TOGG’un yerlilik oranı Ford’a yaklaştı

Özgür Gürbüz-BirGün / 11 Aralık 2025

Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı iki gün önce bir ara güncelleme yaparak binek otomobillerde yerlilik oranlarını açıkladı. TOGG’un yeni modeli T10F’nin yüzde 77,8 ile listeye girerek zirveye yerleşmesi nedeniyle yapıldığını tahmin ettiğim bu açıklama, binek araçları sınıfında TOGG’un ilk sıradaki yerini pekiştirdiğini gösteriyor. Tüm motorlu araçları değerlendirdiğimizde ise TOGG’un önünde yerlilik oranı daha yüksek birçok araç var. Ford’un kamyonları yüzde 82 yerlilik oranıyla zirvedeki yerlerini koruyor örneğin.

Bir ürünün yerlilik kıstasını o ürünün parçalarının ne kadarının Türkiye’de üretildiğiyle ilişkilendireceksek Ford’un kamyonları, Temsa’nın elektrikli otobüsleri veya yüzde 81,9 yerlilik oranına sahip BMC’nin yol süpürme aracı bile TOGG’a göre daha yerli. Binek otomobilde de Renault Clio yüzde 67, Fiat Egea yüzde 63’lük yerli katkı oranına sahip. Devlet eliyle pazarlanan, teşvik edilen TOGG ile diğer modeller arasındaki yerlilik farkının daha yüksek olması gerekmez miydi?

İklim ve çevre açısından bakarsak da elektrikli toplu taşıma aracı üretmek, binek otomobil üretmeye kıyasla daha kamucu bir yaklaşım. AKP hükümeti klişelerle oy toplamayı sevdiği ve halk da bu oyuna düştüğü için otobüs değil otomobil, ilaç değil silah üretmeyi önemsiyor; TOGG da o stratejinin devamı aslında.

TOGG’un en kritik parçaları, motor ve batarya Türkiye’de üretilmiyor. Batarya üretimini Türkiye’ye taşımak için Çinli batarya tedarikçisi Farasis ile bir ortaklık yapıldığını ve üretimin Türkiye’de yapılacağını biliyoruz. Muhtemelen bu yerlilik oranını daha da artıracak ancak teknoloji transferi, satış rakamları ve sahiplik konusu hâlâ yeterince tartışılmıyor. Bosch’tan alınan elektrik motorunun neden Türkiye’de üretilmediği sorusuna, 2020 yılında firmanın Yönetim Kurulu Başkanı Gürcan Karakaş, üretim sayısının düşüklüğü nedeniyle üretmektense almanın daha doğru olduğu yanıtını vermişti. Batarya ise yerli üretim olacak demişti. Bu beyanı dikkate alırsak, altı yıl sonra TOGG’un ulaştığı satış rakamları motor üretimine yeşil ışık yakmamışa benziyor. Geciken batarya üretimi ve teknolojisindeki yerlilik oranı konusunda ise daha fazla bilgi verilmeli.

Sahiplik konusu ise asıl sorun. Anadolu Grubu Holding A.Ş., BMC Otomotiv Sanayi ve Ticaret A.Ş., Turkcell İletişim Hizmetleri A.Ş., Zorlu Holding A.Ş. ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin girişimi olan TOGG’un sahibinin özel sektör olduğu ortada. Devletin, özellikle de hükümetin TOGG’u koruyan vergi düzenlemeleri yapması, kamu alımları ve hatta Cumhurbaşkanı tarafından reklamının yapılması normal bir ülkede rekabet kurulunun incelemesine takılmaz mıydı? Hukuk ve adaletin olduğu bir ülkede diğer otomobil üreticileri bu konuda dava açmaz mıydı? Sonuçta devletin ürettiği, gelirinin devletin kasasına gittiği bir otomobilden bahsetmiyoruz. TOGG kâr ederse şirketler zenginleşecek, halk değil.

Dünyada otomobil üretiminin elektrikli motorların devreye girmesiyle kolaylaştığı bir dönemdeyiz. İçten yanmalı motor teknolojisinde ABD ve Avrupalı üreticilerin üstünlüğü elektrik motoruyla bitti. Tasarım, güvenlik ve teknoloji konularında başarılı firmalar otomotiv pazarında oyuncu olmaya başladı. Çinli firmalar en iyi örnek. Ancak atlanan bir konu var. Otomotiv yatırımı ciddi meblağlar, sürekli bir AR-GE çalışması, rekabetçi bir ortamda ayakta kalmanızı sağlayacak tasarımsal ve teknolojik değişimler istiyor. Ve en önemlisi ciddi satış rakamlarına ulaşmanız gerekiyor ki yatırım kendisini geri ödesin, süreklilik olsun. Dünya devi birçok otomotiv üreticisi Çin’le bu nedenlerden dolayı maliyet yarışına giremiyor.

Türkiye de bu yarışı kazanma şansı olmayan ülkelerden biri. Pazar potansiyeli, ekonomi ortada. Devlet koruması diyeceğimiz vergilerle durum idare ediliyor. Ortada kamu yararı da olmadığına göre otomotiv sektörünün yarattığı istihdam bu bedeli ödemenin tek kabul edilebilir bahanesi olabilir ama nereye kadar? Tekstil sektörü örneği ortada. TOGG’a sorulması gereken en önemli sorular da bunlar. TOGG yatırımının maliyetini çıkarması için yılda kaç adet otomobil satılması gerekiyor? Sadece Türkiye pazarı TOGG’u ayakta tutabilir mi? TOGG’un dünya pazarında başta Çinli rakipleri olmak üzere bir şansı var mı? Bu yatırım ne zaman devlet desteği olmadan kendi ayakları üstünde durabilecek? Bu sorulara yanıt lütfen.

Akkuyu 2026 sonuna kaldı

Özgür Gürbüz-BirGün / 4 Aralık 2025

AKP iktidarının ilk yıllarında, 2004 yılında yeniden hortlatılan, ilk betonu 2018’in Nisan ayında dökülen Akkuyu Nükleer Santralı’nın açılışı yine ertelendi. Santralın ilk ünitesinin şebekeye elektrik vermesinin 2026 yılının sonuna kaldığı, deneme üretiminin ise 2026’ının ilk çeyreğinde başlayacağı bilgisi bana ulaştı. Bu da ilk reaktörün uluslararası anlaşmada belirtilen süreden tam 2,5 yıl sonra devreye gireceği anlamına geliyor. Elbette yeni bir erteleme olmazsa.

Akkuyu, nükleer hayallere kapılan Türkiye’nin nasıl vakit ve para kaybettiğinin çarpıcı bir örneği oldu. Tamamı çalışmaya başladığında Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yüzde 10’unu karşılayacak diye pazarlanan nükleer santral fikri, 22 yılda bir kilovatsaat elektrik üretemedi. Şimdi size, tüm nükleer enerji fanatiklerinin ders çıkarması gereken o hikayeyi anlatayım.

2004 yılında Türkiye’nin elektrik üretiminde rüzgarın payı yüzde 0,2 civarındaydı. Güneşin payı ise sıfırdı! 2024 sonunda rüzgar bugün tükettiğimiz elektriğin tek başına yüzde 10’undan fazlasını karşılar hale geldi. Güneşin payı ise yüzde 8,6’ya ulaştı. Yıl sonunda muhtemelen o da yüzde 10’a ulaşacak.

Bugün, hidroelektrik hariç yenilenebilir enerji kaynakları Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 25’inden fazlasını karşılıyor. Nükleer gibi desteklenmediler. Konutların çatılarında güneş panellerinin kurulması zorlaştırıldı, enerji kooperatiflerinin yaygınlaşmasına izin verilmedi. Buna rağmen 24 yıl önce ortada olmayan bu kaynaklar, bugün elektrik ihtiyacımızın dörtte birini karşılar hale geldi. Küçümsenen yenilenebilir enerji kaynakları iki buçuk Akkuyu Nükleer Santralı kadar elektrik üretiyor. Geride nükleer atık bırakmıyor, ülkeyi felç edecek nükleer kaza riski taşımıyor, nükleer gibi dışa bağımlı değil ve aynı elektriği nükleere kıyasla en az dört kat daha ucuza üretiyor. AKP iktidarında nükleere harcadığımız vakti ve parayı yenilenebilir enerjiyi daha doğru kullanmaya ve enerji verimliliğine harcasaydık bu rakamların iki katına bile ulaşabilirdik. İşte AKP ve nükleer lobinin çeyrek asırda ülkeye kaybettirdiği bu. Daha pahalı elektrik, binlerce yıllık çevre sorunları ve dışa bağımlılık da hediyesi.                                                                                                                                           

CHP PROGRAMINDA YENİ NÜKLEERE HAYIR DEDİ

Geçen hafta sonu CHP yeni parti programını açıkladı. Programın enerji bölümünde, “ülkemizdeki­ elektri­k enerji­si­ kapasi­tesi­ni­ artırmak i­çi­n terci­hler nükleer güç santral­ i­nşa etmekten yana kullanılmayacaktır” ifadesi var. Bir önceki programda daha muğlak ifadeler kullanılmış, nükleer atık sorununun çözülmesi gibi şartlar öne sürülmüştü. Muhalefette nükleere karşı net duruş sergileyen partilerin sayısının artması umut verici. Ana muhalefet partisi, Sinop üzerinden Karadeniz’e ve Kırklareli üzerinden Trakya’ya ‘iktidara gelirsem rahat bir nefes alabilirsiniz’ mesajı veriyor. Bakalım seçmen asıl yanıt verecek? 

Programda fosil yakıt (petrol, kömür ve gaz) kullanan tesislerin ekonomik ömürleri dikkate alınarak ‘temiz enerjiye’ kademeli geçiş yapılacağı ve yeşil dönüşümün adil olmasının devlet güvencesi altına alınacağı da yazılmış. İklim alanında çalışan örgütlerin sesi duyulmuş.

İşçilerin haklarının korunarak, kömür ve diğer fosil yakıtlardan vazgeçme süreci programa girmiş. Yenilenebilir enerji alanında bireylerin ve kooperatiflerin destekleneceği de belirtilmiş. Enerji­ sektöründe kamunun düzenleyici­ ve denetleyici­ rolü ile kamunun sektördeki­ payının artırılarak kamu-özel sektör dengesinin­ sağlanacağı mesajı da ayrıca önemli. Özetle CHP, AKP’nin mevcut politikalarına birçok noktada karşı çıkan farklı bir program hazırlamış. Merak edenlerin göz atmasında fayda var.

İklim zirvesi fare doğurdu


Özgür Gürbüz-BirGün / 26 Kasım 2025

Foto: Ueslei Marcelino / COP 30

Brezilya’nın Belem kentinde, BM İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’nın 30. Toplantısı (COP 30) yapıldı. 30 yıldır yapılan görüşmelerde, sonuç metnine iklim krizinin bir numaralı sorumlusu fosil yakıtlardan (petrol, kömür ve gaz) vazgeçilecektir cümlesi yazılamadı. Ne kömüre, petrole verilen bir son tarih var ne de bir yol haritası. Belem’de de sonuç değişmedi.


İşin özünü itinayla ıskalayan devletler, sivil toplumun ağzına bir kaşık bal çalmak için iklim krizini durdurmayacak ama müzakere sürecini ayakta tutacak birkaç karar aldı. Her yıl aynı taktik. Alınan kararlardan belki de en önemlisi, iklim değişikliğine uyum çabalarına aktarılan fonların miktarını 2035’e kadar üç katına çıkarmaktı. 2021’de uyum fonlarını 2025’e kadar 40 milyar dolara çıkarma kararı alınmıştı ama olmadı. Bu sefer olacak mı; belli değil. BM Çevre Programı’na göre 2035’te gereken miktar her yıl için 310 milyar dolar. Kaldı ki finansman ihtiyacının daha da büyüyeceği ortada. İklim krizini durduramadığımız sürece kayıp da pansuman için gereken miktar da artacak. O yüzden önce yangını söndürmeliyiz.

Foto: Alex Ferro / COP 30
Belem toplantısında Adil Geçiş Mekanizması’nın kurulması da iyi haberler arasında sayıldı. Mekanizmanın uluslararası işbirliğini artırması, kırılgan gruplardan hak temelli savunuculuğa kadar birçok alanda Paris Anlaşması’nın açıklarını kapatması bekleniyor. İçi nasıl dolacak yıl içinde göreceğiz, muhtemelen 2026 sonunda Antalya’da yapılacak COP 31 toplantısının ana konularından biri bu mekanizma olacak.

Antalya demişken. Türkiye uzun zamandır bir COP toplantısına ev sahipliği yapmak istiyordu. COP 31 için Avustralya ile girilen yarışta kazanan Antalya oldu ama Türkiye müzakere sürecinin başkanlığını Avustralya’ya verdi. Toplantının ilk haftasında çekilecek aile fotoğraflarında yer alınacak, iç siyasete güçlü ülke imajıyla mesaj verilecek ve ölü sezona girmeden oteller iki üç hafta dolacak. Türkiye’nin hesabı zaten buydu, müzakere sürecini yönetmek gibi çetrefilli işleri Avustralya’ya bıraktı. Pazarlık aşamasında Türkiye’nin sadece ev sahibi ülke olması bile gündemdeydi, eleştiriler artınca formaliteleri halledecek COP Başkanlığı’nı aldı ama müzakere süreci Avustralya’da kaldı.

Türkiye gibi iklim karnesi zayıflarla dolu bir ülkenin COP toplantısına ev sahipliği yapması kimseyi şaşırtmasın. Zaten Türkiye COP toplantısına iklimi dert edindiği için ev sahipliği yapmayacak. Birkaç hafta önce yeni kömürlü santrallara teşvik açıklayan ülkenin iklim krizini durdurmakla ne işi olabilir? Son yıllarda toplantıya ev sahipliği yapan BAE, Mısır ve Azerbaycan’ın durumu Türkiye’den farklı değil hatta daha bile kötü. Fosil yakıt ve nükleer enerji şirketlerinin lobi alanına dönen COP toplantılarına, iklim değişikliğini hiçe sayan ülkelerin ev sahipliği yapmasına alıştık. Bir de Muhittin Böcek’in durumu var. İklim hareketi büyük oranda belediyeler üzerinden yürürken, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı’nın hapiste olmasını hükümet nasıl açıklayacak, onu da merakla bekliyorum.

Türkiye Brezilya’da resmi olarak açıkladığı gibi, emisyonlarını 2035’e kadar 643 milyon tonun altında tutmayı taahhüt etti. Referans yılı alınan 2018’de Türkiye’nin atmosfere bıraktığı emisyon miktarı 458 milyon tondu. Bu da Türkiye’nin 10 yıl sonra emisyonlarını yüzde 40 oranında artırabileceği anlamına geliyor. Ne zaman azaltmaya başlayacağı, 2053 net sıfır hedefini nasıl yakalayacağı belli değil. Açık konuşmak gerekirse son açıklanan Ulusal Katkı Beyanı, Türkiye’nin “2053 net sıfır hedefinin” bizim de yıllardır söylediğimiz gibi göstermelik bir hedef olduğunun itirafı oldu.

Antalya’nın ev sahipliği elbette önümüzdeki yılı iklim odaklı bir yıl yapacak. Herkes iklimi konuşacak, öğrenmeye çalışacak. Birçok sivil toplum örgütü şimdiden hükümeti öven metinler yayımlamaya başladı bile. COP 31’de sahne alabilmek için hükümete yanaşacaklar. Ormanları mahveden, kentleri betona gömen icraatları övenlere bile rastlayabiliriz. Ya da eleştiri dozunu iyice azaltacaklar. Öte yandan iklimi ve doğayı korumak için canla başla uğraşan doğaseverler, COP sürecinde protestolarla seslerini duyurmaya, hükümetin doğayı tahrip eden politikalarını dünyaya duyurmaya çalışacak. COP 31, iklim hareketi için bir turnusol kâğıdı olacak diyebiliriz. Sivil toplumun samimiyet testinden geçişini izleyip, notunuzu vermeyi unutmayın.

Madencilik sorunu için öneriler

Özgür Gürbüz-BirGün / 20 Kasım 2025

Foto: Kazdağı Derneği
Geçtiğimiz hafta TMMOB Maden Mühendisleri Odası’nın düzenlediği ‘Türkiye 29. Uluslararası Madencilik Sempozyumu’na (IMCET 2025) katıldım. Özel bir oturumunda konunun uzmanları ile madencilik sektörünün artı ve eksilerini tartıştık. Önerilerimi, iletişimde gördüğüm eksiklikleri anlattım. Düşüncelerimi sizlerle de paylaşayım.

Madenciliğin gerçek ihtiyaçlara göre belirlenmesi, ithalat ve kâr amaçlı madenciliğin öne çıkarılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu da kamucu bir bakış açkısıyla mümkün. Altın madenciliği ihtiyaç meselesini açıklamak için iyi bir örnek. 2024 yılında dünya altın talebi 4 bin 621 ton. En yüksek pay 2 bin 26 tonla mücevherata ait. Yatırım ve merkez bankalarının talebi de biner tonun biraz üstünde. Gerçek ihtiyaç kabul edebileceğimiz teknoloji kaynaklı talep ise sadece 326 ton. Dünya Altın Konseyi rakamlarına göre şu ana kadar çıkarılan altınların tümü teknoloji talebini 663 yıl karşılayacak seviyede.

Bizim altın madenciliği dediğimiz aslında bir daha yerine koyamayacağımız ekosistemleri, su kaynaklarını bilezik, küpe ve düğün hediyelerine dönüştürmek. Takılarınız ya da düğün hediyeniz için Kazdağları’nı, Karadeniz’i, İç Anadolu’yu feda etmeye gerçekten razı mısınız? Kapitalizm suyun bedelini altından ucuz belirlediği için su altından değersiz olmuyor. İhtiyaçları ve neyin gerçekten vazgeçilmez olduğunu bir kez daha düşünmeliyiz.

Madencilik sorununu çözmede atacağımız ikinci adım ise ‘kent madenciliği’nin payını hızla artırmak olmalı. Yerin altında maden aramayı bırakmalı, yerin üstüne bakmalıyız. Ürettiğimiz onlarca araç ve gereçte tonlarca kullanılmış maden var. Bu madenleri geri dönüştürme ve yeniden kullanma kapasitemizi artırmaya yatırım yapmak yeni maden açmaya kıyasla teşvik edilmeli. Avrupa ve ABD’de elektronik ekipmanların toplanma oranı yüzde 50, Japonya ve Güney Kore’de ise yüzde 30 seviyesinde. Türkiye’de net bir istatistik yok ama farklı raporlara bakarak yaptığım hesaplama, 2020 yılında yaklaşık yüzde 10’a ulaştığımızı gösteriyor. Gidilecek çok yol var.

Altın gibi bir takvim çerçevesinde azaltılması gereken bir madencilik de kömür madenciliği. İklim krizinin bir numaralı sorumlusu kömürden elektrik üretmenin yerine koyabildiğimiz, güneş ve rüzgâr gibi seçenekler var. İkame edebiliyorsak kazmamalıyız. Çimentoyu sadece ülke ihtiyacı için üretmek, doğal taş ihracatını sınırlamak gibi yasal düzenlemeler de doğanın üzerindeki baskıyı azaltır. Türkiye özel bir coğrafya. Avrupa kıtası kadar bitki türüne ev sahipliği yapan, dünyanın en eski yerleşim yerlerini barındıran bir ülkede madenciliğe kapalı alanlar olması bu yüzden bir zorunluluk. Çözüm önerilerimden biri de bu.

Hiç sorgulamadan kabul ettiğimiz endüstriyel yaşam biçimi, kent madenciliği de yapsak, güneş paneli veya buzdolabı da kullansak bizi birçok madene muhtaç bırakıyor. Toksik maddeler yine kullanılacak. Bunu da atlamayıp, iğneyi kendimize batırmayı unutmayalım. Tüketimi azaltabiliriz, alternatifler önerebilir ve takı kültürüyle mücadele edebiliriz. Tüm bunları yapsak da maden ihtiyacı bitmeyecek. Orada da çevre ve güvenlik kültürünü, rehabilitasyon ve denetim süreçlerini en üst düzeyde tutacak bir kural ve anlayışa ihtiyacımız var. Panele katılan Türkiye Madenciler Derneği Başkanı Mehmet Yılmaz’ın, çarpıcı bir örneği oldu. Yılmaz, Kanada’da ziyaret ettikleri bir sivil toplum örgütünün belirlediği standartlara işaret ederek, bunları uygulasak Türkiye’de madenci kalmaz dedi. Standartların ne olduğunu bilmiyorum ancak o seviyeye çıkmazsak, “sömürge madenciliği” ve “vahşi madencilik” eleştirilerine de kızamayız.

Kongredeki yüzlerce madenci içinde çevreye önem veren, doğa koruma mücadelelerine destek olan ve bir orta yol arayan onlarca madenciyle tanıştım. Orta yol arayan, hataları söyleyen, kamuyu savunan madenciler. İklim değişikliğiyle ilgili mücadelenin zayıflamasını hayra yoran, Trump’ın iklim inkarcılarına verdiği desteği destekleyen, kömürün enerji içindeki payının istenildiği hızda düşmemesine sevinen ilginç birkaç kişiyle de tanıştım. Açıkçası bu ruh halini anlamakta zorlandım. Yüz binlerce insan ve canlının hayatını tehdit eden, her yıl binlerce can alan iklim krizinin durdurulmamasına sevinmenin anlaşılır bir yanı yok. ‘İşimi kaybederim’ korkusuyla hareket edersek hepimiz topluma karşı sorumluluğumuzu yerine getirmemiş oluruz. Mesele bu değil, iklim inkarcılığıysa, üniversitelerin bilimsel eğitimden uzaklaşma sorunu acilen masaya yatırmalı. Neredeyse yer çekimi gibi üzerinde fikir birliğine varılmış bir konudan söz ediyoruz. Mühendisler ve madenciler sorunun değil çözümün parçası olmalı.