörün 1. nesil olduğunu söylemesi ise tam bir trajediydi. Santralin 2. nesil olduğunu, yapımcı General Electric firmasından aldığımız bilgiyle kısa süre önce açığa çıkardık. Bakanın verdiği bilginin yanlışlığı bir yana, dünyada böyle bir deprem deneyinden geçmiş 3. nesil bir santral de zaten yoktu. Akkuyu'ya yapılmaya çalışılan Rusların VVER 1200 modeli hangi ülkede, hangi şiddette bir depremden yüzünün akıyla çıkmıştı? Sayın Yıldız bu soruya yanıt verebilir mi? Daha da komik olan, Sinop'a depreme dayanıklı Japon teknolojisi, Mersin'e denenmemiş Rus teknolojisi seçimini bakanımız nasıl açıklayacak? Mersinliler bu ülkenin ikinci sınıf vatandaşı mı?

Rüzgar türbinleri depremi atlattı
Nükleer kazaların sadece deprem nedeniyle meydana gelmediğini de anımsatmakta fayda var. Çernobil'de, Üç Mil Adası, Windscale, Mayak ve Tokaimura kazalarında depremin adı sanı yoktu. İşin ilginç tarafı, yıllardır rüzgar kesilince, güneş batınca ne olacak diyerek temiz enerji kaynaklarına çamur atmaya kalkanlar, Japonya depreminden sonra ayakta kalanın yenilenebilir enerji olduğunu şimdi ağızları bıçak açmadan izliyorlar. Depremden sonra gelen raporlar, ülkedeki rüzgar çiftliklerinin depremi hasarsız atlattığını gösteriyor. Bunlardan bir tanesi de deprem merkezine 300 km uzaklıktaki bir açık deniz santrali; muhtemelen tsunamiye de dayanmış. Sadece rüzgar değil, jeotermal enerji, yerin yüzlerce metre altında yapılan sondajlarla dışarı çıkarılan sudan elektrik üreten bu temiz enerji kaynağı da depremden etkilenmemiş. Türkiye Jeotermal Derneği Genel Başkanı Orhan Mertoğlu, Sendai bölgesindeki dokuz farklı jeotermal santralinin de depremi hasarsız atlattığını ve elektrik üretir durumda olduğunu bildirdi. Ya nükleer? Fukuşima'daki 4 reaktörün hurdaya çıkacağı kesinleşti. Şimdi inşaata başlasalar yerine yenisini koymak ve elektrik üretmeye başlamak en iyimser 10 yıl sürer. Rüzgar kesilince ne yapacaksınız diyenlere sormak lazım; 10 yıl elektrik kesilirse ne yaparsınız?

Forging Ahead on Nuclear Energy in Turkey

ISTANBUL — Struggling through throngs of shoppers on the pedestrian Istiklal Avenue last weekend, a couple of thousand marchers with their anti-nuclear placards did not seem to be getting anywhere. “No to nuclear plants,” the protesters chanted, banging on drums to make themselves heard. But few in the crowd swirling around them appeared to be listening.

The tide may have turned against nuclear power elsewhere, following the Fukushima Daiichi disaster in Japan, but Turkey is being swept along by a different current. Even as governments around the world scrambled to freeze or review their nuclear energy programs last week, Turkey announced the imminent start to construction of the first of its own nuclear plants, and experts say that a majority of Turks probably support the decision.

The cornerstone for the Akkuyu nuclear power plant near Mersin on the Mediterranean coast could be laid in April or early May, said Prime Minister Recep Tayyip Erdogan of Turkey following his talks in Moscow last week. Russia has agreed to build the plant under a $20 billion deal signed in May. A similar deal with Japan, signed in December, involves the construction of a second plant near Sinop on the Black Sea coast, while the location of a third proposed plant was undecided.

It is a tricky decision to make, as Turkey is located in one of the most active earthquake regions in the world, and more than 90 percent of its territory is prone to earthquakes. The Akkuyu site in particular is close to a fault line, as the government concedes. Small tremors are registered in the region almost daily, and a quake measuring 6.2 on the Richter scale struck the nearby city of Adana in 1998.
Still, Turkey is forging ahead with its nuclear plans in the wake of the Fukushima scare, “even though some environmentalists are doing their best to sabotage the project,” Mr. Erdogan said in Moscow, referring to doubts voiced after the tsunami in Japan, Turkish newspapers reported. “Any project can go wrong, you can’t just drop it because of that. Otherwise you shouldn’t be using gas bottles in your houses, and we shouldn’t have an oil pipeline passing through the country.”

Risk was just a fact of life, agreed the environment minister, Veysel Eroglu, ...

Please read the rest of the article on NY Times, click here

Enerji Bakanı’nın nükleerde "nesil" hatası

Özgür Gürbüz - Yeşil Ekonomi / 23 Mart 2011

Japonya’nın Fukuşima Dai-içi nükleer santralinde meydana gelen kazanın boyutları, süt, ıspanak gibi gıda ürünlerinde ve Japonya’nın birçok bölgesindeki suda radyoaktivitiye rastlanmasıyla daha da ciddi bir boyuta geldi. Türkiye’de ise Fukuşima’da yaşanan kazadan sonra Akkuyu ve Sinop’a yapılması düşünülen nükleer santrallere kamuoyu tepkisi arttı. Almanya, İsviçre, Çin ve Venezuela gibi ülkelerin aksine, Türkiye’nin nükleerde ısrar etmesi, konuyu tartışmaya bile yanaşmaması sadece yurt içinde değil yurt dışında da ilgiyle (!) izleniyor.

Yabancı medyanın konuya ilgi göstermesine şaşırmamak lazım; bunda başbakanımızın ve enerji bakanımızın demeçleri etkili oldu. Nükleer kaza riski tüp gazın patlama riskiyle kıyaslandı, kozmetikle eş tutuldu. Aralık ayında Japonya’ya gezi düzenleyip, mutabakat zaptı imzalarken Japonya’yı depremlere dayanıklı santraller yaptıkları için örnek gösteren Taner Yıldız, kazadan sonra oradaki santralleri eski (1. nesil) olmakla itham etti. Açıkçası, bu demeçler bize Çernobil kazasından sonra yapılan “tarihi” açıklamaları anımsattı.

Fukuşima, 1. değil, 2. nesil
Taner Yıldız’ın Fukuşima santraliyle Türkiye’de yapılması düşünülen santralin nesillerini kıyasladığı bu demeci, yaptığımız araştırmadan sonra daha da tartışmalı hale geldi. Hatırlarsanız Sayın Yıldız, “Japonya’daki 1. nesil santral. Biz 3. nesil (3G) yapıyoruz. Çernobil’de kalbi içinde tutan kap kısım yoktu. Bizim yapacağımız 3. nesil santraller 120 metre betonla, demirle kapalı, tehlike anında da otomatik olarak kendini kapatıyor” demişti(1). Merak ettik, bizzat konunun ilgilisine, Fukuşima’daki reaktörlerin tasarımcısına sorduk. General Electric-Hitachi Halkla İlişkiler Müdürü Michael Tetuan sorularımız kurumu adına yanıtladı ve bize Fukuşima’daki tüm reaktörlerin ikinci nesil reaktör olduklarını açıkladı. Bununla da yetinmeyip Almanya’daki tanınmış nükleer enerji uzmanı Dr. Helmut Hirsch’e de sorduk ve aynı yanıtı aldık. Kısacası Bakan Yıldız’ın Türkiye’deki nükleer kaza riskini küçük göstermek için yaptığı bu açıklama da geçerliliğini yitirmiş oldu. Umarız bundan sonraki “mazeretlerin” dayanakları daha bilimsel olur.

1 http://www.dha.com.tr/hukumet-nukleerde-3glere-guveniyor-flashaber_148440.html

Ne oldu benim başbakanıma?

Özgür Gürbüz-BirGün Gazetesi / 20 Mart 2011

Benim bir başbakanım vardı. O başbakan ki, Davos'ta göstermelikte olsa, İsrail Cumhurbaşkanı'na meydan okumuş, koskoca toplantıyı yarıda terk etmişti. Kızdığı nokta, insanların hunharca öldürülmesiydi. Mesele insan hayatı olunca “van minüt”ü çeker, arkasına bile bakmadan giderdi.

Benim bir başbakanım vardı, 12 Eylül'de idam edilenler için gözyaşlarını tutamazdı(!) “Gençlerin ölümü, anaların gözyaşı, babaların yürek sızısı” için oy avcılığına karşı çıkardı. Ahmet Kaya'yı düşünür ağlardı. Ancak bu defa öyle olmadı, benim başbakanıma bir haller oldu. Japonya'da dünya tarihinin en büyük nükleer (teknoloji/endüstriyel) kazalarından biri sonucu evlerinde, sokakta ölümü bekleyen binlerce insana başbakan kayıtsız kaldı. Nükleer santral patlamaz, çatlamaz diyen sözde bilim adamlarına inanan ve Japonya'daki dehşeti görünce kandırıldığını anlayan Türkiye'deki insanlar Başbakan Erdoğan'ın, Medvedev'e resti çekip memlekete gelmesini beklediler. Rusya'da Medvedev'e “Van Münit” deyip, Rusya'yla yapılan radyasyon pazarlığından kalkacağını sandılar. Binlerce Mersinli, Antalyalı, Konyalı, “bizim için insan hayatı her şeyden önce gelir, bu anlaşma burada biter” diyecek cesarette bir başbakan aradı ama bulamadı. Başbakan, “tüp” dedi, “kozmetik” dedi ama “insan” demedi; “yaşam” hiç demedi. “İhale” dedi, “enerji” dedi ama “radyasyon” demedi. “Kuş, börtü-böcek” hiç demedi.

Nükleer yalanlar
Nükleer enerji dünyanın hemen hemen her yerinde yalanlarla dolanlarla anılır. Çernobil kazasının günlerce halktan saklanmasıyla başlayan yalanlar zinciri, nükleer santrallerin hiç seragazı salmadıklarıyla ve ucuz olduklarıyla devam eder. Nükleer santrallerin uçak düşmesine, depreme, kasırgaya, bombalara, ine, cine dayanıklı olduğu masalları da bunları izler. Öyle fütursuzca söylenir ki bu yalanlar, enerji bakanı Taner Yıldız örneğinde olduğu gibi, söyleyenin bile inandığından şüphe edersiniz. Aralık 2010'da Japonya'ya nükleer santral bakmaya giden Yıldız'ın, depreme dayanıklı santraller yaptıkları için Sinop'ta Japonları tercih ettiklerini söylediğini unutmayın. Yıldız, kazadan hemen sonra Japonya'yı örnek gösterdiğini unuttu. Bu defa, Fukuşima'daki santralin birinci nesil olduğunu söyledi, biz üçüncü neslini yapacağız dedi. Üçüncü nesil santrallerin böyle bir depremi sağlam atlacaklarına dair elde bir tecrübe var mıydı? Yoktu tabii. Rusların Akkuyu'ya yapacağı VVER-1200 tipi reaktörün dünya üzerinde denenmiş olmadığından, Japonlar depreme dayanıklı santral yapıyorsa neden Mersin'in Ruslara teslim edildiğinden bahsetmedi. Mersin üvey evlat mıydı? Değilse neydi?

Depremsiz de kaza olur
Ecemiş, Pozantı fay hatları Akkuyu'nun burnunun dibinden geçmiyor muydu? Kaldı ki, nükleer santralde kaza sadece depremle olmuyor. Japonya'da ilk kez bu denli büyük bir kaza deprem ve süprüntü (tsunami) dalgası nedeniyle meydana geldi. Çernobil'de, Üç Mil Adası'nda, Forsmark'ta, Sellafield'de de nükleer kazalar oldu ancak deprem yoktu. Nükleer taraftarlarının, ancak bu büyüklükte bir deprem olursa kaza olur, o da zaten Türkiye'de olmaz oyununa düşmemek lazım. Bakan Yıldız bu sorulara yanıt vermedi, sadece, “yapacağız da yapacağız” dedi ve diyor.

Türkiye nükleer lobinin can simidi
Nükleerin depreme dayanıklı olduğu yalanı, Çernobil'den sonra bir daha patlamayacağı, sızmayacağı, çalışanların ve güvenlik sistemlerinin hata yapmayacağı safsataları tarihin kara sayfalarında böylece yerini alırken, ülkemizde politikacılarla işbirliği etmişçesine bazı bilim adamları da nükleeri aklama çalışmalarına televizyon kanallarında, gazetelerde devam ettiler. Almanya'da nükleer lobiye yakın duran sağ koalisyon pes etti, İsviçre'de, Amerika'da nükleer taraftarları sesi kesildi ama ne gariptir ki, nükleer enerji konusunda yerli bir sanayisi daha olmayan Türkiye, tüm dünyada zor duruma düşen nükleer endüstrinin sözcülüğüne soyundu. Nükleer santralin ucuz olduğunun hikaye olduğu da zaten Rusların verdiği fiyatlar ortaya çıkınca anlaşılmıştı. Teknolojisi, yakıtı dışarıdan gelecek bir santralin yerli kaynak sayılamayacağı apaçık ortadayken bu bile iddia edildi. Nükleerciler, binlerce yıl radyoaktif kalan nükleer atıkların tüm dünyada depolandığı tek bir yer yokken bu sorunları çözeriz demekten de vazgeçmediler. Aynı, depreme dayanıklı santraller yapacaklarını iddia ettikleri gibi. Bu yalan da ortaya çıktı. Peki, geriye ne kaldı?

Türkiye elektriksiz kalır mı?
Geriye, Türkiye'nin nükleer santral kurmazsa elektriksiz kalacağı yalanından başka bir şey kalmadı. Bu iddia teknik olarak doğru olmadığı gibi, mantıksız da. Eğer Türkiye'nin rüzgar, güneş, jeotermal, biyokütle, hidroelektrik gibi yeri kaynakları kendine yetmiyorsa zaten bu ülkenin kapısına kilit vurup gitmek gerek. Bu doğru olsaydı, artan enerji talebini geriye kalan tek seçenek nükleerle karşılamak için şu anda yüzlerce reaktör kurmaya başlamamız gerekirdi. Buna Türkiye'nin ne maddi gücü yeter ne de fiziksel koşulları izin verir. Kaldı ki, Türkiye'nin enerji talebi sadece elektrikten ibaret değil. Isıtmayı, dünyanın en pahalı ısınma aracı elektrikle yapmayacağınıza göre, sadece elektrik üreten nükleer santrallerle bu işi kotarmak mümkün değildir. Türkiye'de ithal edilen doğalgazın neredeyse yarısı ısınma ve sanayide kullanılırken nükleer santralleri doğalgazın yerine geçecek diye pazarlayamazsınız.

Temiz enerji potansiyelimiz
Türkiye'de yenilenebilir enerji kaynakları yetersizdir de diyemezsiniz. Bugünkü teknolojilerle, konvansiyonel yolla üretilen elektrik enerjisi maliyetlerine yakın elektrik enerjisi üretilebilecek bölgeleri dikkate alsak bile ülkemizin toplam güneş enerjisi potansiyeli 380 milyar kilovatsaatin (kWs) üzerindedir.1 2010 ülke tüketimi ise 209 milyar kilovatsaat. Dalga geçilen dalga enerjisi potansiyeli 15-20 teravatsaatleri bulur. Enerji Bakanlığı bile bugün hayata geçirilebilecek ekonomik rüzgar kurulu gücünün potansiyelini 48 bin megavat olarak veriyor ki, bugün Türkiye'nin tüm santrallerinin kurulu gücü 50 bin megavat civarındadır. Türkiye'de bugün elektrik üretiminin yüzde 5'ini üretecek ve 5 milyon konutu ısıtacak jeotermal potansiyeli var. Ve daha da önemlisi Türkiye enerjisini oldukça kötü kullanan bir ülke olduğu için çok ciddi bir enerji tasarrufu potansiyeline sahip.

AKP iktidarı enerji yoğunluğunu düşüremedi
Bugün Türkiye'de Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'ya (GSYİH) 1000 avroluk ek getirmek için 245 kilogram petrole eş değer enerji harcamak gerekirken, Almanya'da bu rakam 151, İsviçre'de 88 kilogram kadar. Burada daha da trajik olan, AKP iktidarının başladığı 2002 ylında 1000 avroluk GSYİH için 259 kilograma eş enerji harcarken 2008 yılına gelindiğinde bu miktar sadece 245'e gerilemiştir. Halbuki aynı süre zarfında enerjiyi verimli kullanma çalışmalarını hızlandıran Yunanistan 1000 avroluk GSYİH için harcanan enerji miktarını 200 kilogramdan 169'a, Portekiz 201'den 188'e ve İspanya 194'ten 176'ya indirmeyi başarmıştır. AKP hükümeti bırakın yüzde 18'lerdeki kayıp-kaçak oranını OECD ortalaması yüzde 7'lere çekmeyi, enerjiyi akıllı kullanma konusunda Avrupa ortalamasının bile gerisinde kalmıştır. Özetle, İsviçre aynı masayı Türkiye'den yaklaşık 3 kat daha az enerji harcayarak üretebilmektedir. Enerjide dışa bağımlılıktan durmadan şikayet eden ve enerji aynaklı cari açıktan yakınan bir hükümetin, bu konuda harekete geçmemesi, üstüne üstelik nükleeri çözüm diye sunması manidardır. Bir o kadar da inandırıcı değildir.

Nükleer kazaya karşı sigorta poliçesi var mı?
Unutmayın, evinizdeki mutfak tüpünün patlamasına karşı, tüm maddi ve manevi hasarı sigortalayabilirsiniz ancak Akkuyu veya Sinop'ta gerçekleşecek bir nükleer kazaya karşı, ne o bölgedeki tarım arazilerini, ne her yıl alınacak hasadın bedelini, ne boşalacak turistik tesislerin zararlarını, ne işsiz kalacak insanların maaşlarını ve daha da korkuncu oradaki tüm canlıların yaşamlarını sigortalayacak tek bir sigorta şirketi bulamazsınız. Zaten hazine de böyle bir sigorta poliçesinin yıllık prim bedelini ödeyemez, ülke nükleer kazayı beklemeden ekonomik çöküntüye uğrar. Kısacası bu memlekete nükleer tüp kurmanın oluru, bu ısrarın da akla ve mantığa dayanan bir nedeni yoktur, neden başkadır.

1http://ozgurgurbuz.blogspot.com/2009/08/turkiyenin-temiz-enerji-kaynaklar.html

Nükleer Hala Tehlikeli, En Son Nesil de Olsa!

Bianet'te yayımlanan söyleşiyi iletiyorum...

Haber:   Nilay Vardar / 14 Mart 2011
İstanbul BİA Haber Merkezi

Japonya'daki depremin ardından oluşan nükleer santrallerdeki kazalar, tüm dünyada tartışılan nükleer enerji meselesini yine gündeme getirdi.Bakan Yıldız, "Bizimkiler 3.nesil" derken, yazar Gürbüz, "3.nesil santraller deprem testinden geçmiş değil" dedi.
Geçtiğimiz günlerde Japonya'da  gerçekleşen 9 büyüklüğündeki depremin ardından, nükleer santrallerdeki kazalar, "yeni bir Çernobil faciası mı" sorusunu gündeme taşırken, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, "Japonya'daki santraller 1.nesil, bizimkiler 3.nesil" dedi.

Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), Mersin Akkuyu'da kurulmak istenen santralin, 6-7 büyüklüğünde deprem üretebilecek Ecemiş Fay Hattı'na 25-30 km mesafede olduğunu söyleyerek uyardı.

Bianet'e konuşan çevre ve enerji konusunda yazılar yazan, aktivist gazeteci Özgür Gürbüz, Japonya'daki santralleri Türkiye'ye örnek gösteren Enerji Bakanı Yıldız'ın, "1. nesil, 3. nesil karşılaştırmasıyla" kafaları karıştırmak istediğini, 3. nesil santrallerin güvenliliğine dair bir kanıt olmadığını söyledi.

"Tecrübe edilmemiş bir şey yaşanıyor"
Nükleer Santral Deprem İlişkisi: Santraller en ufak bir sarsıntıdan etkilenirler. Her ne kadar acil durum için kendi kendini kapatma sistemi olsa da Japonya örneğinde de gördüğümüz gibi, bu sistem bir süre sonra çalışamaz hale geldi. Japonya'dan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'na (UAEK)  gelen bilgiler net ve bilgilendirici değil. Şu anda Japonya daha önce hiç tecrübe edilmemiş, olağanüstü bir durum yaşadığı için, uzmanlar farklı yöntemler deniyor. Sonuçlarını da yaşayarak göreceğiz.

"3.Nesil Santral, depremden etkilenmez diye bir kanıt yok"
3. Nesil Nükleer Santral: 1.nesil, 3. nesil karşılaştırmasını, 1. nesil olan bakanımız kafaları karıştırmak için yapıyor. 3. nesil santral demek, 1950- 60'lı yıllarda yapılan dizaynın teknik donanım ve güvenlik açısından daha iyileştirilmiş olmasıdır. Ama bu depremden etkilenmeme riskinin ortadan kalktığını göstermez. Yıldız, daha düne kadar Japonya'yı bize örnek gösteriyordu. Depremden sonra, oradaki santraller 1. nesil oluverdi.

"Hala 1976 Yer Lisansı kullanılıyor"
Fay Hattı Üzerinde Nükleer Santral: Türkiye'nin en büyük sorunu 1976'da alınan yer lisansına dayanarak santral yapmak istemesi. O zaman Çevre Bakanlığı bile yoktu. Bu kadar yıl geçtikten sonra tekrar jeolojik araştırma yapılmadan, alalacele santral yapmak istemek, bir şeylerden korkulduğunu da gösteriyor. Akkuyu'da Ruslarla anlaşma yapıldı, madem Japonya örnek gösteriliyordu neden Ruslara verildi bu iş. Sadece Rusya'da olan bu santraller hangi şiddetteki depremi atlatmış, hangi deprem testinden geçmiş. Akkuyu'daki ihaleye en düşük fiyatı Rusya verdi, acaba Rusya hangi güvenlik önlemlerinden taviz verip bu fiyatı verdi. Çünkü nükleer santral çok pahalı bir enerji aracıdır ve tüm dünyadaki fiyat aralığı bellidir.
Ucuz Değil, Güvenli Değil, Neden Bu Israr?
Neden Nükleer Santral: Nükleer santral ucuz ve güvenli değil, hala insan hatası söz konusu. Güvenlik, deprem, kaza, terörist saldırı gibi riskler barındıran bir enerji türü neden tercih ediliyor? Bakan bu soruyu, 'bizim başka enerji kaynağımız yok' diyerek yanıtlamamalı. Rüzgar, güneş enerjisi varken neden hala nükleer enerji.

Nükleer rönesans masalının sonu

Yeşil Gazete / 13 Mart 2011
Söyleşi: Savaş Çömlek


Japonya’da yaşanan depremin ardından ortaya çıkan nükleer santrallerdeki kazalar tüm gezegeni etkileyen bir nükleer felakete de dönüşüyor. Tarihin en büyük beşinci depremiyle sarsılan Japonya’da elektrik enerjisi üretiminin %28’ini karşılayan 55 nükleer reaktör var. Bu reaktörlerden en az üçünün, Fukuşima 1 ve 2 ile Oganawa’nın depremde zarar gördüğü bildiriliyor. Ayrıca iki santral daha devre dışı kaldı.

Bir yandan da Japonya hükümetinin güvenlik çemberini artırıp tüm dünyadan yardım talebinde bulunduğu haberleri geliyor. Böyle büyük bir nükleer felaketin orta yerinde, bir yandan Dünya Nükleer Enerji Birliği, bir yandan da Türkiye’nin kerameti kendinden menkul nükleerci profesörleri ortaya çıkıp Japonya’da yaşanan kazayı küçümsemeye, bizi endişe verici bir şey olmadığına inandırmaya, geleceği kalmayan nükleer enerjiyi bir kez daha aklamaya çalışıyorlar.

Yeşil Gazete okurları için, konuyu yakından takip eden, enerji, çevre, ekonomi alanında bağımsız çalışmaları olan, hem gazeteci hem de aktivist olarak tanıdığımız Özgür Gürbüz’le bir söyleşi yaptık. Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın, tüm bu olan bitene rağmen, “Japonya depreminden çıkarılacak sonuçlar var” demekle yetinmesini eleştiren Özgür Gürbüz, bu vahim olaydan çıkarılacak tek sonucun, ‘’bu nükleer sevdadan derhal vazgeçilmesi’’ olduğunu ifade etti. Bakanın da Türkiye’deki milyonlarca insanın hayatını hiçe sayan bir plana önderlik ettiği için özür dileyip görevini bırakması gerektiğini söyleyen Gürbüz “sorumlu ve onurlu bir davranış kanımca bunu gerektirir’’ dedi.

-Nükleer santral kazası nasıl bir şey? Çekirdek erimesi nedir? Neden bu kadar korkuyoruz?
Nükleer santrallerde gerçekleşen kazaların tek bir çeşidi yok ancak en çok korkulan 25 yıl önce Çernobil’de olduğu gibi reaktör kalbinin erimesine kadar varan kazalar. Reaktörün kalbi, adı üstünde nükleer yakıttan, kontrol çubuklarına kadar tüm hayati donanımın olduğu yer. Kalbin erimesi dediğimiz şey ise, bu merkezin aşırı ısınma dolayısıyla da kullanılamaz hale gelmesi. Teoride, yakıt çubuklarıyla kalbe indirilen yakıtta (zenginleştirilmiş uranyum) başlatılan nükleer reaksiyon sonucu ısı elde edilir ve su buharlaştırılarak türbinler çalıştırılır ve elektrik üretilir. Bu reaksiyon kontrol edilemezse aşırı ısınma ve radyoaktif yakıt kaynaklı radyasyon sızıntısı kaçınılmazdır.

Acil durumlarda reaksiyonu kontrol etmek için açığa çıkan nötronları emen (absorbe eden) kontrol çubukları kullanılır. Santrallerde farklı yavaşlatıcılar kullanılsa da Japonya’daki kaynar su reaktöründe olduğu gibi su da bunlardan biridir. Soğutma sistemleri işte bu nedenle çok önemlidir. Reaksiyonun ve ısının kontrol altına alınmasında büyük önem arz ederler. Eğer reaksiyon kontrolden çıkarsa, adeta, bir çelik fanus içinde birden fazla atom bombası patlatmış olursunuz. Bu miktardaki bir radyasyonun doğaya yayılması da aynı Çernobil’de olduğu gibi korkunç sonuçlar doğurur.

Nükleer kazalardan çok korkulması da doğal. Japonya’da petrol rafinerisinde de yangın çıktı ama yangın durduğunda tehlike büyük ölçüde geçti. Nükleerde ise durum çok farklı. Doğaya yayılan radyoaktif maddeler yüzyıllarca etkisini yitirmiyor. Radyasyon gözle görülür değil, tutulamıyor, kontrol edilemiyor. Adeta bir hayalet gibi sizi yakalıyor ve ölümcül sonuçlar doğuruyor. Japonya’da kısmi bir çekirdek erimesi yaşandığına dair bilgiler geliyor. Bu da şu anda tek güvence olarak görülen reaktörü kalbini çevreleyen çelik kabın içinde çok ciddi miktarda radyasyon depolandığına işaret ediyor. Daha önce ABD’deki Üç Mil Adası ve Çernobil’de meydana gelen kazalar çekirdek erimesi dediğimiz kazalar iyi birer örnek.

-Japonya'daki nükleer santralde neler oluyor? Nükleer santraller tehlike aninda kapattık denince kapanıyor mu? Japonya da geçmişte de kaza olmuş muydu?
Japonya’daki Fukuşima’daki santralin 1 numaralı reaktörü depremden sonra hemen otomatik olarak kapatılmaya çalışıldı. Yalnız bir nükleer santrali kapatmak, doğalgaz santralini kapatmaya benzemez. Reaksiyon hemen durdurulamaz, bu nedenle de yakıt çubuklarının kontrol altında tutulması, soğutulması gerekiyor. Kapattık denince kapatılmıyor yani, aynı nükleer atıkların 10-15 yıl soğutma havuzlarında kontrol altında tutulması gibi.

Öğrendiğimiz kadarıyla deprem sonrası her santralde acil durumlarda devreye giren dizel jeneratörlerle çalışan soğutma sistemi bir saat sonra devre dışı kalmış. Japon yetkililer çareyi reaktörde giderek artan ısı ve basıncı azaltmak için doğaya radyasyon bırakmakta buldu ancak bu da anlaşılan yeterli olmadı. Şu anda gelen bilgiler deniz suyuyla reaktörün kalbinin doldurularak reaksiyonun yavaşlatılmasına çalışıldığı yönünde. Umarım başarırlar yoksa tarihi bir felaketle karşı karşıyayız demektir.

Japonya benim yılladır dikkatle izlediğim bir ülke. Çok sık kazalar meydana geliyordu. Bundan önce de deprem sonrası bir kaza olmuştu örneğin. 16 Temmuz 2007 yılında Japonya’da meydana gelen 6,8 büyüklüğündeki deprem sonucunda, Kashiwazaki-Kariwa nükleer santralinde hasar meydana geldi. Japonya’nın en büyük nükleer reaktörü olan Kashiwazaki-Kariwa’da depremden sonra 63 farklı problem ortaya çıktığı, Fukuşima’nın da işletmecisi olan TEPCO (Tokyo Electric Power Company) firması yetkilileri tarafından açıklanmıştı. Santralde deprem sonrası çıkan yangın dört saatte söndürülmüş, denize de radyasyon sızmıştı. Sadece Japonya değil, yine 2007 yılında dünyanın en iyi güvenlik kayıtlarına sahip İsveç’in Forsmark santralinde de Çernobil tipi bir kazanın kıyısından dönüldü. Türkiye’de medya nükleer ihaleyle o kadar iç içe ki, bu kazayı da diğerlerini de hep “es” geçtiler. Japonya’da olan biteni bile halka tam olarak
anlatmıyorlar. Akkuyu’da kurulması düşünülen santral fay hattının burnunun dibinde!

-Deprem ve santral kazaları arasında nasıl bir ilişki var? Yani yüksek teknoloji kullanılması nükleer santral kazalarını önler mi?
Bu son deprem gösterdi ki, doğal afetlerin sınırı, ölçeği yok. Şimdi onlarca mühendis televizyonlarda açıklama yapacak, diyecekler ki, 9 şiddetinde bir depreme karşı duracak santralde yaparız. Uçak düşer bir şey olmaz. Bunun bir garantisi olmadığı ortaya çıktı. Böyle bir felakette olasılıklar sınırsız. Kimse bu depremlere Japonya kadar hazırlıklı değil dünyada ama onlar bile devasa bir faciayla karşı karşıya. Kaldı ki, siz daha fazla çelik, çimento koyarsanız maliyet de o kadar artar. Nükleer santraller zaten ateş pahası! Sonuçta rüzgar da, güneş de, doğalgaz da elektrik üretiyor. Kim aynı elektriği iki-üç katına ve bunca riske rağmen nükleerden üretmek ister ki? Aklı başında olan ya da bu işten çıkarı olmayan herkes bu olaydan sonra nükleerden vazgeçecektir. Japonya’dan olup biten nükleer rönesans masalının sonu olmuştur.

-Ülkemizde yapımı planlanan nükleer santrallerin fay hatları üzerinde olduğunu biliyoruz? Özelikle Ecemis fay hattı. Bu konuda bize bilgi verir misin?
Türkiye neredeyse baştan aşağıya ciddi deprem riski altında. Mersin Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santralin de Ecemis Fay Hattı’na çok yakın olduğu yönünde araştırmalar var ancak hükümet bu araştırmaları bırakın değerlendirmeye almayı, gündeme bile getirmek istemiyor. Zaten santralin fay hattına uzak olması tehlikenin geçtiği anlamına da gelmiyor. Deprem olduğunda santralde başlayacak bir yangına personelin vereceği yanlış bir tepkiden, inşaatta ihmal edilebilecek ufak bir hatanın depremde ortaya çıkmasına kadar onlarca olasılık bu işin riskini arttırıyor.

Burada hayret edilecek olan aslında Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın, tüm bu olan bitene rağmen, “Japonya depreminden çıkarılacak sonuçlar var” demekle yetinmesi. Bu vahim olaydan çıkarılacak bir tek sonuç var Sayın Bakan. Bu nükleer sevdadan derhal vazgeçilmesi. Bakanın da Türkiye’deki milyonlarca insanın hayatını hiçe sayan bir plana önderlik ettiği için özür dileyip görevini bırakması gerekir. Sorumlu ve onurlu bir davranış kanımca bunu gerektirir.

Onagawa'da yangın söndü, Tokai'de yeni deprem oldu

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), Japonya'daki dev deprem ve onu izleyen tsunaminin, ülkedeki nükleer santrallar üzerindeki etkisiyle ilgili bir açıklama yaptı. Ajansın Japon yetkililerden aldığı bilgilere göre Onagawa'daki yangın söndürüldü, Tokai yakınında ise 6,5 şiddetinde yeni bir deprem oldu

Özgür Gürbüz / 11 Mart 2011

Richter ölçeğine göre 8,9 büyüklüğündeki depremden sonra Japonya tsunami ve artçı şoklarla boğuşuyor. Japonya'nın kuzeybatısındaki nükleer santrallerden de az ve net olmayan haberler geliyor. UAEA'nın bugünkü (11 Mart) açıklamasında resmi nitelikte ve daha önemli bilgiler var. Japonya Nükleer ve Endüstriyel Güvenlik Ajansı'ndan aldığı bilgilere göre, “Fukuşima-Daiçi” nükleer santrlinde ileri düzeyde alarm verildi. Santral kapatıldı ve herhangi bir radyasyon sızıntısı gerçeleşmedi. Daha kuzeydeki ve deprem merkezine en yakın durumdaki Onagawa santralinde çıkan yangın ise söndürüldü. Bu iki santral dışında, Japonya'nın kuzeybatısında yer alan Fukuşima-Daini ve daha güneydeki Tokai santralleri de otomatik olarak devre dışı kaldı.

Tokai'de yeni deprem
UAEA'nın açıklamasında yeni bir bilgi de yer alıyor. İki reaktöre sahip Tokai santralinin yakınlarında 6,5 şiddetinde yeni bir deprem meydana geldiği belirtiliyor ancak konu hakkında daha fazla bir açıklama yapılmıyor. Japonya'daki nükleer santraller konusunda UAEA'ı da henüz fazla bir bilgiye ulaşamamışa benziyor. UAEA daha fazla bilgi aradığını da açıkça belirtmiş. Açıklamada aynen şöyle yazıyor: “UAEA, santral sahasındaki elektrik kaynakları, soğutma sistemi ve reaktör binalarının hali de dahil olmak üzere Fukuşima-Daiçi ve diğer nükleer santrallerle araştırma reaktörlerindeki durum hakkında daha fazla bilgi istiyor. Nükleer yakıtlar, santraller kapatıldıktan sonra da kontrollü bir soğutma işlemi gerektirir”.

Japonya'nın çalışır durumda 54 adet nükleer reaktörü bulunuyor. Bunlardan 15'ine ev sahipliği yapan dört nükleer santral, depremden sonra devre dışı bırakıldı.

Bulgaristan'daki nükleer reaktörde çatlak

Özgür Gürbüz/21 Ekim 2010*

Bulgaristan'ın Kozloduy nükleer santralindeki bakım çalışmaları sırasında reaktörün parçalarında çatlaklar tespit edildi.

28 Eylül'deki metalografik kontrol sırasında, ilk radyoaktif çember içindeki koruyucu tüplerin (kontrol çubuğu yuvası) üst bölümünde tespit edilen çatlaklar, Bulgaristan'ın nükleer güvenliken sorumlu düzenleyici kurulunun (NRA) internet sayfasında açıklandı. Kurum, kontrol mekanizmasının santralde radyasyon sızıntısı tespit etmediğini ve çatlaklara rastlanan tüplerin değiştirildiğini söyledi.
Bulgaristan'ın nükleer güvenlik ve kontrolden sorumlu düzenleyici kurumunun daha sonraki yazılı açıklamasında ise, 61 kontrol çubuğunun yuvalarında yapılan ultrasonik testler sonucunda, 31'inde “kusur” tespit edildiği belirtildi.

Nükleer santrallerde yaşanan bu tip sorunlarda, yetkililerin yaptıkları açıklamalar her zaman olduğu gibi her şeyin kontrol altında olduğunu belirtmeye yönelik. Onlara göre şu anda santralin önündeki tek sorun, bulunan problemlerden dolayı reaktörün bakım işlerinin uzayacak olması. Santral 18 Eylül'de yakıt yüklemesi için durdurulmuş, 18 Ekim'de ise yeniden çalıştırılması planlanmıştı. Yetkililer, 1000 MWe gücündeki reaktörün üretime en az iki hafta geç başlayacağını belirtiyor.

Kozloduy Nükleer Santrali'nde şu anda iki adet 1000 MWe gücünde reaktör çalışıyor. Biri 1987, diğeri ise 1991 yılında hizmete girdi. Santral'in dört VVER-440 tipi reaktörü ise AB kararıyla, güvenli olmadığı gerekçesiyle kapatılmıştı. Burada ufak bir not düşüp, Kozloduy'daki 6 numaralı reaktörün Rus yapımı VVER-1000 tipi olduğunu, Akkuyu'ya yapılması düşünülen santralin de bu modelden türetilmiş VVER-1200 tipi 4 adet reaktörden oluşacağını belirtmekte de fayda var.

Kaynaklar: AFP ve NRA
*son güncelleme 22 Ekim 2010

Çin emisyon ticaretine hazırlanıyor, Türkiye ne yapıyor?

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/27 Eylül 2010

2011-2015 yılları arasında 12. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı devreye sokacak olan Çin hükümeti, 2011 yılından itibaren ülke sınırları içerisinde karbon ticaretini başlatmayı planlıyor. Emisyon ticareti için beş yıllık bir plan hazırlayan Çin Halk Cumhuriyeti, 2020'ye kadar Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'da birim başına karbon salımını 2005 yılının yüzde 40 ila 45 oranında aşağısına çekme hedefine bu sayede daha rahat ulaşmayı planlıyor.

Çin'in emisyon ticareteine başlayacağı haberi, 12. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın detaylarının tartışıldığı Ulusal Kalkınma ve Reform Komisyonu’nun toplantısı esnasında, katılımcılardan biri tarafından China Daily gazetesine iletildi ve böylece açığa çıktı, ya da çıkması istendi. Konu hakkında kamuoyu fazla bilgiye sahip değil. Haberi sızdıran katılımcı, toplantıda ulusal karbon ticareti programı konusunda anlaşma sağlandığını ancak, endüstri ve uzmanların mekanizmanın nasıl uygulanacağı konusunda tartışmaya devam ettiğini söylemişti. Birleşmiş Milletler'in, Çin'in Tianjin kentinde 4-9 Ekim tarihleri arasında düzenleyeceği iklim değişikliği toplantısında Çin tarafı belki daha fazla bilgi verebilir. Kişi başına düşen seragazı emisyonlarının miktarı az da olsa, dünyanın atmosfere en fazla seragazı bırakan ülkesinin neler yapacağını bilmek, yıl sonunda Meksika'da yapılacak kritik toplantı hakkında da fikir verecek. Çin'in eskisi kadar kapalı bir ülke olmadığı herkesce biliniyor. İklim konusunda Türkiye'den daha şeffaf olduğunu da düşünmeye başlamıştım ki, imdadıma Çevre Bakanlığı'nın açıklaması yetişti.

“Karbon Sicili” adı verilen uygulama sayesinde Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü, karbon ticaretine dahil olan projeleri kayıt altına almaya balacak. Yenilenebilir enerji yatırımcılarının ve yatırım yapmayı düşünenlerin “www.karbonkayit.cob.gov.tr” adresine göz atmalarında fayda var. Yapılan açıklamada, “karbon sicili projesiyle Türkiye’de Gönüllü Karbon Piyasaları'nda geliştirilen projeler sayesinde azaltılan seragazı emisyonlarının kayıt altına alınması ve izlenmesi sağlanacak” deniyor. Gönüllü piyasalardan bahsediliyor çünkü Türkiye, Kyoto Protokolü'ne geç de olsa taraf olmuş, ancak yıllar süren müzakere süreci içerisinde özel konumunu belirten birçok değişikliği de kabul ettirmişti. Tüm bunlar, Türkiye'nin diğer ülkelerden çok farklı bir konuma gelmesine neden oldu. Öyle ki, hatırı sayılır emisyon yüküne ve Kyoto üyeliğine rağmen Türkiye, seragazı emisyonlarını azaltmak istediğinde neredeyse protokolün sağladığı hiçbir finansman kaynağından yararlanamaz hale geldi. Türkiye, İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması'nda Ek-1 listesinde yer aldığı için Kyoto Protokolü'nün Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM) kapsamındaki projelere ev sahibi olamıyor. Kyoto Protokolü'nün Ek-B listesinde yer aldığı ve bir yükümlülüğü olmadığı için de Ortak Uygulama Mekanızması'ndan faydalanamıyor. Yine bu nedenle, Emisyon Ticareti'ne de katılamıyor. Halbuki bunların hepsi, Kyoto'nun da temeli sayılır. Sonuçta Türkiye'nin elinde, yenilenebilir enerjiden yutak alanları korumaya kadar birçok seragazı azaltım tedbirlerini finanse edebilmek için kala kala, Gönüllü Karbon Piyasaları kaldı. Gönüllü piyasalarda ton başına ödenen fiyatların zorunlu piyasalara göre kat ve kat aşağıda olduğu da herkesce biliniyor. Zorunlu piyasalarda karbonun ton fiyatının 20 avrolarda gezindiği sıralarda gönüllü piyasalarda ton başına 3 avro üzerinden anlaşmalar yapıldığı biliniyor. Söylemeden edemeyeceğim; güneşe, rüzgara destek verirsek paramızı dışa kaptırırız zihniyeti, acaba bu kardan zarar durumunda ne düşünüyor?

Kısacası, Türkiye'nin “yükümlülük almayalım, sanayiciyi kızdırmayalım” üzerine kurulu Kyoto politikası, olası seragazı azaltım politikalarının finansmanının önünü de büyük ölçüde tıkamıştır. Geçtiğimiz yıl, ekonomik krizin de etkisiyle Türkiye'nin toplam seragazı emisyon miktarı yıllar sonra inişe geçti. Bu, gönüllü, yurtiçi piyasalarının kurulması için bir fırsat olabilirdi. En azından enerji yoğun sektörleri içine alan küçük bir borsayla Türkiye, mekanizmalara ısınabilirdi. Enerjide fosil yakıtlara dayalı mevcut politikalarla bu inişin uzun sürmeyeceğini herkes biliyor. İklim cambazı olmaya çalışan Türkiye'nin Meksika'da izleyeceği politikalar hakkında kimin, ne kadar haberi var, Türkiye daha ne kadar hiçbir şey yapmadan giderek incelen iklim ipinin üzerinde yürüyemeye devam edecek, merak ediyorum doğrusu. ABD, Çin ve Japonya gibi devlerin kavgası sonucu Kopenhag'da paçayı kurtaran Türkiye, Meksika'dan da yükümlülük almadan dönebilecek mi? Döndü diyelim... Uygun finansman yöntemlerini ve dış desteği sağlamadan seragazı azaltılımını nasıl gerçekleştirecek? Sizce Meksika'da taktik değiştirmenin zamanı gelmedi mi?

Almanya'da 100 bin kişi nükleere karşı yürüdü!

Özgür Gürbüz/19 Eylül 2010

Almanya'da Şansölye Angela Merkel'i zor günler bekliyor. 2002 yılında Sosyal Demokrat ve Yeşiller Partisi koalisyonunca alınan Almanya'daki nükleer santralleri kapatma kararını ertelemek isteyen Merkel, cumartesi günü hiç beklemediği bir tepkiyle karşı karşıya kaldı.

Hıristiyan Birlik Partileri (Muhafazakar-Sağ) ile Hür Demokrat Parti (Liberal-Sağ) koalisyonunun nükleer sevdasına, Berlin'i dolduran 100 bin nükleer karşıtı sert bir yanıt verdi. Gösteriye 30 bin kişinin katılmasını bekleyen emniyet yetkilileri de 100 bin kişiyi görünce şaşkınlıklarını gizleyemedi. Aslında bu yanıt sadece Almanya hükümetine değil, nükleer enerjiyi temiz, cici ve ucuz olarak göstermek isteyen diğer hükümetlere de verilmiş oldu. Dünyada nükleer enerjiye karşı çıkanların sadece Türkiye'deki birkaç çevreci olduğunu söyleyenler herhalde birkaç gün evlerinden dışarı çıkamayacak.

Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Claudia Roth, bu protestonun en geniş direniş olduğunu söylerken, seçimleri de işaret edercesine, “bu bir sinyal” dedi. Kamuoyu yoklamaları iktidardaki sağ koalisyonun halk desteğinin yüzde 35'lere kadar indiğini gösteriyor.

Almanya'nın nükleer kararını doğru okumak

Özgür Gürbüz-Bianet/11 Eylül 2010

Birkaç gün önce Alman hükümetinin ülkedeki mevcut nükleer santralleri kapatma kararını ötelemek istemesi kuşkusuz dünyadaki birçok nükleer karşıtını üzdü. İşin garibi, nükleer enerji taraftarlarını da pek sevindiremedi. 2002 yılında Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller Partisi koalisyonu sırasında alınan karara göre, Almanya'daki tüm nükleer santrallerin 2022 yılına kadar kapatılması kararlaştırılmıştı. Bugün iktidarda bulunan Hıristiyan Birlik Partileri (Muhafazakar-Sağ) ile Hür Demokrat Parti (Liberal-Sağ) koalisyonu ise, mevcut reaktörlerin kapatılmasını ortalama 12 yıl ertelemeyi istiyor. 1980 yılından önce çalışmaya başlayan santraller sekiz yıl, 1980'den sonra şebekeye bağlananlar ise 14 yıl ek süre kazanacak. Detaylı karar önerisinin 28 Eylül'de açıklanması bekleniyor.

Elektriğin yüzde 80'i yenilenebilirden
Almanya'da halihazırda 17 nükleer reaktör çalışıyor, Almanya'nın elektriğinin yüzde 22'sini karşılıyor, yenilenebilir enerji kaynaklarıysa yüzde 15'ini. Merkel'in kararı kabul görse bile Almanya'nın yenilenebilir enerji hedefleri değiştirmeyecek gibi görünüyor. Bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var, 4 Ağustos 2010'da Federal Hükümet, Ulusal Yenilenebilir Enerji Eylem Planı'nı kabul etti. Plana göre Almanya'nın toplam enerji tüketiminin (sadece elektrik değil) yüzde 18'inin rüzgar, güneş, biyokütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanması zorunlu hale getirildi. Şu anda bu oran yüzde 10 civarında seyrediyor. Plana detaylı bakılacak olursa, 2020 yılı için ısıtma ve soğutma alanında yenilenebilir enerjilerin payının yüzde 15,5, elektrik tüketiminde yüzde 38,6 ve ulaşımda ise yüzde 13,2 olması hedefleniyor. Dahası da var. Almanya hükümetinin Ekonomi ve Çevre bakanlarınca 30 Ağustos'ta bir özeti açıklanan ve dokuz farklı senaryodan oluşan Federal Hükümet'in enerji görünümüne ilişkin çalışmada, elektrik enerjisi üretiminin 2050 yılında, yüzde 77 ila 81 oranında yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanabileceği belirtiliyor. Bu rakam bile, Türkiye'deki bazı mühendislerin, nükleer ve termik gibi “baz yük” santralleri olmadan elektrik talebini yenilenebilir enerjiyle kesintisiz karşılamanın mümkün olmadığı savını çürütüyor. Almanya bu dokuz senaryodan hangisini seçerse seçsin, 1990 yılı seragazı emisyonlarını da 2050'ye kadar yüzde 85 oranında azaltabiliyor.1 Sorun teknik değil, ekonomik ve politik kısacası. Aynı nükleer enerji tercihinin bir teknik zorunluluk değil, siyasi bir tercih olması gibi. Bu ay sonunda Almanya'nın 2050 yılına ilişkin planını da açıklaması bekleniyor.

Nükleer enerji bir geçiş teknolojisi
Enerji konularına yakın olanların bile bazen bilerek bazen de bilmeyerek karıştırdığı gibi, enerji demek sadece elektrik demek değil. Ancak, nükleer demek, çevre için oluşturdukları riskleri bir yana bırakırsak, sadece “elektrik” demek. Halbuki, güneş, jeotermal ve biyokütle enerjileri ısıtmadan soğutmaya kadar enerji sektörünün birçok alanında faaliyet gösterebiliyor. Ulusal Yenilenebilir Enerji Eylem Planı'da yenilenebilir kaynaklı elektriğin payının yüksek olması, kısa bir süre içerisinde yüzde 40'lara çıkarılmasına çalışılması, kapatılacak nükleer santrallerin ürettiği elektriği temiz enerjiden sağlamayı amaçlıyor. Nükleer santrallerin kapatılma tarihlerinin ertelenmesi bu hedefe ulaşılmasını engeller mi; başta Almanya olmak üzere bugün herkes bu soruyu soruyor. Alman Şansölyesi Angela Merkel'in, kararı açıklarken yaptığı konuşmada, “nükleer enerjinin bir köprü”2 olduğunu söylemesi bu sorunun yanıtı olarak algılanabilir. Almanya'nın nükleer lobisine yakınlığı tartışma götürmez sağ partilerden oluşan koalisyonunun başındaki Merkel'in bile, nükleer enerjinin olmazsa olmaz bir enerji kaynağı olduğunu söylememesi düşündürücü. En azından nükleer enerjiyi savunanlar için üzücü. Çünkü, köprü dediğiniz, sizi diğer yakaya geçirir ve işlevi orada biter. Geri gitmeye niyetiniz yoksa tabii. Merkel bile artık nükleer enerjiye, ülkeyi yenilenebilir enerjiye ulaştıracak bir köprü gözüyle bakıyor. İklim değişikliği nedeniyle fosil yakıtlardan daha az seragazı salan nükleerde bir süre daha ısrar edilecek, daha sonra ise nükleerden de az seragazı emisyonuna sahip yenilenebilir enerjilere geçilecek.

Nükleere teşvik rüzgarın önünü keser mi?
Almanya'da nükleer santrallerin daha uzun süre çalıştırılmasına izin verilmesinin nedeni yenilenebilir enerji kaynaklarının yeterince hızlı geliştirilememesi olarak açıklanıyor. En azından hükümet bunu söylüyor. Bu doğru bile olsa, alınan kararın yenilenebilir enerji kaynaklarının daha hızlı gelişmesine neden olacağını söylemek zor. Almanya Yenilenebilir Enerji Federasyonu Başkanı Dietmar Schütz, “Nükleer santrallerin çalışma ömrünü uzatarak yenilenebilirin önüne bir engel kondu. Kedi çuvaldan çıktı” diyor.3 Yenilenebilir enerji her ne kadar hayatın çok farklı alanlarında (ısıtma, soğutma, tarım, elektrik gibi) insanlığa hizmet verse de, enerji piyasasını, verilen destekleri, nükleer ve fosil yakıtla çalışan santrallere göre düzenlediğinizde işler zorlaşıyor. Yenilenebilir ve nükleer iki farklı enerji sisteminin kaynakları olduğu için birine evet demek diğerine hayır anlamına geliyor aslında. Türkiye'de yapılmaya çalışıldığı gibi kirletenle kirletmeyen, kirletene hiçbir cezai yaptırım uygulamadan (karbon vergisi, emisyon ticareti, çevre denetimi vs.), üstüne teşvik verilerek aynı kefeye konduğunda, yenilenebilir enerjinin pahalı bile olduğunu iddia edebileceğiniz tutarsız bir piyasa yaratmış oluyorsunuz.

Nükleerciler para verdi, kapanma kararı ertelendi
Özetlersek, Almanya'nın mevcut 17 reaktörün kapatılmasını geciktirmesinin nükleer enerji savunucuları arasında büyük bir sevinç yaratmamasına şaşırmamak gerek. Söz konusu kararın Almanya'nın dört nükleer deviyle anlaşılarak, yılda 2 milyar 500 milyon avrodan daha fazla para ödemelerine neden olacak şekilde yapılması işin rengini daha da belli ediyor. Yapılan anlaşmaya göre dört firma, santrallerin kapatılmasının geciktirilmesi karşılığında, en azından 2016'ya kadar her yıl federal bütçeye, 2 milyar 300 milyon avro tutarında nükleer atık vergisi ödemeyi kabul ettiler. Önümüzdeki beş yıl boyunca yenilenebilir enerji projelerine harcanacak 300 milyon avroya yakın bir başka ödeme planı da pazarlıklar sonucu kabul edilmişe benziyor. Nükleer santrallerin ilk yatırım maliyetinin çok yüksek olması nedeniyle, elektrik üretilecek her yıl bu firmalar için daha fazla kar anlamına geliyor. Ekonomik krizde yokta yaratılan ek bir kaynak da hükümet için bir velinimet sayılır.

Alan ve satan memnun ancak Alman vatandaşlarının çoğunluğunun hala nükleer santrallerin kapatılmasını destekledikleri unutulmamalı. Sosyal Demokrat Parti'nin iktidara gelir gelmez kararı iptal edeceklerini açıkladıklarını, oylarını giderek arttıran Yeşiller'in de benzer bir tutum içerisinde olacaklarını da belirtelim. Almanya'nın tüm nükleer rönesans söylentilerine ve sağ partilerden oluşan bir koalisyona rağmen yeni nükleer santrallerden değil de yenilenebilir enerjiden bahsetmesi herhalde üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir nokta. Türkiye'nin milyarlarca dolar harcanmış, bu nedenle de geçiş teknolojisi olarak kullanmak zorunda kalacağı nükleer santralleri henüz (!) yok. Almanya'nın kararı doğru okunmalı, kısa bir sürede dünyada hatırı sayılır bir konuma gelebilecek ve binlerce işsize iş sağlayabilecek Türkiye'nin yenilenebilir enerji sektörünün önü tıkanmamalı.

1“Germany debates role of nuclear in its 2050 energy mix”, Worldwatch Institute, 9 Eylül 2010.
2“Germany ExtendsNuclear Plants' Life”, NY Times, 6 Eylül 2010.
3Germany ExtendsNuclear Plants' Life, NY Times, 6 Eylül 2010.

10 ayda devr-i Asya

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Haziran 2010

Fotoğraflar: Selcen Küçüküstel ve Maria Valencia

Çin’de karşınıza çıkan her şey sizi şaşırtabilir. Bazen hayalinizdeki Çin’le günümüzdeki Çin’in arasındaki farklar, bazen yolda gördüğünüz insanlar, belki de yiyecekler. Beni birkaç hafta önce burada en çok şaşırtan olay ise Selcen Küçüküstel adlı bir öğretmenin ziyareti oldu. Adeta, “Çin Çin, ben geldim” der gibi, Pekin’de beni ziyarete geldi. Haberim vardı ama yine de şaşırdım; gelişine değil ama buraya kadar nasıl geldiğine, yol boyunca hiç tanımadıkları insanların arasına nasıl karışıp, aileden biri olmalarına.

Selcen, 10 ay önce Türkiye’den yola çıkarak sırasıyla Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Hindistan, Nepal, Çin ve Moğalistan’ı gezmiş. 10 ayda 10 koca ülke dolaşmış. Beykent Üniversitesi’nde İngilizce dersleri veren 26 yaşındaki Selcen Küçüküstel, okulundan bir yıllık izin alınca kendini bir anlamda yollara atmış. Kaf Dağı’nın ardındaki Zümrüt-ü Anka Kuşu’nu aramaya çıkmış. Çin’de kapımıza kadar gelen genç gezgin dostumuza, “Nerden çıktı bu iş” diye sormadan edemedik. İşte yanıtlar:

Yola yaklaşık 4 yıl önce İran seyahatinde tanıştığım İspanyol bir arkadaşımla (Xavi) başladım. Daha sonra Maria Valencia ile devam ettim. Yolculuğa beraber karar vermedik aslında, tek başıma da olsa ben bu turu yapacaktım. Xavi ile Türkiye’den yola çıktık. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’ı birlikte geçtik daha sonra Orta Asya’da Maria bize katıldı. Kazakistan’dan itibaren Maria ile beraber İran’da bir firmanın hediye ettiği ufak bir motosikletle tura devam ettik. Maria ile de bir başka gezide Mısır’da tanışmıştık. Ben karadan Mısır’a gitmiştim, Maria da İspanya üzerinden çıkıp Kuzey Afrika’yı takip ederek Mısır’a gelmişti. Orada karşılaştık. Maria daha sonra Türkiye’ye geldi, beş ay Türkiye’yi dolaştı. Daha sonra Türkiye’den ayrıldı ve yine yollara düştü.

-Bu ilk seyahatin değil o halde?
İlk seyahatim değil. Orta Asya’da, Güney Doğu Asya’da; Asya ağırlıklı birçok seyahatim oldu. Ama onlar genelde iki ya da üç ay sürüyordu. Bu gezme tutkusu, yolculuk bir hastalık olduğu için bu defa sadece yaz tatilleriyle sınırlı bir seyahat olsun istemedim. Uzun bir tur yapmak istedim.

-Maria ve Xavi çalışıyor mu?
Xavi bankacı, Maria ise doktor. Maria iki yıldır dolaşıyor, benim de aralıksız 10 ay oldu.

-Fikir nasıl ortaya çıktı, niye Asya?
Çok yakın bir arkadaşım vardı, yazar. Onunla oturup konuşurken çıktı bu fikir. Amaç sadece gezmek, yeni bir yer görmek değil, başka bir dert bu. Öyle olsa tura katılırsınız. Simurg masalında kuşlar hayatın anlamını öğrenmek için Kaf Dağı’nın ardına uçarlar. Bir sürü zorlukları aşarlar, kimi geri döner, kimi yolda ölür. En son 30 kuş Kaf Dağı’na varır. Simurg’u sorarlar ama bulamazlar. Ve anlarlar ki, asıl bilgi kendi içindeki bilgidir ve asıl yolculuk kendi içinizde yaptığınız yolculuktur. Bu masal projenin başlangıcı oldu. Olay, varılacak bir hedef değil, yolculuğun kendisidir. Yolda kendini bulmaktır. Projenin adını da o yüzden ‘Kaf Dağı’na yolculuk’ koyduk. Kaf Dağı var mı onu bilmiyoruz, ama bu bahaneyle çıktığımız yolda kendi hayalimizin peşinde koşarken gittiğimiz yerlerdeki insanların hayallerini öğrenmeye çalıştık. Kırgızistan’ın dağlarındaki göçebe ailesinde bir çocuğun hayali nedir? Özbekistan’daki kervansarayda yaşayan yaşlı adam ne istiyor? Projenin üç hattı var. Biz kendi hayallerimizi gerçekleştiriyoruz, oradaki insanların hayallerini öğrenmeye çalışıyoruz ve son olarak gittiğimiz her ülkeden mümkünse masal kahramanının da arayış içinde olduğu bir masal buluyoruz.

-Cebinize para koyup gezmek kolaydır, en iyi yerlerde kalıp. Siz öyle yapmıyorsunuz...
İnsanlar zaten soruyor, çok mu zenginsiniz diye. 10 aylık geziye, iki yıl öncesinden biriktirmeye başladığım toplam 5 bin dolar gibi bir parayla çıktım. Zaten bu para yeter mi diye hesaplayarak da yola çıkmadım.

-Yol boyunca evlerde ağırlanmışsınız, bunun çok da kolay olduğunu düşünmüyorum. Sanırım bu konuda bir yeteneğiniz var.
İnsanların genelde tehlikeli olduğunu değil tam tersine iyi niyetli olduğunu düşünüyorum. Sizin yaklaşımınız çok önemli. Yolculukta mafya babalarıyla tanıştığımız, evlerinde kaldığımız da oldu. Ama bu bile o insanların size bir kötülük yapacakları anlamına gelmiyor. Bir tek Kazakistan-Çin sınırında askerlerin yakınında kaldığımızda sıkıntılı anlar yaşadık. Sonuçta üzerimizde fotoğraf makinesi dışında soyulacak bir şey de yok. İki tişört, iki pantalon...

-Tanrı misafiri olma konusunda herkese garanti verebilir miyiz?
Özellikle Orta Asya’da çok da kolay değil aslında. Kazakistan’ı küçük bir motosikletle gezmek istememiz de biraz bu yüzdendi. Altlarında pahalı bir motosikletle dolaşan iki zengin batılı kadın gibi gezmek istemedik. İnsanlarla aynı seviyede olduğunuz zaman misafirlik başlıyor. Bizim de onlar gibi yardıma ihtiyaç duyduğumuzu gördüklerinde işler değişiyor. Otele gidin dediklerinde, paramızın olmadığını söylüyoruz, paramızın olmadığını anladıklarında işler değişiyor.

-En çok neresi etkiledi seni?
Gürcistan’ı çok sevdim. Doğası bizim Karadeniz gibi ve insanları inanılmaz misafirperver. Kazakistan’ın bâkirliği, ıssızlığı ve hiçbir turistin olmaması çok güzel. En çok Hindistan’da kaldık, üç ay kadar. Bu kadar farklı kültür ve coğrafyayı içeriyor olması şaşırtıcı. Çöl de var, dağ da var ancak karmaşası insanı yoruyor. Hindistan’ı hemen hemen hep bisiklet üstünde gezdik. Bisikletle hiçbir şeyi kaçırmıyorsun. Bundan sonra bir geziyi tamamen bisikletle yapmak istiyorum, görmediğiniz nokta kalmıyor. 10 ay içerisinde Kazakistan’dan Hindistan’a ve Nepal’den Çin’e olmak üzere iki kez uçağa bindim. Moğalistan’dan Türkiye’ye dönerken de bir kez daha uçağa bineceğim. Tibet’te mesleğimi özlediğimi fark ettim, orada öğretmenlik yapmak istedim. Gerçekten öğrenmeye aç birilerini görünce farklı duygulara kapılıyorsunuz.

-Türkiye’de seyahat denilince akla, pahalı turlara katılmak ve özellikle de Avrupa’ya gitmek geliyor...
Avrupa benim çok ilgimi çekmiyor. Para da bahane değil, istendiğinde çok ucuza gezmek de mümkün. Hindistan’da bisikletle gezmeye başladıktan sonra ayda 200 dolar gibi bir para harcayarak dolaşabildik. Çadırda kalmaktan gocunmam, yemeğimi kamp ocağında pişiririm, otostop yaparım, diyorsanız çok ucuza gezmek mümkün. Asya hem ucuz hem de çok daha ilginç. Gürcistan, İran ve Suriye gibi ülkelerden de başlanabilir, vize sorunu yok, yakın ve çok ilginç ülkeler.

-Sağlık sorunları yaşadın mı?
Birkaç kez ishal olmanın dışında hiçbir ciddi hastalık geçirmedik. Bu ülkelerin çoğunda o bildiğiniz uluslararası hijyen standartları yok, sokaktan yemek alıp yiyoruz. Hiçbir şey olmadı. Türkiye’de çoğu aile sadece bu nedenden dolayı herhalde karşı çıkardı böyle bir tura. Benim annem ve babam da gezmeyi çok seviyor. Babam birçok kez Afrika’ya gitti, annem Hindistan’a beni ziyarete geldi. Zengin bir aile de değiliz, ikisi de öğretmen. Annem geldiğinde biraz daha iyi yerlerde kaldık ama yine de çok lüks değildi.

-Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum ve ‘yolculuk hastalığının’ hiç bitmemesini diliyorum.
Ben de size teşekkür ederim...