Özgür Gürbüz-Birgün/27 Mayıs 2012
Geçen haftaki yazımda “Okul Sütü
Zeka Küpü” projesinin nasıl çevre düşmanı bir proje olduğunu
uzun uzadıya anlatmıştım. Okuyucularımızın bazıları bana
ulaşıp görüşlerini belirtti. Karadeniz’deki yaylaların
tetrapak kutularla dolu olduğundan, plastik torba kullanımının
kontrolden çıktığından şikayet eden çok sayıda ileti aldım.
Hepsi çok yerinde tespitler içeriyor ve şuna işaret ediyor: Geri
dönüşüm, yeniden kullanım ve daha az atık üretme konusunda
sınıfta kalmışız!
Tekrar yazıyorum, “Okul Sütü”
kampanyası 10 ay sürecek olsa fazladan 1 milyar 440 milyon adet
tetrapak kutu üretilmiş olacak. Bu kutuların geri dönüştürülmesi
zor ve ne kadarı geri dönüştürülüyor bilinmiyor. Halbuki,
sütler cam şişede dağıtılsa örnek bir geri dönüşüm
kampanyası başlatılabilir, ilkokul çağındaki binlerce çocuk
geri dönüşümü öğrenebilir demiştim. Sütünü içen çocuk
boş cam şişeyi sınıftaki kasaya koyar, ertesi gün süt getiren
araç boş kasayı alır, dolusunu bırakır. Araçlar zaten okula
geldiği için fazladan enerji harcanmaz, çöp çıkmaz. UHT
tartışmaları da cam şişedeki süt günlük tüketileceği için
son bulur. Biz çocukluğumuzda cam şişeden süt içerdik, tek tük
de olsa bazı bakkallarda hâlâ var. Şimdi neden yok? Zekamız
ilerlesin diye süt içiyoruz ama pek işe yaramıyor galiba?
AVRUPA MERSİN’E TÜRKİYE TERSİNE
Ne yazık ki
ülkemizde fikir üretme konusunda gazetecilere, yazarlara getirilen
kısıtlamanın bir benzeri çöp üretenlere getirilmiyor. Her sabah
aynı filmi izliyorum. Bir adet simit, sandviç için bile plastik
torba isteyen insanlar var. Kağıt amabalajın üstüne bir de
plastik torba isteyen bu kişiler, acaba 100-150 yıllık bir günaha
imza attıklarının farkında mı? Madem o kadar çok seviyorsunuz
bu plastik torbaları, atın çantanıza bir tane, aynıtorbayı
kullanın. Çoğunun, alıp aynı gün çöpe attıkları o plastik
torbanın yok olduğunu görmeye ömrü bile yetmez. Bunu her gün
2-3 defa yaptığınızı düşünün, dağ kadar plastik torbanın
bilfiil sorumlusu olursunuz. Size ülkemizin halini anlatan bir rakam
vereyim. 1990-2010 yılları arasında Türkiye'de atıklardan
kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan daha fazla artarken
Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20 civarında azalmış. Avrupa'nın
tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık
yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve
benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği ortada.
Avrupalı bunu keyfinden yapmıyor, öğretiliyor ve kurallarla
uygulatılıyor. Onlar daha az atık çıkarmaya çalışıyor biz
ise adeta daha çok üretmek için yarışıyoruz. Sonra da
soruyoruz, kanserli hasta sayısı neden bu kadar arttı diye?
YAPTIRIM OLMALI
Hayatımın bir bölümünü Oxford’ta
geçirdim, izninizle orada bu iş nasıl yapılıyor anlatayım.
İngiltere’nin hemen hemen her kentinde olduğu gibi Oxford’ta
da, geri dönüşüm kurallarına uymak zorundasınız. Belediye size
üç farklı geri dönüşüm kutusu ve bir de örülmüş plastikten
yapılmış, çok uzun süre kullanabileceğiniz bir bahçe atıkları
torbası verir. Bundan sonra sorumluluk sizde. Çöplerinizi
ayrıştırmak zorundasınız. Yeşil kutuya en çevreci atıklar
konur; gazeteler, kağıtlar, camşişe ve kavanozlar. Mavi kutuya
ise kartonları, alüminyum, plastik ve metalden yapılmış
ambalajları atarsınız. Bahçe torbası bitki atıkları ve çimler
içindir. Evinizin bahçesi varsa kompost, yani bitki atıklarını
çürüterek gübre yapmanıza da izin verilir. Ayaklı yeşil çöp
kutusu ise geri dönüştürülmesi ekonomik olmayan ya da zor olan,
çöp depolama alanlarına götürülecek atıkları içerir. Bugün
okullarda çocuklara dağıtılan sütün ambalajlandığı tetrapak
kutular, yoğurt kapları, plastik torbalar, deodrant kutuları ve
mutfaklarda sıkça kullanmaya başladığımız folyolar bu gruba
girer. Bırakın geri dönüştürülebilecek malzemeyi yanlış
kutuya atmayı, bu kutuları temiz tutmaz, aşırı doldurursanız
cezayı yersiniz; sanıyorum şimdilerde bu rakam 80 pound, yaklaşık
240 Türk Lirası. Yaptırım olmazsa kimse başlamaz ama başlarsa
gerisi gelir.
NERDE O ESKİ BEBEK BEZLERİ?
Daha bitmedi, en
çarpıcı örneği, bebek bezlerini en sona sakladım. Biliyorum
bazılarınız “işin suyunu çıkarma” (argoda konuya uygun bir
başka söz daha var) diyecek ama kalemimin kemiği yok, tutamıyorum.
İngiltere’de her yıl 3 milyar bebek bezi çöpe atılıyor ve
bunun için de 7 milyon ağaç kesiliyor. Oxford'ta bu rakam günde
100 bin. Evden çıkan çöplerin yüzde 4’ü bebek bezi. Çocuğu
olanlar, bebeklerin bu konuda ne kadar sıkıçalıştıklarını iyi
bilirler. Belediye hesap yapmış, tek çocuklu bir aile, 'kullan-at'
bebek bezleri yerine bizim annelerimizin kullandığı klasik bezleri
kullansa, bezleri evde yıkasa yılda 600 pound (1700 TL) tasarruf
ediyormuş. “Hayatında bebek bezi
yıkamış olsan bunları yazmazdın” ya da “bu
iş hep kadınların başına kalıyor, erkekler için
konuşması kolay” diyenleri duyar gibiyim. Demokrasilerde çare
tükenmez. Oxford ve İngiltere’nin birçok yerinde evinize kadar
gelip kullanılmışbebek bezlerini toplayan, yıkadıktan sonra da
size getiren firmalar var. Haftada 8-10 pounda bu işi yapıyorlar.
İster kendiniz yıkayın ister yıkatın, maddi açıdan tasarruf
ettiğiniz gibi çevreyi de korumuş oluyorsunuz. İngiltere’de
belediyeler gerçek bez kullanmaları için ailelere bedava örnek
bile gönderiyor. İlerleme dediğimiz şeyin dönüp dolaşıp eski
yaptıklarımızıhatırlamak olması çok manidar. Annemizin
sözünden hiç çıkmamalıydık belki de.
Şimdi sormak lazım,
başta Karadeniz olmak üzere, orman alanlarını,dere yataklarını
çöp depolama alanı ilan eden belediyelerin kaç tanesi o bölgede
yaşayan insanların daha az çöp çıkarmalarıiçin bu ve benzeri
yöntemler geliştiriyor? “Yerimiz
yok” deyip doğaya çöpleri dökmek kolay ama “yerimiz
yok” deyip, daha az çöp üretin demek neden bu kadar zor? Oy
kaygısı, şirketlerin baskısı, nedir elinizi kolunuzu bağlayan?
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Avcılar'da nükleer santraller tartışılacak
Danıştay kararına, halkın tepkisine ve ÇED raporu için düzenlenen halkın katılımı toplantısının protestolar nedeniyle yapılamamasına rağmen nükleerde ısrar edilmesi tepki topluyor. Geçtiğimiz ay birçok kentte hükümetin nükleer santral kurma planları protesto edilmişti. Peki, nükleer karşıtları neden nükleer enerjiye hayır diyor? Neden karşılar? Nükleer Karşıtı Platform ile Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) bu ve benzeri soruların masaya yatıralacağı, 'Nükleer Santraller' başlıklı bir panel düzenliyor. Panel, 25 Mayıs 2012 Cuma günü saat: 19:30'da Avcılar ÖDP İlçe binasında (Avcılar Belediyesi yanı) düzenlenecek. Ben de konuşmacılar arasındayım ve özellikle ekonomi ve demokrasi açısından nükleer santral konusunu ele almaya çalışacağım. Dünyada nükleer enerjinin son durumunu da rakamlarla, tarafsızca anlatmayı planlıyorum.
Avrupa ve Türkiye'nin iklim politikaları ne kadar farklı?
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/21 Mayıs 2012
Durban'daki Taraflar Toplantısı'nın üzerinden altı ay geçti. Küresel iklim değişikliğini durdurma niyetindeki ülkeler Almanya'nın Bonn kentinde toplandı. 25 Mayıs'a kadar sürecek toplantılardan çıkacak kararlar, Katar'da yapılacak 18. Taraflar Toplantısı'na (COP 18) dair umutları arttıracak veya azaltacak. Bonn'daki toplantı kritik çünkü bu yıl sonunda Kyoto'nun ilk yükümlülük dönemi bitiyor. İkinci yükümlülük dönemi 2013'te başlıyor. Bonn'daki toplantıda ikinci dönemin beş mi yoksa sekiz yıl mı süreceğine dair bir karar alınması ve yeni anlaşmayla ilgili yol haritasının belirlenmesine çalışılacak.
Her şey toz pembe değil. İkinci dönem yükümlülük alacak ülkelerin sayısında azalma var. ABD yine ortada yok, daha önce elini taşın altına koyan Kanada, Avustralya ve Japonya bu defa sorumluluk almaktan kaçıyor. Bu durumda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya'nın kendilerine azaltım hedefi belirlemeleri de sürpriz olur. Avrupa Birliği'nin (AB) tek umudu 2015 yılına kadar masadan kaçan ülkeleri yeniden biraraya getirecek yeni bir formül, anlaşma metni bulmak. Protokolün Ek-1 listesinde yer almalarına rağmen sorumluluktan kaçan bu ülkeler ikna edilinceye kadar da mevcut mekanizma (Kyoto Protokolü) sürdürülmek zorunda.
Peki, hedefi AB'ye tam üyelik olan Türkiye ne yapıyor? Bugüne kadar izlediği iklim politikası AB ile ne kadar uyumlu? Bu noktada geçmişe bakıp, politik mücadelenin lideri AB ile Türkiye'nin seragazı emisyonlarının kısa bir analizini yapmak faydalı olabilir. İşin özeti ve temel farklılık şu: AB seragazı emisyonlarını azaltarak Kyoto hedefini yakalarken Türkiye hedef almamanın verdiği rahatlıkla seragazı emisyonlarını hızla arttırıyor.
Bildiğiniz gibi AB-15, Kyoto Protokolü'nde ortak bir hedef aldı; 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltma hedefi. 15 ülke, kendi içinde farklı sorumluluklar alarak ortalamada yüzde 8'i tutturma sözü verdi. 2010 sonu verilerine göre AB 1990 yılına göre emisyonlarını yüzde 11 oranında azaltmış. Yüzde 8'den daha fazla. AB-15 içerisinde bazı ülkeler hedeflerine ulaşamasa da Fransa, Almanya, İsveç ve Büyük Britanya'nın hedeflenenden daha fazla azaltım yapması ortalamayı kurtarıyor. Türkiye ise 1990-2010 yılları arasında yüzde 115'lik bir artışa imza attı. Buradan çıkan sonuç şu: Hedef olmayınca durum kontrolden çıkıyor. AB ile Türkiye'nin arasındaki en büyük fark bu.
Sektör bazında ele aldığımızda hem benzerliklere hem de farklılıklara rastlıyoruz. AB-15'de enerji sektörü 1990 yılında 3 bin 278 teragram (Tg) seragazı emisyonuna (CO2 eşdeğeri) neden olurken 2010'da bu rakam 3 bin 42 Tg olmuş; yaklaşık yüzde 10 azalmış. Türkiye'de ise azalma değil, iki kattan daha fazla (132'den 285 milyon tona çıkmış) bir artış var. Avrupa enerji sektörünü karbonsuzlaştırırken biz tersini yapmışız.
Endüstriyel işlemler sonucu ortaya çıkan seragazı miktarı AB-15'de yüzde 25 civarında azalırken bizde üç kattan fazla artmış. İki enerji yoğun sektörün payı büyük, demir-çelik ve çimento. Örneğin, Türkiye'de çimento sektörü güçlenirken Avrupa'da güç kaybetmiş. İki tarafta da tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan seragazı miktarı azalmış, bu da herhalde AB'nin tarım sektörünü küçültme politikalarının Türkiye'de de uygulanıyor olmasından kaynaklanıyor.
Çok fazla konuşulmayan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğüm bir zıtlık ise atıklarla ilgili. Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20'lere yaklaşan bir azalma eğilimi var. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği söylenebilir. Türkiye'nin mevcut iklim politikalarının AB'nin aksine olumsuz sonuçlar doğurduğu ve ters yönde bir eğilime sahip olduğu ortada.
Türkiye'nin dikkat etmesi gereken bir başka başlık da ulaşım. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığı çok konuşuluyor ama otomobil reklamlarının medya kuruluşları için yarattığı cazibeden mi bilinmez, bu bağımlılıkta petrolün payı 'nedense' hiç konuşulmuyor. Karayolu ulaşımı Türkiye'nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 88'ini oluşturuyor. Havacılık hızlı artışıyla tehlike sinyali veriyor, şimdiden payı ulaşım içinde yüzde 6,75'e ulaştı.
Bu hızlı artış bir altyapı ve beraberinde yaratılan bir kültürün (duble yollar, havaalanları) sonucu olduğu için ciddi tehlike arz ediyor. Enerji santrallerini daha az karbon üretenlerle değiştirmeniz tüketiciyi rahatsız etmez, onların ilgilendiği ihtiyaç duydukları elektriğe kavuşup kavuşmamaktır. Otomobile, uçağa alıştırılan tüketiciye trene veya bisiklete bin dediğinizde ise buna direnebilir; alışamayabilir. Dikte edilen otomobil kültürünü reddetmek zor. ABD'nin Kyoto konusundaki en büyük tereddütü, emisyonları azaltmak için alınacak tedbirlerin aslında hızlı tüketime dayalı yaşam biçimini değiştirmeye zorlayacak olmasıdır. Avrupa ise bu tüketim kültürüne daha mesafelidir. Bu yüzden de uyum sürecinin ilk aşaması daha az sancılı geçiyor.
AB ile Türkiye aynı yolda yürüdüğünü iddia ediyor ama birçok konuda olduğu gibi iklim politikalarında da farklı şarkılar söylüyor.
Durban'daki Taraflar Toplantısı'nın üzerinden altı ay geçti. Küresel iklim değişikliğini durdurma niyetindeki ülkeler Almanya'nın Bonn kentinde toplandı. 25 Mayıs'a kadar sürecek toplantılardan çıkacak kararlar, Katar'da yapılacak 18. Taraflar Toplantısı'na (COP 18) dair umutları arttıracak veya azaltacak. Bonn'daki toplantı kritik çünkü bu yıl sonunda Kyoto'nun ilk yükümlülük dönemi bitiyor. İkinci yükümlülük dönemi 2013'te başlıyor. Bonn'daki toplantıda ikinci dönemin beş mi yoksa sekiz yıl mı süreceğine dair bir karar alınması ve yeni anlaşmayla ilgili yol haritasının belirlenmesine çalışılacak.
Her şey toz pembe değil. İkinci dönem yükümlülük alacak ülkelerin sayısında azalma var. ABD yine ortada yok, daha önce elini taşın altına koyan Kanada, Avustralya ve Japonya bu defa sorumluluk almaktan kaçıyor. Bu durumda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya'nın kendilerine azaltım hedefi belirlemeleri de sürpriz olur. Avrupa Birliği'nin (AB) tek umudu 2015 yılına kadar masadan kaçan ülkeleri yeniden biraraya getirecek yeni bir formül, anlaşma metni bulmak. Protokolün Ek-1 listesinde yer almalarına rağmen sorumluluktan kaçan bu ülkeler ikna edilinceye kadar da mevcut mekanizma (Kyoto Protokolü) sürdürülmek zorunda.
Peki, hedefi AB'ye tam üyelik olan Türkiye ne yapıyor? Bugüne kadar izlediği iklim politikası AB ile ne kadar uyumlu? Bu noktada geçmişe bakıp, politik mücadelenin lideri AB ile Türkiye'nin seragazı emisyonlarının kısa bir analizini yapmak faydalı olabilir. İşin özeti ve temel farklılık şu: AB seragazı emisyonlarını azaltarak Kyoto hedefini yakalarken Türkiye hedef almamanın verdiği rahatlıkla seragazı emisyonlarını hızla arttırıyor.
Bildiğiniz gibi AB-15, Kyoto Protokolü'nde ortak bir hedef aldı; 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltma hedefi. 15 ülke, kendi içinde farklı sorumluluklar alarak ortalamada yüzde 8'i tutturma sözü verdi. 2010 sonu verilerine göre AB 1990 yılına göre emisyonlarını yüzde 11 oranında azaltmış. Yüzde 8'den daha fazla. AB-15 içerisinde bazı ülkeler hedeflerine ulaşamasa da Fransa, Almanya, İsveç ve Büyük Britanya'nın hedeflenenden daha fazla azaltım yapması ortalamayı kurtarıyor. Türkiye ise 1990-2010 yılları arasında yüzde 115'lik bir artışa imza attı. Buradan çıkan sonuç şu: Hedef olmayınca durum kontrolden çıkıyor. AB ile Türkiye'nin arasındaki en büyük fark bu.
Sektör bazında ele aldığımızda hem benzerliklere hem de farklılıklara rastlıyoruz. AB-15'de enerji sektörü 1990 yılında 3 bin 278 teragram (Tg) seragazı emisyonuna (CO2 eşdeğeri) neden olurken 2010'da bu rakam 3 bin 42 Tg olmuş; yaklaşık yüzde 10 azalmış. Türkiye'de ise azalma değil, iki kattan daha fazla (132'den 285 milyon tona çıkmış) bir artış var. Avrupa enerji sektörünü karbonsuzlaştırırken biz tersini yapmışız.
Endüstriyel işlemler sonucu ortaya çıkan seragazı miktarı AB-15'de yüzde 25 civarında azalırken bizde üç kattan fazla artmış. İki enerji yoğun sektörün payı büyük, demir-çelik ve çimento. Örneğin, Türkiye'de çimento sektörü güçlenirken Avrupa'da güç kaybetmiş. İki tarafta da tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan seragazı miktarı azalmış, bu da herhalde AB'nin tarım sektörünü küçültme politikalarının Türkiye'de de uygulanıyor olmasından kaynaklanıyor.
Çok fazla konuşulmayan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğüm bir zıtlık ise atıklarla ilgili. Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20'lere yaklaşan bir azalma eğilimi var. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği söylenebilir. Türkiye'nin mevcut iklim politikalarının AB'nin aksine olumsuz sonuçlar doğurduğu ve ters yönde bir eğilime sahip olduğu ortada.
Türkiye'nin dikkat etmesi gereken bir başka başlık da ulaşım. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığı çok konuşuluyor ama otomobil reklamlarının medya kuruluşları için yarattığı cazibeden mi bilinmez, bu bağımlılıkta petrolün payı 'nedense' hiç konuşulmuyor. Karayolu ulaşımı Türkiye'nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 88'ini oluşturuyor. Havacılık hızlı artışıyla tehlike sinyali veriyor, şimdiden payı ulaşım içinde yüzde 6,75'e ulaştı.
Bu hızlı artış bir altyapı ve beraberinde yaratılan bir kültürün (duble yollar, havaalanları) sonucu olduğu için ciddi tehlike arz ediyor. Enerji santrallerini daha az karbon üretenlerle değiştirmeniz tüketiciyi rahatsız etmez, onların ilgilendiği ihtiyaç duydukları elektriğe kavuşup kavuşmamaktır. Otomobile, uçağa alıştırılan tüketiciye trene veya bisiklete bin dediğinizde ise buna direnebilir; alışamayabilir. Dikte edilen otomobil kültürünü reddetmek zor. ABD'nin Kyoto konusundaki en büyük tereddütü, emisyonları azaltmak için alınacak tedbirlerin aslında hızlı tüketime dayalı yaşam biçimini değiştirmeye zorlayacak olmasıdır. Avrupa ise bu tüketim kültürüne daha mesafelidir. Bu yüzden de uyum sürecinin ilk aşaması daha az sancılı geçiyor.
AB ile Türkiye aynı yolda yürüdüğünü iddia ediyor ama birçok konuda olduğu gibi iklim politikalarında da farklı şarkılar söylüyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)