Elektrikli otomobiller elektromanyetik alan testini geçti

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Ekim 2025

İklimi değiştiren seragazlarının yaklaşık yüzde 15’inden ulaşım sektörü sorumlu. Petrolle çalışan araçların yerini elektrikle çalışan araçların alması gezegenin kurtuluşu için hayati öneme sahip. Elbette kullandıkları elektriğin güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilmesi şartıyla. Öncelik elektrikli toplu taşımada (tren, metro, tramvay ve otobüs) olsa da elektrikli otomobiller de alternatifler arasında ve hızla yaygınlaşıyor.

Elektrikli otomobillerin güvenliği de önemli bir sorun. İsviçreElektrik ve Mobil İletişim Araştırma Vakfı elektrikli ve hibrit araçların yaydığı manyetik alanı ve yolculara etkisini araştırmış. İncelenen 13 elektrikli araç modelinin hepsinde ve elektrikli motosiklet ile basgit (scooter) örneklerinde sınır değerlerin açılmadığı tespit edilmiş. Sağlıkla ilgili sorun yaratması düşük olasılık deniyor.

Bu iyi haber ancak araştırma bir noktaya da dikkat çekmiş. Bazı araçlarda manyetik alan değerlerinin zirve yaptığı anlarda AB Konseyi tavsiye kararını (1999/519) önemli ölçüde aşan elektromanyetik alan değerlerine rastlanmış. Elektrikli otomobillerde manyetik alanın yoğunlaştığı alanlar şoför ve sürücülerin ayaklarıyla, arka koltuktaki yolcuların karın bölgesiymiş. Bir araçta en yüksek değer birkaç yüz mikroteslaya ulaşmış ve çoğunlukla güçlü hızlanma veya frenleme manevraları sırasında meydana gelmiş. Araştırma ekibinin lideri Dr. Gernot Schmid, anlık yüksek değerlere rastlansa da bilgisayar simülasyonlarının genelde AB ve ICNIRP değerlerini karşıladığını belirtiyor.

Şu nokta önemli. Elektrikli araçları nasıl sürdüğünüz ve aracınızın yapımında bu konuya gösterilen özen, manyetik alan maruziyetini artırabilir. Güçlü hızlanma ve fren yapma değerlerin zirveye çıkmasına neden oluyor. Yavaş veya sabit hızda sürüş sırasında ise manyetik akı yoğunluğunun tepe değerleri düşük kalıyor. Bazı araçlarda kısa süreli yüksek değerlere, araçların çalıştırılması veya dururken frene basılmasında da rastlanmış. Özetle söylersek, elektrikli araçları da “efendice” sürmek sağlığınız için daha faydalı.

İşin bir de yapım kısmı var. Dr. Schmid, üreticiler araç tasarımın erken aşamalarında manyetik alan maruziyetini dikkate alırlarsa en yüksek değerleri (tepe) azaltabilirler diyor. Bazı koltuk ısıtma sistemlerinde bile referans değerlerin üzerine çıkıldığı göz önüne alınırsa asıl çözümün tasarım aşamasıyla ilgili olduğu söylenebilir. Elektrikli araçlarda menzil, batarya kapasitesi gibi verilere odaklanıyoruz ama manyetik alan değerleri de tüketicilere şeffaf bir şekilde açıklansa hiç fena olmaz. Rekabette de önemli bir avantaj yaratabilir.

Araştırma sonuçları bize diğer elektrikli araçlarla elektrikli otomobillerin bir karşılaştırmasını da sunuyor. Uzun mesafe ve şehir içi toplu taşımada kullanılan elektrikli ulaşım araçlarıyla (tramvaylar, metrolar, trenler gibi) yapılan karşılaştırmalı ölçümler, uzun vadeli ortalama manyetik alan emisyonlarının, sürüş sırasında incelenen elektrikli ve şarj edilebilir hibrit arçlarla benzer büyüklükte olduğunu gösteriyor. Ancak bir fark var. Toplu taşıma araçlarında kısa süreli ve yerel olarak meydana gelen manyetik alan tepe değerleri, otomobillere göre önemli ölçüde daha düşük. Elektrikli toplu taşıma araçları sağlığınız için daha iyi diye özetleyebiliriz.

Ulaşımda seragazı emisyonlarını azaltma konusunda eldeki tek çözüm toplu ulaşımı yaygınlaştırmak ve bu araçları elektrikle çalışır hale getirmek. Şehirlerarası ulaşımda trenlerin, şehir içinde ise elektrikle çalışan metro, tramvay, otobüsün yanı sıra bisiklet gibi ulaşım araçlarının hızla yayılması gerek. Otomobil elektrikli de olsa ilk seçenek olmamalı. Dünyanın dokuz milyar insanın her birini otomobil sahibi yapacak kaynağı yok ya da bu kaynakları bireysel ihtiyaçlar için kullanma lüksü yok.

Manyetik alan riski cep telefonundan mikrodalga fırınlara, elektrikli süpürgelerden baz istasyonlarına kadar birçok alanda görmezden geldiğimiz hatta görmezden gelmeye zorlandığımız bir risk. Birçoğu yeni teknolojik ürünler olduğu için uzun dönemli çalışmalar yok, olanlar da sesini duyurmakta zorlanıyor çünkü birçok bilimsel araştırma ya da medya bu dev teknoloji şirketlerinin fon ve reklamlarıyla hayatını sürdürüyor. Cep telefonu kullanmadan sağlık sistemine ya da bankanıza ulaşamıyorsunuz. Şifrenizden aldığınız bilete kadar her şey telefonunuza geliyor. Cep telefonu sahibi olmaya zorlanıyoruz. Böyle bir dünyada kim baz istasyonlarının riskinden bahsedebilir? O yüzden bu tip araştırmaların değeri büyük.

Olimpos’un kazları

Özgür Gürbüz / 6 Ekim 2025

Foto: O. Gurbuz
Tatil yapmak için olanağım ve fırsatım olursa soluğu Antalya sınırlarındaki Olimpos’ta alırım. Burası büyük otellerin ele geçiremediği, tarih ile doğanın birleştiği bir yer. Lükse düşkünseniz, tatilde her şey önünüze gelsin istiyorsanız tavsiye etmem. Bungalovu böceğiyle, portakal ağaçları ve yüzü gülen insanlarıyla başka bir tatil yeri Olimpos.

Olimpos ve Çıralı kumsalları iribaş deniz kaplumbağalarının (Caretta caretta) da yumurtlama alanı olduğu için koruma altında. Likya Birliği’nin önemli kentlerinden “Olympos”un varlığı kıyıya bitişik büyük bir bölgeyi de arkeolojik sit alanı yapıyor. İkisi birleşince koruma kalkanı genişliyor. Betondan çok katlı yapılar, kumsalda ateş yakma gibi doğaya düşman eylemleri unutmanız gerekiyor. Olimpos’u benim için harika bir tatil beldesi yapan da bu zaten. Kitlesel turizmden uzak, kitap okuyup dinlenebileceğiniz Türkiye’deki nadir bölgelerden biri Olimpos; ulu ağaçlar ve kayalar diyarı.

Olimpos’ta kalıyorsanız denize gitmek için antik kentten geçmek ve suların bol olduğu zamanlarda kazların keyifle yüzdüğü dereyle antik kentin duvarları arasında kalan yolu takip etmek zorundasınız. Bu yıl kuraklıktan olsa gerek, derenin denizle buluştuğu yerde su çok azdı ve kazlar da yoktu. Bildiğimiz kazlar yoktu diyelim.

20-25 yıl öncesine göre elbette çok değişti Olimpos. Tüm bu koruma çabalarına rağmen koyun içine kadar giren günübirlik tur tekneleri, kaplumbağa yuvalarına zarar verme riskine rağmen sahilde peydahlanan şemsiyeler, turist sayısında artış ve antik kent sınırına kadar inen otomobiller gibi sorunlar, Türkiye’nin çevreci turizm anlayışına en yakın örneklerinden birini tehdit ediyor. Fiyatlardaki artış sırt çantalı yabancı turistleri de uzaklaştırmışa benziyor.

Foto: O. Gurbuz
Son yıllarda hızlanan antik kentteki kazı çalışmalarını ise olumlu gelişme kısmına yazmalıyız. Likya ve Roma dönemine ait önemli izler taşıyan bu kent, her yıl gün yüzüne çıkarılan görkemiyle insanı heyecanlandırıyor. Işıklandırılan antik kenti gece gezmek, sahilde yıldızları izleyip geri dönmek etkileyici. Ancak her şey dört dörtlük değil. Kültür Bakanlığı’nın yanlış bir uygulaması herkesin tadını kaçırıyor.

Olimpos’tan denize gitmek için antik kentten geçmek yani ören yeri için bilet almak zorundasınız. Eskiden Müzekartınızı kullanarak sahile sınırsızca gidebiliyordunuz. Bu yaz başında yapılan değişiklikle Müzekart’la ören yeri ve müzelere giriş sayısı tüm Türkiye’de iki ile sınırlandırıldı. Böyle olunca Olimpos’a bir hafta tatile gelen bir kişi, iki günden sonra ya yeniden Müzekart çıkarmak ya da çoklu giriş kartı almak zorunda kalıyor. Onun ücreti de beş giriş için 180 TL. Plaja 7 kez gitmek isteseniz 280 TL vermeniz gerekiyor. Karşılığında size verilen bir hizmet, şemsiye şezlong yok. Zaten koruma kuralları izin vermiyor.

Alınan ücret ayak bastı parası gibi. Antik kenti ziyaret edenlerden ücret almak anlaşılabilir ama plaja gitmenin kentin içinden geçmeyen bir yolu yok. O yüzden turnikeden her geçeni antik kent ziyaretçisi saymak yanlış. Turistlerden alınan ücret ise 10 avro, yaklaşık 500 TL. Plaja gitmek için biraz fazla değil mi?

Foto: O. Gurbuz

Sorun sadece ücret de değil. Anayasa’ya ve 7121 sayılı Kıyı Kanunu’na aykırı bir durum söz konusu. Anayasa 43. maddesinde, “Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir” yazar. Kıyı Kanunu’nun 5. maddesi de bu kararı pekiştirir: “Kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır” der. Görüldüğü gibi, denize gitmek isteyenlerden alınan ücret hem yasalara hem de mantığa aykırı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Topkapı Sarayı gibi müzelere girişi yılda iki kez ile sınırlaması belki anlaşılabilir ancak Olimpos, Faselis, Patara gibi plaja erişimin antik kentlerin olduğu alanlardan geçtiği yerlerde özel bir uygulama yapmaması, bunu düşünmemesi kabul edilir bir şey değil. Müzekart’a, Olimpos benzeri ören yerleri için getirilecek farklı bir ayrıcalık (sınırsız giriş ya da yılda 20 giriş hakkı gibi) bu sorunu bir günde çözer. Yoksa Olimpos’un kazlarını görme umuduyla gidilen tatilde, pek de sevmediğim o deyim akla geliyor. Bakanlık denize girmek isteyen yurttaşını “kaz gibi yoluyor” diyeceğim, dilim varmıyor.

250 uçak ve ötesi

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Eylül 2025

Erdoğan ile Trump
İstanbul’un seçilmiş Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutsaklık süreci, Recep Tayyip Erdoğan’ın Trump’la yaptığı telefon görüşmesinden iki gün sonra başlamıştı. Erdoğan ile Trump’ın Beyaz Saray’da görüşeceklerinin açıklanmasından bir gün sonra da Mansur Yavaş’a kadar uzayacağından şüphe edilen Ankara Büyükşehir Belediyesi operasyonu başladı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Trump’ın oğlunun Erdoğan ile görüştüğü ve 300 Boeing marka yolcu uçağı alma karşılığında Erdoğan ile Trump’ın bugün Beyaz Saray’da yapacakları görüşmesinin ayarlandığı iddiasını da bir kenara yazmakta fayda var.

ABD Başkanı Trump’ın uluslararası ilişkilerde izlediği yöntem “zorbalıkla” “uyanık tüccar” arasında gidip geliyor. Rusya’yla savaşan Ukrayna’nın ABD’nin silahlarına ihtiyacı var. Trump burada devreye girdi ve Ukrayna’yı önemli doğal kaynaklarını borcuna karşılık vermeye zorladı. İki ülke arasında yapılan anlaşma Trump’ın istediği gibi olmasa da ABD zora düşmüş bir dostundan ekonomik fayda sağlamaya çalıştı. İran örneğinde ise zorbalık yöntemini gördük. İran uluslararası anlaşmalara İsral’den çok daha fazla uymasına rağmen, zorbalığa karşı direncini artırdığı anda ABD’nin askeri saldırısına maruz kaldı. Zorbalık bir başka seviyeye taşındı.

Türkiye ile ABD arasındaki ilişkide hangi yöntemin kullanıldığını henüz bilmiyoruz ancak Türkiye’nin Ukrayna benzeri ticari hamleler yaptığını görüyoruz. İki yüz elli adet Boeing yolcu uçağı alımının masada olduğu söyleniyor. 43 milyar doları bulacak sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) alımı için imzalar atıldı. Ne ilginçtir ki bu anlaşma da Trump’ın bir hafta önce NATO ülkelerini Rusya’dan gaz almayı durdurma çağrısından hemen sonra imzalandı. Türkiye geçen yıl gaz ithalatının yüzde 41’ini Rusya’dan yapmıştı. ABD’nin payı da artışını sürdürerek yüzde 10’a çıkmıştı. Yeni ithalat rakamları eskisinin üzerine eklenirse ABD İran’ı geride bırakıp, Türkiye’nin iki numaralı gaz tedarikçisi olabilir.

Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar iki gün önce de New York'ta Westinghouse Electric Company İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Margaret Cosentino ile görüştüğünü duyurdu. Büyük ve küçük modüler nükleer reaktörlerle ilgili iş birliği konuşulmuş. Küçük modüler reaktörler (KMR veya SMR) henüz yapım aşamasına bile gelmedi ama yapılan hesaplamalar onların dünyanın en pahalı konvansiyonel elektrik üretim araçları olacağına işaret ediyor. Avustralya için yapılan tahminler, küçük reaktörlerin elektrik üretim maliyetinin kilovatsaat başına 21 ila 39 dolar sent arasında olacağını gösteriyor. Rüzgâr ve güneşle aynı elektriği üretmenin maliyeti 2 ila 4 dolar sent civarında.[1] Nükleer enerji, yakıttan teknolojiye bağımlılıkla geliyor; Trump elbette bizim güneş değil nükleer santral yapmamızı isteyecek. Bakan Bayraktar ayrıca ABD’li iş insanlarıyla bir araya gelip onları Türkiye’de yatırım yapmaya da çağırdı.

Zorbalık ve tüccarlık oyununda gözden kaçmaması gereken bir gelişme de Türkiye’nin ABD’den ithal edilen otomobillere uygulanan vergiler kaldırıldı. Halbuki bu vergiler ABD’nin Türkiye’den giden çelik ve alüminyum ürünlerine ek vergi getirilmesine karşılık verme amacıyla konulmuştu. Türkiye ya da Erdoğan acaba bu jestleri karşılığında ne aldı? Ya da bu da zorbalık sonucu verilmiş bir taviz miydi? Kısa zamanda öğreneceğimize eminim.

Bugün Beyaz Saray’da yapılacak görüşme muhtemelen her detayının önceden belirlendiği bir tiyatro oyununa benzeyecek. Erdoğan Filistin’i savunan cümleler sarf edecek, Trump yapılan ticari anlaşmaları övecek. Kimbilir, belki de “van minüt” benzeri bir sahne bile görürüz. Oyunun içeriğini bilmek zor ama yukarıda özetlemeye çalıştığım provalara bakınca adını tahmin edebiliyoruz: Zorba ve tüccar. 


[1] World Nuclear Industry Status Report 2025

Enerjide plan yok çorba var

Özgür Gürbüz-BirGun / 17 Eylül 2025

Foto: ETKB
Yazın güneş çarpması nedeniyle bir gün evde yatınca kadim dostlarımdan Yaşar Kanbur o akşam kapımı çalmış, yanında da kendi elleriyle yaptığı muhteşem ayran aşı çorbasını getirmişti. Yaşar klasik formüle ‘mısır’ gibi farklı eklemeler de yapmıştı. Yaptığı ayran aşının tadı damağımda kaldı. Yemekle hiç işim olmamasına rağmen “öğrensem mi yapmayı” diye düşündüm. Ben malzemeleri öğrenene kadar Enerji Bakanlığı Türkiye’nin enerji planlarını çorbaya döndürecek tarifini açıkladı. Ayran aşı sıcak havalara bire bir ama konu enerji olunca kâseye bu kadar birbirine benzemez malzeme atmak çok iyi sonuç vermez. Üstelik ayran aşı serinletirken, Enerji Bakanlığı’nın çorbası hem ülkeyi hem de dünyayı daha da ısıtacak.

Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar, 5 Eylül’de yerli kömürle çalışan termik santrallarda üretilen elektriğin, 2030 yılına kadar kilovatsaatine 7,5 sent verilerek satın alınacağını açıkladı. Yeni yapılan yerli kömürle çalışan termik santrallarda bu teşviğin süresi 2045 yılına kadar da uzayacakmış. Ömrünü tamamlamış kömür santrallarının yerine yenileri yapılacakmış. Bugün kolları sıvayıp beş yıl sonra kömürlü termik santral kuran bir şirket yaşadı; 15 yıllık  alım garantisini kapacak. Kömürlü santralların çalışma süresinin 30-40 yıl olduğunu düşünürsek, 2060 veya 2070 yılına kadar çalışabilecek santrallardan bahsediyoruz. Özetle bu politika ve teşviklerle Türkiye yarım asır daha kömür külü yutacak, isini soluyacak ve iklim krizini coşturmaya devam edecek.

Bir gün sonra Bakan Bayraktar Teknofest’te konuştu. “Türkiye'nin en az 15 bin megavatlık konvansiyonel nükleer güce sahip olması lazım. Akkuyu, Sinop ve Trakya'da en az 12 tane büyük ve küçük nükleer reaktöre sahip olmamız lazım” dedi. Çok değil 11 ay önce de 2035 yılına kadar Türkiye’nin mevcut rüzgar ve güneş kurulu gücünü de 2035’e kadar 120 bin megavata çıkarma hedefini açıklamıştı. Halihazırda rüzgar ve güneş kurulu gücü 37 bin megavat. Umarım hükümetin genetik çalışmaları elektrikle beslenen insan üzerinde çalışmalarını hızlandırmıştır. Meraları ve zeytinlikleri santrallarla, havayı ve suyu radyasyonla zehirleyeceğimize göre bize elektrik yemekten başka bir seçenek kalmıyor.

Türkiye’nin elbette bu kadar santrala ya da elektriğe ihtiyacı yok. Enerjiyi verimli kullanmaya, daha iyi iletim hatlarına ve yenilenebilir enerjiden üretilen elektriği depolayacak makul bir batarya kapasitesine ihtiyacı var. Her şeyden önce de enerji talebini belirleyecek çevreci sanayi, ekonomi, ulaşım ve kentleşme politikalarına gereksinimimiz var. Talebi kontrol etmeden yapacağınız her santral boşa harcanan para, yok edilen doğa demek. Almanya gibi bir sanayi devinin 1990’dan bu yana birincil enerji talebini yüzde 20 azaltıp, aynı dönemde Gayri Safi Hasılası’nı yüzde 50 oranında arttırmayı başardığını birilerinin Enerji Bakanlığı’na anlatması gerek.

Türkiye’nin “2053 net sıfır hedefi”nin de kömür santrallarına verilen teşviklerle artık bir efsaneye dönüştüğü de ortada. Net sıfır hedefinin diğer planlarla örtüşmediğini sanırım ilk kez BirGün Pazar’daki 7 Kasım 2021 tarihli, “Hayaller Net Sıfır Gerçekler Yerli Kömür” başlıklı yazımda belirtmiştim. Yeni termik santrallara yeşil ışık yakan teşviklerle de 2053 yılında Türkiye’de kömürden elektrik üreten santral görme şansımız iyice arttı. Türkiye’nin seragazı emisyonlarının yüzde 71’i enerji kaynaklı. Kömürün toplam emisyonlardaki payı yüzde 20, karbondioksit emisyonları içindeki payı yüzde 40’ı buluyor. Kömürden vazgeçmeden Türkiye’nin değil net sıfıra ulaşması, ciddi bir emisyon azaltımı yapması mümkün değil.

Bir yıl sonra düzenlenecek COP 31’e (BM gözetiminde her yıl tüm ülkeleri bir araya getiren en önemli iklim toplantısı) ev sahipliği yapmak isteyen, iklim kriziyle mücadele fonlarının hepsinden pay almak için sıraya giren Türkiye, bir yandan Akbelen’de zeytin ağaçlarını köklüyor bir yandan da yeni kömür santrallarına teşvik yağdırıyor. Ayran aşı hatta aşurenin içine farklı onlarca malzeme koyabilirsiniz. Bir yere kadar kaldırır. Ama enerjideki gibi, tutarsızlık ve plansızlıkta ısrar ederseniz hem malzemeyi ziyan eder hem de çorbayı içeni daha beter hasta edersiniz.