Boykot çağrısı neden benimsenmiyor?

Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Kasım 2023

Foto: Unsplashed/Austin Crick 
İsrail’in Hamas’a karşılık vermek için başlattığı saldırılar, Gazze’de korkunç bir yıkım ve katliama dönüştü. Türkiye’de siyasi liderler İsrail devletini kınadı, Cumhurbaşkanı Erdoğan da önce ılımlı sayılabilecek mesajlar verdi, daha sonra ise iç politikada kazancı amaçlayan “van minüt” siyasetine geri döndü. Onun dilini değiştirmesiyle de ülkedeki siyasal islamcılar, İsrail’i desteklediklerini iddia ettikleri belirli markaları hedef alan boykot çağrıları yapmaya başladı. Hükümetin çizgisi, protestocuların pusulası gibiydi. Bu da elbette en baştan bir samimiyet sorunu yarattı. Siyasal islamcıların başını çektiği, hatta kırmızı çizgileri aşarak bir dayatmaya dönüştürdüğü boykot çağrıları, şu ana kadar kitlesel bir nitelik kazanmadı. Neden?

21 yıldır iktidarı elinde bulunduran, devletin tüm imkanlarını haksız bir biçimde kullanarak büyümeye çalışan siyasal islamcı hareket nasıl oluyor da toplumun neredeyse hemfikir olduğu bir konuda tüm ülkeyi saran bir boykot hareketi örgütleyemiyor? Bu başarısızlığın birkaç nedeni var. Boykot çağrısının gerekçelerinin net olmamasından başlayabiliriz. Firmalarla İsrail’in mevcut hükümeti arasında veya Filistin’deki işgale yardım ettikleri konusunda net bir bağ kurulamıyor. Boykot kampanyalarının başarısı, gerekçesinin ve kampanyanın başarılı olması halinde etkili olmasından gelir. Boykot hedefindeki kahve zincirinin (boykotçuların şiddet içeren eylemleri nedeniyle firma ismi vermiyorum, şiddeti istemeyerek körüklemek, hedef göstermek istemem) dünyadaki tüm şubeleri kapansa bunun İsrail ordusunu durduracağına dair bir kanıt yok. Mevcut İsrail hükümetinin gelirlerinin başka kaynaklardan hatta Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkeden kaynaklandığı biliniyor. Örneğin 2022 yılında İsrail’in en çok petrol ithal ettiği ülke Azerbaycan’dı (ham petrol ihracatının yüzde 65’i). Azerbaycan’ı petrol satmamaya ikna etmek, insanların ellerindeki kahveleri dökmekten daha etkili olabilir. Boykottaki hedefler sonuca gitmekten çok halkın tepkisini hükümetten uzaklaştırıp, etkisiz noktalara kaydırmak için özenle seçilmiş gibi duruyor.

Türkiye’nin İsrail’le ticaretinin “van minüt” çıkışına rağmen artarak sürdüğünü daha önce de yazmıştık. Tam da bu nedenle, Türkiye’deki birçok kişi bu boykotlara katılmıyor çünkü ülke politikasının değişmesinin burger yememekten daha etkili bir yöntem olduğunu biliyor. Siyasal islamcılar ise iktidardaki dostlarını üzmemek için hükümeti eleştirmeden, boykotun odak noktasına firmaları koyuyor. Boykotların başarısız olmasında en çok gördüğümüz nedenler tutarsızlık ve çizgisizliktir. Boykot çağrıcıları ister istemez halkın süzgecinden geçirilir. Tutarsızlıklar kampanyaların başarısız olmalarına neden olur. Yıllardır enerji tasarrufu çağrısı yaparım, 150-180 TL bandında seyreden elektrik faturalarımı gösteremeyecek olsam bunu yapmazdım. Boykot çağrısı yapanların evlerine girilse, İsrail hükümetini desteklediği ilan edilen onlarca eşya bulunur.

Foto: Unsplashed/Minhaj
Boykotun başarızlığındaki üçüncü neden ise kutuplaşma. Boykot çağrılarını takip etmeye çalışıyorum ve önüme hep “müslüman kardeş” vurgusu çıkıyor. Filistin’deki sistemsel ayrımcılığa (apartheid), katliama, insanlık suçuna karşı çıkan milyonların ortak noktası hiçbir zaman Müslümanlık olmadı. Londra’da yürüyen milyonların çoğunun müslüman olmadığı açık. İspanya’da, Avustralya’da İsrail’e silah götüren gemileri durdurmaya çalışan işçi ve eylemciler bunu bir sınıf bilinciyle yapıyor. (Siyasal islamcılar, Türkiye’deki güçlü sol sendikalar güçsüz bırakılırken ses çıkarsa bugün benzer eylemleri Türkiye’de görebilirdik) Celtic taraftarları UEFA’nın ceza tehdidine rağmen Filistin bayraklarını statta dalgalandırıyor. Filistinli hıristiyanların, dürzülerin İsrail tarafından bombalandığı, kiliselerin hedef alındığı ortada. Tüm dünyada binlerce yahudinin barış çağrılarına ortak olduğu biliniyor. Mücadeleyi Müslüman-Yahudi kavgasına dönüştürmek ve oradan siyasi rant elde etmeye çalışmak boykotu da Türkiye’yi de haliyle etkisiz kılıyor. Nefrete nefretle karşılık vermeye çalışmak, boykot örneklerinin en güçlülerine imza atmış Gandi’nin kemiklerini sızlatıyor.

Siyasal islamın riyakarlığı, boykot ve barış görüşmelerinde Türkiye’nin önünü tıkarken, Filistin’e destek konusunda bayrağı, Kolombiya’nın tarihindeki ilk sol hükümeti taşımaya devam ediyor. Kahve içenle, burger yiyenle uğraşacağınıza, alnınızı iki elinizin arasına alıp düşünme zamanı gelmedi mi sevgili dostlar?

CHP’nin değişim sürecinden çıkarılacak dersler

Özgür Gürbüz-BirGün / 8 Kasım 2023

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası CHP ‘tu kaka’ ilan edilmişti. Ana muhalefet partisi rolü bile tartışılıyordu. Özgür Özel ve ekibinin başarısından sonra CHP’nin muhalefetin güçlü bir bileşeni olma olasılığı tekrar belirdi. Bunu yapan da genel başkan değişikliği değil, değişimin giderek zorlaştığı ve kabullenmenin arttığı Türkiye’de, bir siyasi kuruma bağlı kişilerin özgür iradeleriyle seçim yapabilmeleriydi. Çıkar ilişkileri, manipülasyon ve yalanlarla dolu siyasette ‘özgür irade’nin başkaldırısı önemli bir umut kaynağı oldu.

Şimdi herkes Özgür Özel’in muhalefeti yeniden birleştirip, iktidara bir seçim yenilgisi yaşatıp yaşatamayacağını soruyor. Yanıtını muhtemelen yerel seçimlerden önce alamayacağız. Umutsuzluk hastalığına yakalanmış muhalifleri hasta yataklarından kaldırdığı ve yüzleri güldürdüğünü ise sanırım hepimiz görüyoruz.

Türkiye’de muhalefeti iktidara taşıyacak formülü bulmak kolay değil, işin içinde ittifaklar, atılması gereken cesur adımlar var. Öncesinde ise yapılacak bazı basit ama önemli işler var. Gündemde CHP olduğu için onun üzerinden örnekler vermek daha anlamlı ama iktidara yürümeyi hedefleyen her partinin ‘yapılacaklar’ defterinde olması gereken bir liste bu. Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylıktan çekilmesine karşı çıkan partililere ait görüntü, işe nereden başlanacağını da anlatıyor aslında. CHP’nin karar alma mekanizmalarının çalışmadığına, organizasyon becerisini yitirdiğine yıllardır tanıklık ediyoruz. Sadece son seçim döneminden Kurultay’a kadar giden sürece bile baksak onlarca hata sayabiliriz. Muhalefetteki partilerin ilk işi, kurum içi çalışmayı sağlam temellere oturtmak olmalı. İktidara yürüyecek bir partinin çarkları kusursuz işlemeli ve bunu halka gösterebilmeli. Partiniz kuracağınız hükümetin ipuçlarını verir. Liyakat, planlama, iletişim stratejisi, teknolojik altyapı, işbölümü ve karar alma mekanizmaları sizin ülkeyi nasıl yöneteceğinizi de gösteren örnekler.

Şimdi, Özgür Özel’in ikinci tur sonunda başkanlığa seçildiğinin açıklanacağı anı hatırlayalım. CHP’nin 38, Olağan Kurultayı’nın Divan Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tüm çağrılarına rağmen boşalmayan bir kürsü vardı ekranlarda. CHP’nin 13 yıl sonra seçilen yeni genel başkanını kürsüde tek başına gösteren net bir kare göremedik. Özgür Özel konuşmasını bir kalabalığın içinde yapmak zorunda kaldı. Halbuki, bu karenin yeni bir liderin doğuşunu müjdeleyen ilk kare olması nedeniyle önemi büyüktü. Kürsünün etrafının boşaltılamaması, medya için uygun bir yerin ayarlanamaması partinin dağınıklığını ve etkisizliğini de gösteriyordu. Aynı sorunu, Kılıçdaroğlu’nun Yavaş ve İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı Yardımcısı Adayı olacağını açıkladığı gün de yaşamıştık; Selvi Kılıçdaroğlu o karenin içinde kalmıştı. Bir seferlik bir hatadan bahsetmiyoruz. Kurultay’da düzeni sağlayamayan, medyaya vereceği fotoğraf karesini planlayamayan bir partinin seçimde sandıklarda organize olabileceğini, ülkede düzeni sağlayabileceğini düşünmek zor.

Organizasyon kabiliyeti ve iletişim stratejisini küçümsemeyin. CHP son seçimde yaptığı bu tarz hatalar ile hem seçimi kaybetti hem de gelecek seçimleri riske attı. Altılı Masa’nın adayını belirlemeyi son günlere bırakması, mutabakat metnini alelacele hazırlaması, küçük partilere verilecek milletvekili sayısını olası bir referanduma göre hesaplanmaması, kaybedilen seçim sonrası istifayı geciktirmek gibi onlarca hatayı yan yana koyduğumuzda bugüne nasıl geldiğimiz de görüyoruz. Cumhurbaşkanlığı için iki önemli adayını, Yavaş ve İmamoğlu’nu, seçimin zora girdiği anlarda kamuoyuna açıklama yapmak için sahaya sürmesi ve onların imajını zedelemesi de bir sonraki seçimi bile etkileyecek hatalardı. Partinin basın sözcüsünün, genel başkan yardımcılarının, önde gelen kurmaylarının o gece neden sorumluluk almadığını ben hâlâ merak ediyorum. Muhalefetin tüm bileşenleri bu hatalardan ders çıkartmalı.  

Muhalefette doğruları kabul ettiremeyiz düşüncesiyle eğrilere razı gelme düşüncesi artık sona ermeli. Dünyada değişimi başlatan partilerin çoğunun çılgın fikirleri vardı. Almanya’da bugün iktidar ortağı olan Yeşiller, Avrupa’nın sanayi devinde, nükleer enerjiye karşı bayrak açarak ülkenin tüm enerji politikasının değişmesini sağladı. Neo-liberal politikaların kıskacındaki Türkiye’de halkın onları bu darboğazdan kurtaracak radikal fikirlere ihtiyacı var. Korkmamalıyız!

Halka doğrudan ve kesintisiz ulaşmayı başaracak bir örgütlenme, gözümüzde büyüttüğümüz endişe bulutlarını dağıtabilir. İktidarın medya ve manipülasyon gücüne meydan okuyabilir. Değişimi gösterenin isimler değil icraatlar olduğunu unutmayalım.

Kalkınma Planı’nın enerjisi fosil ve nükleerden

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Kasım 2023

12. Kalkınma Planı Resmi Gazete’de yayımlanarak resmiyet kazandı. Resmiyet ile samimiyetin farklı kavramlar olduğunu da böylece hatırlamış olduk. Planın enerji bölümünün amacı, ‘2053 net sıfır emisyon hedefini esas alarak’ diye başlıyor. Altı satırlık cümlenin devamında ise nükleer enerjiyi daha fazla kullanmak, enerji verimliliğini artırmak, yenilenebilir enerji kaynaklarını değerlendirerek kendine yeterli olmak gibi birçok hedef yer alıyor. Peki plan bize aslında ne diyor?

509 numaralı maddede, ‘Enerji arz güvenliğinin sağlanması kapsamında çevresel etkiler azami ölçüde göz önünde bulundurularak yerli kömürün kullanımına devam edilecektir’ diyor. Altındaki yardımcı maddelerde de mevcut kömür yakıtlı santrallarda rehabilitasyon yapılarak, iyileştirmeler sağlanacağı, rezervlerin temiz kömür teknolojileriyle kullanılması için Ar-Ge çalışmalarının yapılacağı yazılı. İklimi değiştiren kömürün emisyonları unutulmuşa benziyor.

Bu köşede defalarca hükümetin 2053 net sıfır hedefinin bir slogandan ibaret olduğunu yazdık. Önce gerçekten de Cumhurbaşkanı tarafından ortaya atılmış bir slogandı, sonra resmi belgelerde de yer verilmeye başlandı. Başlandı ama kömür, petrol, gaz gibi fosil yakıtların kullanımı nedeniyle ortaya çıkan emisyonları sıfırlayacak ya da yutak alan dediğimiz orman varlıklarını koruyarak, artırarak çıkan emisyonu nette sıfırlayacak bir plana henüz rastlamadık. Kalkınma Planı’nda olduğu gibi bir yandan emisyonları azaltacağız deyip, öte yandan bildik yoldan devam edileceğini görüyoruz. Yoksa, kömürden önünde sonunda çıkacağını planlayan bir hükümet eski kömür santrallarını neden rehabilite etsin? Temiz kömür gibi hem teknolojik hem de ekonomik açıdan rüştünü ispatlamamış projelerle neden vakit ve para kaybetsin? Bu yüzden de tekrarlamakta fayda var. Türkiye’nin 2053 veya bir başka ileri tarihe dair net sıfır emisyon hedefi yok. Dernekler, sözde iklim mücadelesi verenler hükümetten çekindikleri için söylemekten kaçınabilir ama biz yazalım. Bu hedef, onu hayata geçirecek politikalar olmadan göstermelik bir slogandan başka bir şey değil.

Kalkınma Planı’nın nükleer enerjiye yaptığı atıf da gözden kaçmamalı. Küçük modüler nükleer reaktörleri füzyon gibi yeni teknoloji sınıfına alarak bu alanda çalışma yapılacağının söylenmesi tam bir aymazlık. Modüler reaktörler küçük nükleer reaktörler. Yeni bir teknolojiden bahsetmiyoruz. Ne nükleer atık sorununu çözebiliyor ne de pahalı nükleer enerjiyi ucuzlatıyor. Güvenlik sorununu ise artırıyor. Nükleer lobinin bu yeni pazarlama taktiğinin bir devlet politikasına dönüşmesi ilginç. Hatırlarsanız, ABD kaynaklı küçük modüler nükleer reaktör fikrini, Altılı Masa’nın Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde de görmüştük. Nükleerde Ortaklaştılar başlıklı yazımda detayları var. O metne bu nükleer fikri kim soktuysa, 12. Kalkınma Planı’na da sokmayı başarmış.  

***

TMMOB’a bağlı Elektrik Mühendisleri Odası, 2022 yılını değerlendiren yeni bir rapor yayımladı. 2022 Yılı ElektrikEnerjisi Görünümü adlı raporu en çok Kalkınma Planı’nı hazırlayanların okumasını isterim. EMO raporunda, teknolojik gelişmeler desteklenmekle birlikte, fosil yakıt ve nükleer enerjinin yarattığı sorunların, sınırlı kaynak olmaları ve iklim üzerindeki etkileri nedeniyle teknolojiyle çözülemeyeceği açıkça yazılmış. EMO, suyun canlılar için önemine de vurgu yaparak, su kullanımında elektrik üretiminin önceliklendirilmesine karşı çıkan bir uyarıda bulunmuş. Atıl durumdaki üretim ve iletim tesislerine de dikkat çeken rapor, elektrik enerjisinin üretim ve yönetiminin kamuya verilmesini savunuyor. Türkiye’de elektrik üretme kapasitesinde fazlalık var. Dünyada da herkes enerjiyi daha verimli kullanmaya çalışıyor, bu alanda hedefler koyuyor. Kişi başına düşen elektrik tüketimini altı yılda yüzde 25 oranında artırmayı planlayan 12. Kalkınma Planı’nı görünce, EMO’nun bu çağrısı daha fazla önem taşıyor. Enerji sektörü şirketlerin kâr etme aracı oldukça, bizim daha fazla tüketmemiz istenecek. Sektörü şirketlere teslim eden AKP’nin planından da bu anlaşılıyor. Doğanın ve insanın ise daha çok tüketmeye değil, eldekileri daha verimli kullanmaya ve yavaşlamaya gereksinimi var.

Türkiye’nin ikinci yüzyılı nasıl olmalı

Özgür Gürbüz-BirGün / 27 Ekim 2023

Foto: O. Gurbuz
Türkiye Cumhuriyeti yüzyılı devirdi, yeni bir yüzyıla hazırlanıyor. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları cumhuriyeti kurarken bir hedefleri vardı. Türkiye’yi demokratikleştirmek, tarımdan endüstriye, eğitimden toplumsal yaşama kadar tüm alanlarda ülkeyi modernleştirmek. Kendi ayakları üzerinde durabilen bir ekonomi, toplumsal alanlardaki büyük iyileştirmeler, kadın erkek eşitsizliğinden sosyal devlete kadar birçok alanda ilerleme sağladı. Dış politikada ise bağımsızlığını koruyan ama çatışmadan uzak duran bir ülke hayal etmişlerdi.

Geçtiğimiz yüzyılın ortasına kadar birçok alanda bu hedeflere ulaşıldı, kadın hakları, eğitim, sanayileşme gibi alanlarda beklentilerin de üzerinde ilerleme sağlandı, bazı konularda dünyadaki önder ülkelerin bile önüne geçildi. İşgalden kurtulmuş, yorgun ve kaynakları sınırlı bir ülke için destansı bir başarıydı bu. Yüzyılın diğer yarısında ise sağ hükümetler Türkiye’yi yönetmeye başladı ve özetle söylersek, ilerleme durdu, duraklama dönemi başladı. Son 21 yıldır da AKP hükümetiyle aynı Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi gerileme dönemine girildi. Osmanlıcılık oynamayı sevenlerin döneminde, Türkiye’nin Osmanlı’nın kaderini paylaşması bir tesadüf olmasa gerek.

Cumhuriyetin 100. yılında bir çöküş dönemine girdiğimizi söylemenin hamaset olduğunu düşünebiliriz. İçinde bulunduğumuz çağın gereği tanıklık ettiğimiz teknoloji temelli ilerlemeleri, mevcut hükümetin hizmetleri sandığınız için aklınız karışmış da olabilir. Turgut Özal döneminde de evlerde telefon sayısının artması büyük bir icraat olarak anlatılmıştı. Telekomünikasyondaki ilerleme bugün tüm dünyayı değiştirdi ve cep telefonuna, internete kadar uzandı. Bu değişime ayak uydurmak zaten kaçınılmazdı. Bugün yeni binaların yapılması gibi. Asıl sorun o alanda yön belirleyen, teknoloji geliştiren ülkeler arasında olamamak. AKP de o sağ geleneği taklit ederek, yapılması gereken yolları, köprüleri bir başarı hikayesiymiş gibi anlatıyor. Çöküşe götüren ise birçok projesinin ekonomik geçerliliğinin olmaması, yolsuzluğa bulaşması, liyakat ve insan haklarını hiçe sayması; bir başka değişle yeni yüzyılın değerlerini taşımaması. 20 gün içinde değişen İsrail dış politikası da nasıl yönetemediklerinin güncel bir örneği.

Savaşların, ırkçılıkla beslenen sağın güç kazandığı günümüz dünyasında bu akımın karşı tezinin kısa zamanda güçleneceğini ve yeni yüzyılın değerlerini oluşturacağını görmemiz lazım. Vietnam savaşı, çiçek çocuklarını doğurmuş, barış ve şiddetsizlik uzun süre politik arenayı domine etmişti. İklim krizi sadece çevre politikalarını değil ekonomiyi şekillendirmeye başladı. Neredeyse 30 yıldır kapitalizm dünyadaki ekonomik sistemin tek hakimi oldu. Sendikalar güçsüzleşti, endüstrileşme insan refahını artırmak için değil daha fazla kâr elde etmek için kullanıldı. Bu da karşı tezini geliştirdi. Bugün başta zengin ülkeler olmak üzere çalışma saatlerinin düşürülmesi konuşuluyor ve dört günlük çalışma haftasını deneyen ülkelerin sayısı artıyor.

Tüketim çılgınlığı, başta iklim krizi olmak üzere birçok çevre sorununun bir numaralı sorumlusu. Toz duman içinde sıra çevreye gelmiyor gibi görünse de gençlerin siyasi yelpazede ekolojiyi öne çıkaran partilere yönelmesi çok uzun sürmeyecek. Küresel siyasette çevre konuları çoktan önemli bir belirleyici oldu. ABD’den Avrupa’ya, barınma, sağlık ve eğitim alanlarındaki krizleri insanları ortak bir noktada buluşturuyor. Kapitalizm ve emperyalizmin yarattığı sorunlar hemen hemen her ülkede hissedilmeye başlandı. Bu da halihazırda var olan çözümlerin ortaklaşmasına yol açacak ve içinde bulunduğumuz çağın kurtuluş ümidini kitleselleştirecek. Böyle olmasını bekliyor ve umuyorum.

Türkiye, cumhuriyetinin ikinci yüzyılında kendisine bir yol haritası çizmeyi başarır, dünyanın geleceğine uygun hedefler koyabilirse yeniden ilerleme dönemine girebilir. Bugün zayıf gibi görünen değerleri sahiplenmek, önderlik etmek Türkiye’ye küresel arenada önemli bir sorumluluk da verebilir. Geleceği inşa etme yolunda, karar alma süreçlerinde cesaret, yaşamın üstünlüğü ile demokrasiyi öne çıkaracak faaliyetleri önceleyen akılcılık ve gerçek gereksinimleri karşılayacak verimli bir üretkenlik yeni yüzyılın anahtar kelimeleri olacak. Ekolojik, çağdaş, demokratik ve laik bir cumhuriyette yaşamak dileğiyle, ikinci yüzyılımız kutlu olsun.