Elektrik faturasındaki adaletsizlik

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Nisan 2025

7 Kasım 2024 tarihinde Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) bir karar aldı. Yıllık elektrik tüketimi 5 bin kilovatsaati geçen mesken abonelerinin ve yıllık tüketimi 15 bini geçen ticarethane ve sanayi abonelerinin faturalarını neredeyse iki katına çıkaracak zamlı bir tarifeye geçirdi. Bunu yaparken de örneği görülmemiş bir adaletsizliğe imza attı. Fazla tüketimin gerekçesine bakmadan cezalandırmakla kalmadı, uygulamayı yıl sonunda duyurduğu için kimseye tüketimini azaltarak bu cezadan kaçma şansı da tanımadı. İnsanlar çaresizce bu zamlı tarifeye en az bir yıl katlanmak zorunda kaldı.    

Bana ulaşan yukarıdaki fatura da bu adaletsizliğin en somut örneği. 2024 yılında sadece 0,8 kilovatsaat fazla tükettiği için zamlı tarifeye geçirilen bu tüketici, Elektrik Mühendisleri Odası’nın hesabına göre 1 Şubat 2025’ten itibaren yüzde 90’ın üzerinde zamlı bir elektrik faturası ödeyecek. “Son Kaynak Tedarik Tarifesi” üzerinden faturalandırılacak. Aynı tüketimi yapsa bile bin 274 TL’lik faturası bir anda 2 bin 400 TL’yi bulabilecek. Bulabilecek diyorum çünkü bu tarife sabit değil. Tüketim aynı kalsa da elektrik piyasasında oluşan fiyatlara göre her ay fatura bedeli değişecek. Enerji fiyatları artarsa bu tarifedeki tüketici bunu hemen hissedecek.  

Türkiye’de tüketimi 5 bin kilovatsaatin altında olan mesken aboneleri için 1 kilovatsaat elektriğin maliyeti vergiler dahil 2,07 TL. Tüketiminiz biraz daha yüksekse 3,1 TL. Yukarıda örnek gösterdiğim tüketicinin faturası, 2024 yılında sadece ve sadece 2,79 TL değerinde fazla elektrik tükettiği için 2025 yılında yaklaşık iki katına çıkacak. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti. 

EPDK bu düzenlemeyi 2024 başında haber verse, evindeki bir lambayı ayda sadece bir saat kapatarak tasarruf yapar, yıllık tüketimi 5 bin kilovatsaatin altına çekebilirdi. Ama EPDK zam yapacağını yılın sonunda haber verdi, kimseye önlem alma şansı tanımadı. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti. 

Şimdi bu tüketici hemen tasarruf yapmaya başlasa bile tarifesini değiştirme şansı yok çünkü bu tarifeye geçiş için yıllık tüketim esas alınıyor, yani 2025 sonuna kadar mecburen zamlı tarifeden ödeme yapmaya devam edecek. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti. 

Türkiye’nin sıcak bölgelerinde evlerin çoğunda doğalgaz yok. Elektrik hem ısınmada hem soğutmada kullanılıyor. Hükümet yalıtım standartlarını da düşük tuttuğu için birçok bina yazın çok ısınıyor, kışın çok soğuyor. Antalya, Mersin, Adana, Muğla ve Güneydoğu’daki birçok bina bu durumda. Oralarda oturanlar mecbur daha çok elektrik kullanıyor ve hiçbir hataları olmamasına rağmen pahalı bir tarifeyle cezalandırılıyor. Hükümet aslında onları ithal doğalgaz kullanmadığı için de cezalandırıyor. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti. 

Apartman ve sitelerimizin çoğunda asansör, hidrofor ve aydınlatma bir elektrik saatine bağlı ve o saatin yıllık tüketimi de sınır değeri aşacak düzeyde. Birçok apartman ve site bu yüzden pahalı tarifeye geçirildi. Halbuki, elektrik kullanımı daire sayısı dikkate alınarak hesaplansa tarifeleri değişmeyebilir, yüksek faturalar ödemek zorunda kalmayabilrdi. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti. 

Ticarethaneler için de sınır 15 bin kilovatsaat olarak belirlendi. Buzdolabı gibi çok elektrik tüketen aletlere sahip işletmeler çaresizce bu tarifeye geçiş yaptı. Terzi ile market, tuhafiyeciyle kasap ne iş yaptıklarına bakılmaksınız benzer bir değerlendirmeye tutuldu. İşte size Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti.

Hükümet tarife değişikliğini ‘enerjide sübvansiyonu kaldırıyoruz’ diye açıklamaya çalışıyor ve sessiz kalırsak aynısını doğalgazda da yapmayı planlıyor. Yapılan aslında faturalar üzerinden kaynak yaratmaktan başka bir şey değil. Sübvansiyonları kaldırmaya gerçekten niyetliyseniz, uçak inmeyen havalimanlarına, araç geçmeyen köprülere, vergisini yok saydığınız şirketlere verdiğiniz sübvansiyonları (alım garantileri, teşvikler, vergi indirimleri) kaldırın. Bu adaletsiz tarifeyi de hemen geri çekin.

Hükümeti boykot korkusu sardı

Özgür Gürbüz-BirGün / 27 Mart 2025

Foto: boykotyap.net
Türkiye’de demokrasiyi ve milletin iradesini hapse atmaya çalışan hükümetin bütün umudu tepkilerin kısa sürmesiydi. İktidarın hevesi daha ilk haftada kursağında kaldı. Türkiye tarihinde görülmemiş eylemlere tanıklık etti. Saraçhane’de yedi gün üst üste dev mitingler yapıldı. Öğrencilerin başını çektiği ve ülkenin hemen hemen her kentine yayılan sürekli gösteriler, okul boykotları ise o coşkulu mitingleri bile gölgede bırakacak bir etki yaratıyor. 29 Mart Maltepe mitingiyle de eylemlerin sonlanmayacağı anlaşıldı.

Tüm bunlar, halkın seçtiği belediye başkanlarının FETÖ dönemindeki gibi aslı astarı olmayan iftira ve yalancı tanık gibi yöntemlerle tutuklanması nedeniyle yaşanıyor. Ekrem İmamoğlu’nun, bağımsız olmadığı artık herkesçe dillendirilen yargı yoluyla tutuklatılması, diplomasının hukuksuzca iptal edilerek saha dışına atılmayı çalışılması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Putinleştiğinin’ en net kanıtı olarak gösterilecek. Erdoğan’ın tekrar ve son kez yenileceğini anladığı İmamoğlu’nun karşısına çıkmak istemediği ortada. Aslında bu hamle, rakibini elemekten öte ona rakip olmak isteyen herkese de ‘hiç deneme’ mesajı veriyor. Tek adam imparatorluğunun ilanı. Halbuki Ekrem İmamoğlu’nun sadece bir isteği vardı, “koy sandığı halk seçsin”. Erdoğan bu demokratik talebe yanıt veremedi. Kaybettiğini kabul etti.

***

Merkez Bankası Başkanı Ekrem İmamoğlu ve diğer belediye başkanları ile bürokratların gözaltına alındığı 19 Mart 2025 sonrası sadece ilk üç günde 25 milyar doların satıldığını açıkladı. Bir yıl önceki verilere baktım. 22 Mart 2024’te 70 milyar dolar olan döviz rezervini 97 milyar dolara çıkarmak tam bir yıl sürmüş. Merkez Bankası bir yıl boyunca çalışanları, emeklileri adeta aç bırakarak topladığı bu parayı bir kişi iktidarda kalsın diye üç günde eritti. Aç karnına okula giden çocukların karnını doyurmaya, emeklilerin faturalarını ödemeye, çalışanların kredi borçlarını kapatmaya kullanılabilecek, halkın yoksul kalma pahasına biriktirdiği bu parayı üç günde buharlaştırdılar.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in tek umudu protesto ve ekonomik boykotların sonlanması, yaz aylarıyla turistlerin döviz getirmesi. Muhtemelen gerileyecek kredi notları, yerin dibinden yerin altına geçen itibar ile bırakın doğrudan yatırımı sıcak parasını bile Türkiye’ye getirmeyen yabancı yatırımcıdan medet ummak hayalcilik olur. Turizm sektörünün nasıl etkileneceğini de henüz bilmiyoruz. Turistler semazen gösterilerini izlemeyi sever ama Ümit Bektaş’ın fotoğrafladığı semazen gösterisinde biber gazından göz gözü görmüyordu. Mevlâna yaşasa, o bile “kim olursan ol gel de bu hükümet değişmeden gelme” derdi. Turizm boykotu çağrıları ya da demokratik ülkelerde oluşan tepkilerle iptaller başlarsa, Mehmet Şimşek ve halkı hiçe sayan sözde tedbirleri de yangını söndürmeye yetmeyebilir.

***

Boykot kavramı da yeniden hayatımıza girdi. Boykot geniş kitlelerce yapılır ve kararlı bir biçimde sürdürülürse en etkili mücadele araçlarından biri olmuştur. Çokça boykot çağrısı yapılır ancak azı başarıya ulaşır. Tüketicinin doğrudan satışlarını etkilediği şirketlerin hedef alınması, ısrarcı olunması, sokak protestolarıyla desteklenmesi ve etkili iletişim gerektirir. Tekel konumundaki şirketlerin boykottan etkilenmesi zordur. Ve elbette boykotun sonuçlarının ölçülebilir ya da gözle görülebilir olması önemlidir. Medya şirketleri için reytinglere, perakendeciler için satış rakamlarına veya alışveriş yapan tüketici sayısına bakılabilir. Türkiye’de Gerze’ye termik santral yapmak isteyen Anadolu Grubu’na Efes markası üzerinden yapılan boykotun satışları etkilediğini duymuştuk. Santral projesi de iptal edilmişti. Çevrenin korunması için gerçek ihtiyaç sınıfına girmeyen tüketimin azaltılmasının doğa korumanın birinci koşulu olduğunu yeri gelmişken hatırlatalım.

İktidarın boykot edilen firmaları savunmak üzere sahaya çıkmasından, firmaların yaptıkları açıklamalardan boykotun etkili olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Hükümetin sansür taleplerini harfiyen yerine getiren bir medya kuruluşuna ait şirketleri boykot etmek ve iflasını istemekten daha demokratik bir talep olabilir mi? Otoriter bir rejime destek verdiğini bildiğiniz bir şirkete para kazandırmamak, bunu kitleselleştirebilmek şahane bir eylem. Boykot konusunda geç bile kalındığını düşünüyorum. Yaşasın termosta çay, yaşasın bağımsız medya.

Bir varmış bir yokmuş

Özgür Gürbüz-BirGün / 22 Mart 2025

Foto: CHP Flickr
Halka her gün bir başka masal anlatmayı seven iktidar sayesinde her güne “bir varmış bir yokmuş” diyerek başlıyoruz.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve 28 kişinin diploması yıllar sonra hukuka aykırı bir şekilde yok ediliyor. 31 yıl var olana bir gün sonra yok denilebiliyor. Yüz binlerin oylarıyla seçilmiş belediye başkanları iftiralarla gözaltına alınıyor. Milyonların var olan oyu bir gece de yok sayılıyor.

İktidar, yolsuzluk, terör soruşturmaları, sosyal medyadaki trol saldırılarıyla halkın kafasını karıştırmaya çalışıyor ama nafile. Bir tarafta “gel sandığı koy, halk seçsin” diyen muhalefet, diğer tarafta ise sandıktan korkan, televizyon ekranlarında rakiplerinin ya da gerçek gazetecilerin sorularını yanıtlamaktan bile kaçan Erdoğan var.

‘Prompter’dan okumaya gelince var, gerçek gazetecilerin önüne çık deyince yok. İsrail’e kapalı salonlardan sövmeye var, ticareti kes deyince yok. Bir varmış bir yokmuş. Adeta bir masal kahramanı.

Geçmişte bu iktidara oy verenler de bunun farkında. Bir zamanlar sevdikleri, oy verdikleri bu partinin önderleri artık onlar açken tok yatıyor, ekmek bulamayanlara az yiyin diyor, sokaklarda değil saraylarda gezmeyi tercih ediyor.

Ne saray düşkünleri gördü bu topraklar. Bir gün vardılar bir gün İngiliz zırhlısına sığınıp yok oldular.

***

AKP ve ortaklarının iktidarında sadece yoksullaşmadık, var olmaya çalışan demokrasi, hukuk sistemi, özgürlükler de birkaç kararnameyle yok edildi. Haksız tutuklamalar, ifade özgürlüğünün engellenmesi, medyanın baskı altına alınması, iktidarın suçları saymakla bitmez. Buna rağmen muhalefet, tüm haksızlıklara rağmen demokratik haklarını kullanmaya çalıştı ve mücadelesini sürdürdü. O yüzden bugün demokrasiyi, milletin egemenliğini korumak adına sokağa çıkan, söz söyleyen herkesi el üstünde tutmak gerek.

Dün “yokmuş” denilen ülkeyi bugün “var” edenler, meydanları dolduran, sokakta korkmadan konuşan, medyada sözünü sakınmadan söyleyenlerdir. Bundan sonra ülkenin umudu, tencere tava, yakada rozet, camlarda posterler, sokakta yürüyüş, sendikalı sendikasız iş bırakma eylemleri, okul boykotları, sivil itaatsizlik eylemleri, sosyal medya mesajları ile hakkını arayanlar olacak. Dönüm noktasındaki Türkiye’de şüphesiz onlarca farklı eyleme belki de aylarca tanıklık edeceğiz. Sırbistan’da tren istasyonunun çökmesiyle başlayan protestoların hükümeti devirmesi beş ay sürmüştü.

İnsanlar konuştukça, sorunlarını haykırdıkça Türkiye’de demokrasi umudu var oluyor, sorun yokmuş gibi davranınca umut azalıyor. Hak arama eylemlerini kötüleyenler, İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla ilişkisiz olduğunu iddia edenler mutlaka olacaktır. Özgür Özel’in Saraçhane’de yaptığı konuşmada sokağın meşru adres olduğunu açıkça söylemesi bu yüzden önemliydi.

Zaten sokağa çıkanlarla yaşanan mağduriyetler arasındaki bağ ortada. Dünyada iklim eyleminin en kuvvetli ayaklarından biri öğrencilerin okul boykotlarıydı. Çünkü gezegenin geleceği yoksa eğitimin ne anlamı var diye soruyorlardı. Türkiye’de de diplomasının bir günde siyasi bir kararla elinden alınabileceğini gören öğrencilerin okullarını boykot etmesinden, barikatları zorlamasından daha doğal ne olabilir? İş cinayetlerinin cezasız kaldığı, insanların açlık sınırında çalıştırılmaya zorlandığı bir ülkede sendikaların bu düzenin değişmesini istemesi ve genel grev çağrısı yapmasına şaşırılır mı?

Herkesin sorduğu soru ise örgütsüz toplumun sesini nasıl duyuracağı sorusu. Yeni çağda gözden kaçan bir değişim de bu. Adaletsizliğe karşı bir araya gelen örgütsüz güçlerin çıkardığı farklı sesler kitleleri hızla büyütüyor. Tek ses, tek flama altında toplanmak uzun süreçler isterken, farklı seslerin birlikteliği popüler taban örgütlenmelerine fırsat veriyor. Lidersiz, tek bir söylemi olmayan bu örgütlenmelerle mücadele etmek otoriter devletler için çok daha zor çünkü onları bir kalıba sokup, bildik ezber ve iftiralarla kötülemek kolay değil. Birbirine benzemez ama asgari müştereklerde birleşmiş, bireysel ve siyasi beklentilerden uzak insanlardan bahsediyoruz. Tek dertleri daha fazla özgürlük, halkın egemenliği. Örgütsüz bir örgütlülük hali.

Masalla başladık masalla bitirelim. Gökten üç elma düşmüş. Hepsi direnenlerin başına.

Akkuyu’nun atıkları nereye atılacak?

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Mart 2025

Foto: Wikipedia
Gaziemir’de eski kurşun fabrikasına bırakılan nükleer atıkların ‘temizlik’ çalışmaları kapsamında, üç kamyon hafriyatın Torbalı’da boş bir alana döküldüğü iki gün önce İzmir Büyükşehir Belediyesi ekiplerince ortaya çıkarıldı. Siyaset dedikodusuyla vakit geçiren medya bu skandalı göz ucuyla gördü. Nükleer santral çalıştırmanın eşiğine gelen Türkiye’de nükleer atık konusunda endişelenmemek mümkün mü? Ben de endişelerimi gidermek ve yok edilmesi mümkün olmayan bu atıkların akıbetini öğrenmek için bilgi edinme hakkımı kullandım. Gelen yanıtları ve akılda kalan soru işaretlerini paylaşıyorum.

Nükleer Enerji ve Uluslararası Projeler Genel Müdürlüğü’nün verdiği yanıta göre, “Kullanılmış yakıtlar 7381 sayılı kanuna göre işletme süresi boyunca NGS sahasında depolanacak. Radyoaktif atıklar ise tesis sahasında depolandıktan sonra TENMAK tarafından kurulacak olan yakın yüzey bertaraf tesisine gönderilecek”. Bahsedilen 7381 sayılı Nükleer Düzenleme Kanunu’nun 9. maddesinin dördüncü fıkrasında, “Nükleer santrallerde ortaya çıkan kullanılmış yakıtlar, işletme ömrü boyunca nükleer santral sahasında depolanır” yazıyor. Santralın işletme süresinin 60 yıl olduğunu biliyoruz. Demek ki içinde plütonyum-239 gibi 244 bin yıl radyoaktif kalabilen çok tehlikeli nükleer atıklar ilk 60 yıl boyunca Akkuyu Nükleer Santralı’nda bekletilecek.

Sorduğum aynı sorulara Nükleer Düzenleme Kurumu’ndan (NDK) gelen yanıt ise daha fazla detay içeriyor. NDK, atıklarla ilgili sorumluluğun proje şirketinde, yani santralın sahibi Rus devlet şirketlerinde olduğunu hatırlatıyor. 60 yıl sonra ne olacak kısmı da aslında aynı kanunda belirtilmiş. Dokuzuncu maddenin d bendinde, “Türkiye Cumhuriyeti egemenlik alanında yapılan faaliyetler neticesinde ortaya çıkan radyoaktif atıklar TENMAK tarafından bertaraf edilir” açıklaması var. Ruslar santralı kapatıp gittikten sonra nükleer atıklar Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu’na (TENMAK) yani Türkiye’ye kalacak.

Akkuyu’daki santralın 2012 yılındaki bilgilendirme toplantısını yerinde izlemiştim. Akkuyu Nükleer A.Ş. orada 28 soruluk bir kitapçık dağıtmış, 25 numaralı, “nükleer santralın atıkları ne olacak” sorusuna da “Akkuyu Nükleer Santrali’nde kullanılmış yakıt Rusya’ya gönderilecektir” yanıtını yazmıştı. Şirket, eski internet sitesine de atıkların Rusya’ya gideceğini (türünü belirtmeden sanki hepsi Rusya’ya götürülecekmiş gibi) yazmış, bir de alay edercesine, atıkları Türkiye satın almak isterse Türkiye’de de kalabilecek” demişti. Demek ki halkı hep yanlış bilgilendirmişler. 60 yıldan ve Türkiye’de kalacak düşük ve orta seviyeli nükleer atıklardan hiç bahsetmediler.

NDK’den gelen yanıtta, barışçıl kullanım ilkesine de özel bir vurgu yapılmış. Türkiye’nin Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na taraf olduğu ve nükleer silah yapmayacağına ilişkin Rusya ile yapılan anlaşmadaki taahhütler hatırlatılmış. Buradan, Rusya’nın Mersin’deki nükleer santralında 60 yıl bekletilecek, plütonyum gibi nükleer silah yapımında kullanabilecek maddelerin alınarak, hiçbir zaman Türkiye’nin kontrolüne geçmeyeceğini anlıyoruz. Nükleer santraldan Türkiye’nin silah üreteceğini düşünenler ve pahalı ve tehlikeli nükleer santralları bir güç kazanımı gibi göstererek pazarlayanları üzecek bir vurgu. 

Tüm sorularıma yanıt aldım mı? Hayır. İki kurum da “Ankara’nın Polatlı ilçesinde yapılması düşünülen nükleer atık depolama sahasının işlevi ve hangi atıkları barındıracağı sorusuna yanıt vermedi. Ya bu planlar net değil ya da bu konuyu gündeme getirmek istemiyorlar. Meralarını korumak isteyen Ankaralıların tepkisinden korkuyor olabilirler. Polatlı İlçe Tarım Müdürlüğü 4 bin dekarlık alana yapılmak istenen bu tesise karşı olumsuz rapor vermişti. Tepkiler nedeniyle AKP İlçe Başkanı da projenin geri çekildiğini açıklamıştı ama AKP döneminde sözler malum suya yazılıyor.

Akkuyu’daki her bir reaktör, kullanılmış yakıt da dediğimiz yüksek seviyeli atıklardan her 1-1,5 yılda 30 ton civarında üretecek. Santralda dört reaktör var. Bir de düşük ve orta seviyeli nükleer atıklar var. İşçilerin elbiseleri, kullanılan aletler ve radyasyon bulaşmış malzemeler gibi. Düşük seviyeli atıkların miktarı yüksek seviyeli atıkların 30 katı kadar. Polatlı’da kurulmak istenen tesis Sinop ve Mersin arasında bu amaca hizmet için planlanmış olabilir. Çünkü TENMAK, 2035’e kadar bu atıkların depolanacağı yakın yüzey bertaraf tesisini kurmakla yükümlü.