Çevre-Toplum-Sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çevre-Toplum-Sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hamileler elektromanyetik alanlardan uzak dursun

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Eylül 2011

Hayatımız elektromanyetik alanlarla çevrili. Hatta o alanların içinde yaşıyoruz demeli. Her gün elektromanyetik radyasyona maruz kalıyoruz. Baz istasyonları, kablosuz internet ağları, yüksek gerilim hatları, elektrikli süpürgeler, fırınlar ve saç kurutma makinaları... Bilgisayar ekranları, televizyonlar, cep telefonları ve sayıları günden güne artan elektrikli infrared ısıtıcılar. Liste uzun ama bunlar ilk aklıma gelenler. Hayatınızı kolaylaştırdığını düşündüğünüz bu araçların her biri aynı zamanda sağlığınız için birer tehlike.

Bu aletlerin insan vücudu üzerindeki etkileri birbirinden farklı. Örneğin saç kurutma makinalarının yarattığı elektromanyetik alanın şiddeti yüksek ama genelde saç kurutma makinasını çok uzun süre çalıştırmıyoruz. Çalıştırmamalıyız da. Özellikle yatmadan önce kullanılmaması tavsiye ediliyor. Bir berberde çalışıyorsanız kurutma makinasının size etkisi çok daha ciddi boyutlarda olabilir. Baz istasyonları hem güçlü hem de sürekli çalışıyor. Birçok kişi mikrodalga fırınlar çalışırken yakınında duruyor; halbuki 1-2 metre uzağında durmalısınız. Lokanta ve kafelerde mikrodalga fırın kullananların yiyecekleri ısıtırken ellerini fırının üzerinde tuttuklarını bile gördüm. Kansere davetiye çıkarıyor bu alışkanlıklar. Elektrikli traş makinası gibi alternatifi olan bazı aletleri de terk edin. Cep telefonları ise belki de artık en zoru. Sık sık kullanılıyor.

Astıma yakalanma riski 3,5 kat artıyor
Bugün bahsedeceğim konu daha çok hamile kadınları ve onların dünyaya getirmeye hazırlandıkları bebekleri ilgilendiriyor. ABD'nin Oakland kentinde yapılan yeni bir araştırmanın sonuçları elime geçti. Araştırmaya göre, hamilelik döneminde 24 saat için ortalama 2 mG (miliGaus) değerinde manyetik alan şiddetine maruz kalınırsa, doğan çocuğun 13 yaşına geldiğinde astım hastası olma olasılığı 3,5 kattan fazla artıyor. Bu çalışma Amerika Tıp Derneği'nin Pediyatrik Arşivi ve Genç İlaçları adlı yayınında yer aldı.* Bu dereceyi daha rahat anlamanız için şöyle bir örnek verebilirim. Elektrik iletim hatlarının 40 metre yakınında yaşıyorsanız bu şiddette bir manyetik alana maruz kalıyor olabilirsiniz.

Araştırma 626 çocuk üzerinde yapılmış. Bu çocuklar doğumdan sonra 13 yıl izlenmiş. Hamilelik sırasında da tüm annelerin maruz kaldıkları manyetik alan şiddeti sayaçlarla sürekli ölçülmüş. Manyetik alan şiddetindeki her 1 mG artış, astıma yakalanma şansını yüzde 15 arttırmış. Sağlaması da yapılmış. Düşük şiddette manyetik alana maruz kalan annelerin (0,3 mG'dan düşük) çocuklarının astım hastası olma şansı, 2 mG'dan fazla şiddete maruz kalan annelerden 3,5 kat daha az. Amerika Ulusal Kanser Danışma Kurulu üyesi Jonathan Samet, çalışmayı yankı bulması gereken bir araştırma olarak niteliyor. Samet, Mayıs ayında cep telefonlarını muhtemel kanser kaynağı olarak sınıflayan Dünya Sağlık Örgütü'nün Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı'nda üst düzey görevlerde bulunmuş biri.

Bulgular çarpıcı ama asıl önemli olan belki de araştırmanın uzunluğu. Elektromanyetik alanların çoğu hayatımıza yeni girdiği için uzun süreli etkilerinin ne olduğu konusunda çok fazla bilgi yok. Örneğin cep telefonları yaklaşık 20 yıllık bir geçmişe sahip, kablosuz internet daha yeni. Bu yüzden uzun süreli araştırmalar gerçeğe daha yakın sonuçlar veriyor bizlere. Yine de adım gibi eminim, birçok bilim insanı bu araştırmanın da yeterli olmadığını söyleyecek. Cep telefonları veya baz istasyonlarının tehlikeli olduğunu söylemek için daha çok araşırma yapılması gerektiğini anlatacak. Asıl sorun da burada. Bilimin en önemli ilkelerinden biri, “ihtiyatlılık ilkesi” hiçe sayılıyor ve unutturulmak isteniyor.

İhtiyatlılık ilkesi şunu söyler. Bir eylem ya da politik karar çevre ve insanlar için şüpheli sonuçlar doğurma olasılığına sahipse ve bilim insanlarının bu konuda ortak bir kararı yoksa, bilim tavrını eylemsizlikten yana koyar. Yani, risk almaz. Örnek olarak baz istasyonlarını ele alalım. Baz istasyonlarının nüfus yoğunluğunun çok olduğu bölgelerde kurulmasının kansere neden olduğuna dair ciddi araştırmalar varsa bir bilim insanı, “bu araştırmalar yeterli değil o yüzden kullanmaya devam edin” demez, diyemez. Der ise bilimsel kimliği tartışılır. Çünkü asıl ispatlanması gereken baz istasyonlarının insan sağlığına etkisinin olmadığıdır. Bu ispatlanana kadar baz istasyonlarına ihtiyatlılık prensibi gereği şüpheyle yaklaşılır. Kullanımı kısıtlanır.

İhtiyatlılık ilkesi çevrecilerin uydurduğu, görmezden gelinecek bir kural değildir. 1992 yılındaki Dünya Zirvesi'nin sonunda açıklanan Rio Bildirgesi'nin 15. maddesi bu ilkeye ayrılmıştır. 15. madde şöyle der: “Çevreyi korumak amacıyla, ihtiyatlılık ilkesi, devletlerce imkanları dahilinde geniş bir biçimde kullanılmalıdır. Nerede ciddi ve geri dönüştürülemez bir tehlike varsa, tam bilimsel kesinliğin olmaması, çevresel bozulmanın önüne geçecek ekonomik uygulamaların ertelenmesi için bahane edilmemelidir”. Politik iradenin, bilim insanlarının dikkatine.

* Archives of Pediatrics & Adolescent Medicine, American Medical Association (AMA), 1 Ağustos 2011.

Japonya, Fransa… Sırada hangi ülke var?

Özgür Gürbüz / 12 Eylül 2011

Fransa’daki Marcoule nükleer atık tesisinde bugün (12 Eylül 2011) bir patlama meydana geldi. Alınan ilk bilgilere göre patlama sonucu bir işçi hayatını kaybetti, dört kişiyse yaralandı.

Marcoule atık tesisi eskiden küçük çaplı reaktörüyle Fransa’nın nükleer silah üretiminde önemli bir rol oynuyordu. Fransa’nın ilk nükleer denemeleri için gerekli plutonyum burada üretildi. Sonraki yıllarda ise termonükleer silah üretimi için trityum üretme amaçlı bir reaktör daha inşa edildi. Hızlı üretken reaktör Phenix’e yine burası ev sahipliği yaptı. MOX adıyla bilinen (uranyum dioksit ve plütonyum dioksit karışımı) yakıtın üretilmesi için de kullanılan tesiste, nükleer reaktörlerden gelen kullanılmış yakıt çubuklarının içerisindeki plutonyum ayrıştırılıyor.

Fransız polisi, Avignon kentine 30 km uzaktaki sahanın dışında bir radyasyon sızıntısı yaşanmadığını belirtmiş. Tercümeden kaynaklanan bir hata yoksa bu cümle bir garip. Tesis dışında sızıntı yok da, içeride var mı? Fransız kaynaklarında da benzer ifadeler kullanılıyor. Kazanın uranyum ve plutonyumun yüksek ısıya tabi tutulduğu fırınlarda olduğu söyleniyor. Bütün bu bilgiler doğruysa, benim tahminim en azından tesis içinde bir sızıntının olduğu yönünde. Patlama ve yangından bahsediliyor, demek ki kontrolden çıkmış bir nükleer atık var elinizde.

Fransız hükümeti yıllardır nükleer enerji konusunda büyük bir gizlilik politikası uyguluyor. Nükleer reaktörlerden üretilen elektriğin maliyeti bile açıkça söylenmiyor, zaten sübvansiyonlar yüzünden hesaplamak da kolay değil. Petrolden kaçmak için nükleere sarılan ve bu teknolojiyi ihraç ederek sanayisini ayakta tutmaya çalışan Fransa’da nükleer enerjiyi eleştirmek de adeta bir tabu. Marcoule tesisi de bu gizlilik oyununun önemli bir parçası olan Fransız nükleer devi Areva’nın kontrolünde. Areva’nın hisselerinin yüzde 80’e yakını CEA’nın (Nükleer ve Yenilenebilir Enerji Komisyonu). CEA da hükümet kontrolünde.

Fransa’daki bu kaza, nükleer enerjiden çıkış için insanlığa yapılan son uyarı gibi. Dünyanın nükleer enerji konusunda örnek gösterilen ülkeleri (Japonya, Fransa) birer birer havlu atıyor. Türkiye ise nükleeri tüp gazla eş tutarak, nükleer santral kurmayı akıl, mantık ve sürdürülebilir bir ekonomi kapsamında değerlendirmeyi henüz başaramadı. Bakalım, Avrupa’nın yenilenebilir enerjide en şanslı ülkesi Türkiye, adını nükleer felaketler yaşanan ülkeler listesine mi yazdıracak yoksa nükleer beladan kaçan akıllı ülkeler listesine mi?

Korkunç şeyler gördüm

Ahlakın bittiği, vicdanın tükendiği, para hırsının insanı kör ettiği gündeyiz dostlar. Bilin ki, cehennem gibi bir yerdeyiz. 

Özgür Gürbüz-BirGün / 11 Eylül 2011

Bu hafta korkunç şeyler gördüm. Yerlerde sürüklenen köylü kadınlar gördüm; ellerinde ağaç dalları, sopalarla. Hacı dedeler gördüm, namazdan kalkıp eyleme gelmişler sanki, ellerinde sımsıkı sarıldıkları bastonları vardı. “Vurun beni” diye bağıran bir erkek gördüm, tüylerim diken diken oldu. Yarı çıplak, ben diyeyim 20, siz deyin 50 jandarmanın önünde duruyordu. Gırtlağını yırtarcasına bağırıyor, “vurun beni” diyordu. Vurun!

Foto: Yeşil Gerze Çevre Platformu
O insanların üstlerine yürüyen jandarmalar, onlara biber gazı sıkan polisler de gördüm. Gözlerim gördüklerine inanamadı. Gözlerim yaşlarla doldu. Hiç umurumda değil ne düşündüğünüz, ağladım işte. Benim iki katım yaşında insanları yerlerde coplanırken gördüm. Köylüler, tüm olan bitene karşın, belki de yaşadıklarına inanamadıkları için, “en büyük asker bizim asker” diye bağırıyorlardı. Bir umut işte. Onca dayağa, biber gazına rağmen. Ama 'büyük asker' ve 'büyük polis' daha çok vuruyordu sanki. Bir kadın gördüm, “Benim oğlum da asker” diyordu. Götürdüler yaka paça...

Ben bu hafta, yıllardır mücadelesini verdiğimiz yaşam mücadelesi filminin sonunu gördüm. Yaşamı için, köyü için, ağacı için yolu kapayan Yaykıl köylülerini gördüm. Onlara desteğe gelen Gerzelileri, yanlarında Sinopluları gördüm. Kentliler köylüler birlikteydi. Üzerlerine panzer yürüyordu. Ve anladım ki yolun sonuna geldik. Kendisinden dört kat daha az ömür tüketmiş polis ve jandarmadan dayak yemeyi göze alan insanları görünce anladım ki, zurnanın zırt dediği yerdeyiz. Ahlakın bittiği, vicdanın tükendiği, para hırsının insanı kör ettiği gündeyiz dostlar. Bilin ki, cehennem gibi bir yerdeyiz. 

Ben bu hafta bir panzer gördüm. Daha önce de panzer görmüştüm, tank görmüştüm ama ben orada ‘düşman’ görmedim dostlar. Ufukta ağaç gördüm, deniz gördüm, çalı gördüm onlar için direnen insanlar gördüm. Direnmek ayıp mı? Ağacını, çalını, denizini, doğduğun köyü, aşık olduğun tepeyi savunmak ayıp mı? Bunun için direnmek suç mu? Cehennem gibi bir yerdeyiz dostlar, yaşamı savunmanın suç olduğu bir memleketteyiz. Zebanilere direnmekteyiz dostlar.

Gece yarısı yeri göğe çıkaracak sondaj makinalarını köye gizlice getirmek suç değil. Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararına rağmen termik santral inşasında ısrar etmek hiç değil. Yürütmeyi durdurma kararına edilen itirazın reddedilmesine aldırış etmeden, köye iş makinaları göndermek de yasal. Dünyanın iklimini değiştirecek dev bir kömür santralini kurmak haşa! Denizi, ovayı kömür tozuna bulamak övgüye değer davranış. Hayat pahasına para kazanmak hiç suç değil. Suç toprağına, derene sahip çıkmakta. Azla yetinmekte. Panzerin karşısına elde ağaç dalı dikilmekte. Öyle olmasa gözaltına alınıp tutuklananlar Yaykıl köylüleri değil de Anadolu Grubu’nun personeli olmaz mıydı?  

Merak ediyorum Gazze'yi, Mavi Marmara'yı aratmayan bu görüntüleri Başbakan gördü mü? Merak ediyorum Gerze'ye termik santral kurmak isteyen Anadolu Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan bu olan biteni gördü mü? Benim gördüklerimi görmüş olup da bir insanın bu işten vazgeçmemesi mümkün mü? Bu kadar mı muhtaçsınız paraya? Size cebimdeki beş on kuruşu vermeye hazırım. Yeter ki vurmayın o insanlara, vurdurtmayın. Bütün samimiyetim ve iyi niyetimle soruyorum Sayın Özilhan, ninem yaşında kadınların dayak yemesi pahasına bu santrali kuracak mısınız? Annenizi, babanızı bir kez olsun coplanırken gördünüz mü? Çok merak ediyorum, Gerze’de olanları gördünüz mü? Bir insan neden vurulmak, ölmek ister, ölüm pahasına direnir hiç düşündünüz mü? İzninizle soruyorum Sayın Özilhan, siz hiç dövülen anneanneler, biber gazı yiyen dedeler gördünüz mü?  Bu kadar mı Sayın Özilhan, bu kadar mı?

Ya biz kentliler? Bütün bunları görecek ve hala elektrikli diş fırçamız, 40 yılda bir kullandığınız elektrikli aletleriniz için elektrik istemeye devam mı edeceğiz? Kadınlar, gençler dayak yemesin, ben gerekirse elektriksiz de kalırım demek bu kadar mı zor?

Sinop'ta olan biteni gören çocuklara da bir şeyler söylemek istiyorum. Yapmayın çocuklar, siz siz olun, para için her şeyi yapmayın. Kuşu, ağacı, denizi para için satmayın. İnsanları sevin çocuklar,  cehennem zebanilerini kendinize örnek almayın. Kendinize cehennem gibi bir dünya yaratmayın.

Yaşı iki katıma ermiş nine ve dedelerim, ellerinizden öpüyorum. Bilin ki bu cehennem ateşini siz yakmadınız ama söndürmek için kocaman bir adım attınız.

Gerze'de olan biteni izleyin!

Anadolu Grubu, yöre halkının tüm itirazlarına rağmen Sinop Gerze'nin Yaykıl köyüne 1200 MW gücünde kömür santrali kurmak istiyor. Gerzeliler Sondaj ekibini köylerine sokmamak için bir aydır dieniyor. Hem de polis ve jandarma şiddetine rağmen. Bu görüntülerin üzerine söylenecek bir söz de yok zaten.

Gerze halkı yalnız değil!

Gerze'nin Yaykıl köyünde Anadolu Grubu tarafından kurulması planlanan termik santrale karşı Ağustos ayının başından beri yöre halkı direniyor. Köylüler sondaj yapılması öngörülen alanda gece gündüz nöbet bekliyor. 24 Ağustos’ta sondaj yapmak isteyen şirket temsilcileri alana sokulmadı. Son bir hafta içerisinde ise Yaykıl'da adeta çevrecilerle güvenlik kuvvetleri arasında bir meydan muharebesi yaşanıyor. Gerginlik köylüler ve onlarla dayanışmaya gelenlerin, polis ve jandarmayla karşı karşıya gelmesiyle iyice arttı. Güvenlik kuvvetleri, şirkete ait sondaj ekipleri ve iş makinelerinin köye girişini sağlamak için zor kullanmayı denediler ama başarılı olamadılar. Köylülerden yaralananlar oldu, küçük çaplı yangınlar çıktı. Yaşadıkları bölgeye sahip çıkmak isteyen köylülere karşı biber gazı kullanıldı, tazyikli su sıkıldı ve plastik mermiler havada uçtu. Tüm bu olaylara Türkiye'nin dört bir yanından tepkiler geliyor.

Yaykıl köyünün ormanlık bölgelerinde yaşanan çatışmalar esnasında silah sesleri duyuldu, çok sayıda köylü yaralandı, atılan biber gazlarının etkisiyle bölgede ağaçlar alev aldı ve yaralanan köylülerin hastaneye ulaştırılmasında pek çok güçlük yaşandı. Köylüler gözaltına alındı ve gözaltıların devam etmesi bekleniyor. Gerze halkına yaşatılan tüm bu fütursuz şiddete, tehdide rağmen termik santral kurmak isteyen şirket sondaj çalışmasını tamamlayamadı.

Sivil toplum örgütleri arka arkaya basın açıklamaları yapıyor ve protesto yürüyüşlerine hazılanıyor. İlki 9 Eylül Cuma akşamı İstanbul'da. Yürüyüş, Taksim meydanındaki tramvay durağından saat 19:30'da başlayacak. Aşağıda şu ana kadar yapılan ortak basın açıklamalarının altına imza atan sivil toplum örgütlerinin bir listesi var.


Akkuyu Nükleer Karşıtı Kolektif
Ankara Divriği Kültür Derneği
Bayrampaşa Sinoplular Derneği
Bolkar Dağları Koruma Platformu
Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi
Çevre İçin Hekimler Derneği
Derelerin Kardeşliği Platformu
Divriği Kültür Derneği
Doğayı Ve Çevreyi Koruma Derneği (Doğader)
Ege Çevre Ve Kültür Platformu (Egeçep)
Ege Su Platformu
Ekoloji Kolektifi
Ekolojik Yaşam Derneği (Ekoder)
Gdo’ya Hayır Platformu
Gemlik Yaşam Atölyesi Derneği
Gördesliler Derneği Çevre Komisyonu
Greenpeace
Gülsuyu Gülensu Yaşam Ve Dayanışma Merkezi (güldam)
Hasangazi, Porsuk Köy Meclisleri
İmece – Toplumun Şehircilik Hareketi
K. Çekmece Sinoplular KYD Derneği
Karadeniz İsyandadır Platformu
Kazdağları Koruma Girişimi
Loç Vadisi
Maden Köyü Çevre Platformu
Munzur Koruma Kurulu
Nilüfer Kent Konseyi
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ankara Şubesi
Tarım Orkam-Sen Mersin Şubesi
Tmmob Çevre Mühendisleri Odası
Tmmob Kimya Mühendisleri Odası
Tmmob Peyzaj Mimarları Odası
Tozkoparan Derneği (Tozder)
Yalova Çevre Platformu (Yaçep)
Yalova Eğitim-Sen
Yeryüzü Derneği

Limon'un yüzde 68'i, hıyarın yüzde 13'ü...


Özgür Gürbüz-BirGün / 14 Ağustos 2011

Limon'un yüzde 68'i, portakalın yüzde 18’i, mandalinanın yüzde 16'sı, greyfurtun yüzde 14’ü, elmanın yüze 2,6’sı, kayısının yüzde 9,2'si...

Bitmedi, liste uzun. Çileğin yüzde 53,7’si, şeftalinin yüzde 15,1’i, zeytinin yüzde 6,5’i, sakız kabağının yüzde 18'i ve taze soğanın yüzde 2,6’sı bir ilimizde yetişiyor. Bulmaca gibi ama atarak bulmanız zor, 81 tane seçenek var. En iyisi ben size biraz daha ipucu vereyim. Muzun yüzde 58’i, üzümün yüzde 4,7'si, taze sarımsağın yüzde 3,2’si ve sevseniz de sevmeseniz de ıspanağın yüzde 5,7’si yine bu ilde yetişiyor.

Devamı var... Portakalın yüzde 18'i, pırasanın yüzde 8,7'si, fasulyenin yüzde 4'ü, yeni dünyanın yüzde 24,78'i, marulun göbeklisinin yüzde 7,3'ü, kıvırcığının da yüzde 21,1'i, kirazın yüzde 1,1’i yine bu ilde üretiliyor. Trabzon Hurması'nın yüzde 12,25'i de bu ilde büyüyor, toplanıyor, hasat ediliyor. Trabzon hurmasına bakıp aldanmayın burası Trabzon değil. Geriye kaldı 80 il.

Keçiboynuzu üretiminin yüzde 60,3'ü, baklanın yüzde 18,6’sı, bezelyenin yüzde 8,36’sı, bamyanın (ben severim) yüzde 4,7’si, patlıcanın yüzde 10,6'sı, domatesin yüzde 5,6'sı, dolmalık biberin yüzde 15,8'i, sivri biberin yüzde 11,2'si, karnabaharın yüzde 6'sı ve hıyarın da yüzde 13'ü bu il sınırları içerisindeki topraklarda yetişiyor. Meyve sebze türlerine bakanlar ve limon başlığından uyananlar ilin Mersin olduğunu çoktan bilmiştir. Evet, tüm bu sebze ve meyve Mersin'de yetişiyor. Türkiye’nin yaş meyve ve sebze üretiminin yüzde 6,69’unu bizim hükümetin nükleer santral kurmaya heveslendiği Mersin ili karşılıyor. Listenin en önemli ürünü de herhalde limon. Hem Türkiye üretiminin yüzde 68'ini tek başına üretiyorlar hem de ihracat yapıyorlar. Çilek, keçiboynuzu ve muz gibi ürünlerin de yarıdan fazlası sofalarımıza buradan geliyor. Bu liste elime, Tarım Orkam Sen (KESK'e bağlı Tarım, Orman, Çevre ve Hayvancılık Hizmet Kolu Kamu Emekçileri Sendikası) 'Radyoaktif Limon İstemiyorsan Nükleere Hayır' başlıklı kampanyalarını başlattıklarında ulaşmıştı. Sendika, Türkiye limon üretiminin yüzde 68'ini karşılayan Mersin'de kurulacak bir nükleer santralın yalnızca Mersinlileri değil tüm Türkiye'yi tehdit edeceği görüşünde. Haksız sayılmazlar, geçmiş örnekler durumun tam da böyle olduğunu gösteriyor. Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi, İtalya’nın yarısı kadar bir alanın, (yaklaşık 150 bin kilometrekare) kirlendiğini ve yaklaşık 52 bin kilometrekare, Danimarka’dan biraz daha büyük tarımsal alanın da harap olduğunu belirtmişti. Varın hesabını siz yapın. Fukuşima'dan sonra et ve süt üretiminde yaşanan sorunları da biliyoruz.

Yukarıda tek tek belirttiğim sebze ve meyve listesi geçen hafta basına yansıyan bir haberden sonra daha da önemli hale geldi. Haber, Türkiye Ziraatçiler Derneği (TZD) Genel Başkanı İbrahim Yetkin'in yaptığı açıklamayla, hatta uyarıyla ilgili. Türkiye'nin 126 ülkeden 133 değişik meyve ve sebze ithal ettiğini belirten Yetkin, ''Marul, sivri biber, taze ve kurusoğan bile ithal ediyoruz, bunu anlamakta güçlük çekiyorum'' diyor. Her ne kadar bu ülkede anlamadığımız birçok konu olsa da, limonla başladığımız listedeki kalemlere bakınca Yetkin'in bu uyarısının “es” geçilmemesi gerektiği ortada. Çünkü Mersin'e nükleer santral kurmak istiyorlar. Olası bir kaza veya sızıntıda yukarıdaki listeyi unutun. Çernobil sonrası bize yedirilip içilen fındık ve çayı unutmadım, şimdi buna benzer şeyler yapılmaz da demiyorum, malum Türkiye pek değişmedi. En azından aklı olan tüketicilerin bu ürünleri almayacağı ortada. İthalatın duracağını söylemek de falcılık sayılmaz.

Türkiye 2011 yılının ilk yedi ayında muz ithalatına 59 milyon dolar ödemiş. Portakala ise 11 milyon 900 bin dolar. 59 milyon dolar ödenen muzun yüzde 58'i Mersin'de üretiliyor. Yaklaşık 12 milyon dolar ödenen portakalın yüzde 18'i yine Mersin'de...

İbrahim Yetkin yıl sonuna kadar meyve ve sebze ithalatına verilecek paranın 700 milyon doları bulabileceğine dikkat çekiyor. Yetkin, Türkiye'nin son 4,5 yılda sebze ve meyveye 4,5 milyar lira ödediğine de dikkat çekiyor. Demek ki cari açıkta sadece enerjinin payı yok. İthal nükleer santralle cari açıın kapatılamayacağı zaten biliniyor. Bir de bu maceraya girip elektrikten daha çok ihtiyacımız olan sebze ve meyvede de dışa bağımlı hale gelmek ne kadar akıllıca?

Mersin kadar olamayacaklarını biliyorum, gözüm Mersin'in limon rekorunda da değil. Yüzde 68'leri geçtim ama şu ülkenin ihtiyacı olan aklı başında projelerin yüzde 1'ini Ankara üretse öpüp başıma koyacağım! Mersin elden giderse Meclis'in bahçesine limon, hıyar veya dolmalık biber ekmek zorunda kalabiliriz. Söylemedi demeyin.

Hiroşima'ya atom bombası atılalı 66 yıl oldu

Fotoğraf: Timothy Takemoto
Yıl 1945.
Tam 250,000
Tam 250,000 kişi,
Topyekün
Topyekün imha...

Kongre'nin kararı
Kongre'nin kararı.
Enola Gay uçak adı
Enola Gay uçak adı.
Paul Tibbets pilottu
Paul Tibbets pilottu.
Şişman Adam'dı biri
Diğeri Küçük Çocuktu.
Bombaların adı buydu
Bombaların adı buydu.

Bulutsuzluk Özlemi'nin Hiroşima adlı parçası 6 Ağustos 1945 yılındaki dehşeti böyle anlatıyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin Japonya'nın Hiroşima kentine atom bombası atmasıyla dünya insan eliyle bir kez daha felakete tanıklık eder. 9 Ağustos'ta ikinci bir atom bombası Nagazaki'yi vurur. 'Şişman Adam' ve 'Küçük Çocuk' adlı iki bomba geride yüzbinlerce ceset bırakır. Ve nesiller boyu can alacak bir düşmanı, radyasyonu.

Nükleer enerji ve atom bombası arasında yumurta ve tavuk ilişkisi var. İkisini birbirinde ayırmak mümkün değil. En kolayı ve doğrusu ikisine birden hayır demek. Nüsed, Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği de bunu yapıyor. Bugün yaptıkları basın açıklamasına e-günlüğümde yer vermeyi önemli buldum çünkü hâlâ bizleri savaş çığlıkları atan insanlar yönetiyor. Hâlâ savaşın çözüm olabileceği masalları anlatılıyor. Türkiye'de silah taşımak, silahlı olmak marifet sayılıyor ve hükümetçe özendiriliyor. Meclis'te beli silahlı vekiller oturuyor. Benim gözümde her biri küçük birer atom bombası...

Nüsed Yönetim Kurulu adına yazılı bir açıklama yapan Dr. Derman Boztok şöyle diyor:

İnsanlık, emperyalizmin 66 yıl önce 1945 yılının 6 Ağustos'unda Hiroşima, 9 Ağustos'ta da Nagazaki'ye attığı atom bombaları ile, tarihinin en büyük kitle kırım ve çevre yıkım silahı ile karşılaştı. Hiroşima'da 120 000, Nagazaki'de 75 000 kişi öldü, bir o kadarı da takibeden günler, yıllar içinde sakatlıklar, kanserler, diğer sistem hastalıkları ve doğuştan olma bozukluklarla acılar içinde yaşamlarını kaybetti. Kentler biyolojik ve fiziksel çevreleriyle tam bir yıkıma uğrarken, yıllar boyu giderilemeyecek radyoaktivite yaşamı tehdit etmeyi sürdürdü. Emperyalizm, sömürü düzenini sürdürebilmede ne kadar güçlü ve kararlı olduğunu insanlığa acımasızca göz dağı vererek kanıtladı.

(...) İnsanlığın asıl düşmanı emperyalizmin yarattığı silahlanma sonucunda halen dünyada Hiroşima'da kullanılanlardan çok daha güçlü ve yeryüzünde uygarlığı sona erdirecek 22 600 kadar nükleer silah bulunmaktadır. Dünya silahlanma harcamalarının beşte biri kadarıyla, Birleşmiş Milletler Binyıl Kalkınma Hedefleri arasında bulunan milyonlarca insanın açlıktan, yoksulluktan kurtarılması, temel sağlık hizmetleriyle anne ve çocuk ölümlerinin önlenmesi mümkün olacaktır.

(...) Türkiye halkı ve Büyük Orta Doğu Bölgesi halkları, emperyalizmin ekonomik krizlerini aşma ve küresel kaynakları kesintisiz sömürebilmek için ekonomik ve toplumsal dönüşümlerle sürdürdüğü yeniden yapılandırma savaşının güncel hedefi durumundadır. Örtülü ve açık, çok yönlü istikrarsızlaştırma özel savaşları sonucunda Yugoslavya, Kafkasya, Afganistan, Irak, Afrika kuzey ve diğer bölgeleri, Filistin, Lübnan, Suriye, Iran ve Pakistan, Türkiye ile birlikte yıllardır sürdürülen insanlık suçu kirli savaşlarla milyonlarca insanını yitirmiştir. İsrail bölgedeki temel nükleer silah gücü durumunda iken, Türkiye de ABD-NATO nükleer silahlarını barındırarak bir yandan halklar için tehdit oluştururken diğer yandan hedef durumunda bulunmaktadır.

(...) Çernobil ve Japonya felaketlerinden sonra, dünyada nükleer enerji santrallerindeki öncü ülkeler, başta Almanya olmak üzere yeni santral yapmama ve çalışanları zaman içinde kapatma kararı alırken, deprem bölgesindeki ülkemizde hükümetler, demokratik kamuoyu ve bilim insanlarının ısrarlı uyarılarına karşın, küresel lobilerin etkisinde akıl almaz biçimde ve yine hukuk dışı anlaşmalarla nükleer santral yapımını dayatmaktadırlar. Hiroşima kırımının 66. yıl dönümünde, dünya barış ve demokrasi güçleri bir kez daha nükleer savaşın kazanan tarafı olmayacağını, tek korunma yolunun bu silahların tamamen yasaklanması olduğunu vurgulamaktadırlar. Bütün ülkelerde yürütülen "Nükleer Silahların Tamamen Ortadan Kaldırılması Uluslararası Kampanyası" milyonlarca barışsever insanı, demokratik toplum kuruluşlarını, sendikaları, yerel yönetimleri, nükleer silahlardan arındırılmış bölgeler için ve nükleer silahların yasaklanmasını öngören "Nükleer Silahlar Sözleşmesi"nin Birleşmiş Milletlerin de desteğiyle bütün ülkelerce kabulu için harekete geçirmiştir.

Akkuyu'da Öner, Soner ve Güneş anıldı

Akkuyu'da kurulan nükleer karşıtı çadır kampında bugün özel bir anma yapıldı. 2006 yılında Sinopta düzenlenen 'Nükleersiz Yaşam Şenliği'ne katılan ve Karadeniz'in dalgalarına yenik düşen üç genç Soner ve Öner Balta ile Güneş Korkmaz için bugün denize çiçekler bırakıldı.

Mersin Nükleer Karşıtı Platform tarafından düzenlenen anmada yapılan açıklamada, "Nükleere inat,yaşasın hayat sloganıyla nükleer santralleri lanetleyen bizler, özellikle Japonya'da meydana gelen Fukuşima nükleer felaketinden sonra nükleer santrallerin çok güvensiz, doğa ve insan yaşamı için çok tehlikeli bir enerji modeli olduğunu ve nükleer santrallere karşı olduğumuzu Akkuyu'da bir kez daha kamuoyuyla paylaştık. Öner, Soner ve Güneş'in mücadeleleri mücadelemize ışık tutacaktır" dendi.

Mersin Nükleer Karşıtı Platform, 7 Ağustos tarihinde de antralin yapılması planlanan Akkuyu koyuna ev sahipliği yapan Büyükeceli beldesinde bir yürüyüş düzenliyor. Büyükeceli'de kurulan Nükleer karşıtı çadır kampı da 28 Ağustos'a kadar sürecek.

Dekap'tan İstanbul'da basın açıklaması

Derelerin Kardeşliği Platformu (Dekap), Yürütme Kurulu üyesi Taylan Kaya’nın tutuklanmasını protesto etmek için bugün (22 Temmuz 2011) İstanbul Galatasaray Meydanı'nda bir basın açıklaması yapacak.

Dekap tarafından yapılan açıklamada, Başbakan Erdoğan’ın 31 Mayıs’ta Hopa’da gerçekleştirdiği AKP seçim mitingi öncesi ve sonrasında çıkan olaylar nedeniyle yaşanan gözaltı ve tutuklamaların hâlâ devam ettiğine dikkat çekildi. İlçenin baskı altında tutulduğunu söyleyen platform yetkilileri, protestolar sırasında hayatını kaybeden emekli öğretmen Metin Lokumcu’ya, Hopa halkının su hakkı mücadelesine sahip çıkanlara yönelik saldırıların “intikam” alırcasına sürdürüldüğü öne sürüldü.

Açıklmada, "Şu ana kadar bir ölüm, onlarca gözaltı, ev baskınları ve 34 tutukluyla devam eden sürecin son noktası, Hopa’da Derelerin Kardeşliği Platformu Yürütme Kurulu üyesi ve Halkevleri Doğu Karadeniz Bölge Temsilcisi Taylan Kaya, Dekap Yürütme Kurulu ve Hopa Halkevi üyesi Kamil Ustabaş ile platformumuzun gönüllü üyesi Bülent Ustabaş’ın 20 Temmuz günü gözaltına alınması olmuştur" sözlerine yer verildi.

Bu gözaltıların bölge halkının Artvin’in Arhavi ilçesi ile Hopa-Kemalpaşa beldesinde (Metin Lokumcu’nun köyünde) yapılması planlanan HES projeleri için düzenlenecek olan ÇED toplantılarını protesto etmeye hazırlandığı sırada gerçekleştiğine dikkat çeken Dekap, bunu, tüm su, yaşam ve doğa mücadelelerine dönük bir saldırı olarak niteliyor.

Bana hastalığını söyle, sana ne kadar zengin olduğunu söyleyeyim

Özgür Gürbüz - BirGün / 10 Temmuz 2011

Yüksek kolestrol, yüksek kan şekeri, şişmanlık, obezite, yüksek tansiyon ve nöropsikiyatrik bozukluklarla boğuşuyorsanız, büyük bir olasılıkla “modern dünya”nın hastalıklarından birine yakalandınız. Tahminen gökdelenlerin sayısının her gün ikiye katlandığı bir kenttesiniz, kalp ve damar hastalıkları, kanser gibi bir sorunlarla karşı karşıyasanız. Muhtemelen, dünyanın zengin ülkelerinden birinde yaşıyorsunuz. Bitmedi, dahası var...

Yaşadığınız ülke zenginleştikçe daha fazla et ve abur cubur yiyeceksiniz. Meyve ve sebze tüketiminiz azalacak, bunun sonucunda da yukarıda bir kısmını sıraladığım hastalıklardan birine yakalanma olasılığınızı artacak. Peşin peşin yazıyorum, sonra demedi demeyin. Tabutunuz da Sahra'nın aşağısındaki Afrika ülkelerindeki tabutlardan büyük olacak, çünkü bu dengesiz beslenme sonucunda şişmanlayacak, belki de hayata obez biri olarak veda edeceksiniz. Pazar pazar bu felaket tellallığı da nereden çıktı demeyin. Ben “modern dünya”nın falcısıyım.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) rakamlarına göre, 2008 yılında zengin ülkelerde yaşayanların yüzde 6'sı nöropsikiyatrik bozukluklar nedeniyle hayatını kaybetmiş. Fakir ülkelerde ise ana ölüm kalemleri arasında ruhsal sorunların adı sanı geçmiyor. Bu ülkelerde ölümlerin dörtte biri parazit ve enfeksiyon kaynaklı. Zengin ülkelerde ise ölümlerin yüzde 64'üne kalp ve damar hastalıkları ile kanser neden oluyor. Zenginler, bulup da yemedikleri sağlıklı gıdalar yerine koydukları abur cuburlar yüzünden, fakirler ise zenginlerin ellerinin tersiyle ittikleri sebze ve meyveleri bulamadıkları için ölüyor.

Dünya nüfusunun yüzde 50'sinden fazlası artık kentlerde yaşıyor. 2050 yılında bu oran yüzde 70'e çıkacak. Anlayacağınız yanyana değil, üst üste oturacağız. Kırsaldan kente göç etmek hayat koşullarını değiştirecek; iyileştirecek mi orası belli değil. İstatistikler, yüksek ekonomik gelire sahip ülkelerde ortalama ömrün uzadığını gösterse de, zenginleşme sağlık sorunlarının bittiği anlamına gelmiyor. Bu defa sizi kirli sudan aldığınız bir parazit değil, obezite öldürebilecek, çocuk ölümleri değil şizofreni sorun olacak. Kanserin adını duymayanlar, türlerini ezbere bilir hale gelecek. Kısacası, cebe para girdikçe hayat tarzı değişiyor, hastalıklar farklılaşıyor. Örneğin, kentleşme arttıkça trafik gibi nedenlerle solunum yolu hastalıkları ortaya çıkıyor. Kısacası, fakir bir ülkede yaşıyorsanız hayatınızı ruh sağlığıyla veya kanserle ilgili bir hastalıktan çok, basit bir parazit ya da sakatlık tehdit ediyor.

Dünyada her ülke aynı modeli kopyaladığı için sonları da birbirine benziyor. Bugün fakir ülkeler grubunda yer alanlar 2030 yılına gelince zenginler gibi ölmeye başlıyorlar. Bu ülkelerde 2008'de kanser ölümleri ana ölüm nedenlerinden biri değilken, 2030'da ölümlerin yüzde 13'ünden kanser sorumlu hale gelecek. Bunlar, modern hayatın durmadan yüceltildiği şu dünyada aslında vaat edilenin bir cennet olmadığını anlamak açısından faydalı. Daha çok kazandığımız, daha uzun yaşadığımız ve dolayısıyla daha çok çalıştığımız doğru. DSÖ, kalkınma ve ekonomik büyümeyle orantılı bir şekilde artan hastalık risklerini kıyaslıyor ve şu sonuçları buluyor. Ekonomik büyüme ve kalkınmayla birlikte iş güvenliği yükseliyor, ağır iş yükü azalıyor ancak onların yerine aynı sağlıkta olduğu gibi başka dertler ortaya çıkıyor. Zenginleşen, kente yerleşen insan, çalışma hayatında daha fazla kimyasal ürüne, trafik kaynaklı kirliliğe ve strese maruz kalıyor. Sonucunda alkole, sigaraya, uyuşturucuya yöneliyor, ayrıca hareketsizleşiyor.

Bize sunulan modern hayat, birçok kişinin 40 yaşında bir parazitten ölmesine izin vermiyor belki ama 65'inde kanserin kucağına atıyor. Bunun yine de bir ilerleme olduğunu söyleyenler olabilir ve sanırım birçoğumuz da itiraz etmez. Ancak madalyonun diğer yüzüne de bakmak lazım. Bu duruma gelene kadar dünyanın birincil üretim potansiyelinin dörtte biri kullanıldı. Balık stoklarının yüzde 80'i bitti. 2050'de belki de hiç kalmayacak. Ormanların yıkımı son yıllarda yavaşladı ama yılda 50 bin kilometrekare gibi bir hızla ormansızlaşma devam ediyor. Modern hayatın herkesi kente davet ettiği dünyamızda, tahmin edilen yüzde 27'lik nüfus artışı ve yüzde 83'lik gelir artışının gerçekleşmesi halinde iki kat fazla tarımsal ürüne ihtiyaç duyulacak. Bu da tarım alanlarının yüzde 10 arttırılmasını gerektirecek. İnsanlar bu defa kırsala göçe zorlanırsa hiç şaşırmayın. Pinpon topu gibiyiz maşallah.

Son araştırmalar daha uzun yaşayacağımıza da işaret ediyor. Hayatını “uzun ömürü” araştırmaya adayan bilim adamı Aubrey de Grey, şu anda aramızda yaşayan bazı kişilerin 150 yaşı görebileceğini iddia ediyor. Şu andaki rekor, 122 yılla bir Japona ait. Bu kadar uzun yaşadığımızda hangi hastalıklarla karşılaşacağımız, yeni sorunlarımızın ne olacağı ise soru işareti.

Dünyanın sınırlı kaynaklarını yiyip bitirmemize rağmen bir arpa boyu yol gittik. Buna rağmen dünya nüfusunun yüzde 40'ının gideceği bir tuvaleti bile yok. Suçlu dünya değil tabi. Kaynakları kâr için, savaş için haracayan insan. İyi haber mi, kötü haber mi bilemedim ama söyleyivereyim. Bu kör talihi değiştirmek için umudumuz da yine insanda.

Çevre mühendislerine "neden açıklama yapıyorsun" davası

Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO), Kütahya’daki siyanür barajındaki setlerden birinin çökmesi üzerine konuyla ilgili birçok açıklama yapmış, siyanür sızıntısına ve bölgede yaşayanların sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çekmişti. ÇMO'nun yaptığı açıklamalar nedeniyle işletmeci firma Eti Gümüş AŞ ise çareyi ÇMO’ya dava açmakta buldu. Eti Gümüş, basın açıklamalarının dava sonuna kadar durdurulmasını ve 30 bin TL değerinde tazminat ödenmesini istiyor. Bunun üzerine TMMOB’ye bağlı 19 meslek odası, ÇMO'ya destek vermek amacıyla 8 Temmuz 2011 tarihinde ortak bir açıklama yaptı.

Bilindiği gibi, Eti Gümüş AŞ'ye ait Kütahya‘daki gümüş işleme tesisinin atık havuzunun setlerinden bir bölümü 7 Mayıs 2011 tarihinde yıkılmıştı. Ortak açıklamada, atık barajının çökmesi nedeniyle meydana gelen siyanür sızıntısı üzerine ÇMO'nun mesleki kamusal-toplumsal sorumlulukları gereği bilimsel-teknik çerçevede kamuoyunu bilgilendirme amaçlı açıklamalar yaptığına ve bu açıklamaları hazmedemeyen Yıldızlar Holding'e bağlı ETİ Gümüş AŞ'nin, ÇMO aleyhine dava açtığı belirtildi.
Basın açıklamasında şu cümlerere yer verildi:

Açılan dava daha fazla rant ve azami kâr güdüsüyle, başta Çevre Mühendisleri Odamız olmak üzere, kamu yararını ve halk sağlığını zedeleyen faaliyetler ile ilgili olarak meslek kuruluşları ve demokratik kitle örgütlerince yapılan basın açıklamalarını engellemeye yöneliktir. Bu dava, mesleki kamusal-toplumsal sorumluluklarını yerine getiren Çevre Mühendisleri Odamız ve diğer Odalarımıza ve de üst birliğimiz olan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği‘ne (TMMOB) açılan ne ilk davadır ne de sonuncusu olacaktır. Böyle onlarca, yüzlerce dava bulunmakta ancak bizlerin bilimsel mesleki gerçekler ışığında faaliyet yürüttüğümüz eylem ve etkinliklerimiz mahkeme kararlarıyla da teyit edilmektedir.

Bilinmelidir ki TMMOB ve bağlı Odaları için mesleki bilimsel doğrular ile kamu ve halk sağlığı esastır. Sanayi, çalışma yaşamı, işçi sağlığı ve iş güvenliği, yapı denetimi, imar, tarım, gıda, madencilik, orman, su kaynakları, enerji, çevre, kentleşme v.b. alanlar ile ilgili faaliyet ve açıklamalarımızdaki temel yaklaşım budur.

Yine bilinmelidir ki, Odalarımızın ve TMMOB‘nin ülke, kamu ve toplum zararına yol açan uygulamalara yönelik kamuoyunu bilgilendirme sorumlulukları engellenemeyecek, durdurulamayacaktır”.

Elektrik Mühendisleri Odası, Fizik Mühendisleri Odası, Gemi Makinaları İşletme Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, İçmimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası, Jeofizik Mühendisleri Odası, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası, Maden Mühendisleri Odası, Makina Mühendisleri Odası, Meteoroloji Mühendisleri Odası
Mimarlar Odası, Petrol Mühendisleri Odası, Peyzaj Mimarları Odası, Şehir Plancıları Odası, Tekstil Mühendisleri Odası ve Ziraat Mühendisleri Odası bu açıklamanın altına imzalarını attılar.

Havadan sudan bir yazı

Bitki ve hayvanların yüzde 20 veya 30'u ölecek. İki milyar insan susuz, yüz milyonlarca insan da aç kalacak. İşte, bugün kurduğumuz modern dünyada özgürlük ve konfor olarak adlandırdığımız birçok şeyin hediyesi bu.

Özgür Gürbüz-BirGün / 12 Haziran 2011

Malum, seçim yasakları var. O yüzden bugün havadan sudan bahsedeceğim. Üsütne biraz da börtü böceğin durumunu anlatacağım. İnsanın havaya, suya, kuşa, tırtıla ne zalimlikler eylediğini, dilim döndükçe anlatmaya çalışacağım.

Önce havadan başlayalım. Belki farkında değilsiniz ama ortalık bayağı ısındı. Küresel iklim değişikliği dünyayı tehdit etmeye devam ediyor ve insan kaynaklı bu belayı durdurma veya daha gerçekçi olursak yavaşlatma şansımız giderek azalıyor. Sanayi devrimiyle başlayan dünyanın ortalama sıcaklığındaki artış 0,74 dereceyi bulmuş durumda. Küresel ısınma konusunda bilimsel verileri sağlayan Uluslararası İklim Değişikliği Paneli'nin, 2 bin 500 bilim insanı tarafından hazırlanan ve 2007 yılında açıklanan son raporunda ortalama sıcaklıktaki artışın 0,74 dereceyi (1906-2005) bulduğu belirtilmişti. Gazeteci yuvarlamasıyla, bugün dünyanın olması gerekenden yaklaşık 1 derece daha sıcak olduğunu söyleyebiliriz. Bu ısınmanın çoğu da son 50 yılda gerçekleşmiş, yani biz insanoğlunun sanayileşip, modernleştik sandığı süreçte. Otomobile binmeyi özgürlük, büyük ekran televizyonu ilerleme, köprü ve otobanları kalkınma hamlesi olarak algıladığımız günler.

İki milyar insan susuz
Dünyanın ısınmasının bedeli ağır olacak. Buzlar eriyecek, deniz seviyesi yükselecek, tatlı sulara tuzlu sular karışacak, temiz su kaynakları azlaacak, fırtına ve kasırgaların sayısı ve şiddeti artacak. Liste uzayıp gidiyor. Eğer ortalama sıcaklıktaki artış, 1,5-2,5 dereceyi geçerse dünyadaki bitki ve hayvanların yüzde 20 ila yüzde 30'u ölecek. İnsan börtü böceğin dilinden pek anlamıyor o yüzden bu rakamı gelin bir de şöyle anlatmaya çalışalım. Dünyada 7 milyar insanın yüzde 30'unun öldüğünü düşünün. Tam 2 milyar 800 milyon insan. Bu insanların teker teker öldüğünü düşünün, ne hissedersiniz? İşte bitkiler ve hayvanlar da aynen öyle hissedecek. Bütün bu katliamın sorumlusu insanın veya “kapitalist insanın” ölen kuşları pek de ciddiye almayacağını düşünürek, 2 derecenin üzerindeki bir artışın iki milyar insanı susuzlukla karşı karşıya bırakacağını ve yüz milyonlarcasını da aç bırakacağını ekleyelim. Milli piyango gibi, size de çıkabilir! Biletler de bedava...

Bende kötü haberden bol bir şey yok. Küresel ısınmanın en büyük sorumlusu fosil yakıtlar, yani kömür, petrol ve doğalgaz. Kömür diğerlerinden daha önemli çünkü kömürün küresel enerji tüketimindeki payı bu yılın ilk beş ayı itibariyle yüzde 29,6'ya çıktı. 1970'ten bu yana en yüksek orana ulaştı. Bu ne demek? Bu, küresel ısınmanın baş aktörü kömürün daha fazla yakıldığı ve atmosfere daha fazla seragazı bırakılması demek. Dünya kömür tüketiminde başı, yerkürenin fabrikası haline getirilen Çin'in çektiğini belirtelim. Dünyada tüketilen enerjinin yüzde 20,3'ünden, kömür tüketiminin ise yüzde 48,2'sinden Çin sorumlu. Küresel ısınmanın bir başka sorumlusu ise petrol ve petrol tüketiminde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başı çekiyor. ABD her gün 19 milyon 148 bin varil petrol tüketiyor. Çin'in tüketiminin iki katından biraz fazla. Yaklaşık 160 milyon nüfusa sahip Bangladeş'in tüketimi ise günde sadece 101 bin varil. Türkiye ise her gün 624 bin varil tüketiyor, Bangladeş'in altı katı.

Sular yükseliyor
Şimdi de biraz sudan bahsedelim. Küresel ısınma nedeniyle deniz seviyesinde sanayi öncesi döneme göre halihazıda 10-20 cm yükselme meydana geldi. Bilimsel tahminler, Grönland'daki buz tabakasının erimesi durumunda deniz seviyesinde 7 metrelik bir yükselmenin gerçekleşebileceğini söylüyor. En kötü senaryolardan biri bu. Ancak felaket görmek için en kötü senaryoyu beklemeye gerek yok. Bu yüzyılın sonuna doğru deniz seviyesinde meydana gelecek bir metrelik yükselme milyonlarca insanın hayatını kabusa çevirmeye yetecek. Sadece Bangladeş'te 30 milyon insan yaşadığı toprakları terkedip, “iklim göçmeni” olacak. 30 milyon insanın pılıyı pırtıyı toplayıp göç ettiğini bir gözlerinizin önüne getirin. Hepsi bir günde olmayacak tabi ama akın akın göç edecekler. Bangladeş örneğinde olduğu gibi sadece petrol tüketimini ele alsanız bile küresel ısınmayla birlikte yaşanan bir başka sorunu, adaletsizliği görürsünüz. Petrolü, kömürü tüketen başka, bedelini ödeyen bambaşka. “Adaletin bu mu dünya” adlı şarkıyı bilirsiniz. İklim değişikliği konusunda halimizi en iyi o şarkı anlatıyor.

Bir bardak suyu çok görenler dereleri istiyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 5 Haziran 2011


Onlarca insan Anadolu'yu adım adım dolaşarak Ankara'ya geldi. Gezmek görmek için değil, dertlerini tüm Türkiye'ye duyurmak için yürüdüler. Karış karış, develeriyle, atlarıyla, komşularıyla kısacası tüm dostlarıyla yürüdüler. Dertleri neydi biliyor musunuz? Köylerine, ovalarına, nehirlerine kurulması planlanan hidroelektrik santralleri, nükleer reaktörleri, termik santralleri protesto etmek. Dereler özgür aksın dediler, çocuklar radyasyon korkusuyla büyümesin istediler. Peki, ne oldu?

Kemaliye'yi Vermöyük!
Yaşam hakkını savunmak için yollara dökülenler Ankara'ya, ülkeyi idare edenlerin yaşadığı başkente alınmadılar. Polis etraflarını çevirdi. Aynı savundukları dereler, ovalar, denizler gibi onlar da kuşatıldı. Portatif tuvalet için bile 10 gün beklediler. Tuvaletlerin mecburen kamp kurdukları alana sokulmasına uzun bir süre izin verilmedi. Ankara Tabip Odası'nın eylemcilerin ciddi sağlık tehditleriyle karşı karşıya kaldıkları yönünde uyarıları var. Buna rağmen alana iki adet seyyar tuvalet zor sokuldu. Tuvaletlerin orada kalıp kalmayacağı da meçhul! Polis sayıları onlarla ifade edilen bu grubun tuvalete gitmesini bile istemiyor anlayacağınız. AKP iktidarında “işemek” bile yasak diyeceğim, birileri alır bunu reklam filmi yapar diye korkuyorum.

Bolivya örneği unutulmadı
Türkiye'deki büyük bir kesim ise bu “işkence” karşısında sessiz. Yandaş medya yazmıyor, diğerleri gazetecilik reflekslerini yitirmiş gibi. Ankara'nın Gölbaşı mevkiinde kamp kurmak zorunda kalan direnişçilere sadece su değil yemek iletme konusunda da sorunlar yaşanıyor. Bugün insanları susuz, aç bırakmak isteyenlerin dereleri, nehirleri 49 yıllığına devletten kiraladıklarında neler yapabileceklerini düşünebiliyor musunuz? Bolivya'da insanlar su dağıtım şebekesinin özelleştirilmesinden sonra pahalı su faturalarını ödeyemediği için çözümü yağmur suyu toplamakta bulmuştu. Şebekenin yeni sahibi özel şirketler ise Bolivyalıların yağmur suyu toplamasını bile engellemeye çalışmıştı. Halk ayaklanmasa, 21. yüzyılın Bolivya'sında belki de insanlar susuzluktan ölecekti. Bunları unutmamak lazım. Ankara'da olan bitenler böyle bir geleceğin bizden hiç uzak olmadığını gösteriyor. 

Metin Lokumcu
Ankara'da yaşam hakkı savunucularına uygulanan işkence, Hopa'da tarifi mümkün olmayan sonuçlara yol açtı. Bir “can” alındı. Başbakan, hidroelektrik santralleri protesto eden Metin Lokumcu'yu dinlemek yerine biber gazı ordusunu üzerine salınca bir öğretmen, öğrenmemekte direnenler yüzünden yaşamını yitirdi. Ne yazabilir, ne söyleyebilir ki insan? Ne yazsam bu iktidar anlamaz. Bir dere için canından olan Lokumcu'yu o deredeki balık anlar, su anlar, yosun anlar, taş anlar ama düşlerinde bile bir kez olsun balık, yosun görmeyenler, rüyaları ve kabusları paradan ibaret olanlar anlamaz. Bakmayın meydanlarda attıkları “Allah”lı, “kul hakkı” bol nutuklara; “insanı”, “yaşamı” sevmeyen ama parayı seven bir kuşağın en hırslıları o gördükleriniz. 

Partilerin enerji politikaları
Bir hafta sonra Türkiye'de milyonlarca insan sandık başına gidecek. O gün bu köşede seçim yasağı nedeniyle başka şeyler yazmam gerekecek. O yüzden ben en iyisi bugünden yazayım. Biliyorum, memlekette dert bir değil. Kimi maaşına zam almak için oy atacak, kimi daha fazla demokrasi için. Kimi ana dilde eğitim isteyecek kimi şifresiz, kayırmasız bir üniversite sınavı. Yaşa, sosyal sınıfa, çalışma ve ilgi alanına göre herkesin yeni iktidardan beklentisi farklı olacak. Ben size sadece Meclis'e girmesi beklenen üç parti (AKP, CHP ve MHP) ile Emek, Demokrasi Özgürlük Blok'unun enerji konusunda neler yapmayı planladıklarını anlatayım, kararı siz verin. AKP, Mersin ve Sinop'a sekiz adet nükleer reaktör yapmayı planlıyor. CHP de hayır demiyor. Halk oylamasından yana., halka soralım diyor. Yaşam hakkının referandumu olur mu; bence pek olmaz. CHP, nükleer santral kurulmasına kategorik olarak karşı olunmayacak, nükleer santral projelerinde nihai karardan önce atıkların güvenli bir şekilde saklanması sorunu çözülecek diyor. MHP de nükleere karşı değil. Bir tek blok adayları nükleer ve fosil yakıt kaynaklı santrallerin üzerini çizme cesaretini göstermiş. Hasankeyf, Munzur ve Karadeniz'deki HES projelerinin durdurulmasını vaat ediyorlar. Siyanürle altın aranmasının yasaklanması da bağımsız adayların planları arasında.

AKP, MHP ve CHP’nin hidroelektrik potansiyeli kullanma konusunda, bu konudaki hassasiyetleri nasıl gidereceklerini belirtmeden yaptıkları açıklamalar var. Bir sürü teknik soru yanıtlanmamış. İktidar partisinin duruşu ise çevre açısından kat ve kat daha tehlikeli. AKP'nin kömür, su, nükleer, ellerine ne geçerse, hem de tüm sınırları zorlayarak kullanmayı amaçlayan hedefleri, çevre ve yaşam açısından ciddi tehlike sinyalleri veriyor. Bugün, Dünya Bankası verileriyle söylersek yüzde 14'lerde olan kayıp-kaçak oranını yüzde 5'in altına düşürme hedefi gibi, altına imza atacağım bir hedef bile resmin tümüne bakınca kuşku yaratıyor. Onu da yapalım, bunu da yapalım gibi bir hal var. Boş nehir kalmasın, yeraltındaki tüm kömür yakılsın, her yere nükleer kurulsun! Benim anlayamadığım, Enerji Bakanlığı'nın abartılı olduğunu bile söyleyebileceğimiz talep tahminlerinin üstünde enerji/elektrik üretimini amaçlayan bu hedeflerle ne yapılmak istendiği. İnsan bize 100 lazım deyip, ülkedeki tüm kültürel, doğal değerleri hiçe sayarak 200 üretmeye çalışır mı? Ne yapacağız bu kadar enerjiyi, elektriği? Yiyecek miyiz, yutacak mıyız yoksa satacak mıyız? “Anadolu'yu vermeyoz” diyenlere su ve yiyecek verilmesi engellendiğine göre herhalde bundan böyle elektrikle besleneceğiz. Hayal gibi ama zorla değil mi; o da olur. 

Çıldırt bizi Tayyibim

Özgür Gürbüz-BirGün / 29 Mayıs 2011

Beşiktaş'ın ünlü taraftar topluluğu Çarşı, “Çıldırt bizi Kartalım, bu stadı başlarına yıkalım” diye bağırmaya görsün, tarihi İnönü Stadı'nda yer yerinden oynar. Eski kaptan “Deli” lakaplı İbrahim dışında tüm oyuncular ve seyirciler çıldırır, stad yıkılacak gibi sallanır. Beşiktaşlılar iyi bilir.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan birkaç gün önce de Ankara'nın “çılgın projesi”ni açıkladı. Yine inşat, yine hafriyat. Bilgisayar desteğiyle birkaç günde yapıldığı belli olan sinevizyon gösterisinde, bir tünel animasyonu özellikle ilgimi çekti. Bildiğiniz üç şeritli bir tünel işte. Sağa dönüyor, sola dönüyor, 20 yıl öncesinin Atari oyunlarındaki araba yarışlarına benzer bir şey. Başbakan, “Tünel nasıl, tünel” diye soruyor, AKP'liler çıldırıyor. Başbakan biraz daha bastırsa salonu başlarına yıkacaklar. Gerçek hayatta pek olmaz ama animasyondaki yolun şerit çizgileri bile var. Bravo!

Dekolte giyen kadın görünce olmayan aklını yitirenlere, şimdi de tünel görünce “çıldıranlar” eklendi. Parti toplantısı değil taraftar buluşması sanki.

-Bak bu tünel.
-Heyooo!
-Bak bu köprü.
-Yaşa, varol!
Bak bu kanal, su geçiyor içinden.
-Vay beee!

Bu çıldırmış taraftar kitlesine, bu hengame içinde bir şey anlatmak, sesimizi duyurmak mümkün mü? Pek emin değilim ama yine de ezber bozma adına yazmakta fayda var. Tünel, köprü trafik sorununu çözmez. Ne kadar yol, o kadar yeni araç demektir. İstanbul ve Ankara'nın en büyük dertleri büyüklükleri, nüfus artışıdır. Sınırsız ve hedefsiz olmalarıdır. Küçük kentler güzeldir, kolay idare edilir. Yeni yerleşim yerleri açarak bir kentin küçüldüğü, nüfusunun azaldığı nerede görülmüş? Deprem tehditi altındaki yerleşim bölgeleri yeni iki kente taşınacakmış da, falan da filan. Boşaltılan yerler yeşil alan mı olacak? Haşa! Oradaki insanlar yukarıya (kalan son yeşil alanlar) taşınacak, gittikleri yerlerdeki evler ucuza kapatılacak ve yerine yeni konutlar yapılacak. Kanalından, yeni yol ve kentlerine, tüm bu inşaat işleri için İstanbul ve Ankara'ya gelenler de bu kentlerin yeni yerlisi olacak. Nüfus daha da artacak. Su sorunu, trafik sorunu ve beraberinde gelen çeşitli sosyal sorunlar da çığ gibi büyüyecek. İstanbul gibi tarihi bir kentin merkezini değiştirebilir misiniz? Bahçeşir, Esenler gibi yerlere kurulan yeni ve modern(!) kentlerle bu denenmedi mi? Denendi. Sonuç ise hüsran. Aksaray yine Aksaray, Taksim yine Taksim. Tıklım tıklım.

Yapılması gereken kentin doğal sınırlarını belirlemek ve bunun ötesinde yeni yapılaşmaya izin vermemek. Ancak bu takdirde imara yeni açılan alanlarda bina yapılmasını önler, konut yapımı için ayrılmış mevcut sermayeyi de deprem tehlikesi altındaki eski binalara aktarırsınız. Bunu yaparken de sosyal devleti ortaya çıkarır, orada yaşayanlara, doğup büyüdükleri semtte yaşama hakkını verirsiniz (parayla satarsınız demiyorum). Toki, moki dediğiniz kurumlar bu sosyal dayanışma için var, yoksa memlekette müteahhit mi yok?

Bu çılgınlıkla ilgili çok şey yazılabilir ama gözden kaçan başka bir noktaya da değinmek lazım. Başbakan Ankara'da yaptığı konuşmada, “Ankara'nın nüfusunun çok hızlı artarken şehrin buna hazırlıklı planlanmadığını” söyledi. Kızılay'da yenileme çalışması yaplacak, Ankara'ya lunapark kurulacak gibi daha bir çok şey vaadetti. Kim? Başbakan. İnsan, “Ankara'nın belediye başkanı Melih Gökçek'in eli armut mu topluyor diye” sormadan edemiyor. İstanbul'da da aynı manzara söz konusuydu. Başbakan aynı zamanda 81 ilin belediye başkanı oldu da bizim mi haberimiz yok? Kızılay'da meydan düzenlenmesinden Başbakan'a ne? İstanbul'a Ankara'ya lunapark kurma projelerinin genel seçimle ne ilgisi var? Kürt sorunu hakkında konuşan yok, işsizlik hakkında konuşan yok. Enerji politikalarında nükleerden, HES'lere, dağıtımdan enerji güvenliğine bin tane sorun var; konuşan yok.

-Ankara'ya lunapark geliyor.
-Heyooo, çıldırt bizi başbakanım!
-Köşeye de simit sarayı koyacağız, bakın animasyonda var, gevrek simit şeklinde...
-Helal olsun, çıldırt bizi Tayyip başkan.

“Her bir şeyin başkanı” diye bir mevki var mı demokrasilerde acep? Başkanlık sisteminin de ötesinde bir şey Erdoğan'ın istediği ama elim varmıyor yazmaya. Sibel Üresin'i bilmem ama Sayın Emine Erdoğan'ın “harem” meselesi nedeniyle itiraz edeceğini düşünüyorum; o iş zor biraz. Bu seçimlerde ülkenin “çılgınlığa” değil “normalleşmeye” ihtiyacı olduğunu başta AKP seçmeni olmak üzere herkesin Başbakan'a anlatması gerek. Birilerinin çıkıp, “bak, bu ağaç”, “kanal yapacağın yer orman, su havzası” demesi gerekiyor. Yoksa Tayyip bizi çıldırtacak, bu ülkeyi de hepimizin başına yıkacak. 75 milyon hafriyat altında kalmak üzere.

Eblehim, eblehsin, eblehiz...

Özgür Gürbüz-BirGün / 22 Mayıs 2011

Türkiye'deki insanların galiba bir kısmı aklını yitirdi. 75 milyonun hepsinin bu durumda olduğunu düşünmüyorum ama var bayağı. Vurun tahtaya, üç kere; tık tık tık... Gördüğüm o ki, akıl kaybı yaygın bir hastalık ve tedavi edilebilir düzeyde ama acil müdahale şart. Erken teşhis bildiğiniz gibi ülke kurtarır. Tıp doktoru değilim ama duyduğumu anlayabiliyor, yazılıp çizilenleri görüyorum. 1980 darbesi sonrasında başlatılan bir çeşit “eblehleştirme” politikaları sonucu, memleketimizdeki insanların düşünme kabiliyetinde hasar meydana geldiği konusunda ciddi şüphelerim var. Gelin size beni şüphelendiren nedenlerden bir tanesini anlatayım.

Kendisine “halk sağlığı”nı meslek edinmiş bir grup bilim insanı ve öğrencileri, Kocaeli'nin Dilovası İlçesi'nde bir çalışma yaparlar. Yapılan iş falcılık değildir, komplo teorisi üretmek hiç değildir. Öyle olsaydı bugün bin tane televizyon kanalında bu bahsettiğim çalışmayı yapan kişileri görürdünüz. Yapılan iş bir bilimsel çalışma. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ve akadaşları, Dilovası Belediyesi defin ruhsatlarından yola çıkarak (daha sonra da kapı kapı dolaşarak), 1 Ocak 1995 ile 10 Ekim 2004 tarihleri arasında beldede gerçekleşen ölümlerin nedenlerini araştırırlar. Halk sağlığı biliminin kendilerinden yapmalarını istedikleri türden bir çalışma yaparlar anlayacağınız. Meslekleri onlardan, halkın daha sağlıklı yaşaması için çevre sağlığı koşullarını da düzenleyerek bir anlamda ömür uzatmalarını ister. Otobüs şoförünün işi nasıl kullandığı otobüsü A noktasından B noktasına götürmekse, hak sağlığı uzmanının, doktorların işi de canlıların hayatta kalmasını sağlamaktır. Neden mi bu herkesin bildiği, bilmesi gereken şeyleri yazıyorum? Son iktidar döneminde doruk noktasına varan “eblehleştirme kampanyası”, insanlarımızın muhakeme yeteneğine feci zarar verdi de ondan yazıyorum.

Çalışma, belirlenen tarihler arasında toplam 494 ölüm gerçekleştiğini, ölümlerin yüzde 32,3'ünün kanser nedeniyle olduğunu göstermektedir. Yine kayıtlara göre bu ölümlerin yüzde 44’ü akciğer, yüzde 19,5’i de mide kanseridir. Kanserden ölenlerin yaş ve sigara içme durumlarının sonucu etkilemediği de ayrıca araştırılıp, ispatlanmış. Yani neden başka. Sanayi tesislerinin oldukça fazla sayıda olduğu, büyük bir organize sanayi bölgesinin bulunduğu Dilovası'nda sizce neden ne olabilir? Hava kirliliğiyle ilişkilendirilebilecek akciğer kanseri vakalarının bölgede bu denli çok görülmesi büyük ve talihsiz bir tesadüf olmalı! Eblehlik böyle düşünmeyi gerektirir. Halk tesadüf deyip geçmezse, “kaderdir” açıklamasına da başvurulabilir.

Türkiye İstatistik Kurumu'nun, raporun açıklandığı 2004 yılındaki verilerine baktığınızda Türkiye’deki ölümlerin yüzde 12,5’inin kanser nedeniyle olduğunu görürsünüz. Dünya Sağlık Örgütü’nün aynı tarihli raporları da, dünyadaki ölümlerin yüzde 12,5’inin kanser, bu ölümlerin yüzde 17,5’inin akciğer, yüzde 11,9’unun da mide kanseri nedeniyle olduğunu gösterir. Kısacası Dilovası'nda yapılan çalışma, bölgede kanser ölümlerinin neredeyse Türkiye ortalamasından üç kat fazla olduğunu göstermektedir. “Eblehleştiremediklerimizden” biriyseniz bu çalışmanın sonucunu kamuoyuna duyurursunuz. Zaten göreviniz halk sağlığını korumaktır ve Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun yaptığı da budur.

Hamzaoğlu ve ekibi araştırmalara devam eder. 2005 yılında, bölgede 10 yıldan fazla yaşayanlarda ölme riskinin, 10 yıldan daha az yaşayanlara göre 4,5 kat daha fazla olduğu da ortaya çıkarılır. Daha sonra İl Sağlık Müdürlüğü'yle ortak çalışma yapılır. 2000 ile 2007 yılları arasında ölen 672 kişiden 204'ünün kanser olduğu ortaya çıkar. Yine yüzde 30'un üstünde bir rakamla karşılaşılır. Hamzaoğlu diyor ki, “Çocuk emziren annelerin sütünde bile çinko, demir, alüminyum tespit ettik, tehlike büyük”. İnternetten baktım, “temiz ane sütü yoksa mama alın” diyen henüz çıkmamış. Yakındır.

Bu çalışmalar bölgede birilerini tedirgin etmiş olmalı ki, AKP'li belediyeler harekete geçmiş. Kanser vakalarını durdurmak için değil tabi ki! Eblehleşmeyin sayın okur! Bu çalışmaları yapan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nu durdurmak için harekete geçmişler. Kocaeli ve Dilovası belediye başkanlıkları, “haberin geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağladığı, araştırma sonuçlarını halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı” iddiasıyla Hamzaoğlu'nu Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı'na şikayet ettiler. Dilovası'nda halkı ne kanser yapıyor diye sormayanlar, kanserden insanların patır patır dökülmesinden utanmayalar, araştırma sonuçlarının açıklanmasından, bu araştırmaların devam etmesinden rahatsızlar. Vay anasını sayın okurlar! Sizce bu ülkedeki insanların akıl sağlığından şüphe etmekte haksız mıyım?

***
Onur Hamzaoğlu'na destek için:

Bergama'dan Kütahya'ya siyanür maceramız

Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Mayıs 2011

Köylüler Eti Maden A.Ş.'nin kapısına dayanmış. İsyandalar... İsyandalar çünkü şirkete ait 25 milyon tonluk siyanürlü atık havuzu köylülerin evlerine, tarlalarına tüm pisliğini boşaltmak üzere. İşletmenin atık havuzlarından ikisi çöktü, geriye bir tane kaldı. O sette de sızıntılar olduğu söyleniyor, içme sularına bile siyanür karıştığından bahsediliyor. Siyanürlü atık su, son barajı da yıkar veya yağmurlar sonucu taşarsa vay halimize. Köylüler madenci şirketin kapısına dayandı çünkü hayatları pamuk ipliğine bağlı.

Çevre Mühendisleri Odası başta Köprüören, Kızılcakaya, Yoncalı ve Örenköy olmak üzere dört köyün boşaltılmasını, barajın çökmesiyle boşalacak suların Eskişehir'e ulaşabileceği nedeniyle de geniş bir bölgede önlem alınması gerektiğini söylüyor. Benim aklıma gelen ilk çözüm ise biraz farklı. Çevre Bakanı'nın bölgeye gidip atık barajından bardak bardak su içmesi gerektiğini düşünüyorum. Böyle gördük ne de olsa. Cahit Aral radyasyonlu çayla meşhur olmuş, Bedrettin Dalan Haliç'in suyunu gözlerinin rengi kadar mavi yapmış sonra da lıkır lıkır içmişti. Siyanürlü su da hoş olur, romatizmaya iyi gelir...

Kütahya'yı anlamak için Bergama'yı bilmek gerek. Türkiye'de yıllardır örgütlü ve örgütsüz bir grup insan, siyanür kullanılarak yapılan madenciliğin tehlikelerine karşı çıkıyor, hukuki ve demokratik bir mücadele sürdürüyor. Kütahya'da köylüler iş derdi nedeniyle bugüne kadar pek seslerini çıkarmamıştı ancak Bergama'yı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) dahil duymayan kalmadı. Devlet, AİHM tarafından köylülere tazminat ödemeye mahkum edildi ancak hatasından dönmedi. Süreç, tam da kapitalizmin öğrettiği çizgide ilerledi. “Kirleten öder” ilkesi tıkır tıkır işledi. Şirketin cezası devlete yani biz vergi mükelleflerine kesildi. Ne güzel işmiş patron olmak! Çevreyi kirletirim, cezamı da devletime ödetirim. Slogan gibi oldu, hey maşallah!

Bergama'da kazanılmış hukuk mücadelesi 1998 yılında Ovacık'taki madeni kapattırdı. Tübitak daha sonra yeni bir rapor hazırladı, bakanlar başbakanlar devreye girdi. Devletin hukuksuz bulduğu, İzmir İdari Mahkemesi'nin, “...insan yaşamını etkileyeceği kesin olan siyanür liç yöntemi ile altın madeni işletilmesine izin verilmesi yolundaki dava konusu işlemde kamu yararına uygunluk bulunmamaktadır” yönündeki kararı birkaç yıl sonra aynı devlet tarafından görmezden gelindi. 2001 Nisan ayında maden yeniden işletilmeye başlandı. Hukuk mücadelesini sürdürenler yılmadı. 2 Nisan 2002'de madenin kapısına yine mühür vuruldu ancak 3 Nisan günü bu defa da Bakanlar Kurulu madenin çalışması için prensip kararı aldı. Bu arada yabancı şirket gitti yerlisi geldi; imaj tazelendi. Köylülerin bazları işe alındı, madende çalışanlar ile çalışmayanlar birbirine düşman oldu. Madene karşı çıkanlar tüm ülkede “vatan haini” ilan edildi. Mücadele zayıfladı, dedikodulara kulak asanlar köşelerine çekildi. Mücadele bitmedi hala sürüyor ama “hukuk” bir kere “guguk” oldu mu işler zorlaşıyor. Bugün Kütahya'da siyanür tehlikesi varsa, bu biraz da Kütahyalının, İstanbullunun Bergama'ya yeterli desteği verememesinden, insanlarının altına olan düşkünlüğündendir. Kolumuza taktığımız bilezik Bergama'daki köyünün hayatından daha mı önemli? Sözüm meclisten dışarı.

Tüm bunlar olurken çevreci ve hukukçular çeşitli saldırılara maruz kaldılar. Hem fiziksel hem de politik saldırılar. Seslerini duyurmak için kentlerimize pijamalarıyla inip tehlikeye işaret eden bu köylülere çoğu zaman magazin malzemesi olarak bakıldı. Toprağı biz kentlilerden bin kat daha iyi tanıyan, değerini bilen bu insanların uyarılarını dinlenmedi. Bazıları “vatan hainliği” saçmalığına inandı. Komplo teorisi düşkünleri bu söylentileri yazdı, çizdi. Bunu kampanyalaştırdılar ve altın madeninin hukuğun önüne geçmesinin yolunu açtılar. Milliyetçiler dillerinden düşürmez, “bir karış bile toprak verilmez” derler ya... Sözüm toprak sevdalılarına, artık rahat olunuz, telaş etmenize hiç gerek yok. Siyanür toprağa bulanırsa ne alan olur ne de ona yan bakan. Ülkemizde “vatan hainleri”nin kahraman olmasına da alıştık artık. Nazımlar, Denizler ve daha niceleri...

Demem odur ki, patronları madenci, yazarları kalemşör olan medya Bergama'yı görmezden gelmese, bugün YGS'de gösterdiği tavrı altıncılara karşı göstermiş olsa Kütahya bunları yaşamayacaktı. Tedbirler adam gibi alınır, 2009'da 10 bini geçen maden arama ve işletme ruhsatlarının sayısı belki çok daha az olurdu. Kapitalizm vahşidir ama onu kırbaçlarsanız daha da vahşileşir. Tek derdi kâr olan şirketlere verilen politik destekler onları kırbaçlamaya benzer.

Yerli nükleer santral

Özgür Gürbüz-Birgün / 8 Mayıs 2011

Mersin’in Gülnar ilçesine bağlı Büyükeceli beldesine kurulmak istenilen nükleer santralla ilgili son imzayı da Rusya Devlet Başkanı Medvedev attı. Böylece, sık sık hukukun üstünlüğüne dem vuran AKP, hukuktan mal kaçırır gibi, uluslararası antlaşma zırhının arkasına sakladığı nükleer santral anlaşmasında prosedürü tamamladı. Kazma kürek faslına yaklaşıldı.

Akkuyu bölgesinde kurulması düşünülen nükleer santralı Rusya yapacak.

Santralda çalışacak, santralı işletecek 200–300 kişilik teknik ekip Rusya’dan gelecek.

Rus şirketi santralın yüzde 100 hissesine sahip olacak.

Rus şirketi isterse, santraldaki payı yüzde 51'in altına düşmeyecek şekilde geri kalan hisseleri satabilecek, ancak çoğunluk hisse hep Ruslarda kalacak.

Kurulması düşünülen dört nükleer reaktör de zenginleştirilmiş uranyum yakıtıyla çalıştırılacak. Türkiye’nin uranyum rezervleri sınırlı, uranyum zenginleştirme işlemi de politik, ekonomik ve teknik birçok zorluk içerdiği ve astarı yüzünden pahalıya geldiği için santralın zenginleştirilmiş uranyum yakıtı da Rusya'dan gelecek.

Yaklaşık 9 bin ton uranyumu çıkarıp zenginleştirmenin ekonomik olmayacağı ortada.

Hepsi yakıt için kullanılsa bile iki reaktöre ancak yetiyor. Sadece Akkuyu’da dört adet reaktör kurulması planlanıyor.

Santral Rus dizaynı olduğundan, bu reaktör için üretilen özel yakıtı kullanmak zorundayız. İki ülke arasındaki olası bir anlaşmazlıkta başka yerden yakıt alamayacağımız için santral elektrik dahi üretemeyecek.

Ruslarla, santraldan üretilecek elektriğin kilovatsaatini 12,35 sentten (dolar) almak üzere anlaşma yapıldı. 15 yıl boyunca alım garantisi verildi. Rusya’ya verilen alım garantisindeki 12,35 sentlik fiyat, Rus şirketin bize satışı. Tüketiciye gelene kadar, iletimden-dağıtıma üstüne birçok vergi ve ek ücret eklenecek.

Bugün Türkiye’de kilovatsaati 5–6 sente elektrik üreten rüzgâr santralleri var ve hükümet bu durumdan haberdar.

Elektrik Mühendisleri Odası, 15 yıl boyunca verilen alım garantisi sonucu Rus şirkete ödenecek miktarın 15 yılda 51 milyar doları bulacağını hesaplıyor.

Elektrik ihtiyacı olmasa, yani almasak bile bu parayı ödemek zorundayız.

Kısacası, santral Mersin'de kurulacak; yakıtı, mühendisi, cıvatası oradan gelecek; yine Rusya’nın devlet şirketi tarafından işletilecek. Biz ise pahalı da olsa elektriği mecburen satın alacağız. Arıza olsa Rus şirketin tamir etmesini bekleyeceğiz.

Enerji Bakanı Taner Yıldız, birkaç gün önce nükleer santralleri kurarsak, enerji alanında Rusya’ya bağımlılığımızın azalacağını söyledi.

Fıkra gibi değil mi? Ne yazık ki değil.

İşçiler, güneş enerjisi için birleşin!

Özgür Gürbüz-Birgün / 1 Mayıs 2011

Bugün dünya enerji talebinin yüzde 80'e yakını fosil yakıtlar dediğimiz petrol, doğalgaz ve kömür tarafından karşılanıyor. Bu üç enerji kaynağı da yeraltından çıkarılıp, yerüstündeki insanın enerji istemini karşılamak için hizmetimize sunuluyor. Kömürün eldesi, doğalgaz ve petrole göre farklı. Binlerce işçinin devamlı kazması gerekiyor. Yüzlerce metre derinlikteki madenlerden kömürü sürekli yeryüzüne çıkarması gerekiyor. Doğalgaz ve petrol ise sondajlar tamamlanıp, kuyular kurulduktan sonra işi adeta otomatiğe bağlıyor.

Enerji maliyet hesaplamalarına baktığımızda iki farklı yaklaşımın, iki farklı sonuca ulaştığını görüyoruz. Toplumsal maliyeti (sosyal maliyet) hesaba katanlar ve katmayanlar. Katarsanız hesap farklı. Afşin Elbistan termik santrali yüzünden çevrede hasta olan insanlar ve santralde yakılan kömürü çıkarırken hastalanıp tedavi görmek zorunda kalan işçiler için yapılan tüm harcamalar maliyete eklenir. Santral yüzünden kuruyan ağaçlar, çiftçilerin ürün kaybının maddi değeri de yine santralin maliyetine eklenir. İklim değişikliğine neden olan kömür santralerinin çevreye verdiği zararın ekonomik karşılığı da bir başka maliyet kalemi olarak karşınıza çıkar.

Klasik hesaplamada ise maliyet, maden için devlete verilen vergiler, araç-ekipman giderleri, işçi ücretleri ve nakliye gibi temel kalemlerle sınırlı kalır. Çevreyi kirletmenin, insanları hasta etmenin maddi bir karşılığı yoktur. İşte bu ikinci hesaplama esas alınırsa, elektrik üretiminde kömürün kullanılması diğer birçok kaynağa kıyasla daha ucuza gelir. Yeraltında çalışan yüzlerce işçiye, nakliye ücretlerine, yaşam tehlikesine rağmen kömür, kuyulardan pompalarla çıkarılan petrol veya doğalgazdan bile ucuza mal olur. Madendeki işçilerin ücretlerini varın siz düşünün.

Gelelim ikinci meseleye, madencilerin aldığı riske. Türkiye'deki kömür ocaklarında 1983-2010 yılları arasında meydana gelen ölümlü kazalar sonucu 617 kişinin hayatını kaybettiğini biliyoruz*. Maden Mühendisleri Odası, 2008 sonunda kömür madenciliğinde çalışan işçi sayısının 50 bine yaklaştığını belirtiyor. Hepsi, bizlerin, daha çok da biz kentlilerin enerji ihtiyacını karşılamak için hayatlarını riske atıyor. Halbuki başka bir dünya mümkün.

Bugün, imal edilen ve kurulan her 1 megavat (MW) gücündeki fotovoltaik güneş panelleri (elektrik üreten) 30 kişiye istihdam sağlıyor**. Türkiye'de her yıl 1000 MW gücünde güneş panelleri imal edip kursanız, madende hayatı pahasına çalışan işçilerin 30 binine yerüstünde iş sağlamış olursunuz. Yerli sanayiye, halk sağlığına ve çevrenin korunmasına getirdiği katkılar da cabası. Bu rüzgar için de farklı değil. Kurulan ve imalatı yapılan her 1 MW'lık rüzgar türbini 15 kişiye iş sağlıyor. Her yıl 1000 MW gücünde rüzgar türbinleri imal edip kursanız, madenlerdeki tüm işçilere iş sağlamış olursunuz. Üretim fabrikaları da aynı bölgelerde kurulabilir. Üstelik bu hesaplamalara dolaylı istihdam rakamları da dahil değil.

Bugün 1 Mayıs. Yeraltındaki kömür işçisinin yeryüzüne çıktığı, güneşi gördüğü belki de tek gün. Onların mazereti var ama biz yerüstünde yaşamını sürdürenlerin, güneşi görmemek, ona inanmamak için bir mazeretimiz var mı? Kömürden elektrik üretiliyor da güneşten üretilmiyor mu? Üretiliyor. Kömürle evler ısınıyor da güneş enerjisiyle ısıtılmıyor mu? Isıtılıyor hatta soğutuluyor bile...

Bugün 1 Mayıs. Elimizde pankartlarla yürürken, başlarımızı biraz daha yukarıya kaldıralım. Çok zor değil. Bir karış kadar kaldırsak başımızı, güneşi göreceğiz.

*Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu, TMMOB Maden Mühendisleri Odası, 2010.
**Solar Generation 6 raporu, EPIA (Avrupa Fotovoltaik Endüstrileri Birliği ve Greenpeace, 2011.

Sizin mitinge gelme nedeniz ne?

Özgür Gürbüz-BirGün / 24 Nisan 2011

Her insanın hayatında unutamadığı birkaç an vardır. Toplasanız, bu anların süresi bir hayat etmez ama hayat aslında bu unutulmayan anlardan ibarettir. Gerisi biraz teferruat...

Hayatımdaki bu anların seceresine baktığımda, kendi gözlerimle gördüğüm Çernobil aklıma geliyor. Binlerce boş bina, insansız topraklar ve görünmez tehlike radyasyon. Kazaya müdahale eden ve sayıları 600 ila 800 bin arasında değişen tasfiyecilerin anlattıkları, bölgeden göç ettirilen 400 bin insan. Kaybedilen binlerce yaşam; insanlar, hayvanlar ve böcekler. Rakama vurunca giden can anlaşılmıyor, insanın yazası gelmiyor. Can acısını geride kalanlara sormak lazım. Bir de kaza sonrası yaralananlar var, kanser tedavisi görenler, psikolojik tedavi alanlar. Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreteri Kofi Annan, Belarus’ta, Ukrayna’da ve Rusya Federasyonu’nda en az 3 milyon çocuğun (Çernobil kazasına bağlı olarak) fiziksel tedavi görmesi gerektiğini, meydana gelen ciddi tıbbi durumdan etkilenenlerin tam sayısının ise 2016’da öğrenileceğini söylemişti.

Yarın, işte yine o aklıma kazınacak anlardan biri şekillenecek. İstanbul Kadıköy meydanında yapılacak nükleer karşıtı miting Türkiye'deki binlerce insanın hayatını ilgilendiriği için büyük önem taşıyor. 17 Nisan'da Mersin Nükleer Karşıtı Platform'un organize ettiği insan zinciri eylemi, Mersinlilerin kentlerinin bir nükleer santrala ev sahipliği yapmasına karşı çıktıklarını açıkça gösterdi. Nükleer Karşıtı Platform'un yarın İstanbul'da düzenleyeceği miting ise nükleer maceraya dur demek için Türkiye'nin dört bir yanından Kadıköy'e gelen insanların sesi olacak. Sinoplular, Mersinliler, Kırklareli'nden gelenler, Ankara, Bursa, İzmir, Çanakkale ve İzmir'den yola çıkanlar ve daha yüzlerce insan, “Türkiye Çernobil, Fukuşima olmasın” diye haykıracak. Herkesin bir nedeni var.

Kimi, bir nükleer kaza sonucu bebeklerinin gözle görünmez radyasyon nedeniyle hasta olmasını istemiyor; kimi, yüzyıllarca sürecek genetik bozukluklara yol açabilecek bir radyasyon sızıntısından korkuyor.

Kimi, elektriğini saatli bir atom bombasından değil güneşten, rüzgardan üretmek istiyor; kimi, “neden bu kadar çok elektrik tüketiyoruz ki” diye soruyor?

Kimi, nükleer kazalardan korkuyor; kimi, Rus teknolojisinden.

Kimi, bir deprem ülkesine nükleer santral kurulmasına anlam veremiyor; kimi, 240 bin yıl radyoaktif kalan atıkların ne yapılacağını merak ediyor.

Kimi, yurt dışında kapatılan nükleer santrallere bakıp şaşırıyor, kimi nükleer santralle tüpgazı birbirine karıştıranlara bakıp afallıyor.

Kimi, Çernobil sonrası kendisine radyasyonlu çayları içiren zihniyetin hala işbaşında olduğunu düşünüyor, yetkililere güvenmiyor; kimi kendi iradesine saygı göstermeyen hükümete demokrasi çağrısı yapıyor.

Kimi, Ruslarla yapılan anlaşmada kötü kokular var diyor; kimi bunun bir seçim yatırımı olduğunu söylüyor.

Kimi, nükleer santrallerin kapitalizmin neferi olduğunu biliyor, tüketim toplumunun temel taşı olduğunun farkında; kimi, üretilecek elektriğin neredeyse beşte birinin nakil hatlarında kaybolacağı gerçeğinin.
Kimi, bambaşka bir dünya kurmak istiyor; kimi, enerji devrimini düşlüyor.

Mersinli tedirgin, Sinoplu tedirgin, kendilerine sorulmadan alınan bu karara kızgın. Onlarca nesili tehdit eden bu kararın dört yıllığına iktidara gelmiş bir hükümet tarafından kimseye sorulmadan, tartışılmadan alınmasını kabullenemiyorlar. Hepsi kararlı, “kurdurtmayacağız” diyorlar ve kurdurtmayacaklar. Yarın Kadıköy'de yürüyecek ve “nükleere hayır” diyecek binlerin her birinin onlarca nedeni var. Sizin 24 Nisan Pazar günü Kadıköy'de yapılacak mitinge gelme nedeniz ne? Mitingde görüşmek üzere, sağlıcakla...

Nükleer santralde ÇED oyunu

Özgür Gürbüz-Farklihaber8.com / 14 Nisan 2011

Türkiye'deki her işletme, kurum ya da kuruluş, 1993 yılından beri çevreye zarar vereceği düşünülen faaiyetleri için bir Çevresel Etki Değerlendirme Raporu hazırlamak zorundadır. Bu rapor kısaca “ÇED” diye bilinir. Kurulacak tesisin çevreye zarar verip vermeyeceğini gösterir; atık, artık ve olası etkilerin nasıl bertaraf edileceğini ayrıntılarıyla anlatır. Anlatır ki, bu tesisin çevreye zarar verip vermeyeceği halk tarafından anlaşılsın. Yetkililer gerekli izinleri verirken bu rapora bakarlar. Gerekirse tesis, halk sağlığını ve diğer canlıların yaşamını etkilemeyecek şekilde yeniden tasarlanır. Tesis çevreye zarar verecekse yapımına izin verilmez.

Bir tavuk çiftliği yapmak isterseniz sizden ÇED isterler.
Maden açmak isteseniz ÇED'i sorulur.
Yol yaparken ÇED gereklidir.
Rüzgar santrali kurmak isteseniz, hemen hemen aynı anlama gelen ÇED'den muaftır belgesi istenir.

Kısacası, dünyanın en çevreci işini yapmaya da kalksanız, bu iddianızı ispat niteliğinde sayılabilecek ÇED raporu sizden istenir. Ya da, “istenirdi” diyelim. Çevre ve Orman Bakanlığı, daha önce alınan Danıştay kararına rağmen Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği'nde değişikliğe gitti. Değişiklik 14 Nisan günü Resmi Gazete'de yayımlandı. İlgili yönetmeliğin geçici 3. maddesinde yapılan değişiklikle, 1993 yılından önce yatırım planına alındığı belirtilen projeler için ÇED istenmeyecek! Hangi projeler bunlar?

  • Akkuyu'da kurulması düşünülen nükleer santral
  • Sinop'ta kurulması düşünülen nükleer santral
  • Hasankeyf'i sular altında bırakacak Ilısu Barajı projesi
  • İstanbul'un son yeşil alanlarını yok edecek üçüncü köprü.
  • Gebze-Orhangazi-İzmir otoyol projesi

Yapılan değişiklikle bu projelerin ÇED muafiyeti 2015'e kadar devam edecek. Yukarıdaki beş örnek listenin tamamı değil ama durumu anlatmaya yetiyor. Sizce bu projelerden hangisi çevreci? Ya da şöyle soralım; bir tavuk çiftliği, liman, yol inşaatı çevreye zarar veriyor da, nükleer santraller vermiyor mu? Hatırlayalım. Çernobil kazasından sonra İtalya’nın yarısı kadar bir alan, yaklaşık 150 bin km2 kirlenmiş ve Danimarka’dan biraz daha büyük, yaklaşık 52 bin km2'lik tarımsal alan harap olmuştu.1 Fukuşima'da bugün 20 km çapında bir alan insana yasaklı. Sizce böylesine riskli bir teknolojinin çevreye etkisini raporlamamak doğru mu? Çevre Bakanlığı'nın bu değişikliği yaparken hangi motivasyonla hareket ettiğini bilmek isterdim doğrusu. Ya, üçüncü köprüye ve Ilısu Barajı'na ne demeli?

Yargı daha önce Çevre Mühendisleri Odası'nın itirazını haklı bulmuş, muafiyeti kaldırmıştı. Mühendisler bu değişikliği yeniden yargıya götürecek. Bu arada birileri yangından mal kaçırır gibi Mersin'e nükleer santral kondurmaya çalışacak.

Görüyorum ki hükümet tüpgaz ile nükleer santrali gerçekten biririne karıştırıyor. Tüpgaz alırken ÇED raporu istenir mi? İstenmez! Dünyanın en geri kalmış ülkesine dahi gitseniz, nükleer santral yapmaya kalktığınızda sizden çevreye etkilerinin ne olacağına dair rapor istenir mi, tabi ki istenir. Yöre halkına sordun mu denir.

Nükleer tüp patladı patlayacak; benden söylemesi!

1Birleşmiş Milletler, http://www.un.org/ha/chernobyl/history.html