Suyu çıkmış bir forumun suyunu çıkardık

Türkiye’de herkesin gündemine bir anlamda zorla giren 5. Dünya Su Forumu toplantıları Haliç’in kıyılarında yapıldı ve bitti. Geride kocaman bir soru işareti bırakarak. Ne oldu bu bir haftada, neler olmadı...

Özgür Gürbüz-Karga Mecmua / Nisan 2009

İstanbul, resmi rakamlar ciddiye alınırsa, yerli yabancı 35 bin kişinin katıldığı bir büyük organizasyona ev sahipliği yaptı. Sudan değil ama suyla ilgili meseleler tartışıldı. Forum başladığı ilk gün protestolara sahne oldu. 30 kişi yaralandı, 17 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan “Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu” üyeleri, gözaltında oldukları 30 saat boyunca, İstanbul Vatan Caddesi’ndeki emniyet binasındaki nezarethanelerde planladıkları forumlara devam ettiler. Su havzalarına yapılan ve yapılması düşünülen baraj projelerini tartıştılar. Gözaltındaki forumdan, Tunceli’nin Munzur Nehri’ne yapılan 8 baraja, Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı’na, tarihi antik kent Allionai’yi adeta arkeologlara boşuna kazdınız der gibi tarihe gömecek olan Yortanlı Barajı’na ve Karadeniz’in azgın nehirlerine “gem” vurmaya çalışan onlarca baraj projesine hayır kararı çıktı.

Hangi kararlar alındı?
Peki, 35 bin küsur kişinin katıldığı resmi forumdan hangi kararlar çıktı? Yapılan basın açıklamalarından, İstanbul Su Mutabakatı adlı belgeden, bakanların, dünya liderlerinin (5 Cumhurbaşkanı ve birkaç Prens) açıklamalarından geriye ne kaldı? Su kaynaklarının yönetimi konusunda acil eylem çağrısı, suyun yaşamsal öneminin vurgulanması, özellikle tarımsal sulamanın nasıl da savurganca su kullandığının girdiğim her toplantıda tekrar tekrar anlatılması ilk aklıma gelenler. Aslında herhangi bir bağlayıcı yaptırımı olmayan tavsiye kararlarının alındığı bir toplantıdan başka bir şey beklemek de pek doğru olmazdı zaten. Toplantının, dışarıdaki izleyicilere su konusunda bilinçlenme, tasarrufa önem verme gibi etkilerinin olduğu muhakkak. İçeridekiler ise Hamidiye sebillerinden akan su, çorum leblebisi, akşamları verilen kokteyllerden nasiplerine düşenlerle yetindiler. Toplantının organizasyonundaki eksi ve artıları bir kenara bırakıp, asıl toplantıdan ne çıkmadığına ve basın bülteni olarak bizim elimize ulaşmayanlara bakarsak sanırım daha faydalı bir iş yapmış oluruz.

Mutabakat yok
5. Dünya Su Forumu Bakanlar Süreci Başkanı Sumru Noyan, “Forumda su hakkı, insan hakkı ve sınırı aşan sular konusunda geçmişte ya da günümüzde yürürlükte olmayan hususlarda tam mutabakata varamadık” diyor Milliyet Gazetesi’nde 22 Mart tarihinde yayımlanan haberde. Forum öncesi ve içerideki tartışmaları bildiğimiz için burada bir kelimenin ardına dair okuma yapabiliriz sanıyorum. Anlaşılan o ki, toplantıya katılan bakanlar ve onların temsilcileri suyun bir insan hakkı olup olmadığı konusunda pek anlaşamamışlar. Halbuki, Bakanlar Toplantısı’ndan önce açıklanan “İstanbul Su Mutabakatı”nda böyle bir madde var. Temiz suya ve temel sağlık standartlarına (hijyenik özel bir tuvalet gibi) erişimin bir insan hakkı olduğu orada kabul ediliyor. Bakanlar Toplantısı’nda ise böyle bir karar çıkmıyor. Noyan bu kouyu da şöyle açıklıyor: “Bütün ülkelerin katılımı ve görüşleri alınarak bazı konularda, örneğin su hakkı, insan hakkı, sınır aşırı sular konusunda geçmişte ve hâlâ yürürlükte olmayan sözleşmelere atıfta bulunmak gibi hususlarda mutabakat tam sağlanamadı. Sağlanamayan hususları belge dışı bıraktık. Burası Birleşmiş Milletler (BM) forumu değil”.

Patronlar finansör
Evet, burası iklim toplantılarının yapıldığı, Kyoto gibi bağlayıcı hedeflerin çıktığı bir BM toplantısı değil. Peki, neyin toplantısı ya da kim organize ediyor suyun forumunu? Yanıtı basit; Dünya Su Konseyi (DSK). Kim bu Dünya Su Konseyi? Noyan’ın da belirttiği gibi bu BM’ye ait bir oluşum değil. Üyelerinin ödediği aidatlar, hükümetlerden alınan hibeler ve içinde yer alan sarı sendikalara benzeyen, “resmi” sivil toplum örgütlerinden gelen parayla ayakta duruyor. Bir de Konsey merkezinin yer aldığı Marsilya Belediyesi’nin desteği var. Amaç, farkındalık yaratmak, su ile ilgili önemli kararların alınması için gerekli kuruluşları ve tabi ki hükümetleri harekete geçirmek. Kısacası içerisinde şirketler var, suyla uğraşan, sudan para kazanan şirketler. Fransızların bu konuda ne kadar iyi olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Marsilya bir rastlantı değil demek istiyorum. Şu andaki başkanı Loic Fauchon aynı zamanda “Société des Eaux de Marseille” in (Marsilya Su Şirketi) de başkanı. Fransızların suyla haşır neşir olan iki dev firması Veolia ve Suez’in ortak şirketinin.

Durum böyle olunca bu forumdan, suyun insan hakkı olduğuna dair bir karar çıkmasını beklemek hayal olur. Temiz, içilebilir suya erişim insan hakkı olarak kabul edilirse DSK’nin içinde yer alan firmaların ne yapacağını düşündünüz mü hiç? Özellikle de sudan gelen tatlı karın en çok şişelenmiş içme suyu satışında elde edildiğini düşünürsek. İnsan hakkını şişeleyip satamazsınız. Üstünden para kazanamazsınız. Türkiye’de planlandığı gibi, herkesin hakkı bulunan nehirleri 49 yıllığına özel şirkete satamazsınız. İşte bu nedenle özel şirketlerin kontrolünde olan bazı hükümet yetkililerinin, İstanbul’daki forumda böyle bir karara imza atması olasılık dışıydı ve çıkan sonuç sürpriz olmadı denebilir. Su Forumu’ndan dışarıya yansımayan, bu buluşmanın halklar ile devletler arasında bir kavuşmadan çok şirketler ile hükümetler ve şirketler ile şirketler arasında bir buluşma olduğudur. Kapalı kapılar ardında birçok toplantının forum boyunca gerçekleştirildiğini biliyoruz.

Suyun ticaretleşmesine hayır
Bu koskoca Su Forumu’nda insanları umutlandıracak kararlar çıkmamış olabilir. Ancak, eş zamanlı olarak yapılan, Suyun Ticarileştirilmesine Hayır platformunun yaptığı forumda, dünya üzerinde adil dağılmayan suyun eşit paylaşılmasını isteyen onlarca insanın olması yüreklere su serpti. Türkiye’de, parasız da olsa temizlik ve temel ihtiyaçlarını karşılamak isteyen hemşehrilerine 10 tona kadar suyu bedava veren Dikili gibi bir belediyenin olması da bir başka umut kaynağı oldu. Dünyada, devletin su dağıtım şebekelerini kamuya ait ama özerk bir kuruma verip, ülkenin yüzde 90’ından fazlasına musluktan akan suyu içme şansını verdiği Kosta Rika gibi bir ülke olması da bir başka neşe kaynağı oldu. Bolivya’da halka su getiriyorum diye yola çıkan Suez firmasının, fahiş fiyatlarla su satmaya başlaması ile halkın yağmur suyu toplamaya başlaması ve firmanın buna müdahalesiyle başlayan isyanın hükümet devirmeye kadar gidip Eva Morales’i işbaşına getirmesini Bolivya’dan gelen konuklardan dinlemek de ayrı bir zevkti.

Dünya Su Forumu olmasa belki de su üzerine bu kadar düşünmeyecek, suyun sadece tarımda israf edildiğini, sanayide kaçak kullanıldığını hiç öğrenmeyecek, çiftçiye kızıp sanayiciye melek gözüyle bakacaktık. Kosta Rika’da, Bolivya’da mücadele edenlerin nelere kadir olduklarını hiç öğrenemeyecektik. Sudan umut yaratıp içemeyecektik. Su gibi aziz ol Dünya Su Forumu!

Anne, kız ve Obama

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 13 Nisan 2009

- Kız, kapı çalıyor baksana.
- ...
- Kapı çalıyor diyorum, baksana kız!
- Açtım anne açtım. Hiii!
- Ne oldu, kim gelmiş?
- Barak Obama gelmiş anne!
- Barak da kim? Dalga geçme sabah sabah, alırım ayağımın altına şimdi seni.
- Ya, Başkan Obama gelmiş anne, Hüseyin başkan var ya... Amerikalı olan.
- Ayy, deme gız. Sabah Halime Teyze falıma bakmıştı, orada da çıkmıştı. Al içeri al. Kaldır o oturma odasındaki kanepenin üzerindeki örtüyü oraya otursun.
- Aldim zaten anne. Sen in aşağı hemen.
- Geldim, geldim. Obama gelmiş ziyarete, Allah’ıma şükürler olsun. Sor bakayım çay içer miymiş? Yeni demledim daha...

- Anne, pek de yakışıklı ama di mi?
- Bana bak gız, iki dakika olmadi içeri gireli. Kendine gel yırtarım ağzını.
- Sanırım o da benden hoşlandı.
- Kız sus, duyacak! Kendine gel, bakma öyle mayhoş mayhoş. Pııışşşşt!
- Türkçe bilmiyor ki anne. Mis gibi adam işte!
- Şıısssssst!
- Anne, çıkarma öyle sesler. Bak, zıplattın adamı yerinden. Bu iki etti, üçüncüde gider valla.
- Bu da pek ürkekmiş canım. Top patlıyor zıplıyor, kapı çalıyor zıplıyor.
- Amerika’da yok böyle şeyler anne, alışık değil.
- Haklısın, gurbet elde sayılır. Garibim Hüseyinim, kaç gündür yollarda kimbilir.
- Allah’tan hafta sonuna kalmıyor. Fener-Galatasaray maçı var. Sonrasında neler patlamaz ki!

- Niye içmiyor çayı?
- Ezan okunuyor ya ondan; ara verdi.
- Söyle, içsin soğutmasın. Seferi sayılır o, günah yazılmaz.
- Acelesi varmış zaten. Eğir Fors Van’a gidecekmiş.
- Van’a da mı gidecek? Ayol ne işi var orada? Canavar manavar kapar gencecik adamı, yazık olur. Dünyanın umudu Hüseyinime...
- Öyle değil anne, uçağının adı, “Eğir Fors Van”.
- Uçağı da mı var?
- Sarayı bile var; hemi de beyazından.
- Bana bak gız. Kendine mukayet ol, yine yüzün gözün oynamaya başladı. "Beyazından" derken kalçandaki hareketlenmeyi görmedim sanma.
- Hemi de müslüman sayılır anne...
- Nereden biliyon?
- Kardeşi Türkiye’ye geldi. Gazeteciler sormuş hatta pipisine bakmak istemişler.
- Suuuuus terbiyesiz! Elin adamının yanında pipi mipi denir mi! Suuuuuus!
- Türkçe bilmiyor anne.
- “Evet” dedi ya!
- Sadece “evet” demeyi biliyor anne. Henüz “pipi”ye gelemedi.
- Sadece “evet” mi diyor sahi?
- Vallahi sadece “evet” diyor. Ne dersen “evet” diyor.
- Deme gız. Bundan iyi koca olur vallahi. Ben babandan kırk yıldır bana bir kez “evet” dediğini duymadım.
- Yakışıklı da ama; di mi anne?
- Yukarıda Allah var. Vallahi öyle.
- Anne, sence?
- Ne bence?
- İşte ya... "We can do"* yani.
- Haa. Yes, kızım yes. Hatta "just do it"kızım, just do it!**


* Obama'nın seçim kampanyasında kullandığı "Yapabiliriz" anlamına gelen slogan.
** Hemen yap.

Hıristiyanlar Paskalya bayramına hazırlanıyor

Hıristiyan aleminin en önemli dini bayramı Paskalya, cumartesi gecesi kiliselerde yapılacak olan ayinle başlayacak. Ancak Hıristiyan cemaati hazırlıklara şimdiden başladı. En çok satan hediyelik eşya ise tavşan ve mum.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 10 Nisan 2009

Türkiye’deki Hıristiyan cemaati Paskalya’yı kutlamaya hazırlanıyor. Cumartesi akşamı aile fertleri ve dostlarla kurulacak büyük bir sofrada, etsiz geçen oruç günleri (Büyük Perhiz) muhtemelen balıkla ya da kırmızı etlerle sonlanacak. Başta çocuklar olmak üzere herkes çikolataya doyacak. Paskalya, İsa’nın yeniden dirildiği gün olarak kabul ediliyor ve tüm Hıristiyan alemi bu özel günü, kendi içlerinde bazı farklılar olmakla beraber tasvir etmeye çalıştığımıza benzer bir törenle kutluyor. Pazar günü ise kiliselerde törenler düzenleniyor, birçok Avrupa ülkelerinde pazartesileri de (Easter Monday) resmi tatil ilan ediliyor.

Kutlamalar sırasında birbirlerine hediye verenlere de rastlanıyor. Yumurtalar yeniden doğumu simgeliyor. Yumurtalar da doğurganlığı gösterdiği için tavşanla anılıyor. Bu nedenle tavşan ve yumurta figürleri hediyelerin ana temasını oluşturuyor. Çocuklara tavşanların, kendilerine yumurtayla beraber oyuncak ve çikolata getirdikleri de söylenir. Bu nedenle en gözde hediyeler yumurta, tavşan ve onların resimlerinin yer aldığı dekorasyon malzemeleri oluyor.

Son Tavşan Bizim
İstanbul’da paskalya için hediyelik eşya satan mağaza sayısı bir elin parmaklarını bulmuyor. İlk uğradığımız dükkan sahibi Isac Taragano, bu yıl ithalatçının yaşadığı sorunlar nedeniyle yeni ürünler getiremediklerini söylüyor ve elinde geçen yıldan kalan bir tek tavşan olduğunu söylüyor. Onu da biz alıyor ve 20 yıldır paskalya hediyeleri satan Ani Ravul’un dükkanına giriyoruz. Burası bir hayli kalabalık ve onlarca çeşit var. “Normalde satışlar iki hafta önce başlardı, bu yıl son haftaya kaldı diyen Ravul, “Ürünlerin çoğu ithal. En çok mumlar, seramikler ilgi görüyor” diyor. Çocuklar yumurta şeklindeki çikolatalara çok ilgi gösteriyor. Evlerde de anneleriyle gerçek yumurtaları boyuyorlar.

“Kendimi çocuk gibi hissediyorum” diye bir cümle duyunca hemen arkamızdaki Lerna Özder ile tanışıyoruz. Oldukça kalabalık bir yemek yiyecekleri ve tüm dostlarını göreceği için oldukça heyecanlı olduğunu anlatan Özder, “Yemekte balık çok önemli. Özellikle de kalkan yeniyor. Paskalya çöreği, midye ve dolmadan oluşan bir sofra kuruluyor” diyerek bize biraz olsun Paskalya heyecanını aksettiriyor.

Yatağan’da yaşamak Köprü'den daha riskli

Obama’ya Boğaz Köprüsü’ne pankart asarak 64 metre yükseklikten “Barış için iklimi kurtar” çağrısı yapan eylemciler, köprüye çıkmaktan değil iklim değişikliğinin sonuçlarından korkuyorlar.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 9 Nisan 2009 *
Fotoğraf: Serdar Çelik - Greenpeace

Pazartesi günü üç ayrı dilde üç ayrı pankartla ABD Başkanı Obama’ya anlamlı bir mesaj gönderen Greenpeace (Yeşilbarış) eylemcileri 14 saat gözaltında tutulduktan sonra salıverildi. Dördü kendilerini iplerle yerden 64 metre yükseklikteki köprüden aşağıya bıraktı, 14 tanesi ise kendilerini köprüye zincirledi. 10 yıldır Greenpeace’de gönüllü olan Gözde Baykara, köprüden geçen araçlardan kendilerine alkış ve kornalarla yapılan destekten bahsediyor. O sırada ipin ucunda pankart açmakla meşgul olan Mevlüt Yaman, Oğuzhan Yılmaz ve Özay Özer ise bu destekten pek haberdar değilmiş. Onlar için köprüden aşağıya sarkmak çok da korkulacak bir şey değil. “Orada ben ne yaptığımı biliyorum. Hakim olduğum bir konuda çalışıyorum” diyor Oğuzhan. Tek sorunun zamanla yarışmak olduğunu belirten Mevlüt, “Polisin geldiğini görüyorsun, uygulanan şiddetle başediyorsun” diye konuşuyor ve öncelikle emniyete önem verdiklerini o koşulu sağlamadan işe koyulmadıklarını özellikle belirtiyor. Özay ise ekliyor: “Yatağan termik santralinin yanında yaşamak köprüye çıkmaktan daha tehlikeli”.

Greenpeace’in çok merak edilen tırmanışçılarının çoğu dağcılıkla ya da sporla haşır neşir olmuş ve bu konuda eğitim almış kişiler. Özay, çevre alanında sosyoloji yüksek lisansı yapıyor ve endüstriyel tırmanışla uğraşıyor. Gözde işin mühendislik tarafına ısınamadığı için son sınıftayken çevre mühendisliğini bırakmış. Fotoğraf karemize sığdıramadığımız Cihan ise hukuk fakültesinde son sınıfta. Oğuzhan Aikido hocası ve Mevlüt’te spor bilimlerinde okumuş. Kimi karada iyi kimi denizde anlayacağınız. Onları Greenpeace’e çeken ise eylemlerden çok Greenpeace’in söylemleri olmuş. Şiddet karşıtı duruşu, eylemlerde sivil itaatsizlik ve doğrudan eylemi seçmesi ve tabi ki çevre için yaptıkları çalışmalar.

İklim değişikliği ve nükleer enerji hemen hemen hepsi için Türkiye’nin en öncelikli sorunları arasında yer alıyor. Sorunların çözümü için “Batının eski teknolojilerini transfer etmeyi durdurmak lazım” diyen Özay’ın çağrısına, Mevlüt’ün desteği, “İnsanın toprakla bağı kopmuş durumda, bu ilişkiyi yeniden kurmak lazım” yönünde oluyor. Eylemde hedef aldıkları Obama hakkında ise olumlu düşünceler hakim. İklim konusunda söyledikleri cazip. “Obama’ya inanmak istiyorum” diyorlar ama öncelikle yıl sonunda Kopenhag’ta yapılacak iklim görüşmelerinde Obama’nın sınavı geçmesi lazım.

***
Mini Yeşil-Anket
Greenpeace yerel seçimlerden önce belediye başkanlarından temiz enerji sözü almıştı. Eylemcilere bulundukları kentte belediye başkanı olsaydınız ilk ne yapardınız diye sorduk.

Özay (Eskişehir) Bisiklet yollarının geliştirir, yeşil mimari örneklerini arttırırdım.

Gözde (İstanbul) Toplu taşıma ücretlerini düşürürdüm.

Oğuzhan (Ankara) Şehir merkezindeki araç trafiğini azaltır yayalara açardım.

Mevlüt (İstanbul) Güneş için belediye başkanları bildirgesini imzalardım. Kadir Topbaş hala imzalamadı!

* Tam metin

Küresel ısınma Obama’ya rağmen gündemden düştü

2007 yılında gündemin en üst sıralarında yer alan küresel ısınma Obama’nın iktidara gelişiyle ABD’nin mücadeleye aktif katılmasına rağmen medyada daha az haber konusu olmaya başladı. Uzmanlar, ekonomik krizin ve küresel ısınmanın doğal bir süreç olduğunu iddia eden karşı propagandanın önemine dikkat çekiyor.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 7 Nisan 2009

Avrupa Çevre Ajansı, Lizbon Üniversitesi ve Calouste Gulbenkian Vakfı’nın Portekiz’in Lizbon kentinde düzenlediği Medya ve Çevre adlı toplantıda iklim değişikliği sorunu masaya yatırıldı. Avrupa ve Amerika’dan bilim insanları, medya konusunda araştırmalar yapan akademisyenler ve gazetecilerin katıldığı toplantı iki gün sürdü. İngiltere’de ve Amerika’da birbirinden bağımsız yapılan araştırmalar 2007 yılında medyada gündemden inmeyen “küresel ısınma” konusunun 2008 yılında tam tersi yönde ilerleyerek rutin haber sınıfına girdiğini gösteriyor. Uzmanlara göre, ABD’nin önceki başkanı George Bush’un aksine, küresel ısınmayı durdurmak için önemli hedefler belirleyen ve ekonomik durgunluğu, temiz enerjiye yaptığı yatırımlarla önlemek için milyarlarca dolar harcayan Obama’nın başkanlığı da bu gidişatı değiştirmedi.

Obama’ya kamuoyu desteği şart
Toplantıda özel bir konuşma yapan North Carolina Üniversitesi İletişim Bölümleri profesörlerinden Robert Cox, konuşmasında iklim değişikliğinin insan etkisiyle meydana geldiğini inkar eden yayınların arttığına dikkat çekti ve ekonomik krizin iklim değişikliği sorunun önüne geçtiğine değindi. İngiltere’nin uzaktan eğitim kurumu olan “Open University”de görev yapan ve iklim değişikliği ile medya üzerine çalışmaları bulunan Prof. Joe Smith de benzer bir eğilim İngiltere’de de egemen olduğuna dikkat çekti. Küresel ısınmayı inkar edenlerin, internetteki bloglar, hava durumu sunucuları, köşe yazarları ve sağ eğilimli ‘think-thank’lar aracılığıyla fikirlerini yaydıklarını belirten Smith, “Obama, Kopenhag’da Kyoto devamı bir metne imza atsa bile bunu kongreye götürdüğünde çok ciddi bir kamuoyu desteğine ihtiyacı olacak. Beni asıl endişelendiren bu kamuoyu desteği” diyor.

Obama’nın yeşil enerji planı
* Önümüzdeki 10 yıl içerisinde rüzgar, güneş ve enerji verimliliği gibi temiz enerji kaynaklarına 150 milyar dolar yatırılacak ve 5 milyon kişiye iş sahası açılacak
* Önümüzdeki 10 yıl içerisinde tasarruf ve alternatif teknolojilerle Venezuella ve Orta Doğu’dan ithal edilen petrole ihtiyaç duyulmayacak hale gelinecek.
* 2015 yılına kadar Amerika’da üretilmiş 1 milyon melez (hibrid / elektrik ve petrolle çalışan) otomobil yollarda olacak.
* 2012’ye kadar Amerika’nın elektriğinin yüzde 10’u; 2025’e kadarsa yüzde 25’i yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanacak.
* 2050 yılına kadar Amerika’nın atmosfere saldığı seragazları, karbon ticareti de kullanılarak yüzde 80 azaltılacak.

Yeni başkanlar, çevre için ne yapacaksınız?

Yerel seçimler bitti, başkanlar belirlendi. Çevreciler vakit kaybetmeden yeni belediye başkanlarından kentleri iklim değişikliğine neden olmamak için yeniden tasarlamaya çağırdı. REC (Bölgesel Çevre Merkezi) kentleri karbonsuzlaştırmak için beş kademeli bir plan hazırladı.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 2 Nisan 2009

İklim değişikliği tüm dünyayı tehdit ediyor ve insanları yaşam tarzlarını değiştirmeye zorluyor. Dünyadaki seragazlarının yüzde 75’i direkt ve dolaylı olarak kentlerden kaynaklanıyor. REC (Bölgesel Çevre Merkezi) Türkiye, Sürdürülebilir Kentler Birliği (ICLEI) tarafından geliştirilen “İklim Dostu Kentler Kampanyası”nı Türkiye’de de başlattı. Dün seçilen belediye başkanları ve seçmenlerden sürdürülebilir enerji, ulaşım, konut, arazi planlaması ve atık yönetimi politikalarını talep etmeye çağıran REC, bu sayede kentlerden kaynaklanan ve küresel iklim değişikliğine yol açan seragazı emisyonlarının azaltılabileceğini söylüyor.

Beş adımda iklim dostu kentler
İklim Dostu Kentler Kampanyası (ICLEI-CCP) kapsamında kentlerde daha az karbon emisyonu çıkarmak için beş adımdan oluşan bir plan öneriliyor. İlk adımda kentleri, ne kadar seragazı ürettiğini hesaplamaya ve artış tahminleri yapmaya çağıran REC, daha sonra her kentin ne kadar emisyon azaltımı yapabileceği yönünde bir hedef belirlemesini öneriyor. Üçüncü adım ise bu hedefe ulaşabilmek için kentlerde yapılabilecekleri belirlemek. Seragazlarının özellikle kömür ve petrol gibi fosil yakıtlardan kaynaklandığı bilindiği için, binalarda yapılacak enerji tasarrufu, ulaşımda metro gibi toplu taşıma yöntemlerine ağırlık verilmesi seçenekleri ön plana çıkıyor. Dördüncü adım belirlenen uygulamaları hayata geçirmek ve beşincisi ise sonuçları değerlendirmek olarak saptanmış.

Kentlerin kampanyanın göbeğinde yer alması, iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek yerlerin başında yine kentlerin gelmesinden kaynaklanıyor. Çünkü dünya nüfusunun yarısı, Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 75'i kentlerde yaşıyor. Bölgesel sıcaklık yükselmeleri ile birlikte kentlerde hava kirliliği artıyor, kuraklık ve sel olaylarının artışı kentsel su kaynaklarını olumsuz etkiliyor. Kıyı bölgelerindeki yerleşim yerlerinin ileriki on yıllar içerisinde su altında kalma riski bile var.

***
Daha az karbon salımı için yerel yönetimler neler yapabilir?
• Enerji verimliliğinin desteklemesi, temiz ve yenilenebilir enerjinin yaygınlaştırılması
• Daha fazla yeşil alan yaratılması, daha sağlıklı kentleşme politikası
• Katı atık yönetimi ile geri dönüşüm, atık azaltımı, kompost ve metan gazı kullanma altyapısının hazırlanması.
• Ulaşım planlaması ile daha etkin toplu taşıma, yaya ve bisiklet ulaşımı için altyapı oluşturulması.

***
Dünyada İklimler Değişiyor Kömür ve petrol gibi fosil yakıtların tüketilmesi ve orman alanlarının yok edilmesi sonucunda, sera gazlarının miktarı son 500.000 yılın en yüksek düzeyine ulaştı. Son 200 yıldaki en sıcak 10 yıl, son 20 yılda yaşandı. Tüm dünyada kuraklık, sel, kasırga gibi aşırı iklim olayları gitgide artıyor. Türkiye’de ortalama sıcaklıklarda uzun vadede 5-6 C arasında artış ve ortalama yağışlarda ise yüzde 40’a varan oranda azalma bekleniyor.

AB tarım ilacını sınırladı. Türkiye'de ne olacak?

Avrupa Parlamentosu’nun tarım sektöründe kullanılan pestisitlere sınırlama getirmesi hem Avrupa’da hem de Türkiye’de tartışma yarattı. Tarım bitkilerini çeşitli haşerelerden korumak amacıyla kullanılan pestisitlerin bir çoğu, alınan bu karar doğrultusunda yasaklanıyor ve geçiş süreci olarak da azami 10 yıl gibi bir süre tanınıyor.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 1 Nisan 2009

Ocak ayında Avrupa Birliği (AB) tarafından bazı pestisitlerin kullanımını yasaklayan karar öncelikle pestisitlerin, sinir sistemine, iç salgı bezlerine etki eden, kansere yol açan ve genetik yapıyı bozan türlerini devre dışı bırakmayı hedefliyor. Karar, 577’ye karşı 61 oyla alındı ve 20’ye yakın maddenin AB içerisinde kullanımı yasaklandı. Karara karşı ise özellikle İngiltere’den muhalif sesler gelmeye devam ediyor. Tarımda üretim rakamlarını aşağıya çekeceği gerekçesiyle bu yeni düzenlemeye karşı çıkan AB Parlamentosu Muhafazakar Grup milletvekillerinden Neil Parish, bazı ürünlerde yüzde 50’ye kadar rekolte kayıpları yaşanabileceğini öne sürüyor.

Lobici Profesör
En son olarak İngiltere Hükümeti’nin bir numaralı bilim danışmanı Profesör John Beddington da yeni düzenlemeyi bilimsel ve mantıklı olmamakla suçladı. Çevre konularına yer veren dünyaca ünlü “Ecologist” dergisinin bu yoruma yanıtı ise Beddington’ı rengini belli ettiği ve genleri değiştirilmiş ürünlerle tarım ilaçları için şirketler adına lobi yaptığı yönünde oldu.

Sıkı denetim şart
Türkiye’nin bu yasaktan nasıl etkilendiğini sorduğumuz Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bitki Koruma Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. M. Oktay Gürkan ise pestisit kullanımının ülkesel düzeyde yönetilmesinin önemine dikkat çekiyor ve bu konuda disiplinli, hızlı, doğru karar vermek ve dünyayı izlemek gerektiğini söylüyor. Gürkan, “Bu son gelişme sadece bizde değil, tüm AB ülkelerinde olumlu ve olumsuz etkilerinin çokça tartışıldığı bir konu. AB üyesi ülkelerin tümünde pestisit kullanımına neden olan sorunlar aynı olmadığı gibi, ülkemizdeki tarımsal zararlı sorunlar da bunlardan çok farklı. Ülkemizin yetkili uzmanları AB’nin aldığı bu kararı, gerekli platformlarda değerlendirmektedir ve sanırım yakında bu konuda ülkemiz için uygun olan kararı alacaklardır” diyor. Kamuoyunda yaygın olan, pestisit kontrolünün son derece kontrolsüz yapıldığı düşüncesinin doğru olmadığını da söyleyen Gürkan, “Tüm pestisitlerin insan ve çevre sağlığı açısından bilinen ve bilinmeyen riskleri var. Uzman olmayan kişilerin tarım ilaçlarını satması, önermesi, kullanması mutlaka denetim altına alınmalıdır” açıklamasını da sözlerine ekliyor.

Yasak, AB’ye mal satan üreticileri de ilgilendiriyor. Yasağı destekleyen Avrupa Parlamentosu Yeşiller Milletvekili Hiltrud Breyer, “Bu karar, zararlı pestisitlerin başka yerlerde kullanımını da engelleyerek domino etkisi yaratacak. AB’ye ihraç edilen ürünlerin de yasaklı pestisitler içermemsi gerekiyor” diyor.

“Alternatif Yöntemlerin Üzerinde Durulmalı”
Prof.Dr. M.Oktay Gürkan
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bitki Koruma Bölümü


Alternatif tarımsal savaş yöntemleri mutlaka üzerinde durulması ve yaygınlaştırılması gerekli yöntemler. Ülkemizde bu konudaki çalışmalar yaygın, ancak bu yöntemlerin hiçbirisi tek başına kimyasal savaş kadar hızlı, etkili, ucuz ve çiftçiler tarafından kolay uygulanabilir değil. O nedenle ülkemizin çok deneyimli tarımsal savaş uzmanlarının “Entegre Zararlı Yönetimi " programlarını kısa sürede gündeme getirmeleri gerekli. Pestisit kullanımı da bu programlar içinde daha kolay kontrol edilebilir, çiftçiler eğitilebilir.

***
Arıların kaybolmasından da pestisitler sorumlu
Pestisitlere karşı alınan bu kararın nedenlerinden biri de arıların esrarengiz bir biçimde ortadan kaybolması. Almanya’daki Julius Kuehn Enstitüsü’nde yapılan araştırmalar, ölen 30 arıdan 29’unun, meyve ve sebzeleri sinek ve kurtlardan korumak için kullanılan pestisitlerle ilgili olduğunu ortaya koymuştu.

Grevdeki sendikaya önce “ergenekon” suçlaması sonra “hırsız” şoku

İşçileri aylardır grevde olan Türk-İş’e bağlı Deri-İş sendikasına önce işveren “Ergenekon” suçlaması yaptı ardından sendikanın merkezine hırsız girdi. Hırsız, sendikanın tüm bilgilerinin olduğu bilgisayarı çaldı.

Özgür Gürbüz / 1 Nisan 2009

Tek başına çıktığı grevde 272. gününe giren Emine Arslan’ın üye olduğu Deri-İş sendikasına Ergenekon’un gizli ortağı suçlaması yapıldı. DESA adlı şirketin sahibi Melih Çelet tarafından, Samanyolu TV’de yayınlanan programda yapılan iddialarda, Ergenekon örgütünün taşeronu olduğu iddia edilen Devrimci Karargah Örgütü’nün bazı sendikaları kullanarak işçileri sokağa dökeceği ve kargaşa çıkaracağı söylendi. 22 Mart tarihinde yayınlanan programın sonlarında ise DESA’nın sahibi Çelet söz aldı ve sendikal süreçte anlaşamadığı işçilerin yaptıkları eylemleri bir senaryo olarak tanımladı. Programdan sonra önce sendikanın web sayfası saldırıya uğradı. 30 Mart günü ise sendika genel merkezine hırsız girdi ve sendikayla ilgili bilgilerin olduğu iki bilgisayar çalındı.

Konu hakkında, Samanyolu TV binası önünde bugün (1 Nisan 2009) bir basın açıklaması yapacak olan sendika yetkilileri, “Ulusal ve uluslararası boyutta sendikamıza olan desteğin artması ile bize yönelik çirkin saldırıların şekli ve rengi giderek değişmektedir. Sendikamız ciddi bir komplo ile karşı karşıyadır” açıklamasını yapıyor.

Patrondan garip açıklama
DESA grevi kamuoyunda özellikle türbanlı işçi Emine Arslan'ın tek başına Sefaköy'deki fabrika önünde yaptığı direnişle Türkiye'de duyulmuştu. Samanyolu'nun 22 Mart tarihli haberi, Emine Arslan'ın Avrupa'da satılan DESA ürünlerini boykot için İtalya, İspanya ve Fransa’da yabancı mağazaların önünde açıklamalar yapıp uluslararası konfederasyonlarla işbirliğine gitmesinden hemen sonra yayınlandı. Çelet’in televizyonda yaptığı açıklamada, “Hiç algılamadığımız veya beklemediğimiz bir şekilde Avrupa’da, Avrupa sendikaları tarafından dünyadaki hizmet vermeye devam ettiğimiz dünya markalarına anında bir naskı uygulamaya başladılar” sözlerine yer veriliyor. Halbuki Deri-İş’in, sendikaya üye olmaları nedeniyle işten atılan işçiler için sürdürdüğü mücadeleyi büyüteceği ve bunu uluslararası arenalara taşıyarak firmaya boykot çağrısı yapacağı biliniyordu. Çelet’in açıklamaları bu nedenle çok inandırıcı gözükmüyor daha çok sendika ve işçilere yönelik bir karalama kampanyasına benziyor.