Poşet paraları atık işçilerine maaş olsun

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Ocak 2019

2019’da naylon poşetlerin 25 kuruşa satılmaya başlanmasını olumlu karşılayanlar kadar eleştirenler de var. Ortada yanıtlanmamış sorular, yıllardır kullanılan yanlış tanımlar ve de para olunca kafaların karışması normal. Poşetlerden alınan paranın Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın hesabına gitmesi en çok tartışılan konulardan biri. Ben de herkes gibi bu paranın nerede kullanılacağını merak ediyorum. Yeni makam arabası mı alınacak, iftarlara mı harcanacak yoksa geri dönüşümle ilgili bir yatırım mı yapılacak belli değil.

Şeffaflığın azaldığı, yöneticilerin hesap vermediği, Sayıştay raporlarının bile hiçe sayıldığı Türkiye’de naylon poşetlerden toplanan paranın bakanlıkça amaca uygun kullanılıp kullanılmayacağını sorgulayanları eleştiremeyiz. Belli ki toplumun, yukarıda saydığımız örneklerin artması nedeniyle devleti yönetenlere güveni yok.

O zaman başka bir çözüm bulalım. Önerim basit. Yıllardır sokaklarda dolaşarak çöpleri ayıran ve Türkiye’nin atık sorununun çözümü için en kötü koşullarda çalışan atık işçileri bu parayı herkesten fazla hak ediyor. Poşetlerden toplanan para bu işçilerin en azından asgari ücretle çalıştırılması için ayrılabilir. Her gün onlarca sağlık riskine, soğuğa, sıcağa rağmen gece gündüz çalışan bu işçiler en azından bir hayat güvencesine kavuşabilir. Bu sayede, atık toplama işinin daha düzenli yapılması da sağlanabilir. Ücretlendirerek sayılarını azalttığımız naylon poşetlerin çöpe gidenlerini de atık işçileri sayesinde yeniden kullanım için atık getirme merkezlerine gönderebiliriz.

Çevre Bakanı Murat Kurum, yılda 30-35 milyar poşet kullanıldığını söylüyor. Üçte biri paralı olsa 10 milyar poşet eder. Poşet başına bakanlığa verilecek ücretin 15 kuruş olduğunu biliyoruz. Yılda 1,5 milyar Türk Lirası’nı bulan bir gelirden bahsediyoruz. Kesilen cezalarla bu rakam 1,8 milyar TL’ye çıksa asgari ücretle çalışan yaklaşık 50 bin kişi istihdam edilebilir. Tazminatı, yönetim giderlerini de hesaba katalım, mütevazi olalım; siz deyin 25 bin işçi. Hem geri kazanım şahlanır hem de önemli bir sosyal problem çözülür. Çevre Bakanlığı umarım bu fırsatı kaçırmaz.

Atık işçilerinin naylon poşetlerden toplanan gelirle, hakları tanınmış bir geri kazanım işçisi olması, ‘paranın nereye gideceği’ tartışmasını sonlandırabilir ama tek konu bu değil. Marketlerdeki meyve ve sebze reyonlarında kullandığımız ince poşetler ve benzerleri ücrete tabi değil. Ekmek, zeytin, peynir, kargo poşetleri ve uzaktan alışverişte kullanılanlar da kapsam dışında tutulmuş. Çift kat kalınlığı 15 mikrondan az ve 5x3 cm’den küçükler ücretsiz deniyor. Sabah simidi koyduğunuz poşetten, terzinin verdiği torbaya kadar onlarca farklı kalınlık ve büyüklükte poşet var. Ölçüp, biçmeden bu poşetlerin hangilerinin paralı olduğunun anlaşılması için de bir çözüm bulunmalı. Ücretli olanların üzerine yazmak iyi bir fikir olabilir. Bir plastik torbanın üzerine “çevrenizi koruyun” yazmaktan daha anlamlı olabilir.

Bir de kalın poşetlerini ücretsiz ince poşetle değiştirerek cezadan ve uygulamadan kaçmak isteyenler olabilir. Örneğin ekmek, poğaça ve simit satanlar. Her gün ne kadar çok sayıda tüketildiği ortada. İnsanların her sabah bir ekmek, poğaça veya simit için bir poşet tüketmesini önlemek adına bu gibi tüketimin çok olduğu yerlerde ağırlığına bakılmaksızın tüm poşetler paralı olabilir. Yoksa umulan davranış değişikliği yaratılamayabilir.

Yıllardır plastik poşetlerin doğaya verdiği zararı konuşuyoruz ama iş davranış değişikliğine geldiğinde bahane üreten çok oluyor. Bugüne kadar kendiliğinden plastik tüketimini azaltan ne yazık ki çok az insan var. O yüzden, yasaklama ve mali tedbirler zorunlu görünüyor. Elbette biz daha iyi önerileri bulup hayata geçirene kadar.

Yeni yılda yeni bir dünya

Özgür Gürbüz-BirGün/ 27 Aralık 2018

Çevre hareketinin her yılı bir öncekine göre daha fazla mücadeleye sahne oluyor. Mesleki biçimbozum (deformasyon) mu dersiniz, sana öyle geliyor diye benimle eğlenir misiniz bilemiyorum ama diyalektik benim yanımda.

Kapitalizmin doğayı sınırsız bir sermaye olarak görmesi ve tüketmesiyle yıkıma doğru giden bir sürecin içindeyiz. Sermaye kabul edilen doğanın aslında gezegendeki her canlının yaşam kaynağı olması çatışmayı kaçınılmaz kılıyor. “Yıkım uzun zamandır sürüyor ama çatışma neden bu kadar gecikti” diye sorabilirsiniz. Güzel soru.

Çatışmanın gecikmesinin ardındaki neden insanın mücadele sürecine geç katılıyor olması. Doğa uzun zamandır direniyor zaten. Çoğumuz, etkisini hissetmediğimiz doğa yıkımlarına karşı kaygısızız. Ölen tilki, soyu tükenen bir kuş, başka bir ildeki termik santral, günlük hayatımızda gözle görülür bir değişime yol açmıyorsa, onları korumak için mücadele etmek özel bir motivasyon gerekiyor. Kelebek etkisine itirazım yok ama kelebeği göremeyen insan sayısı da çok fazla. O yüzden de evimizin önünde kesilen bir ağaca, binlerce ağacı ve canlıyı öldürecek ancak gözle görünmeyen radyasyondan daha fazla itiraz ediyoruz.

Kapitalizmin hasar verdiği alan büyüdükçe, insanı ve etkileşimde olduğu canlıları rahatsız ettikçe, çevre veya ekoloji mücadelesinin büyümesi de kaçınılmaz. Bu çatışma yeni bir ekonomik ve toplumsal sistemin kurulmasıyla son bulabilir. Diyalektik böyle diyor.

Bu yeni sistemin özünde insan değil doğa olmak zorunda. Hasar almış, kurtarılmayı bekleyen doğa merkezde olmazsa, onun sayesinde yaşayan insanın iyileşmesi de mümkün değil. Açık konuşmak gerekirse, şirket ve kâr merkezli mevcut ekonomik düzeni bir kenara bırakarak işe başlamalıyız. Üretim süreçleri tüketim toplumuna yanıt verecek şekilde düzenlenmemeli. Gerçek ihtiyaçlar ve toplumun yeniden sosyalleşmesi adına bireylere daha fazla zaman yaratacak bir üretim modeli benimsenmeli. Basitçe söylersek, çalışma saatlerinin düşürüldüğü, lüks tüketim malları yerine temel ihtiyaçların önceliklendirildiği ve çalışanların kendilerine daha fazla zaman ayırabildikleri, sosyal bir üretim sürecine geçmeliyiz. Sahip olduğumuz teknolojik gelişimi, plajda bile çalışmak yerine, plaja daha fazla gidebilmeyi sağlayacak verimli üretim yöntemlerinin aracı yapmalıyız.

Üretmek için tüketimi artıran bir sistem artık kabul edilemez. Oturduğumuz yerden kilometrelerce uzakta üretilen gıdayı taşımak için daha fazla çalışmak ve enerji üretmek zorunda kalıyorsak yanlış yaptığımız ortada. Tükettiği yerde üreten, yavaş yaşayan, yaşam kalitesini maddi ama etkisi kısa süreli ürün ve hizmetlerle değil sosyal değerlerle artırmaya çalışan başka bir toplum kurmalıyız. Bu toplum, yükselen çevre mücadelesinin meyvesi olmalı. “Hayatta en çok sevdiğim” diye adlandırdığınız çocuğunuz, sevgiliniz ya da ailenizle haftada bir gün süpermarkette veya alışveriş merkezinde buluşuyorsanız, kısa yaşamınızı çok iyi geçirdiğinizi iddia edemezsiniz. Binlerce icat ve makinanın size sunabileceği dünya bu mu?

Hayatınızı lüks bir yaşam umuduyla elinizden alıp kaçıran, sizi ve doğayı hasta eden, kısa süreli mutluluklarla (yeni bir cep telefonu modeli çıkana kadar) oyalayan, 70 yaşınıza kadar çalışmak zorunda bırakan mevcut sistemden memnun musunuz? Bu sistemin yerine, yılda üç ay tatil vadeden, dostlarınızla ve tüm canlılarla daha mütevazi ama çok daha uzun süre mutlu yaşayabileceğiniz, rekabetin yerini erdemin aldığı ekolojik bir dünya kurmayı önerseler, hayır der miydiniz? Herhalde demezdiniz…

Bütün bunları neden mi yazıyorum? Hani, olur da 2019 için yeni yıl dileği peşine düşmüşsünüzdür. Benimkinden kopya çekmek serbest, o yüzden yazıyorum.