Çocuklarınızı bu filme götürün

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Aralık 2015

İklim değişikliği konusunda Hollywood’un yaptığı filmleri unutun. Bir günde donan dünya, iklim değişikliğinden kaçarak trende yaşamaya başlayan insanlar fikirleri eğlenceli ama işte o kadar. İklim değişikliği konusunda zihninizi açacak, seyri keyif veren bir eser arıyorsanız size Buz ve Gökyüzü’nü tavsiye ederim. Belgesel, ünlü Fransız bilim insanı Claude Lorius’nun hayatını verdiği ve buz dağlarının arasında geçen bilimsel araştırmasını anlatıyor. Huzur veren, büyüleyen görüntüler eşliğinde. Lorius, buzullardaki karbondioksit ve metan (iki önemli seragazı) birikimlerine bakarak, insan ve iklim değişikliği arasındaki ilişkiyi araştıran ve seragazlarıyla ısınma arasındaki bağı ortaya koyan bir bilim insanı.

Film, 25 yaşında genç bir bilim insanın Güney Kutbu’ndaki bir araştırmaya katılmasıyla başlayan ve ömür süren araştırmasını anlatıyor. Belgeseli iklim değişikliğini anlamak için izleyebilirsiniz ancak ben olsam hayatını bir teoriyi ispatlamaya adayan bilim insanlarının nasıl çalıştığını görmek için giderdim. Çocuğunuz, yeğeniniz varsa onları da mutlaka götürmenizi isterdim. Büyüyünce polis, futbolcu ya da hırsız (bu ülkede o da artık bir meslek sayılır, maaş bile veriyorlar) olmanın dışında bir başka seçenek olduğunu görsünler. Keşfetmenin, bilginin ve doğanın insanlara sunduğu o mutlu hayatı, 83 yaşındaki Claude Lorius’nun gözlerinden görmeleri hepsinin hayatını değiştirebilir.

Lorius’nun macera ruhuyla peşine düştüğü gerçek, buzulların içinde saklı. Buzullar, gezegenin binlerce yıllık tarihini saklıyor. Buzulların içerisine hapsolmuş hava kabarcıklarındaki gazlar bize binlerce yıl öncesinin iklim koşulları hakkında bilgi verebiliyor. Basitçe anlatalım. Fransız bilim insanı, donma pahasına Antartika’da yaptığı araştırmalarda her defasında daha derine inen sondajlar yapar. Bu sondajlarda elde ettiği buz kalıplarının içine hapsolmuş karbondioksit ve metan miktarını inceler. Dünyanın sıcak dönemlerinde bu seragazlarının miktarlarının yüksek, soğuk dönemlerde ise düşük olduğunu görür. Bu da dünyanın ısınmasıyla seragazları arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Bir paragrafta anlattığıma bakmayın, bu gerçeğe ulaşmak için metrelerce derinden, binlerce yıl öncesine ait buz kalıplarını çıkarmak ve bir ömrü bu işe adamak gerekiyor. Filmin eğlenceli kısmıysa şu. Laurius, havanın buzun içine hapsolduğunu, kutupta ısınmak için bir bardak viski içerken fark etmiş.

Belgeselin buzulların etkileyici görüntüleriyle dolu olduğunu, yönetmeni Luc Jacquet’in, ‘İmparator’un Yolculuğu’ ile belgesel dalında Oscar aldığını da hatırlatalım. Güney Kutbu’nu belki de en iyi bilen insanlardan birinin öyküsünü, oranın en güzel filmlerini çeken yönetmenlerinden biri yapmış. Film kusursuz değil tabii. Buzullarda nükleer silahlardan yayılan radyasyonun izine bile rastlanabileceği söylenirken verilen örneğin Hiroşima ve Nagazaki’yle sınırlı olması, Fransa’nın yaptığı nükleer denemelerden bahsedilmemesi manidardı. Film bugün gösterime girdi. İstanbul Beyoğlu Pera’da, Kadıköy Moda Sahnesi’nde ve Boğaziçi Üniversitesi Sinebu’da gösteriliyor. Ortalık toz dumanken penguen belgeseli yazdığımı düşünmeyin. Kan gölüne dönmüş ülkemizde çocuklarımızın bir süreliğine de olsa “iyi şeyler” görmesi için küçük bir öneri benimkisi.

Türkiye’de İklim Değişikliği Siyaseti
Nasıl Hollywood filmleri iklim değişikliğini felaketlerle, olmadık hikayelerle anlatıyorsa, bazı kitaplar ve uzmanlar da size iklimi olmadık masallarla anlatıyor. Türkiye Kyoto’yu imzalarsa yeni çimento fabrikalarını, üçüncü köprü ve otoyol projelerini rafa kaldırmak zorunda kalacak diyen iklim uzmanları gördü bu ülke. İşi doğru dürüst öğrenmek için artık elinizde bir fırsat var. Özellikle de iklim değişikliği siyasetiyle ilgileniyorsanız. Türkiye’deki süreci uzun yıllardır yakından takip eden Dr. Nuran Talu’nun, “Türkiye’de İklim Değişikliği Siyaset” adlı kitabı, konuyu başından sonuna ele alıyor. Ciddi bir kaynak kitap, bu işi, Türkiye tarafından okumak ve öğrenmek isteyenlere için fırsat niteliğinde. Filmin üstüne iyi gider.

***
Bu yılı İğneada ve nükleer enerjiyi konuşacağımız, İstanbul Barosu’nun düzenlediği bir panelle kapatıyoruz. Panel yarın (26 Aralık) 12.30’da, Çağlayan Adliyesi, C1 Blok, 3. kattaki Seminer Salonu’nda. Gelin, 2016’ının daha iyi bir yıl olması için ilk adımı atalım.

İklimin tek derdi kapitalizm değil

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Aralık 2015

Paris’te gerçekleşen iklim konferansından çıkan anlaşma birçok kişiye kapitalizmi eleştirmek için bir fırsat daha verdi. Kapitalizmi hedef alan eleştirilere hiç itirazım yok ama sorunu tanımlamada kolaycı ve eksikler. Kapitalizmi eleştirmek için Paris’i beklemeye de gerek yok.

Dünyanın ortalama sıcaklığı sanayi devriminden bu yana 1 derece artmış durumda çünkü yaklaşık 150 yıldır atmosfere haddinden fazla seragazı pompalıyoruz. Bunu petrol, kömür ve doğalgaz dediğimiz fosil yakıtları kullanarak, ormanları yok ederek, tarımda endüstrileşerek ve hayatın her aşamasında durmadan atık üreterek yapıyoruz. Kapitalizm tüketimi körüklediği için sorumlu ama şu ana kadar gördüğümüz örneklerine bakarsak, “sosyalizm” ve “karma ekonomi” gibi diğer ekonomiler de sanayileşmeyi destekledikleri, kentleşmeyi yücelttikleri ve teknolojik değişimi sorgulamadıkları için masum sayılmazlar. İşin özünde bugünkü iktisadi anlayışın olumlu bir hareket kabul ettiği büyüme var. Büyümeyi, refahı, endüstrileşmenin amacını yeniden tanımlamazsak iklim krizini durduramayız.

İkinci eksik nokta da, yine sadece kapitalist ekonomiye özgü olmayan sınır bilmezlik. Sola yakın iktisadi teoriler paylaşımı daha çok önemsese de, aslında ortada bir kaynak sorunu olduğu gerçeğini çok dile getirmiyorlar. “Her ABD vatandaşın bir arabası var, her Afrikalının da olmalı” söylemi kulağa hoş gelse de gerçekçi değil. Asıl söylenmesi gereken, “her ABD vatandaşının arabası olmamalı çünkü dünya herkese otomobil üretecek demire, plastiğe, cama veya petrole sahip değil” olmalı. Ya da, “bunların kullanımı sonucunda doğada ortaya çıkacak hasarı telafi edecek güce sahip değil” demeliyiz. Paris’teki iklim konferansından ve daha önceki 20 taneden elle tutulur bir sonuç çıkmamasının nedeni de bu. Varsıllar, bugünkü konforlarından ödün vermek istemiyor. Yoksullar da aynı kalmayı değil, zenginler gibi olmayı istiyor. Varsıl Kuzey ülkelerini bugünkü refaha razı etsek bile, yoksul Güney Kuzey’dekiler gibi yaşamayı istedikçe gezegende ekolojik hayatın çöküşünü önleyemeyeceğiz.

Şu anda bile, insanların mavi gezegenimizden talep ettiği doğal kaynakları (varlıkları) karşılamak için 1,6 Dünya’ya ihtiyaç duyuyoruz. Böyle giderse 2050’de talep ettiğimiz doğal kaynakları karşılamak için 2 gezegene ihtiyacımız olacak. Paris’ten çıkmayan ve eleştirilerde eksik kalan kısım asıl bu.

Paris’ten ne çıktı diye sorarsanız, tüm ülkelerin içinde olduğu bir anlaşma derim. Kyoto’nun birinci evresinde bile bu yoktu. Anlaşmanın ortalama sıcaklık artışını 2, mümkünse 1,5 derecede sınırlamak istemesi de kayda alınmalı ama biraz da gülünmeli. Bilim yıllardır bu uyarıyı yaptığı için iklim sorunu gündemde. İklim değişikliği tehlikesinden bahseden her hükümet yetkilisi bu gerçeği zaten kabul etmiş sayılır. Şimdi bunu kâğıda döktüler diye zilleri takıp oynamanın anlamı yok. Özellikle de, 188 ülkenin seragazlarıyla ilgili taahhütlerinin bırakın sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmayı, 3 derecenin altında tutması bile garanti değilken. Paris’i hayra yoranlar, anlaşmanın yürürlüğe geçeceği 2020’ye kadar, ülkelerin verdikleri taahhütleri düzelterek bu hedefe ulaşabilmeyi umuyor. Kyoto’da bağlayıcılığı olan maddeler olmasına rağmen, ABD, Japonya, Rusya ve Kanada gibi ülkelerin masayı nasıl terk ettiğini unutmadık. Bu defa isyanın başını Türkiye çekerse şaşırmamalı. Konferansın son günü, İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Mehmet Emin Birpınar’ın, ‘bize finansal yardım sözü vermiştiniz ama ortada yok. Bu durumda anlaşmanın Meclis’ten geçmesi zor’ mesajı veren tehdidi gözden kaçtı. Verdiği taahhütle, indiriyor gibi yapıp aslında seragazı emisyonlarını arttıran ve Rusya ile birlikte ‘kaçak güreş’te başı çeken Türkiye, yeni isyanın başrolünü kapmaya hevesli görünüyor.

Hoşunuza gider ya da gitmez, bu iş de bize kaldı. İklimi siyaset sahnesinde listenin en başlarına koyup, oy alınıp verilen bir konu yapamazsak; üretim süreçlerini ele alıp, iklim dostu edemezsek; tembellikten, ‘ben değil başkası yapsın’dan vazgeçmezsek; tüketimdeki gücümüzü iklim düşmanlarını cezalandırmak için hayata geçirmezsek ve konfora sahip olanlar o konforu bozmazsa, yükselen deniz seviyesi bizim boyumuzu da aşacak.

19 Aralık’ta Edirne Çevre Gönüllüleri Derneği’nin düzenlediği ‘Temiz Enerji’ başlıklı paneldeyim. Yer: Makine Mühendisleri Odası, saat: 14.30.

Karbon savaşlarında son perde

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Aralık 2015

Bugün tüm dünyada vizyona giren film şöyle başlıyor: “Galaksinin bir diğer ucunda, bizim ‘istikrarlı’ ülkemizden çok uzakta karbon savaşları başlamıştı. Dünya adlı gezegenin Paris kentinde toplanan ülkeler, gezegeni yok eden iklim değişikliğine çare bulmak için iki hafta boyunca yüzlerce toplantı yapmıştı. Petrol, kömür ve gazdan gücünü alan fosil yakıt imparatoru, daha önceki 20 toplantıda olduğu gibi bu toplantıyı da sabote etmeyi başardı. 35 yıl içinde dünyadaki tüm canlı türlerinin dörtte birinin soyunun tükenmesine neden olacak iklim değişikliğini durdurma konusunda taraflar ciddi bir çaba harcamadı. Güneş kılıçlarıyla Paris’teki iklim konferansına katılan çevreci kahramanların çabası da şu ana kadar boşa çıktı. İmparator, kılıktan kılığa girerek görüşmeleri sabote ediyordu. Herkes iklim değişikliği sorununu çözmekten bahsetse de elini taşın altına koyduğunu söyleyenler bile İmparator’un etkisi altındaydı. Halkın büyük isyanı artık son umut olmuştu”.

Filmin sonunu anlatırsam racona uymaz, zaten sonu bugün çekiliyor. Paris’te şu ana kadar önerilenler gezegenin ağır bir hasar almasını önlemekten uzak. Tüm dünya, sanayi devriminden bu yana gerçekleşen sıcaklık artışının 1 dereceyi bulduğunu biliyor. Bu artış 1,5 dereceyi, daha da kötüsü 2 dereceyi geçerse kuraklıklar, seller, fırtınalar, deniz seviyesinde ciddi bir yükseliş bizi bekliyor. Bugüne kadar gördüğünüzden daha şiddetli hava olayları gerçekleşecek ve tüm bunlar daha sık yaşanacak. Buna rağmen, ülkelerin Paris’te önerdikleri seragazı emisyon azaltım taahhütleri, bırakın sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmayı, 3 derecenin altında tutamıyor. Ülkelerin hepsi bir şey yapıyormuş gibi gözüküyor ama verilen sözlerin hepsi tutulsa bile durum bu. Yüzünüze gülen liderlerin arkasındaki güç kim? Fosil yakıtların imparatoru nasıl oluyor da binlerce insanın ve canlı türünün kaderini etkileyecek kararların alınmasını sağlıyor? Hangi ülkeler bu ‘gücün’ etkisi altında?

Ekolojik Cumhuriyet saflarında karbon lordlarına karşı savaşan GermanWatch adlı örgüt, bu sorunun yanıtını bulmak için bu yıl da ülkelerin iklim değişikliğini durdurma çabalarını değerlendirdi. 61 ülke arasında enerjiden gelen gücü kötüye kullananların başında Suudi Arabistan geliyor. Suudi Arabistan, Fosil İmparatoru’nun yıllardır en sadık hizmetkarı. İklim değişikliği mücadelesinde en az çaba harcayan 50. ülke Türkiye de gücün kötü tarafına hizmet eden ülkeler arasında. Suudi Arabistan, Rusya, Kanada, İran ve Avustralya gibi listenin karanlık tarafında yer alıyor. Buradaki ülkelerin birçoğu fosil yakıtlardan para kazanıyor. Türkiye ise fosil yakıt fakiri ve tam tersi, bu bağımlılıktan dolayı her yıl İmparator’a 50 milyar dolar ödüyor. Halbuki gücün öte tarafı, güneş imparatorluğu Türkiye’ye ucuz ve çevreci bir seçenek sunuyor. Buna rağmen fosil imparatorluğunun etkisinden kendini kurtaramıyor. Türkiye’den bir Darth Vader çıkar mı, son anda Türkiye yüzünü güneşe döner mi; bu inatçılıkla zor. Paris’te seragazı emisyonlarını azaltmak yerine arttırmayı öneren Türkiye, gücün karanlık tarafında yer almaya devam ediyor. Türkiye’yi bu gidişle, sadece gezegenin fosil yakıtlardan arınması kurtaracak.

Galaksinin bağımsız bilim canlıları, 3 derecelik bir artışta deniz seviyesindeki yükselmenin 2100 yılında 1,6 metreyi bulacağını söylüyor. Her bir derecelik artışta, kasırgaların sıklığının yüzde 10’a kadar, hızının da yine yüzde 3-12 arasında artabileceği belirtiliyor. Türkiye’de halihazırda sel felaketlerinin kentleri ne hale getirdiğini bir düşünün. Sıcak yaz aylarında turizm cennetlerinin ne hale geleceğini, su olmayınca tarımda yaşanacak sorunları gözünüzün önüne getirin. Korkunun ecele faydası yok, güneş kılıcınızı çekin ve Ekolojik Cumhuriyet saflarında karbon savaşlarındaki yerinizi alın. İster yerel, ister genel seçim, oylarınızın Karbon İmparatoru’na gidip gitmediğinden emin olun. Mahallenizdeki parkı, tükettiğiniz elektriği, harcadığınız petrolü kontrol edin. Gücün karanlık tarafına hizmet edecek her türlü işten, alışverişten kendinizi uzaklaştırın. Pişman olup güneş imparatorluğuna katılmış bir fosil lordunun, “Gücün karanlık tarafını küçümsüyorsunuz. Mücadele etmezseniz, kaderinizle yüzleşirsiniz” sözlerini hatırlayın. Onlar sizi köprüler, otoyollar, çok katlı binalardan oluşan sitelerle kandırmaya devam edecek. İnsanların daha az çalıştığı, daha az tüketerek mutlu olduğu, toplu taşıma araçları ve bahçeli evlerden oluşan bir geleceğin hayal olmadığını unutmayın. İmparatorun aklınıza hükmetmesine izin vermeyin. Güç sizinle olsun.

Sorun Atatürk’te değil

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Kasım 2015

Bu yazıyı, “Atatürk Havalimanı yetmiyor, ihtiyaca yanıt vermiyor” deyip yerine İstanbul’un kuzeyinde 3. Havalimanı adı verilen bir talan ve yalan projesine girişenlere yazıyorum. Atatürk herkese yeter. Yeter ki sen onu doğru planla ve yönetmeyi bil. Avrupa’nın ve İngiltere’nin en yoğun havalimanı Heathrow’a bakınca bunu siz de anlayacaksınız.

Heathrow’un büyüklüğü 12 milyon 270 bin metrekare. Atatürk Havalimanı ise biraz daha küçük; 11 milyon 776 bin 961 metrekarelik bir alana kurulu. Heathrow’da iki adet pist var, İstanbul’da üç.

Heathrow’a bir yılda gelen-giden yolcu sayısı 73 milyon 400 bin. İstanbul’da ise bu sayı 56 milyon 695 bin. Atatürk Havalimanı’na gelen yolcu sayısı Londra’daki Heathrow’dan 17 milyon daha az.

Atatürk Havalimanı’ndaki kargo trafiği Heathrow’dan biraz fazla; yılda 1 milyon 600 bin ton. Heathrow’da bu rakam 1 milyon 500 bin ton.

Rakamlar ortada. Atatürk Havalimanı’nın Avrupa’nın en yoğun havalimanından daha az yolcusu, daha çok pisti var. Arazi ve kargo yükü neredeyse aynı. Elbette birebir karşılaştırma yapmak zor ama Atatürk Havalimanı’nın doğru planlanmadığı, yolcu artışına uygun düzenleme yapılmadığı ortada. Havaalanındaki taksi sırası bile plansızlığı göstermeye yetiyor. Sorunu yerinde çözmek varken İstanbul’un nefesi Kuzey Ormanları’nı parçalayacak, o bölgeye giden yolu açacak, ranta davet çıkaracak bir işe evet demek mümkün değil. Heathrow’da da gecikmeler, yoğunluk oluyor ama kimse o havalimanını kapatıp başka bir yere daha büyüğünü yapalım demiyor. Kentin merkezine yakın havalimanı bulmak kolay mı? Orada da benzer bir tartışma var ama tartışma yöntemi çok farklı.

Heathrow yönetimi 15 yıldır havaalanına üçüncü bir pist yapmak için uğraşıyor. Uğraşıyor ama İngiltere ve Avrupa’nın en yoğun havalimanının etrafında oturanlar, çevreciler ve tüm ülkedeki havalimanı karşıtları bu projeyi engelliyor. Heathrow’un daha da büyümesine karşı çıkıyorlar çünkü gürültüden, hava kirliliğinden şikayetçiler. Uçakların iklim değişikliğine neden olduğunu ve sürdürülebilir bir ulaşım aracı olmadığını biliyorlar. Havacılık sektörünün ekonomiye katkısının da anlatıldığı gibi olmadığını ünlü ekonomistlerin hazırladığı raporlarla ortaya çıkarmışlar. Muhafazakar Parti lideri Cameron projeyi yeniden gündeme getiriyor. 35 milyar dolarlık yeni pistin kaderi yıl sonunda belli olacak.

Karşı çıkanlar da yeniden kampanya yapmaya başladı. Heathrow’un değil, Londra’daki bir başka havalimanının (Gatwick) genişletilmesini öneriyor. Aynı bizdeki gibi. Tek fark, orada havalimanının genişletilmesine karşı çıkanlara ajan, istemezükçü denmemesi. İngiltere’de fikren yenemediğine komplo teorileriyle saldırma kültürü gelişmemiş. O iş, geri kalmış ülkelerde daha popüler. Bilmem anlatabiliyor muyum?

İlle de havalimanı diyenlere, bu rant kokan proje yerine ne yapılmalı, onu da yazalım. Öncelikle mevcut Atatürk Havalimanı’nı yeniden planla, akıllı işlet, Sabiha Gökçen’i daha iyi kullan ve İstanbul’da yaşayacak nüfusa, yolcu sayısına bir sınır koy. Ormanları, yeşil alanları imara açma, gökdelenlere ve dev binalara imar izni verme yeter. Kentin nüfus artışı kendiliğinden durur. Biraz da şirketleri değil insanları düşün. İnsanlar İstanbul’un bir ucuna yapılan havalimanından evine nasıl dönecek onu hesapla. Hızlı metro Gayrettepe’ye gelecek diyorsun, Sabiha Gökçen açılalı 15 yıl oldu, metrosu nerede? Diyelim oldu, elde bavul oradan Taksim’e, Bakırköy’e, Kartal’a nasıl gideceksin? Metrodan ineceksin, diğerine bineceksin, üst geçitleri aşacaksın, metrobüste sıkışacaksın. Nasıl olacak bu iş?

Havaalanı projesini iptal etmezsen, ithal petrole bağımlı, iklim değişikliğine yol açan hava taşımacılığını gereğinden fazla yayar, demiryollarını geride bırakırsın. Pazartesi günü Paris’te iklim konferansı başlıyor. Seller olmasın, fırtınalar çıkmasın, kuraklıklar bizi gıdasız bırakmasın diye herkes nasıl daha az petrol kullanırız, uçaklara çıkardıkları karbon için nasıl vergi koyarız onları konuşacak. Orada konuşulanları dinle, insanlar neden uçağı medeni bir taşıma aracı görmüyor, dünya nereye gidiyor öğren. Uçakların başına neler açtığını üç gün önce görmedin mi? Uçma kardeşim artık, ayakların biraz yere bassın.