Orta vadeli programa yeşil makyaj

Özgür Gürbüz-BirGün / 8 Eylül 2023

OVP'de TÜFE değerlendirmesi
Türkiye’nin 2024-2026 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Programı (OVP) açıklandı. Program, saray
rejiminin hayal ekonomisinden gerçeğe bir adım yaklaştığını gösteriyor. Büyüme beklentisi düşürüldü. Bir önceki programda yüzde 24,9 olan 2023 enflasyon tahmini yüzde 65'e çıkarıldı. İşsizlik ve cari açık tahminleri artırıldı. Buna rağmen yeni hedeflerin de iyimser olduğu söylenebilir. OVP’de dikkat çeken bir başka nokta ise makroekonomik hedefler arasındaki “yeşil dönüşüm” başlığı ve hemen hemen her alana yayılan “yeşile boyama” çabaları.

Metinde 44 yerde yeşil kelimesi geçiyor. Uluslararası sınıflamayla uyumlu yeşil taksonomi oluşturulması, AB’nin Sınırda Karbon Düzenlemesi Mekanizması’na uyum için kurulacak emisyon ticareti mekanizması ve iklim yasası gibi ana politikaların hayata geçirilmesi planlanmış. AB’nin Yeşil Mutabakatı’ndan “yeşil limana” kadar birçok yeşillikle dolu plan. Daha birkaç hafta önce kömür madeni için Akbelen Ormanı’nı kesenin aynı hükümet olduğunu bilmesek, bu yeşil masal içinde oldukça sağlıklı günlerin bizi beklediğini düşünebilirdik. Gerçeklerin yeşil değil kapkara olduğunu biliyoruz, değişim için de bir programdan çok daha fazlası gerekiyor.

AKP ve Mehmet Şimşek’in başını çektiği yeni ekonomi takımının yeşile ilgisinin bir nedeni var elbette. Türkiye’nin boşalmış hazinesinin paraya ihtiyacı var. İşsizliği düşürmek için yabancı yatırımcıya gereksinim var. Dünyada ise finansman kanalları artık yatırımlarda sürdürülebilir ve iklim dostu olmak gibi kıstaslar arıyor. AB ile ticaret yaparken ek vergilere maruz kalmamanın yolu yeşil üretimden geçiyor. Kamu alımları yeşil kıstaslar içeriyor. Yeşil çabanın ciddiyeti ve kıstasların samimiyeti tartışmaya açık olsa da yeni dünya düzeninde kapitalizmin içinde bir yeşil yol haritasının belirlendiği ortada. Türkiye ise iklim müzakerelerini 10 yıl geriden izleyen, Kyoto ve Paris gibi anlaşmalara en son taraf olan, AB ile bağını koparmış, büyük enerji tasarrufu ve yenilenebilir enerji potansiyeline rağmen kömür ve nükleer lobilerin yolunda ilerleyen bir ülke. Üstüne kara para aklama ve terörizm finansmanı konusunda sınıfta kalmış, gri listeye düşmüş.

Dünyada yeşil finansman son 10 yılda 100 kat arttı. Sürdürülebilir finansmanın da 2022’de 4,2 trilyon doları bulan pazarının 2032’de 30 trilyona çıkacağını tahmin eden çalışmalar var. Türkiye’nin paraya ihtiyacı var ama eski politikalarını önceliklendirirse, örneğin kömür santrallarında ısrar ederse, kredi bulması oldukça zor. Rüzgar ve güneşe yönelirse bu çok daha kolay. Karbon ticareti ve karbon vergileriyle de uğraşmak zorunda kalmaz ki bu da ihracatı yakından ilgilendiren bir durum. Özetle söylersek, Şimşek ve ekibi sıcak para arayışında yeşil fırsatları göz ardı etmemiş diyebiliriz.

Gelelim iç meselelere. OVP’yi ciddiye alırsak, Erdoğan ve ekibinin aynı faiz politikasında olduğu gibi ciddi bir “U dönüşü” daha yapması gerekecek. OVP’deki şu paragraf bile 21 yıllık politikaların başlı başına inkarı çünkü: “Özellikle enerji, sanayi, ulaştırma ve tarım sektörlerinde bütünleşik ve çevre dostu politikalar benimsenerek sürdürülebilir, düşük emisyonlu, yüksek teknolojiye dayalı üretim teknikleriyle Türkiye’nin uluslararası rekabetçi konumu güçlendirilecek” Karayolu ve havayolu ulaşımını destekleyen, mera ve tarım arazilerini inşaatlara açan, ülkeyi kömür santrallarıyla dolduranlar mı söylüyor bunu?

Metni esas alırsak, yerli kömür başta olmak üzere, iklim krizinde dış güçleri sorumlu tutan söylemlerden vazgeçip, gerçekçi bir emisyon azaltım hedefinin kabul edilmesi gerekecek. Dostlar alışverişte görsün diye ortaya atılan 2053 net sıfır emisyonunun, ayakları yere basan bir yol haritasıyla desteklenmesi gerekecek. 21 yıldır çektiklerimiz, Saray ve Cumhur İttifakı’ndaki ortaklarının sevdikleri yeşilin fotosentez yapmadığını bize gösteriyor.

Ortada gerçek bir dönüşüm niyeti olduğunu düşünmek elbette iyimserlik. Programda yeşilin ağırlığı, bize daha çok kaynak bulmaya dayalı bir mecburiyetten bahsediyor. Saray ekibini ve beton, kömür ve asfalttan nasiplenen çevresini biraz tanıyorsak, onların programdaki yeşili griye boyamak için şimdiden çeşitli takiye planları hazırladıklarını söyleyebiliriz. Şimşek ve ekibi ise yeşil meselesinde ciddiyse, faizden sonra ikinci bir kavga daha onları bekliyor. Bu defa sadece Erdoğan’ı değil, bu düzenden beslenip zenginleşen dostlarını da ikna etmeleri gerekecek.

Akdeniz’e radyoaktif su boşaltacak mıyız?

Özgür Gürbüz-BirGün / 1 Eylül 2023

Foto: UAEA
Japonya Başbakanı Fumio Kişida, Fukuşima Nükleer Santralı’ndan bırakılan radyoaktif suların
kirlettiği denizden getirilen balık ve deniz ürünlerini yiyerek dünyaya ‘tehlike yok’ mesajı verdi. Bu video bize, Çernobil sonrası radyasyon yağmuruna maruz kalan Karadeniz’deki çayı aklamaya çalışan eski Sanayi Bakanı Cahit Aral’ı hatırlattı. Aral da kameraların karşısında çay içmiş, radyasyon olduğunu gizlemeye çalışmıştı. Ne zaman başları sıkışsa bu numaraya başvuruyorlar. Su içeni, altın madenindeki siyanür havuzunda ördek yüzdüreni eksik olmuyor.

Kirlilik büyük bir alana dağılmışsa elbette bir parça yemekle, bir bardak suyla hasta olup ölme şansınız az. Mesele bir balık meselesi değil. Fukuşima Nükleer Santralı’ndaki kazadan sonra, 12 yıldır depolarda biriktirilen 1 milyon 335 bin ton radyoaktif sudan bahsediyoruz. Radyoaktif su üretimi de devam ediyor. Çekirdek erimesi nedeniyle kontrolden çıkan üç reaktörün kontrol altında tutulması için sürekli soğuk su sıkılıyor. TEPCO bir yandan okyanusa radyoaktif su bırakırken, bir yandan da yenisini üretiyor. Zaten okyanusa boşaltma kararının ardında, santral sahasındaki tankların hepsinin dolması ve yeni tank koyacak yerin de kalmaması yatıyor. Olası bir depremde tankların içindeki suyun sızmasından da korkuluyor. Radyasyonun, nükleer atıkların yok edilemediğini biz söyleyince anlamayanlar, görerek öğrenebilirler. Atomspor bunu biliyor elbette, “azar azar okyanusa verip kurtulalım” diyor.

Okyanusa bırakılan bu suda haberlerde bahsedildiği gibi sadece trityum yok. Greenpeace’in de altını çizdiği gibi, atık suyun içinde Nazım Hikmet’in dizelerinden bildiğimiz Stronsium-90 bile var. Stronsiyum-90’un yarılanma ömrü (radyoaktif maddenin miktarının yarıya inmesi) 28,9 yıl. Etkisinin çok azaldığını kabul etmek için bunu 10’la çarpmamız gerekir ki bu da bize 289 yıl radyoaktif kalacak bir elementle karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Okyanusa bırakılan elementlerin her biri Stronsiyum gibi yıllarca suyu kirletecek. Uzun süre radyoaktiviteye maruz kalacak canlıların nasıl etkileneceğini kestirmek zor. İşi nükleer endüstriyi çaktırmadan savunmak olan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Japonya’nın planını uygun bulsa da ABD Ulusal Deniz Laboratuvarları Birliği gibi mevcut planı yeterli bulmayan çok sayıda kurum ve uzman var. Özetle, nükleer endüstri bir kez daha hayatımızla kumar oynuyor. Radyoaktif suyu boşaltma sürecinin en az 30 yıl süreceği belirtiliyor. Tüpgaz gibi patlamıyormuş bu meret; görüyoruz.

Pasifik Okyanusu’ndan Akdeniz’e gelelim. Günlerdir bizim malum medyadaki Fukuşima haberlerini okuyorum. Çin’in Japonya’dan gelen deniz ürünlerini boykotunu yazıyorlar, ülkeler arası gerginliği yazıyorlar, radyasyonun okyanusa bırakıldığını yazıyorlar ama bir türlü akıllarına Mersin’de yapımı süren Akkuyu Nükleer Santralı gelmiyor! Kimse, bizdeki santral da kaza yaparsa, benzer bir durumla karşılaşırsak Akdeniz’e bırakılacak radyoaktif su nelere yol açar diye sormuyor. İlginç.

Türkiye’nin turizm geliri 2022’de 46,3 milyar dolardı. Aynı yıl Türkiye’ye gelen 44 milyon turistin 12 milyonu Antalya’ya gitti. Muğla’yı da eklersek iki ile giden yabancı turist sayısı 15 milyonu buluyor. Kabaca, turizm gelirinin üçte birinin doğrudan Akdeniz kıyılarıyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bu demektir ki olası bir nükleer kaza veya sızıntıda, 15 milyar doları unutabilirsiniz. Sonra da bunu 30 yılla çarpın. Yerli turizm kaynaklı kayıpları ekleyin. Fatura iyice kabardı öyle değil mi?

Nükleer santral kazasının diğer maliyetlerini hesaba katmasanız bile, can çekişen Türkiye ekonomisinin hayat damarı turizmi gereksiz bir riske atmaktan bahsediyoruz. Türkiye’nin elektriksiz kalma durumu olmadığını, nükleer santral yerine güneş ve rüzgar gibi kaynaklardan aynı miktarda elektriği 4-5 kat ucuza üretebileceğini defalarca yazdığım için tekrar etmeyeceğim, arşivdeki yazılarda tüm teknik veriler var. Binlerce insanın göç etme hatta ölme olasılığını, bölgedeki tarımsal üretimin duracağını, on binlerce canlının etkileneceğini hesaba katmasak bile sadece Akdeniz’e bırakılacak radyasyonun Türkiye ekonomisini ne hale getireceğini görmek için ‘ekonomist’ olmaya gerek yok. Belki de olmamak gerekiyor.

Japonya’da olanlar, bu çağda nükleeri savunan, başını kuma gömmüş devekuşlarına belki de son çağrı. Nükleer maceradan vazgeçin!

Ormanları baz yük santrallar yaktı

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Ağustos 2023

Foto: Ç. Gürbüz
Termik ve nükleer santrallara “yürekten” bağlı olanlarla mücadele yıllardır sürüyor. Önce, “rüzgar güneş işe yaramaz” dediler. Baktılar türbinler dönüyor, güneş panelleri elektrik üretiyor, yalanlar değişti, “pahalı” dediler. Güneş ve rüzgar, kömürlü termik santralın en az yarı fiyatına, nükleerden ise 4-5 kat ucuza elektrik üretmeye başladı, bu defa da, “Baz yük değiller. Rüzgar kesilir, güneş batar elektriksiz kalırız” demeye başladılar. Bu yalan da yetmezse yaftalama başlıyor. Ormanını koruyana “dış güç”, doğayı öne çıkarana “ajan” diyorlar.

Baz yük santral aslında düğmesine bastığınızda elektrik üreten santral demek. Gerçekte böyle bir santral da yok. Arızası olur, yakıtı değişir, hava ısınır (Fransa’da olduğu gibi nükleer santrallar bile çalışamaz) santral durur. Teoride kontrolün sizde olduğu santrallardır bunlar. Rüzgar ve güneş ise haliyle iklimle ilgili. Güneş batınca güneş santralı elektrik üretmez. Rüzgar çok yavaşlarsa pervane dönmez. 30 yıldır termik ve nükleerciler, bu gerekçelerle rüzgar ve güneşi yerden yere vurur. 30 yıla dikkatinizi çekerim, dünya artık çok değişti.

Eskiden mühendislik fakültelerinde hocalar elektriğin depolanamayan bir kaynak olduğunu öğretirdi. O günler geride kaldı. Bataryalar sayesinde rüzgar ve güneşten elde edilen elektrik depolanabiliyor ve güneşin battığı, rüzgarın yavaşladığı anda kullanılabiliyor. Elektrikli arabalar, kamyonlar, elektrik süpürgeleri, cep telefonları bu batarya sistemleriyle çalışıyor. Şimdi kentlere saatlerce elektrik verebilecek dev elektrik depolama sahaları kuruluyor. Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’de depolamalı güneş ve rüzgar santralları için yapılan başvuruların toplamı 270 gigavatı aştı. Türkiye’nin tüm santrallarının kurulu gücünün (105 gigavat) 2,5 katı başvuru var. Bunların 17 gigavatı da EPDK’den ön lisans aldı. Size “baz yük santral gerek” diyenler bunları anlatmıyor.

Rüzgar ve güneş santrallarının ne zaman, ne kadar elektrik üreteceği de tahmin edilebilir. Sapma payları oldukça düşük, o yüzden de planlama yapabilirsiniz. Rüzgar santrallarının hepsi de aynı anda durmaz ya da yavaşlamaz. Ege’deki rüzgar akımıyla, İç Anadolu’daki rüzgar akımı aynı değil. Santrallar farklı bölgelere yayıldıkça birbirlerini dengeleme şansı artar. Güneş enerjisinde de Türkiye’nin batısı ve doğusu arasındaki fark üretimi daha geniş bir saate yayıyor.

Elektrik depolanabiliyor, rüzgar ve güneş sanıldığı gibi aniden ve tüm yurtta aynı anda kesilmiyor bunu anladık ama yenilenebilir enerjinin marifetleri bunlarla da sınırlı değil. Jeotermal, biyokütle ve büyük hidroelektrik santrallar zaten baz yük sınıfında. Jeotermal ve yakıtı kentsel atık, hayvan dışkısı olan biyokütle santralları düğmesine basınca çalışan santrallar. Eskiden yapılmış onlarca dev barajlar da istenirse güneş ve rüzgarı dengelemek için kullanılabilir. Ne zaman çalışacağına yine siz karar verirsiniz. Almanya, Avusturya, Danimarka, Portekiz gibi ülkeler bu yüzden yüzde 100 yenilenebilir enerji yolunda ilerliyorlar. Elektriksiz yaşamak istedikleri için değil.

Türkiye’de güneş enerjisinin baz yük santrallara olan ihtiyacı düşürme gibi bir etkisi de var. Elektrik talebi yaz aylarında klimalarla birlikte artıyor. Güneş ise bu zamanda en çok elektriği üretiyor. Çatılarda panel sayısı arttıkça baz yük santrallara, yani nükleer ve termiğe ihtiyaç da o derece azalıyor. Belki de bu yüzden güneşi sevmiyorlar.

Baz yük bahanesiyle termik santralları savunanların bize söylemediği bir başka sır da kömürlü termik santralların iklim krizinin bir numaralı sorumlusu olması. Kömür yaktıkça sıcaklıklar artıyor ve orman yangınlarına davetiye çıkarıyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre Çanakkale’de ortalama en yüksek sıcaklık Temmuz ve Ağustos aylarında 30 derecenin biraz üzerinde; kaydedilmiş en yüksek sıcaklık 39,7 derece. Bu yılın Temmuz ve Ağustos aylarında Çanakkale’de hava sıcaklığı, bazı hava durumu sitelerine göre tam 8 kez 40 dereceyi sınamış görünüyor. Ortalama sıcaklığın da sık sık 30 derecenin üzerine çıktığını görüyoruz. Orman yangınlarının sıklığı ve şiddetinin iklim krizi nedeniyle arttığını bilim çoktan kabul etti. Risk arttı, sonrası bir ihmale bakıyor.

Baz yük santralı bahanesiyle kömür santralını savunanlar, Akbelen Ormanları’nın kesilmesine seyirci kalanlar, Türkiye’yi geçmişte yaşatıp, orman yangınlarına neden oldukları için ne kadar övünse azdır.

Silahlı cinayetler önlenebilir

Özgür Gürbüz-BirGün / 18 Ağustos 2023

Karkatür: https://tinyurl.com/yfz63nw4
Siyasetçilerin çözmek istemedikleri her sorun onlara göre münferittir. Türkiye’de yaşıyorsanız bu cümleyi unutmamakta fayda var. Çözemedikleri demiyorum “çözmek istemedikleri” diyorum çünkü ülkeyi yöneten siyasetçi bir soruna çözüm bulamıyorsa ülkeyi yönetmeye çalışmaktan vazgeçmesi gerekir. Sorun çözememek istifa gerekçesidir.

Esenyurt’taki tekel bayi cinayeti, silahlı cinayetlerin, mafya hesaplaşmalarının çığ gibi büyüdüğünü bir kez daha gösterdi. Ülkeyi yöneten AKP önderliğindeki Cumhur Koalisyonu ise gidişatı değiştirmeye dair bir icraatta bulunmayarak, bu olayı ‘münferit olay’ kategorisinde değerlendirdiğini itiraf ediyor. Silahlı cinayetler hayatımızın bir parçası mı yoksa münferit olaylar mı? Bakalım.

Umut Vakfı’nın yerel ve ulusal medyadan derlediği verilere göre 2022 yılında Türkiye’de 3 bin 984 silahlı şiddet olayı yaşandı; 2 bin 278 kişi öldürüldü, 4 bin 231 kişi de yaralandı. Silahlı şiddet olaylarının yüzde 85’inde ateşli silahlar kullanıldı. Ateşli silahların 143’ü beylik silahıydı (asker ve polislerin kullandığı resmi silahlar), 2 bin 528 olayda tabanca, 840 olayda ise kaleşnikof dahil çeşitli tüfekler kullanıldı.

Amacım acıları kıyaslamak değil ama TSK’nin verilerine göre bu yıl içinde şehit olduğu açıklanan asker sayısı 35. Görüldüğü gibi silahlı cinayetler ülkede ordunun dahil olduğu çatışmalardan bile daha fazla can alıyor. Buna rağmen hükümet kılını kıpırdatmıyor. Her şehit haberinden sonra sosyal medya hesaplarından mesaj yayımlayan milletvekilleri, 50-60 kat daha fazla insanın ölümüne neden olan ateşli silahları çoğu zaman gündemine bile almıyor. Halbuki silahlı cinayetleri durdurmak veya büyük ölçüde azaltmak kanun yapıcıların iki dudağının arasında.

Yapacakları tek şey Türkiye’de bireysel silahlanmayı yasaklamak. Kolluk kuvvetleri dışında kimsede silah olmayacak. Yasanın çıkmasından sonra silahların teslim edilmesi için kısa bir süre verilecek. Yasadışı silahların teslimi de bir defaya mahsus olmak üzere, suça karışmamışsa af kapsamına alınabilir. Dünyada örnekleri var. Silah sahibi olmanın yasaklandığı tarihten sonra üzerinde, evinde, silah bulunduranlar ise en ağır cezalara çarptırılacak. Yapılacak iş bu kadar basit.

İşe yarar mı? Elbette yarar. Bireysel silahlanma konusunda katı kurallara sahip ülkelere baktığımızda, ateşli silah sonucu ölümlerin çok az olduğunu görüyoruz. Nüfusu 1,5 milyara yaklaşmış Çin’de bu oran 10 milyonda 8 kişi. Türkiye’de ise 260. Dünyanın en kalabalık ikinci ülkesine kıyasla ülkemizde silahla öldürülen insan sayısı 32 kat fazla. ABD gibi listenin sonlarında yere alan bir ülkede ise bu sayı 1089. ABD’de okullarda silahlı saldırı sonucu insanlar ölürken, Çin’de benzer saldırılar nadiren de olsa bıçakla yapılabiliyor. Bıçaklı bir saldırgandan kaçabilirsiniz ama silahtan kaçamazsınız. Japonya, Singapur, Güney Kore gibi birçok Asya ülkesi silahlanma konusundaki katı kurallar veya yasaklar nedeniyle ateşli silah ölümlerinin önüne geçti.

Asya veya Avrupa. Başarılı olmuş politikalar var. Birleşik Krallık gibi polislerin bile silahsız devriye gezebildiği ülkelerin yasaları örnek alınabilir. Kadın cinayetlerinden mafya kapışmalarına, düğün ve maç kutlamalarından trafikteki tartışmalara kadar, ölümle sonuçlanan silahla ilişkili ölümler ve suçlar rahatlıkla azaltılabilir. Bireysel silahlanmanın olmadığı bir ülke kolluk kuvvetleri için de daha güvenli bir çalışma ortamı anlamına gelir. Silahların yasaklanmasını en çok polisler istemeli.

Sadece hükümet veya siyasetçileri suçlamayalım. İğneyi kendimize de batıralım. Silahlı cinayetlerin giderek arttığı Türkiye’de, medyadan sivil topluma bireysel silahlanma konuşulmuyor, bu konuda haberler, kampanyalar yapılmıyorsa bizde de hata var.