"Siz Yükselirken Biz Batamayız"

Küresel ısınmayı durdurmak için Polonya'da biraraya gelen dünya liderleri, kritik kararları bir yıl sonraki toplantıya bıraktı.

Polonya-Poznan’da iki hafta süren iklim değişikliğiyle ilgili dev toplantının resmi açılış konuşmasına, Tuvalu Başbakanı Apisai Ielemia'nın şu sözleri damgasını vurdu: “Siz yükselirken, bizler batamayız!” Yaşadıkları adaların sular altında kalması an meselesi olan Tuvalu'nun bu serzenişi, Polonya'daki toplantıyı en iyi şekilde özetleyen cümle oldu. Türkiye medyasından sadece Aktüel Poznan’daydı!

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 18-24 Aralık

Katty Mackay, dört arkadaşıyla beraber, son 40 gün içerisinde tam 10 ülkeden geçerek 23 bin kilometre yol yaptı. Avustralya'nın Tazmanya adasından Polonya'nın Poznan kentine her gün yaklaşık 575 kilometre kat ederek 40 günde ulaştı. Henüz 16 yaşında olan Katty'nin tek amacı, dünyanın geleceğiyle ilgili en önemli kararların alınacağı İklim Değişikliği Zirvesi'ne, çevreye en az zarar vererek ulaşmaktı. Sadece Tazmanya'dan Singapur'a giderken, deniz yoluyla gitmek mümkün olmadığı için uçak kullandı, geri kalan yolculuğunu ise tren ve otobüs gibi toplu taşıma araçlarını kullanarak tamamladı. Böylece daha az petrol tüketti. Polonya'ya vardıklarında iklim değişikliğine (küresel ısınma) yol açan 15 ton kadar seragazını atmosfere salmış oldu. Eğer tüm yolculuğu uçakla yapmış olsaydı, Katty'nin küresel ısınma günahı bunun tam dört katı olacaktı.

Katty ile Polonya'da karşılaştığımda, yine trenle Poznan'dan Varşova'ya gidiyordu. Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Polonya Başbakanı Donald Tusk'un, iklim değişikliği konusunda AB tarafından alınması planlanan önlemleri baltalama girişimini protesto etmeye hazırlanan, yaklaşık 150 kişilik grubun içerisindeydi. Sıfır dereceye yaklaşan soğukta, iki saati aşan bir protesto yapıldı. Merkel ve Tusk, Avrupa Birliği ülkelerinin enerjisinin yüzde 20'sini 2020 yılına kadar rüzgar, güneş, biyokütle gibi temiz enerji kaynaklarından sağlamasını sağlayacak birlik kararını veto etmekten vazgeçmesiyle eylem başarılı bile oldu denebilir. Küresel ısınmayı durdurma çabalarında başı çeken AB'nin geri adım atması tüm süreci baltalayabilirdi. 16 yaşındaki Katty için bu ikinci zafer sayılabilir; her ne kadar dünyanın bir ucundan öteki ucuna yaptığı yolculuğun yanında ufak bir başarı olarak kalsa da...

On binin üzerinde katılımcı
Polonya'nın Poznan kentinde küresel ısınmayı durdurmak için tüm dünyayadan gelen delegelerde Katty'nin bu iştahını görmedik desek yeridir. Aralık ayının ilk iki haftasında saatler süren toplantılar yaptılar. Çerçeve anlaşmasına dahil olmuş 187 ülkeden delegeler, Birleşmiş Milletler'in ilgili birimlerinden yetkililer siyasi parti ve sivil toplum örgütlerinden gelenlerle beraber bu rakamın 11 bini bulduğu belirtiliyor. Bu toplantı, Kyoto Protokol'nün doğmasına neden olan İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması'na taraf olan ülkelerin yaptığı 14. buluşma. Kyoto'nun hayata geçmesinden sonra yapılan ise dördüncü toplantı. Kısaca “Taraflar Toplantısı” ya da COP 14 olarak da anılıyor. Bir sonraki toplantı ise Danimarka'nın Kopenhag kentinde yapılacak ve orada 2012'den sonra miyadını dolduracak Kyoto'nun devam edip etmeyeceği ya da yerine yeni bir şey gelip gelmeyeceği kesin olarak belli olacak. Poznan'daki toplantı daha çok, Kopenhag'taki toplantının zeminini hazırlamak açısından önemliydi. Gelişmiş ülkeler seragazlarını ne kadar indirecek, gelişmekte olan ülkeler ne derece sorumluluk alacak, gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere teknoloji transferi ve finansman nasıl yapılacak. Tüm bu soruların yanıtlarına çözüm aranıyor ve böylece Kopenhag'ta tarafların dünyanın kaderini belirleyecek belgeye imza atması kolaylaştırılmaya çalışılıyor. Yüzlerce ülke, bir o kadar da sivil toplum örgütü ve binlerce farklı görüşün olduğu düşününülürse bu işin o kadar da kolay olmadığı ortada. Tersinde de bakabilirsiniz. Dünyanın içinde bulunduğu ekolojik felaket göz önüne alınırsa, tüm bu girişimlerin getireceği dünyanın yüzde birlik Gayri Safi Hasılası'na eşdeğer mali külfetin saatler süren pazarlıklara tabi tutulması da bir o kadar can sıkıcı.

ABD'de Obama etkisi görülüyor
Polonya'daki toplantının en büyük farkı kuşkusuz ABD'nin tavrıydı. Kyoto Protokolü'ne Türkiye ile birilikte taraf olmayan az sayıda ülkeden biri olan ABD, Obama'nın getirdiği değişimin de etkisiyle görüşmelerde engelleyici olmaktan çok pasif kalmayı tercih etti. Bunun en önemli nedeni, Bush yönetiminin görev verdiği bürokratların hala Polonya'da ABD'yi temsil ediyor olmaları. Obama tarafından bu bürokratların iki ay içerisinde değiştirileceği ve bu toplantı boyunca ABD adına herhangi bir açıklama yapmalarının engellendiği söyleniyordu. Ancak bir yuvarlak masa toplantısında ABD heyetinden seragazlarını 2050 yılına kadar 1990 yılı rakamlarının yüzde 50 aşağısına çekileceği açıklamasını duyduk. Bu rakam, Obama'nın Kaliforniya'da açıkladığı yüzde 80'den az da olsa ilgiyle karşılandı. Bilim insanlarının tavsiye ettiği oran da aynı dönem için yüzde 80-90 oranında. ABD'den gelecek böyle bir girişimin tüm dengeleri altüst edeceği ve bugün muhalefette olan Rusya, Japonya ve Polonya gibi ülkelerin tavrını değiştirebileceğini söylemek mümkün. Türkiye'den gelen yaklaşık 30 kişilik resmi heyetin başında bulunan Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Hasan Sarıkaya'da bu görüşü destekliyor. Yeni Aktüel'in sorularını yanıtlayan Sarıkaya, “Amerika'nın bu günden itibaren böyle bir şey söylemesi iyi bir şey” diyor ama asıl sorunun hala gelişmekte ve gelişmiş ülkelerin asıl sınıflandıralacağı olduğuna da dikkat çekiyor.
Irak alkışlandı
Poznan'da Türkiye'den oldukça fazla sayıda, 40'a yakın katlımcı vardı. Çevre Bakanlığı'nın yanısıra, Dışişleri, Tarım ve Köyişleri, Maliye, Sağlık Bakanlığı gibi bakanlıklar temsilci gönderirken, Yeşiller Patisi, TÜSİAD, Heinrich Böll Vakfı, Bölgesel Çevre Merkezi (REC), Eurosolar Türkiye ve Küresel Eylem Grubu'ndan toplantlara katılanlar oldu. Yine de bakan düzeyinde bir katılımın olmaması, milletvekillerinin buraya gelmiş olmaması katılıma biraz gölge düşürdü. En “sivri” görünen sivil toplum örgütlerinin düzenlediği yan tolantılarda bile Avrupa ülkelerinin milletvekillerini dinleyici olarak görmek ilginçti. Küresel ısınma konusunda politikacılar ve sivil toplum örgütleri bize oranla daha yakın ilişkiler içerisinde. Milletvekili ve bakan düzeyinde katılımın olmamasını Meclis'te onaylanmayı bekleyen Kyoto Protokolü'ne bağlayan Sarıkaya, “Kyoto Protokolü Genel Kurul'dan geçmiş olsaydı onun burada anons edilmesi bile farklı olurdu. Bakın, Irak'ın çerçeve anlaşmasına taraf olması bile alkışlanmalarına neden oldu. Bali'de Avustralya (Kyoto'ya imza atarak) büyük sükse yapmıştı” diyor.

Türkiye, 27 Ekim'de sunduğu öneriyle Kyoto sonrası görüşmelerde aktif rol alacağını belirtiyor ama farklı konumunun da gözardı edilmemesini istiyor. Sarıkaya, Türkiye'nin protokole dahil olmasından sonra, indirim hedefi değil arttırmama hedefi alabileceğini söylüyor. Kısaca, ilerideki 10-20 yıl içerisinde Türkiye atmosfere 500 milyon ton karbondioksit salacaksa, bunu 400'de tutmayı taahhüd etmeyi düşünüyor. 1990 seviyesine göre yüzdelik bir indirim almayacak. Bölgesel Çevre Merkezi Direktör Yardımcısı Yunus Arıkan'a göre bu tip bir önerinin kabul edilmesi, Türkiye'nin bir an önce müzakere pozisyonu belirlemesi ve ekonomik verilerden çok politikasını belirlemesinden ve Kyoto'ya en kısa sürede dahil olmasından geçiyor. Arıkan, “Brezilya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin hepsinin stratejik eylem planı hazır. Ne kadar indirim yapabileceklerini, getiri ve götürülerini hesaplamış durumdalar. Bu yüzden AB veya ABD'nin karşısına rahat çıkıyor, onları tarihsel sorumlulukları ve gelişmekte olan ülkelere protokol gereği vermek zorunda ldukları ekonomik destek yönünde zorlayabiliyorlar” diyor. Arıkan, Türkiye'nin kendini İleri Gelişmekte Olan ülkeler adlı bir sınıfta Meksika ve Kore gibi ülkelerle birlikte sınıflandırmasını ve müzakerelere devam etmesi gerektiğini öneriyor.

Bu karışık, çetrefilli pazarlıklar gün ve yıl boyu sürerken dünyanın öte tarafında, Büyük Okyanus'ta dokuz adadan oluşan 11 bin nüfuslu Tuvalu'dan bir çığlık yükseliyor. Polonya notlarımızı Başbakan Apisai Ielemia'nın sözleriyle bitirmek sanırız en doğrusu olacak: “Bizim inancımız, Tuvalu'nun sonsuza kadar yaşamaya hakkı olduğu. Göç etmeyi düşünmüyoruz. Biz, gururlu ve benzersiz kültüre sahip bir ulusuz ve başka bir yere taşınamayız. İnsan ve ulus olarak hayyat kalmak istiyoruz. Ve hayatta kalacağız bu bizim en temel hakkımız ancak şunu söylemeliyim ki müzakerelerin gidişatıyla ilgili çok endişeliyim”.
***
“Ülkeler birbirleriyle uğraşıyor”
Hasan Zuhuri Sarıkaya
Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı

Bali'deki toplantıya göre Poznan çok sakin geçiyor. Burada, hedeflenen bir yol haritası oluşturmak ve taahhütler silsilesi üzerinde anlaşmak öngörülmüyor; onun verdiği bir rahatlık var. Bali'den bu yana geçen bir yıllık süreç içerisinde çok da somut gelişmeler olmadı. ABD'nin pozisyonu da belli değil, çok düşük profil izliyorlar. Gerçi ABD temsilcisi 2050 yılına kadar yüzde 50 indirimden bahsetti perşembe (11 Aralık) günü. Bu önemli bir adım, bir ivme kazandırabilir. ABD, Bali'de tüm süreci yönlendiren ülkeydi. Orada, Ek-1 (gelişmiş ülkeler) ve Ek-1 dışı ülkeler gibi bir tasvir yapılmıştı. Bunu biz de ABD de istemedi. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler şeklinde bir tasvir yapıldı. Çalışmalar da öyle gidiyor. Diğer taraftan Kyoto altında çalışmalar ise Ek-1 ve Ek-1 dışı diye gidiyor. Ülkeler kazandıkları pozisyonları kaybetmek istemiyorlar. Şimdi G77 ve Çin adı altında bir grup var. Burada milli gelirleri 30 bin doların üsütünde olan ülkelerle 100 dolar olan ülkeler var. Bu ülkeler birleşip bir grup kurmuşlar ama bu grubun da bir mantığı yok. Yeniden bir tasnif gerekiyor biz de onu bekliyoruz. Burada o başarılamadı. Ek-1 ülkeleri üzerine yüklenilerek bir sonuç alınması da mümkün değil. Örneğin 2020 yılı itibariyle Ek-1'de olmayan Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Kore, Meksika, Güney Afrika küresel emisyonların yüzde 50'sini oluşturacak. Bu ülkeler bir sorumluluk almadan yol amak mümkün değil. İlla azaltma değil ama arttırmayı önleyen tedbirler alınması gerekiyor. Türkiye'nin Kyoto'yu imzalama konusunda tavrı değişmedi. Meclis'in zamanlamasıyla ilgili bir mesele. Aslında ülkeler birbirlerinin konumunu çok iyi biliyor. Ülkeler birbirleriyle uğraşıyor. Aslında herkes birşeyler yapsa çözüm bulunur; ki yapmak da zorunda başka türlü bu yolun sonu yok.

COP 14 izlenimleri...

Polonya'nın Poznan kentinde iki haftadır süren BM, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 14. Taraflar toplantısı (COP 14) sona erdi. Polonya'nın Poznan kentinde yer alan toplantıyı ve on dördüncüsü yapılan iklim toplantılarını Türkiye'den izleyen tek gazeteci olarak elimden geldiğince gelişmeleri özetlemeye çalıştım. Polonya'dan da kısa bir bilgilendirme iletisini ilgili gruplara göndermiştim. Aşağıda, hiçbir yerde yayımlanmamış toplantı sonrası düşüncelerimi bulabilirsiniz. 13 Aralık 2008 tarihinde Yaşam Radyo'da, Ekotopya programında yaptığımız 40 dakikalık sohbetin yazıya dökülmüş hali bir anlamda...

Özgür Gürbüz / 14 Aralik 2008

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ni temsilen, delegasyonun başında bulunan Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Sayın Hasan Zuhuri Sarıkaya'nın da 12 Aralık Cuma günü genel kurulda yaptığı konuşmada belirttiği gibi; Türkiye, Kyoto sonrası süreçte yer almak istediğini açıkça söylüyor. Bu nedenle, süreç hakkında daha ciddi bilgilenmemiz gerektiği, sivil toplum örgütlerinden, siyasi partilerin tümüne kadar herkesin konuya ciddiyetle eğilmesi gerektiğini düşünüyorum.

2007 yılında gerçekleşen Bali'deki 13. toplantıda alınan kararlar uyarınca, Poznan'da, ağırlıklı olarak, gelecek yıl Kopenhag'ta gerçekleşecek olan COP 15'te son halini alması beklenen yeni anlaşma üzerinde tarafların birbirlerini sınamalarına tanık olduk diyebiliriz. Bildiğiniz gibi daha önceki toplantılarda Kyoto'ya taraf olmayı reddeden Bush yönetiminin engellemeleri yüzünden bir türlü yol alınamıyordu. Obama henüz görevi devralmadığı için ABD heyeti yine Bush'a yakın bürokratlardan oluşuyordu. Ancak bu defa görüşmeleri engellemek yerine adeta hiç karışmadan izlemeyi tercih ettiler. Kulislerde bu durumun Obama'nın verdiği direktifler yüzünden olduğu söyleniyor. Bildiğiniz gibi Obama, seçimlerden önce, ABD'nin iklim değişikliğini durdurma konusunda, hem uluslararası işbirliği yapacağı hem de ülke içerisinde ciddi çaba sarf edeceği sözünü vermişti. Hatta, bilim insanlarının mutlaka yapılması gerek dediği, küresel ısınmaya yol açan seragazlarını 2050 yılına kadar 1990 seviyesinin yüzde 80 altına çekilmesi önerisini de desteklediğini belirtmişti. Obama, tüm bu hedeflere ulaşmak için, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğiyle ilgili çalışmaların getireceği yeni istihdam ekonomik kazanca güvendiğini de yine birkaç defa açıklamıştı. “Yeşil yakalılar” dediğimiz bu iş olanaklarını yaratmak için tam 150 milyar dolar ayrılacağını da yine seçim öncesi bizzat kendinden duymuştuk. Reklam gibi olacak ama bu konuyla ilgili bir yazıyı bu haftaki Aktüel dergisinde kısaca kaleme almaya çalıştım. Önümüzdeki perşembe (18 Aralık 2008) çıkacak sayıda ise Poznan izlenimlerini bulabilirsiniz.

Obama'nın bu sözlerini tutup tutmayacağını henüz bilmesek de, bu beklenti bir anlamda Poznan'daki görüşmeleri dondurmaya yetti. Şimdi herkes ABD'nin nasıl bir yol izleyeceğini bekliyor. (Toplantıda delegasyonun, perşembe günü yapılan yuvarlak masa toplantısında 2050'ye kadar yüzde 50 indirimden bahsettiğini de belirtelim). Görünen o ki, ABD bundan sonraki süreçte bu derece aktif olursa, biraz da ABD'yi bahane ederek muhalefet eden ülkelerin direnci kırılabilir ve Kopenhag'tan dünyayı rahatlacak bir karar çıkabilir. ABD'nin yokluğunda muhalefeti devralan Rusya, Japonya, Kanada ve Avustralya'nın tavrı değişebilir. Cuma günü, Brüksel'den geçen, ve toplantı sırasında birçok kişinin “geçmeyecek” endişesi taşıdığı yeni enerji paketi de bunun bir örneği sayılabilir. Paketin geçmesinin genelde iyi olduğunu söyleyenler de var, Avrupa Parlamentosu Yeşil Milletvekili Rebecca Harms gibi içinin boşaltıldığından şikayet edenler de... Paket, bildiğiniz gibi AB ülkelerinin 2020 yılına kadar enerjisinin (elektrik değil) yüzde 20'sini yenilenebilir kaynaklardan sağlamasını ve yine aynı yıla kadar AB'de seragazı emisyonlarını yüzde 20 azaltmasını öngörüyor.

Toplantıda konuşma yapan gelişmekte olan ülkeler ise özellikle adaptasyon fonları ve teknoloji transferi konusu üzerinde durdu. Poznan'dan çıkan 20 maddelik sonuç bildirgesi henüz içerik hakkında alınmş kritik kararlar içermiyor. İlgilenenler için COP 14 sonuçları http://unfccc.int/meetings/cop_14/items/4481.php
sayfasında bulunabilir. Meksika'nın önerdiği “Yeşil fon” projesi de çok sayıda ülkeden destek görüyor. Gelişmekte olan ülkeler, yükümlülük altına girmeden önce bu fonların miktarı ve türü konusunda bilgi sahibi olmak istiyor. G-77 ve Çin grubunun bu konudaki ısrarının oldukça fazla destek gördüğünü söylemek mümkün. Çin, Vietnam, Hindistan gibi ülkelerin, ulusal planlarını hazırladıklarını da belirtmekte fayda var. Türkiye'nin bu konularda çok geç kaldığını, hala Kyoto'yu imzalayıp imzalamamayı tartıştığını bilmek gerçekten üzücü. Aslında delegasyon da bunun farkında görünüyor ama Meclis'te bekleyen Kyoto ile ilgili yasa “gizli bir el” tarafından adeta engelleniyor. Halbuki, Türkiye'nin kendisine şu anda hiçbir yükümlülük getirmeyecek Kyoto Protokolü'nü biran önce imzalayıp müzakere sürecine dahil olması gerektiğini düşünüyorum. Bu işin kaçar tarafı olmadığı, kaldı ki, ortada bahsedilen geleceğin bizim geleceğimiz de olduğu sanki unutuluyor. Poznan'da çokça ve bence haklıca dile getirilen, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin Ek-1 ve Ek-2 listelerine göre değil de, yeniden belirlenecek kriterlere göre ayrımı konusu çok önemli ve Türkiye'nin bu konuda yumruğunu masaya vurması gerekiyor. Tabi, daha öncesinde masaya oturmanız; yumruğu uzaktan sallayınca masaya denk gelmiyor bir türlü...

Türkiye'nin Poznan'da yeniden Merkez Grubu (Central Group) hareketlendirmeye çalışması ve kendisine yakın durumda olan Hırvatistan ile bu grubu aktif hale getirmeye çalışması olumlu bir gelişme. Biraz zayıf da olsa, bu gruba lobi faaliyetleri için bir başlangıç gözüyle bakıyorum. Bu gruba şimdiden Bosna, Makedonya, Karadağ gibi ülkelerin katılmak istediklerini ilgili kişilerden duyduk. Bu bilgiyi de iletmeden geçmek istemiyorum.

Bir başka önemli konu ise emisyon ticareti. Tüm ülkeler bu mekanizmayı çalıştırmak için hareket halinde. AB'de biliyorsunuz halihazırda işleyen bir sistem var. Burada, AB ile ABD sistemlerinin birleştirilebileceği yönünde iş dünyasından gelen büyük bir iştahın olduğunu belirtmeliyim. Türkiye, bence hızlı bir şekilde kendi Emisyon Borsası'nı kurmalı. Öncelikle birkaç enerji yoğun sektörle işe başlanabilir; demir-çelik, çimento, kağıt ve otomotiv gibi dört sektörden oluşan borsa, ilk yıl bağlayıcı olmayan hedeflerle kendisini sınar daha sonra ise bağlayıcı hedeflerle yeşil yatırımlar için finansman yaratmaya başlar. İlerleyen yıllarda da bu sektörlere yenisi eklenebilir. Türkiye'nin sadece emisyon ticaretiyle değil, diğer tüm mekanizmalarla da kendisini tanıştıracak yeni yöntemler bulmasında yani antreman yapmaya başlamasında fayda var. Yoksa, soluğumuz kesilebilir.

Sanıyorum ana hatlarıyla özetleyebileceklerim, en azından teknik detaylara girmeden yapabilecğim özet sanırım bu kadar. İlerleyen günlerde süreçle ilgili gelişmeleri de takip edip yine sizleri bilgilendirmeyi umuyorum.

Devir, “Yeşil Yakalılar"ın Devri!

İklim değişikliğinden hormonlu domateslere, termik santrallerden ozon tabakasının delinmesine kadar hep kötü haberlerle andığımız çevre sorunları bu kez iyi haberlerle geliyor. Tüm bu çevre sorunlarını çözmek için ortaya çıkan seçenekler ekonomik krizin had safhada yaşandığı dünyaya iş, aş ve umut vadediyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 11-17 Aralık 2008

Alper Kalaycı bir makina mühendisi. Kendisi iklim değişikliğini durdurmak için bu ülkede her gün düzenli olarak mesai yapan 410 kişiden biri. Bir sivil toplum kuruluşunda çalışmıyor, bu işi gönüllü olarak da yapmıyor. Üstüne üstelik bu iş için para alıyor ve ülke ekonomisine para da kazandırıyor. Kendisi, rüzgar türbinlerine kanat üreten Türkiye'deki tek fabrikanın müdürü. Kalaycı, dünyadaki iki milyon 300 bin kişi gibi, son 20 yıla damgasını vuran enerji kaynaklı çevre sorunlarına, teknolojik çözümler üretmeye çalışıyor. Dünyada artık gezegeni kurtarmak için çalışanlara para ödeyen bir sektör var. Bu sektörde çalışan “yeşil yakalılar” da...

100 binden fazla kişi sektörden faydalanabilirTürkiye'de yenilenebilir enerji sektöründe kaç kişinin çalıştığı üzerine kesin bir rakam vermek oldukça zor. Potansiyelin yüksek olduğu ise su götürmez bir gerçek. Kalaycı, ortalama bir hesapla sadece rüzgar enerjisindeki potansiyelin 100 binleri bulabileceğini şöyle hesaplıyor: “Yılda 350 megavat (MW)kurulu güce sahip rüzgar türbinleri için kanat üretiminde 410 kişilik bir istihdam lazım. İşin projelendirme, kule imalatı, jeneratör imalatı, inşaat, montaj gibi kısımlarını da düşünürseniz 350 MW türbini üretmek ve devreye almak için en iyi ihtimalle 2 bin 500 kişilik bir ekip gerekli. Yılda 1.000 MW kurmak gibi bir hedefiniz olsa yaklaşık 7 bin 500 kişi, 3 bin MW kurmak isterseniz 20-25 bin kişi direkt olarak rüzgar enerjisi sektöründe çalışabilir. Hammadde, hizmet vs alacağınız firmaları ve bir kişinin de ortalama iki-üç kişiye baktığını düşünürseniz, 100 binden fazla kişi çok rahatlıkla sektörden faydalanabilir.” Türkiye'de şu ana kadar kurulan rüzgar çiftliklerinin 350 megavat civarında olduğu düşünülürse bu rakam çok gelebilir. Ancak, 2007 yılında İspanya'nın 3 bin 500, ABD'nin ise 5 bin 200 MW rüzgar gücü kurduğu hesaba katılırsa bu hesabın hiç de hafife alınacak bir tahmin olmadğı ortada.

Obama'dan yeşil yakalı işler için 150 milyar dolar
Bu tahminin yine de abartılı olduğunu düşünüyorsanız bir de Amerika'daki hesaplara bakmanızı öneririz. Amerika'da yenilenebilir enerji kaynakları olarak adlandırılan rüzgar, güneş, biyokütle ve jeotermal enerjiyle, enerji verimliliği, yalıtım gibi konularda çalışan sayısı 2006 sonunda 8,5 milyonu buldu. Bu “yeşil” sektörün cirosu ise 970 milyar dolar, bir başka deyişle, Wall-Mart, General Motors ve Exxon Mobil gibi dev Amerikan şirketlerin toplam cirosundan daha fazla. Yeşil iş alanlarından devletin kasasına aktaraılan vergi gelirleri ise 150 milyar dolar. Dahası da var. Amerika Güneş Enerjisi Grubu tarafından yaptırılan araştırmaya göre, temiz enerji kaynakları ve enerji verimliliğiyle ilgili sektörler ciddi destek görmeleri halinde 2030 yılında Amerika'da, fabrikadaki işçisinden muhasebecisine kadar toplam 40 milyon kişiye iş sağlama potansiyeline sahip. Beklenen destek görülmez, bugünkü teşvik mekanizmaları sürdürülürse bile bu rakam 16 milyonu geçecek. Bu işlerin hepsinin mühendis olduğunu da düşünmemek lazım. Montaj hattında çalışacak vasıfsız işçilerden, teknisyenlere ve şoförlere kadar her alanı kapsayan bir iş şansı var. Amerika'da bu potansiyeli raporlardan alıp gerçek yapmaya niyetli birileri de var. Barrack Obama, ABD'nin yeni ideri, seçim kampanyası sırasında tam 210 milyar doları inşaat ve çevre sektörüne ayıracağını söylemiş, bunun sadece 150 milyar dolarının “yeşil yakalı” istihdam yaratmak için kullanılacağını belirtmişti.

Yeşil iş olanakları denince akla ilk gelen rüzgar türbinleri ve güneş panelleri olsa da bu aslında madolyonun sadece bir yüzü. Hava kirliliğine yol açmayan, petrol yakmayan bisiklet imalatçıları ve tamircileri, organik tarımla uğraşan çiftçiler, sokaktaki kağıt toplayıcıları, su tasarrufu yapan malzeme satıcıları ve daha onlarcası sizi yeşil yakalı bir çalışan yapabilir. Amerika'nın Berkeley kenti tarafından yaptırılan araştırmaya göre bir işin “yeşil” sayılabilmesi için herşeyden önce size yaşanabilir bir ücret sağlaması gerekiyor. Ücretin dışında bazı getirilerinin bulunması ve işten yüksek oranda zevk almanız da olmazsa lmazlardan. Kısacası, sızlanarak gittiğiniz bir iş, ne kadar çevreci olursa olsun, yeşil bir iş sayılmıyor. Avrupa ve Amerika'da yeşil işler özellikle, suçlular, azınlıklar ve göçmenler için özendiriliyor ve onların bu işlerde uzmanlaşması için özel kurslar düzenleniyor. Sektörün ilerlemesi için de hükümet KDV indirimi ya da teşvikler veriyor. Bazı ülkeler de ise yeşil endüstrilerin gelişmesi zorunluluklar sayesinde oluyor. Geri dönüşüm ve yalıtım standartları, araçlara kapalı yollar (bisiklet ve toplu ulaşıma yönelttiği için), Kyoto hedefleri yeşil sektörün lehine çalışıyor. Sektörün kısa zamanda büyümesinin ardındaki gizli nedenin hükümetlerin politikaları olduğunu söylemek yanlış olmaz. Örneğin, çevre konusunda en cidi hedef ve cezalara sahip ülkelerden biri olan Almanya'da, yenilenebilir enerji sektöründe çalışan sayısı 2006'da 260 bin civarıyken bu rakamın 10 yıl sonra 500, 2030'da ise 700 bini geçmesi bekleniyor.

Türkiye, Avrupa'nın en iyi rüzgar ve güneş potansiyeline sahip ülkelerinden biri olması, yalıtımdan, geri dönüşüme daha işin başında yer alması nedeniyle yeşil yakalı işler konusunda ciddi bir potansiyele sahip. Bu sayede yaratılacak gelirin çözülmez gibi görünen çevre sorunlarının çözümünde kullanılması halinde ise Türkiye'yi güzel, yeşil günlerin beklediğini söylemek de mümkün.

***
“İşsizlikten, dış ticaret açığına kadar birçok soruna çözüm olabilir”Alper Kalaycı
AERO Rüzgar Endüstrisi A.Ş. Fabrika Müdürü

* Bu iş sizin ilk işiniz mi? Sizi bu sektöre iten nedenler neler?Rüzgar enerjisiyle ilgili ilk işimi Dokuz Eylül Üniversitesi'nde okurken buldum. Kobi ölçeğindeki bir firmada üç yıldan fazla, rüzgar ölçüm direkleri imalatı/montajı, küçük ölçekli rüzgar türbini imalatı/montajı gibi konularda çalıştım. Sektöre girmem ise aslında bir tesadüf. Yeni mezun bir mühendis olarak ilk iş hayatına atıldıktan hemen sonra, çalıştığım firma rüzgar ile ilgilenmeye başladı ve ben de herşeyi sıfırdan görme, öğrenme şansı buldum. 2001 yılından bu yana, AERO Rüzgar Endüstrisi A.Ş'nin İzmir'deki fabrikasında müdür olarak görev yapıyorum.
* Şu andaki üretim kapasiteniz ve rüzgar türbini imalatı sayesinde yarattığınız iş gücü hakkında bilgi verebilir misiniz?
Şu an yılda 350 MW gücünde türbin kanadı imal edebilece kapasiteye sahibiz. Yani neredeyse Türkiye'nin tüm rüzgar kurulu gücüne yakın. Bugün itibari ile 410 kişilik bir kadromuz var ve ben dahil toplam 14 mühendisimiz var. Genelde el emeğinin yoğun olduğu buna müteakip de çok kişinin çalıştığı bir sektör diyebiliriz. Hem istihdam krizine, hem dış ticaret açığına, hem küresel ısınmaya, hem karbon salımına, hem de enerji krizine çok güzel çözüm olabilir. Fakat yurtdışındaki örneklerdeki gibi desteklenmesi gereken bir sektör.
* Türkiye için yenilenebilir enerji kaynaklarının iş yaratma potansiyelini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün itibari ile ne yazık ki çok zayıf. Proje yapan firma sayısı çok az. Üretim de neredeyse yok denecek kadar az. Tam aksine rüzgar potansiyelimiz de çok fazla. Enercon'un daha geçen yıl Portekiz'de açılan fabrikası neredeyse 1000 kişiye istihdam sağladı ve büyümeye devam ediyorlar. Türkiye'de ise iç piyasanın belirsizliği nedeni ile büyümemiz sınırlı kalıyor ayrıca diğer üreticilerin de Türkiye'de yatırım yapma kararlarını etkiliyor.

***
Dünayada, yenilenebilir enerji sektöründe çalışan sayısı (tahmini)
Jeotermal 25.000
Küçük Hidro 39.000
Biyokütle 1.174.000
Güneş (su ısıtıcı) 624.000
Güneş (elektrik) 170.000
Rüzgar 300.000
Kaynak: Worldwatch, Aralık 2008

Doğalgaz Faturasına Kökten Çözüm: "Tutumlu Binalar"

Doğalgaz ve elektrikte üst üste gelen zamlar herkesi kara kara düşündürüyor. Havaların soğumasıyla ayyuka çıkan doğalgaz ve elektrik faturası korkusunun çözümü ise Türkiye'nin uzun zamandır ihmal ettiği bina yalıtımından ve enerjiyi verimli kullanan binalardan geçiyor.
Türkiye'deki 18 milyon konutun yüzde 92'si yalıtımsız ve bunun Türkiye'ye zararı yılda yedi milyar dolar. Buna rağmen, ODTÜ'deki örnek uygulamalar, TOKİ'nin İstanbul Kayabaşı konutlarında yalıtımlı binalardan oluşan toplu konut projesi gelecek için umut veriyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel
27 Kasım - 3 Aralık 2008

Ankara'daki Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'na ait 50. Yıl Yetiştirme Yurdu'nun doğalgaz faturası 2006 yılında iki yıl öncesine göre tam 25 bin YTL azaldı. Küresel ısınmadan dolayı değil, başarılı bir yalıtım uygulamasından ötürü... Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİE) ve İZODER, 2004 yılında önce kolları sıvadılar, sonra da dikkatlice seçilmiş yalıtım malzemeleriyle 1973'te yapılmış bu eski binanın duvarlarını. 2006 yılında, yurdun ısınması için harcanan doğalgaz miktarı tam yüzde 63 azaldı. Yalıtım için harcanan 93 bin YTL, devletin cebine her yıl 25 bin lira bırakmaya başladı. Bu akıllı hareket, ilk başta büyük gibi görünen 93 bin liranın yaklaşık dört yıl içerisinde geri kazanılmasını sağladı. Önümüzdeki yıldan sonra 50. Yıl Yetiştirme Yurdu, bir anlamda devlete para kazandırmaya başlayacak...

120 YTL'lik fatura 60'a iniyor
50. Yıl Yurdu, ne yazık ki Türkiye'de kötü yalıtımla inşa edilmiş tek bina değil. Türkiye'de yaklaşık 18 milyon konutun olduğu söyleniyor ve bunların yüzde 92'si yalıtımsız. Isı, Su, Ses ve Yangın Yalıtımcıları Derneği (İZODER) Genel Koordinatörü Ertuğrul Şen, bunun Türkiye'ye getirdiği mali külfetin yılda yedi milyar dolar civarında olduğunu söylüyor. Son dönemde petrol fiyatlarındaki gerilemeye rağmen, 2008 sonunda enerji ithalatının ederinin 50 milyar doları aşacağını belirten Şen, “Bu rakamın da en az yüzde 50'sini israf ediyoruz. Vatandaşın aile giderleri içerisinde yer alan en önemli faturalarından biri enerji. Bugün, hiç ödemiyorum diyen birinin ödediği rakam ayda 120-130 YTL. 120-130 metrekarelik binalar için bu rakam çok daha yukarılara, 300'e kadar çıkıyor. 100 metrekarelik eve 120 YTL fatura geliyorsa, yalıtımlı bir evde bu 60'a iniyor” diyor.
Bu rakamın daha aşağılara inmesi de mümkün. Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) tarafından Kızılay'ın Ar-Ge merkezi için tasarlanan 370 metrekarelik bina, kendi enerjisini kendi sağlayacak şekilde inşa ediliyor. Projeyi yürüten Mimarlık Araştırma Tasarım ve Proje Uygulama Merkezi (MAPTUM), daha önce de ODTÜ içinde üç katlı bir tutumlu bina inşa etmiş. Güneşten azami faydalanan, 10 cm'ye varan taş yünü bazlı yalıtımıyla üniversiteye oldukça az doğalgaz faturası çıkaran bir bina...
İnşaatı süren ikinci bina ise kendi enerjisini üretmeyi de planlıyor. Binanın kendi enerjisini üretmesindeki anahtar kelime aslında tasarruf. Güneş enerjisinden mümkün olduğunca fazla faydalanmak işin olmazsa olmazı. Örneğin binaların girişlerinin olduğu bölümlerin güneye bakması çok önemli. ODTÜ'deki diğer binaların aksine, MAPTUM tarafında yapılan bu iki bina güneye bakıyor. MAPTUM Enerji ve Çevre Danışmanı Arif Künar, şakayla karışık, ODTÜ içinde bir özeleştiri yaptıklarını söylüyor. Binada kullanılan tuğlalardan camlara kadar herşey özenle seçiliyor. Binanın güneye bakan tüm cephesi kalın bir tuğlayla örülü. Önünde de camdan bir sera var. Dışarıdan bakanlar serayı görecek. Seranın camla kaplı yüzeyi ısıyı içinde depoluyor. Duvarın üzerindeki menfezlerden (hava kanaları) istendiğinde bu sıcak hava binayı ısıtmak için içeri alınıyor. Yazın ise seradaki diğer menfezlerin de yardımıyla sıcak havanın dışarı atılması yine bu sera yoluyla yapılacak.

Isıtma ve soğutma topraktan
Binadaki bir başka özellik ise ısı pompaları. Su ya da benzeri bir sıvının depolandığı toprağın altında meterelerce yol alan borular, kışın ısıtma, yazın soğutma amaçlı kullanılacak. Benzer sistemler bugün alışveriş merkezlerinde de kullanılıyor. Künar, toprağın üç metre altında sıcaklığın 10 derecede sabit olmasından faydalanarak bu suyu pompalarla kışın ısıtma, yazın soğutma amaçlı kullanacaklarını söylüyor. Çatıya monte edilecek şeffaf fotovoltaik paneller ise hem ışığı kesmeyecek hem de elektrik üretecek. Böylece ısı pompalarının kullandığı elektrik enerjisi de buradan karşılanacak. Aydınlatma amaçlı çalışmalar ise led ampullerle desteklenecek. Bilindiği gibi Edison'un bulduğu 100 vatlık ampulün yaptığı işi 20 vatlık verimli ampuller yapabiliyor. Led'lerde ise aynı işi 2-3 vatlık bir ampulle yapmak mümkün.

Türkiye'nin bu konuda ne kadar geride kaldığı Almanya ile kaşılaştırılınca ortaya çıkıyor. Almanya'daki evlerde metrekare başına 30-70 watt enerji harcanırken, Türkiye'de bu rakam 300-350 watt'ı buluyor. “Bu korkunç bir şey” diyen Arif Künar'a göre Türkiye'nin kurtuluşu, 2009 yılında çıkması beklenen Bina-Enerji Performans Yönetmeliği'ne bağlı. Yeni binalarda uygulanması zorunlu olacak yönetmelik için uyarıda bulunan Künar, “Eski binalarda ev alınıp satılırken enerji performans şartnamesi istenecek. Ev satın alırken ya da kiralanırken evin sertifikasını isteyebileceksiniz. Yalıtım durumu, metrekare başına tüketilen enerji burada yazılmış olacak. Elektrikli aletlerde olduğu gibi evler de “A” ve “B” sınıfı şeklinde sınıflandırılacak” diyerek hem inşaat sektörünü hem de vatandaşları konuya özen göstermeye çağırıyor.

TOKİ'de “tutumlu bina” yapacak
Her ne kadar ODTÜ'de yapılan binanın deneysel amaçlar taşıdığı söylense de burada elde edilen bilgilerin uygulama alanı bulma şansı da giderek artıyor. Bunun en iyi örneği ise Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) tarafından İstanbul Kayabaşı'nda yapılacak binalarda atık suların yeniden kullanılmasından, dışarıdan mantolamaya ve fotovoltaik panellerden tasarruflu duş bataryalarına kadar birçok “lik” planlanıyor. Genelde lüks konutlarda rastlanmaya başlayan bu standartların toplu konutlarda uygulanması önemli bir adım olarak nitelendiriliyor. TOKİ'nin hesaplarına göre yatırım maliyetinde yüzde 5'lik bir artışla yüzde 50'ye varan oranlarda yakıt tasarruffu mümkün. Şimdi, elimizdeki soru şu: “100 bin liralık bir daire alıp ayda 100 YTL fatura ödemeyi mi, yoksa 105 bin YTL ödeyip ömür boyu faturalara 50 YTL ödemeyi mi tercih edersiniz?” Karar sizin!
***

“Yalıtım kredileri verilsin”
Ertuğrul Şen
İZODER Genel Koordinatörü

Vatandaşı bu konuda özendirmek gerek. Yalıtım malzemelerinden KDV kaldırılabilir, yalıtım kredileri verilebilir. Yalıtım yaptıranlar daha düşük enerji kullanacakları için kademeli enerji fiyatları kullanılabilir. Yani, az enerji harcayanların ödedikleri birim fiyatlar düşürülebilir, az kullanmak teşvik edilebilir. Batı'da kredi değil hibe bile veriliyor. Almanya'da enerji verimli bina yapmak ya da dönüştürmek için alacağınız 50 bin euroluk kredinin 8 bin 500'ünü hükümet hibe ediyor. Türkiye'de yapılabilecek ilk adım ısı yalıtımının desteklenmesi. Biz yalıtım sektörü olarak kampanyalar yapıyoruz, vatandaş bilinçleniyor ama bir noktaya geliyor tıkanıyor. Ortalama olarak metrekare başına 30-50 YTL arasında standartlara uygun bir yalıtım mümkün. 100 metrekare için dört bin YTL'lik bir yatırım gibi. Kredilendirirseniz, dört yıl boyunca yüksek faturanızı ödemiş gibi ödeyebilirsiniz ama ardından faturalar yarıya iniyor. Vatandaş bunun farkında ancak yapamıyor. Burada devletin devreye girmesi gerek. 2008 yılından sonra yeni yapılan binalarda uygulanması gereken standartlar var ancak denetim ayağında aksama var. Yeni binalarda hiç yapılmamış yalıtımlar ya da denetime denk gelmediği için eksik olan binalar bile çıkabiliyor. Türkiye genelinde yüzde 50 kaçak yapılaşma olduğu da unutulmamalı.
***
Tutumlu Binaların “Püf” Noktaları
* Binaların plan aşamasında güneş dikkate alınarak yapılması şart. Hem aydınlanma hem de ısıtma için binanın konumu kritik önem taşıyor.
* Kullanılan malzemelerin kalitesi çok önemli. Almanya'da 30 cm kalınlığa varan yalıtım örnekleri var. Türkiye'de genelde bu beş cm.
* Camlar eskisinden çok daha önemli. Sadece ısı kaybı için değil. Özel imal edilen camlarla ısıyı içeri almamak da mükün. Antalya'da yaygın kullanılan bu camlar ışığı içeri alıp ısının yüzde 80'ini kesebiliyor. Böylece klima kullanımının da büyük ölçüde önüne geçilebiliyor.
* Isı pompaları, su ısıtan ve elektrik üreten güneş panelleri, mini rüzgar türbinleri enerji tüketimini azaltan seçenekler ve her geçen gün daha ekonomik hale geliyorlar.
* Gün ışığını içeri taşıyan bacalar ve seralar gibi birçok yeni teknik ciddi tasarruf sağlıyor.
* Aydınlatmada kullanılan tasarruflu ampuller, ledler tutumlu evlerin olmazsa olmazı.

Toprak Ana Bize "Yavaş Yememizi" Söylüyor

İtalya'nın Torino kentinde, 153 ülkeden tam 6 bin 345 katılımcı “Toprak Ana” adı verilen toplantıda biraraya geldi. “Fast food”a (Hızlı yemek) karşı başlayan “Slow food”(Yavaş yemek) hareketi tarafından organize edilen toplantının katılımcıları, dondurulmuş yiyeceklere, genleri değiştirilmiş organizmalara ve tek tipleşen ülke mutfaklarına karşı unuttuğumuz yemek kültürünü, geleneksel yemekleri ve doğal tarım yöntemleriyle üretilmiş sağlıklı ürünleri savunuyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel /20-26 Kasım 2008

Dünyanın karnını artık yapay krizler ve yapay gıdalar doyuruyor; krizin temelinde de insanların sınır tanımayan hırsı yatıyor. Bu, bizim yorumumuz değil. Hindistanlı fizik doktoru ve küreselleşme karşıtı hareketin önderlerinden Dr. Vandana Shiva'nın, “Terra Madre” (Toprak Ana) adlı dev toplantının açılışında yaptığı konuşmasından çıkardığımız ana fikir. 153 ülkeden 6 bin 345 katıldığı “Toprak Ana” toplantısı 2004'ten bu yana her iki yılda bir gerçekleşiyor. Toprak Ana buluşmaları, Shiva'nın fikirlerini paylaşan ve bu fikirlerin hayata geçmesi için uğraşan onlarca çiftçi ve politikacının dayanıştığı ve bir anlamda endüstriyel üretimde ısrar edenlere açıktan bir meydan okuma toplantısı aslında. İtalya'nın Torino kentindeki bu büyük toplantı aynı zamanda, Afrika'dan Avrupa'ya, Asya'dan Latin Amerika'ya kadar birçok kıtadan gelen geleneksel çiftçilerle, yıllardır sürdürdükleri mesleklerinden vazgeçip yüzünü toprağa dönen “yeni” çiftçilerin buluşmasına sahne oluyor. Tıpkı, bize izlenimlerini anlatan ve aslında bir inşaat mühendisi olan Cem Birder gibi.

“Doğru ürünü talep etmezsek, doğru ürünü üreten kalmayacak”
Açık Radyo'da yayınlanan Toprak Ana adlı programın da yapımcısı olan Cem Birder, İtalya'daki toplantıya Türkiye'de giden 18 katlımcıdan biri. Buğday Derneği'nin eski yöneticilerinden ve İstanbul'daki ekolojik pazarın da kurucularından. Dünyanın içinde bulunduğu gıda krizinin arkasında sanayileşmiş bir gıda üretimi mekanizması ve sadece kar merkezli bir sistem olduğunu belirten Birder, “Terra Madre”de gıda güvenliği üzerine yayımlanan manifestoya dikkat çekerek çözümün yerelleşmeden geçtiğine dikkat çekiyor. Bu yılki toplantının en çok tartışılan konusunun yaşanan kriz ve bu krizin fırsata çevrilip çevrilmeyeceği olduğunu belirten Birder, “İşin özünde gıdayı tüketen insanların bir yan üreticiye dönüşmesi ve tüketicilerin bilinçlenmesi yatıyor. Biz doğru ürünü talep etmezsek doğru ürünü üreten kimse kalmayacak. Bu anlamda semt pazarları ve yerel ekonomiler çok önemli. Toplantıda da dünyanın kurtulması için yerel ekonomilerin önemine değinildi. Aksi halde büyük kentlere göç kaçınılmaz” diyor.

Unutulmak üzere olan 300'ün üzerinde yiyecek sergilendi
İtalya'daki toplantıya katılanların profili de aslında konunun bu kesimler tarafından ne kadar önemli olduğunun bir kanıtı. Dünyadaki birçok çiftçi, dev üretici firmalarının seri ve ucuz üretimleri karşısında tutunamayarak, birkaç kuşaktır üretim yaptıkları topraklarını terk etmek zorunda kalıyor. Ya da, dev firmaların genleriyle oynayıp tek tipleştirdiği tohumları alarak üretime devam etmeye zorlanıyor. Bu sayede daha çok mahsul alıyorlar ancak bu defa da tohum üreticilerine bağımlılık başlıyor. Toprak Ana toplantısına katılanların arasında gelişmekte olan ülkelerden gelen üreticiler de var. Toplantının bir bölümü, kaybolmaya yüz tutmuş geleneksel ürünlerin sergilenmesi için ayrılmış. “Salone del Gusto” adlı bu bölümde katılımcılar arasında sayıları oldukça fazla olan aşçılar maharetlerini gösteriyor, dünyanın her bir köşesinden gelen yiyecekler tanıtılıyor. Türkiye'nin, Başbakanlık'tan gönderildiği etiketlerinden anlaşılan kaseler dolusu fındıkla temsil edilmesi bizim açımızdan konunun pek anlaşılmadığına işaret etse de, yiyeceklerine sahip çıkmak isteyenlerin lezzetli bir başkaldırısı da toplantı boyunca bu salonlarda yaşanmış. 300'ü aşkın unutulmak üzere olan yiyecek sergilenmiş. Birder, Türkiye'de geleneksel üretimin korunmasına yönelik bir mevzuat olmadığına dikkat çekiyor ve “Standartizasyon ve hijyen adı altında biz çok şeyi öldürdük” diyor.

Yavaş yemek hareketinin 100 bin üyesi var
Hayatımızdan çok şeyi alıp götüren bir başka faktörün de hız olduğu yönündeki rivayetler sanırım sizlerin de kulağına gelmiştir. Toprak Ana toplantılarının düzenleyicisi her geçen gün giderek büyüyen Yavaş Yemek (Slow Food) Derneği. 1986 yılında Carlo Petrini tarafından kurulan bu dernek, 1989 yılında uluslararası bir hal almış ve şu anda 100 binin üzerinde üyesi, İngiltere, Almanya, İtalya, Japonya ve ABD'de şubeleri var. Adına kanıp, Yavaş Yemek Derneği'nin sadece burgercilerle mücadele eden bir kuruluş olduğunu düşünmemek lazım. İlk eylemleri Mc. Donald's a karşı gerçekleştirilmiş olsa da, Cem Birder'e göre hızlı yemek görüntüsünün arkasındaki katmanları görmeden olayı tam kavramak mümkün değil. Birder, “hızlı yemek” kültürünün ardında gıda ve tarımın yaşamsal boyutlarını unutturmaya çalışan, kar merkezli bir sisteme dönüş olduğunu söylüyor. “Mesele bir Mc Donald's meselesi olmaktan çıkıyor, diğer güçlerle karşılaşıyorsunuz. Bunlar IMF, Dünya Ticaret Örgütü olabiliyor. Tüm bu örgütler, küçük çiftçiliğin yüzyıllardır sürdürmekte olduğu değerler üzerinde tehdit oluşturuyor” diye düşünen Birder, “Ticarileşen bir sistemin sosyal ve kültürtel erozyanlarını gözardı ederseniz, sofra ve yemek kültürünün, geleneksel bilgeliğinin yok olduğu bir dünya karşınıza çıkıyor” diyor. Yavaş yemek hareketi tarımın sanayileşmesiyle başlayan bu yokoluşu önlemeye çalışıyor. Büyük gıda devlerinin, gıdanın metalaşmasına, yatırım aracına dönmesine sebep olan stratejilerinin ve gıdanın biyo-enerji anlamında kullanımı ve üretiminin karşısında duruyor. Birder, perdenin arka tarafında olup bitenin bize yansımasını, “Elinde tabağıyla karşıdan karşıya geçen insanların yaşadığı bir dünyada yemek yemek; insanların aynı bir araç gibi, günlük enerji ihtiyacını karşılamaya dayalı renksiz bir bakış açısına dönüyor” sözleriyle özetliyor.

Nineler Üniversitesi kurulacak
Bu büyük toplantıdan çıkan ilginç fikirlerden biri de, “Nineler Üniversitesi” fikri. Eğer hayata geçerse bu üniversitede ninelerimiz öğretmen, bizler de öğrenci olacağız. Bu üniversitenin amacı onların bilgilerinden faydalanmak. “Ne yazık ki bugün modern dünyanın anladığı şey herşeyin yazılıp çizilip, tariflenmesi üzerinden geçiyor. Çiftçinin okur yazar olamama gibi bir hakkı olduğu göz ardı ediliyor” diyen Birder, çiftçilerin ve ninelerimizin o yazılı olmayan deneyim ve yöntemlerinin bugün yaşanan krizlerin çözümünde anahtar rolü oynayacağına inanıyor. Kriz denince akla hep para geldiği için belirtmekte fayda var. Cem Birder'in burada bahsettiği kriz, aslında süpermarkette ucuz domates almaya çıkmamızla başlıyor. Biz, ucuz dometes istedikçe süpermarket domatesi daha ucuza üreten üreticinin peşine düşüyor. Bu kovalamacanın sonunda da kaliteli bir ürün bulma şansınız kalmıyor çünkü kalieli ürün pahalıya mal oluyor. Onu üreten kimsenin ticari olarak hayata kalma şansı tükeniyor. Kriz en kritik noktada, sağlığımızla ilgili olarak ortaya çıkıyor. Ucuz etin yahnisi pek olur hesabı, Birder, Son 10-20 yılda, seri ve ucuz üretim sonucu tükettiğimiz ürünlerin sağlığımızı bozduğuna dikkat çekiyor ve “Daha fazla kanser vakaları var ve ciddi bir sağlık sektörü oluştu. Sağlık sektörünün bu kadar büyümesi, bu alandaki buluşlardan çok, insanlığın düştüğü duruma bağlanmalı. İnsanlık gıda harcamasını ne kadar düşürürse sağlık harcamaları o kadar artar” diyor.

“Biz yoksuluz çünkü biz dürüstüz”
Toprak Anne ve Yavaş Yemek derneklerinin başkanlığını yapan aynı zamanda yavaş yeme hareketinin de kurucusu Carlo Petrini'nin toplantının açılışında yaptığı konuşmayla bu yazıyı bitirmekte fayda var. Petrini, toplantıya katılan binlerce delegeye hitaben yaptığı konuşmada, bir zamanlar Siyu'ların liderliğini de yapmış olan Şef Kırmızı Bulut'un şu sözlerini anımsatmış: “Topraklar ile bitkiler onların ritim ve nefes alışverişlerini okuyabilecek birilerini bekliyor. Ben fakir ve çıplağım ama ben Siyu'ların başıyım. Biz yoksuluz çünkü biz dürüstüz. Biz, varlıklı olmaya, zenginleşmeye çalışmıyoruz. Sadece çocuklarımızı doğru yolda eğitmek istiyoruz. Ölümden sonra yanımıza para alamayacağız. Biz sadece barış ve sevgi istiyoruz”.

***
Eko-Gastranom Hareketi
Yavaş Yemek Hareketi, her şeyden önce insanların değişik tat ve tariflerden zevk almayı öğrenmesini ve aynı zamanda o yiyecekleri üreten insanların da farkına varılmasını amaçlıyor. Doğanın ritmini dikkate alan, türlerin çeşitliliğini savunan, yerel yemekleri, gelenekleri ve soyu tükenmekte olan bitki ve hayvanları korumayı öncelikli hedef olarak belirleyen bir hareket. Yeni bir tarımsal modeli destekleyen Yavaş Yemek Hareketi, yerel toplulukların bilgisini önemsiyor, tarımda ağır teknikler yerine yavaş ve fakir çiftçilerin bile uygulayabileceği yöntemleri tercih ediyor. Çoğu zaman eko-gastronomlar (ekolojist gastranomlar) hareketi olarak da anılıyor.

***
“İnsanların hırsı tarafından yönetiliyoruz”
Dr. Vandana Shiva
Yavaş Yemek Derneği Başkan Yardımcısı

Hırsa dayalı küresel ekonomi bizi yenilgiye götürüyor ve krizden krize sürüklüyor. Toprak Ana bize yeniden yüzümüzü dünyaya dönmemizi söylüyor. Dünyanın da bir annesi var. Bütün yapmamız gereken bir kere daha annelerin dünyayı nasıl doyurduğunu anımsamak. Aileler savaş ve kıtlık zamanlarında bile asla “almayı” düşünmediler. Her zaman nasıl verileceğini düşündüler. İşte, yapmamız gereken bu paylaşımcı, sahip çıkan anlayışı yeniden hatırlamak. Bunu yapabiliriz; çnkü biz geleceğiz!
Finans krizi, gıda krizi ve iklim değişikliğini de içine almak üzere ekolojik kriz, hep aynı kökten besleniyor. Hayal ürünü olan bir finansal sistem tarafından yönetiliyoruz. Doğanın vereceği ve insanın üreteceğinden 70 kat fazla miktarda olan türetilmiş, hayal ürünü para tarafından. Firmalar tarafından yönetiliyoruz. Fakat biz Monsanto'nun genleri değiştirilmiş tohumlarından elde edilen yiyeceklerden daha güzel yiyecekler üretebiliriz. Ve geçtiğimiz yıl içinde krize yol açan Cargill'in ticari yöntemlerinden daha adil yöntemlerle yapabiliriz. İnsanların hırsı tarafından yönetiliyoruz, Gandi'nin söylediği gibi, “Dünyanın kaynakları herkesin ihtiyaçlarını karşılamaya yeter, ama bir kişinin bile hırsını karşılayamaz”.

***
Internet üzerinden temiz alışveriş
İtalya'daki toplantı dünya basını tarafından olduğu gibi İtalyan basını tarafından da yakından takip edildi. Toplantıyla ilgili İtalyan gazetelerine yansıyan bir haber ise Cem Birder tarafından kurulan www.toprakana.com.tr adlı web sayfasıyla ilgiliydi. Organik pazarların Antalya, Bursa ve İstanbul'la kısıtlı olduğu ve bu ürünlere ulaşmanın oldukça zor olduğu Türkiye'de, Birder tarafından kurulan internet sitesi üzerinden Türkiye'nin dört bir yanındaki üreticilere bu sayfa üzerinden ulaşılabiliyor, ürünler hakkında bilgi alınabiliyor ve sipariş verilebiliyor. Kargoyla özel paketle evinize ulaştırılan bu ürünler, sermaye birikimi sınırlı olan üreticiler için Türkiye'nin dört bir yanına laşma şansı yaratıyor. Fikir, benzer sorunlar yaşayan İtalya'da da ilgi görmüş ve gazetelere kadar taşınmış. Semt pazarlarına doğal, kimyasallar bulaşmamış ürünler gelene kadar bu siteyle idare edebilirsiniz.

Elektrikli Isıtıcılar Isıtıyor mu, Yakıyor mu?

Elektrikli aletlerin yarattığı elektromanyetik alan hasta ediyor...

Kullanımı son yıllarda yaygınlaşan ve yıllık satışı 1,5 milyon adedi bulan elektrikli ısıtıcıların sağlığımıza etkileri konusunda ciddi soru işaretleri var. Uzmanlara göre, bu infrared ısıtıcılardan, bebek alarmlarına ve mikrodalga fırınlara kadar evimizi çevreleyen elektromanyetik alanlar, cinsel isteksizlikten baş ağrısına, uykusuzluktan kansere kadar birçok ciddi sorunun kaynağı.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 6-12 Kasım 2008

Dizüstü bilgisayarınızı açtığınızda karşınıza kaç tane kablosuz internet ağı çıkıyor? Yatağınızın yanıbaşında ne var; cep telefonu, gece lambası ya da pille çalışan bir çalar saat? Isınmak için elektrikli ısıtıcılara mı güveniyorsunuz? Bilgisayar ekranınız size ne kadar uzak, ekranınızın arkasında kim oturuyor? Elektromanyetik dalgaların duvarların ötesine de geçtiğini biliyor musunuz? Tüm bu sorulara vereceğiniz yanıtlar hayatınızı çok yakından ilgilendiriyor. Elektrikle çalışan tüm aletler, kullanılmadıkları ancak prize takılı oldukları hallerde bile gözle görülmeyen bir elektromanyetik alan üretiyor. Bu alanın şiddeti ve ne kadar süreyle maruz kaldığınız ise ayrıca önemli.

Elektromanyetik alanların (EMA) insanlar üzerindeki etkileri çok çeşitli ve vücut yapılarına göre de değişiklik gösteriyor. En basit ve kısa süreli etkiler, baş ağrısı, göz yanması, halsizlik ve baş dönmeleri olarak belirtiliyor. Uzun sürede ortaya çıkan etkiler ise bağışıklık sistemini zayıflatmak, hücrelerarası aktiviteyi, hormon salgısını etkilemek, libido azalmasına yol açmak ve embriyonlarda anormal gelişmelere neden olmak olarak özetlenebilir. Bağışıklık sisteminin zayıflaması ve hücre yapılarının bozulmasının muhtemel bir sonucunun da kanser olduğunu belirtmekte fayda var. Türkiye’de standart ve denetim eksiğinin olması da başka bir problem. Baz istasyonları ve yerleşim yerlerinin üzerinden geçen yüksek gerilim hatları bunun en çarpıcı ve kamusal örnekleri...

Bu sayımızda kullanımı giderek yaygınlaşan elektrikli ısıtıcıları mercek altına aldık. Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Selim Şeker infraredli ısıtıcıların insan sağlığı açısından ciddi tehlikeler içerebileceğini belirtiyor. Prof. Şeker, 50 hertz frekansında çalışan aletlerin yarattığı manyetik alan standartları konusunda Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) Ekim 2001’de uyarıda bulunduğunu da anımsatıyor ve “cep telefonlarının 1 watt’tan az güçleri, TV ve bilgisayarların 50 watt civarındaki güçleri için standartlar ve pek çok önlemler tavsiye edilirken böyle bir gücün yanımızda bulunmasını normal ve güvenli kabul edemiyorum” diyor. Konunun tarafları ile görüştük…

Türkiye'de yılda 1,5 milyon elektrikli ısıtıcı satılıyor
“İnfrared ile ısıtma”, kısaca, ısının ışık yoluyla taşınması olarak açıklanabilir. Güneşin dünyayı ısıtması da bu yolla olduğu için çoğu zaman “güneş gibi ısıtıyor” da deniyor. Tam da bu noktada bazı itirazlar geliyor. Güneş ışınlarının deride incelme ve kırışıklığa yol açma, katarakt ve cilt kanseri gibi ciddi sorunlara yol açtığı biliniyor.

Pazarın lider markası olan UFO Işıkla Isıtma Sistemleri Ltd. Şirketi tarafından tasarlanan infraredli ısıtıcı piyasası, yılda 1,5 milyon cihaza ulaşmış durumda ve bu rakamın 1 milyonu UFO'ya ait. Bu nedenle sorularımızı kendilerine yönelttik. UFO Yönetim Kurulu Başkan Vekili Abdullah Yeşil, piyasada çok sayıda “merdiven altı” tabir edilen firma olduğunu belirtiyor. Yeşil, infrared teknolojisini ısıtmada kullanarak yarattıkları yeni cihazlarını taklit eden 84 firma tespit ettiklerini bunun 17'sine de dava açtıklarını belirtiyor. Birçoğuna ise dava bile açamadıklarını çünkü firmaların ticari sicil kayıtlarının bile olmadığından yakınıyor. Yeşil, “Kullandığımız özel direnç teliyle 2,4 mikro/metre dalga boyunda infrared dalgalar oluşturuyoruz. 2,4 mikro/metre güneşin ısısını dünyaya getiren, ısıyı en iyi taşıyan dalga boyu aralığıdır. O yüzden de güneş gibi ısıtıyor diyoruz. Zararsızdır diye bir şey söz konusu değil, her şey zararlıdır” diyor ve “Dünyada yaşayan her insan risk altındadır. Öğle vakti gelen güneş ışınları bizim cihazlardan 10 kat daha zararlıdır. Biz, uzun dalgayı (infrared) çıkarıyoruz. Güneşin ışınlarında ise daha kısa dalgalar da (ultraviyole) geliyor” açıklamasını yapıyor. Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) tarafından hazırlanan sağlık raporunda da cihazlarının insan sağlığına zarar vermediğinin kanıtlandığını söylüyor. Erken doğan bebeklerin kuvözlerinde de benzer ısıtıcıların kullanılmasını örnek veren Yeşil, yurtdışında onlarca ülkeye ihracat yaptıklarının ve gerekli tüm standart belgelerine sahip olduklarının altını çiziyor ve 50 hertz frekansında çalışan cihazlarının kesinlikle bir sağlık sorunu yaratmadığını öne sürüyor.

Sağlık raporu hatalı mı?
Ancak, bu konuda ikna olmayanlar da var. İnfrared ile çalışan bu cihazların insan sağlığı açısından ciddi tehlikeler içerebileceğini belirten Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Selim Şeker öncelikle UFO’nun YTÜ tarafından hazırlanan raporuna itiraz ediyor. Cihazın elektromanyetik spektrum’un “infrared” bölgesinde çalıştığını belirten Şeker, bu bölgenin iyonize eden radyasyon bölgesi olduğunu (300-1000000 GHz), ölçümde kullanılan cihazın ölçme aralığının ise 5Hz-3GHz arasında kaldığını bu nedenle ölçümdeki aletin infrared bölgesinde kullanılamayacağını söylüyor. UFO’nun 50 hertz’de çalıştığı bilgisine de şöyle itiraz ediyor: “UFO 50 hertz’de çalışıyor ama verdiği ısı infrared frekanslarında. Standartlar kısa vadede ısısal etkileri nazara alır, uzun vadede neler olabilir onunla ilgili bir şey söylemez. Hastanelerde kaç dakika kullanılıyor bilmiyorum ama bu bir bilimsel kanıt değildir. Kanser yapan sigarayı doktorun içmesi kanser yapmadığının delili olur mu?” Prof. Şeker, 50 hertz frekansında çalışan aletlerin yarattığı manyetik alan standartları konusunda Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) Ekim 2001’de uyarıda bulunduğunu da anımsatıyor.

Bu tartışmanın ciddi ve bağımsız bir kuruluş tarafından incelenip sonuçlarının kamuoyuyla paylaşılması gerektiği ortada. Aslında bu konuda bir girişim de var. Çevre Komisyonu Başkanı Haluk Özdalga, tekliften henüz haberdar olmadığını belirtse de, TBMM’nin CHP’li üyeleri, Çevre Komisyonu’na “İyonlaştırmayan Radyasyondan Korunma Kurulu” kurulması için teklif vermiş durumda. Gelişmeleri yakından takip ediyoruz.

***
Ev ve işyerlerinde elektromanyetik alan üreten cihazlar
Bebek alarmı
Bilgisayar oyun setleri
Elektrikli tıraş makinesi
Elektrikli saat
Radyolar
Elektrikli fırın ve ısıtıcılar
Elektrikli battaniyeler
Soketler
Elektrikli süpürge
Aydınlatma lambaları
Çamaşır makinesi
Bilgisayarlar
Fotokopi makineleri
Saç kurutma makinesi
Mikrodalga fırın
Televizyonlar
Dizüstü bilgisayarlar
Hi-Fi müzik setleri
Elektrikli dikiş makineleri

***
Elektrikli aletler, etkileri, korunma yöntemleri

Bilgisayar monitörü
Bilgisayar ve televizyonlar çevrelerine ultraviyole, mikrodalga, x ışınları, radyo dalgaları, kızılötesi ve düşük frekanslı elektrik ve manyetik alan kirliliği yaparlar. Bilgisayar yakınında çalışan kimselerde gözde ağrı, hassas cilde sahip olanlarda yüz ve kol derilerinde isilik oluşması, mide bulanması, baş ağrısı ve yorulma gibi şikâyetler oluşmaktadır. Göz problemlerini önlemek için bilgisayar masasının pozisyonunda değişiklik yapın. Ekran filtreleri kullanın ve yansımayı önleyecek koyu renk giysi giyin. Bilgisayar ekranlarının CE etiketi taşıyıp taşımadığını kontrol edin. Bilgisayarınızı hem kendinize hem de yakınınızdakilere en az 1 metre uzak kalacak şekilde yerleştirin. Yaratılan manyetik alanın duvardan da geçebildiği unutulmamalı.

Bebek alarmları
Beşikten en az 1 metre uzakta durmalılar. Bu üniteler radyo frekanslı enerji yayar.

Alarmlı saat ve radyolar
Elektrikle çalışan alarmlı saat ve radyolarla beyne gereksiz radyasyon yollamamak için yataktan en az 1,5 metre uzakta durmaları gerekir. Pilli olanlar, sanılanın aksine, daha fazla manyetik alan üretir.

Dizüstü bilgisayar
Genelde düşük seviyede manyetik alan üretir ancak adaptör bağlantısı yapıldığında metre başına 100 voltu bulan yüksek şiddette elektriksel alan üretir. Dizüstünü oturduğunuz yerin uzağında şarj etmeniz öneriliyor.

Bilgisayar Oyun Setleri
Bu tür oyun setleri transformatör içermesi nedeniyle yüksek şiddette denebilecek elektrik alanı yayar. Kullanılmadığı zaman fişten çekilmesi, çocukların oynarken belirli bir mesafede tutulması önerilir.

Elektrikli Fırınlar
Çalışma sırasında mikrotesla seviyesinde hayli yüksek manyetik alan üretirler. Pişirme süresi boyunca yaklaşılmamalıdır.

Elektrikli Battaniyeler
Battaniyelerin altında ve üstünde yüksek seviyede elektromanyetik alan oluşur. Yatağa girmeden mutlaka prizden çıkarılması gerekir. Bazı uzmanlar hiç kullanılmamasını tavsiye etmektedir.

AB Kyoto’ya Odaklandı, Sıra Türkiye’de

Avrupa Birliği’nin küresel ısınmayı önlemek için Kyoto Protokolü kapsamında aldığı tedbirlerin sonuçları kendini göstermeye başladı. AB-15 ülkeleri, 1990 yılına göre küresel ısınmaya yol açan seragazlarını yüzde 2,7 oranında azalttı. Tahminler, Birlik ülkelerinin Kyoto hedeflerini yakalayacağı yönünde. Türkiye ise Meclis tatili nedeniyle ertelediği Kyoto’ya imzayı, önümüzdeki günlerde Meclis Genel Kurulu’nda alınacak “evet” kararıyla atmaya hazırlanıyor. Kyoto’ya imza 2009’dan önce

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 30 Ekim - 5 Kasım 2008

-Karbondioksit var mı?
-Var, ne kadar lazım?
-İki milyon ton kadar, ama temizinden olsun...

Böyle bir diyalogu absürd bulmuş olabilirsiniz ama bulmasanız iyi olur. Çünkü benzer bir diyalog geçen günlerde Belçika ve Macaristan Çevre Bakanları arasında gerçekleşti. Belçika, Macaristan’ın Kyoto Protokolü çerçevesinde atmosfere salmaya hak kazandığı 2 milyon ton seragazını, satın aldı. Alışverişin ederi açıklanmadı. Bugün, “karbon borsası” olarak da adlandırılan “emisyon ticareti” kapsamında, 1 ton karbondioksit eşdeğeri seragazının fiyatı 20 Euro civarında. Basit bir hesapla, yukarıda söz konusu ettiğimiz kirli hava alışverişinin, aşağı yukarı 40 milyon Euro’yu bulduğunu belirtmekte yarar var.

Bilindiği gibi Kyoto Protokolü’yle, iklim değişikliğine, ya da halk arasında bilinen adıyla, küresel ısınmaya yol açan seragazlarının atmosfere salımı azaltılmaya çalışılıyor. Protokole taraf olan ülkelere, başta karbondioksit olmak üzere belli başlı seragazlarını atmosfere salma konusunda sınırlama getiriliyor. Ülkeler de belirlenen bu hedeflerde kalmak için ülke içindeki işletmelerin atmosfere salabileceği seragazı miktarlarını belirliyor. Bundan sonrası firmalara kalıyor, ya teknolojilerini değiştirerek (örneğin kömür yerine rüzgârdan elektrik üreterek) ya da tasarrufa giderek belirlenen sınırlar içerisinde kalmaya çalışıyorlar. Verilen eşik değerin altında kalırlarsa ne âlâ! “Arttırdıkları” miktarı borsada beliren fiyat üzerinden, sınırların üzerinde kalan diğer firmalara satarak para kazanma şansları var. Böylece yaptıkları yatırımı da finanse etmiş oluyorlar. Verilen sınırların üstünde kalan işletmelerse, daha yüksek olan cezaları ödememek için borsada “temiz karbon hissesi” olarak tabir edebileceğimiz hisseleri satın almak zorunda kalıyor. Protokol, Belçika-Macaristan arasında olduğu gibi ülkeler arası ticarete de izin veriyor.

AB seragazlarını yüzde 3 azalttı
Karışık gibi görünen “karbon borsasının” karışık olmayan tek sonucu, AB ülkelerinin Kyoto hedeflerini yakalamaları için kritik öneme sahip olması. Kyoto Protokolü’ne topyekûn taraf olan ve seragazı salımlarını, 2012 yılına kadar 1990 değerlerinin yüzde 8 aşağısına çekme sözü veren Avrupa Birliği’ndeki gelişmiş 15 ülke, 2006 sonuna kadar ancak yüzde 2,7 oranında indirim sağlamış durumda. Ancak, Avrupa Çevre Ajansı tarafından yapılan bilimsel tahminler, yukarıda bahsettiğimiz Kyoto mekanizmalarının kullanılması ve planlanan ek tedbirlerin de alınmasıyla bu oranın 2010 yılında yüzde 11,3’ü bulabileceğini belirtiyor. Kısacası, AB’nin karbon ticareti gibi mekanizmalar olmadan hedefine ulaşması zor ama planlanan ek tedbirlerle birlikte bu mekanizmaların kullanılması hedefin ötesinde bir sonuca ulaşılmasını sağlıyor. Hem de sanılanın aksine ekonomilerini daraltmadan bunu yapabilmişler. Örneğin, 1990 yılına göre yüzde 12,5 indirim yükümlülüğü olan İngiltere, şimdiden yüzde 18 indirim sağlamış durumda. İngiltere’nin son 10 yıllık Gayri Safi Hasıla büyüme oranı ise salım miktarının aksine “artı” değere sahip ve ortalama yüzde 3 civarında.

İtalya ve İspanya’nın karnesi kötü
Tüm ülkeler İngiltere kadar iyi durumda değil tabii. İspanya, 1990 yılı miktarının yüzde 25 üzerine çıkma hakkı verilmesine rağmen yüzde 50 artış sağlamış durumda. İtalya’nın durumu da hiç farklı değil. 1990 yılına göre seragazı miktarını yüzde 6,5 azaltmak zorunda olan İtalya şu anda atmosfere saldığı miktarı yüzde 10 arttırmış durumda. Bu ülkelerin kötü performansını İngiltere ve Almanya gibi ülkeler karşılıyor ama 2020 için AB’nin aldığı yüzde 20’lik hedefe ulaşmak isteniyorsa, İtalya, İspanya, Danimarka ve Yunanistan gibi ülkelerin de performanslarını arttırmaları gerekiyor.

***
Kyoto'ya imza 2009'dan önce
Kyoto’ya dahil olma hazırlığında olan Türkiye’nin 2012’ye kadar yükümlülük almayacağı biliniyor. 2012 sonrası Türkiye’ye nasıl bir hedef konulacağı ise bu Aralık ayında Poznan’da ve gelecek yıl Danimarka’da yapılacak görüşmelerde şekillenecek. Türkiye, seragazı salım miktarlarındaki artışta dünya birinciliğini koruyor. 1990 yılına göre artış oranı yüzde 95’i geçmiş durumda. Avrupa Çevre Ajansı, Türkiye tarafından yapılan tahminlere göre bu hızın yavaşlayacağını ve 2010 yılında artış oranının yüzde 98’e ulaşacağını öngörüyor. Bu olmazsa, Türkiye’nin kendisine hedef belirlerken yapacağı pazarlıkta zorlanacağını tahmin etmek zor değil. TBMM Çevre Komisyonu Başkanı Nazmi Haluk Özdalga, Türkiye’nin Protokol’e taraf olmasını sağlayacak yasanın Meclis gündeminin ilk sıralarında olduğunu ve önümüzdeki haftalarda görüşüleceğini belirtiyor. Özdalga, “İnşallah Meclis’te bulunan tüm partilerin desteğiyle onaylanmış olacak” diyerek bir başka beklentisini de dile getiriyor ve imzanın 2009’a kalmayacağını düşünüyor.

***
Ne hedeflediler, ne yaptılar? (yüzde olarak)