Muhalefet iktidarın kötü bir kopyası mı oldu?

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Haziran 2023

Foto: Ferda Çağlayan
Seçimlerden önce yapılan birçok ankette halk, Türkiye’nin en büyük sorununun ekonomi olduğunu söylemişti. Sonra gidip ekonomiyi bu hale getiren hükümete oy verdi. Boş kasalar ve boş cepler sandıklarda oya dönmedi. Anketlerle sandık sonuçları arasındaki çelişkinin nedenlerini bulmak önemli. Biz bu çelişkiyi çevre konularında hep yaşıyoruz.

Nisan ayında Konda Araştırma, İklim Haber için “Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı ve Enerji Tercihleri” adlı bir araştırma yayımlamıştı. Araştırmada, “iklim değişikliği konusunda endişeli misin” diye sorulan her 100 kişiden 83’ü, “endişeliyim” demişti. Nasıl endişeli olmasınlar? Her yıl can kayıplarına neden olan, kentleri yutan selleri, kuraklık uyarılarını, rekor sıcaklıkları görüyorlar.

Rakamlar net. Türkiye’de yaşanan aşırı hava olaylarının sayısı 2022 yılında 1030’a çıktı. Geçtiğimiz yıl tüm zamanların en çok aşırı hava olayı görülen yılı oldu. 10 yıl önce bu sayı 538’di. Aşırı hava olaylarının sayısı 10 yılda iki katına çıktı. Bu yıl da Samsun, Sinop, Urfa, Ankara’dan felaket görüntüleri geldi.

Halkın yüzde 78’i iklim krizinin insan faaliyetlerinin sonucu olduğunu düşünüyor. Eğitim seviyesi düştükçe veya kendini dindar veya muhafazakâr diye tanıyanlara ulaştıkça bu oran azalsa da iklim kriziyle insan arasında ilişki kuranların oranı yüzde 70’ler civarında. Eğitimli ve muhafazakâr olmayan kesimlere daha rahat ulaşılabiliyor olabilir. Kaderciliğin etkisi çok görünmüyor. Daha az endişe duyanlar muhtemelen konuyla ilgili daha az bilgi sahibi veya bu konuyla ilgili bilgi onlara ulaşmamış. Rakamları daha görünür kılmak, iklim krizini bilimsel verilere ilgi duymayanlara, üniversitede okumayanlara, kendini sofu olarak tanımlayanlara da anlatmanın yollarını bulmalıyız.

“İklim değişikliğinin başlıca üç nedeni nedir” sorusuna her 100 kişiden 65’i “orman kaybı” yanıtını vermiş. 40’ı ise petrol, kömür ve gaz demiş. 100 kişiden 33’ü de kömürlü termik santralları sorumlu göstermiş. Yurttaşlar, çözüm için de yeşil alanları korumalı, ulaşım kaynaklı karbondioksiti durdurmalı, enerjiyi verimli kullanmalı ve termik santralları kapatmalıyız diyor. Türkiye’nin iklim değişikliği için yeterli çabayı gösterdiğini düşünenlerin oranı da sadece beşte bir.

Gelelim en eğlenceli kısma. “Enerji santrallarından en çok hangi ikisine karşı çıkarsınız?” sorusuna halkın yüzde 77’si nükleer santral, yüzde 57’si kömür santralı yanıtını veriyor. “En çok hangi ikisini tercih edersiniz?” sorusunun yanıtı ise yüzde 87 ile güneş, yüzde 67 ile rüzgâr oluyor. Hükümet ise malum kömürcü ve nükleerci. Halk ne istemiyorsa yıllardır onu yapıyor ama seçiliyor.

Toparlayalım. Ülkenin büyük bir çoğunluğu iklim krizi konusunda endişeli ve sorunun insan faaliyetlerinden kaynaklı olduğunun farkında. Sorunun ormansızlaşmadan, petrol, kömür ve gaz kullanımından ve kömürlü termik santrallardan kaynaklandığının da farkında. Çözüm konusunda da fikirleri var. Nükleer ve kömürle bu işin olmayacağını biliyorlar, onların yerine güneş ve rüzgâr istiyorlar. Peki, neden tüm bu isteklerinin tersini yapan AKP-MHP koalisyonuna oy veriyorlar?

Seçim dönemini hatırlayalım. Seçim boyunca halkın bu isteklerini yüksek sesle dillendiren bir muhalefeti meydanlarda gördük mü? Görmedik. Sorun, muhalefetin iklim ve enerji konularında radikal bir programı yüksek sesle dillendirmeyerek fırsatı kaçırması, ya da önerdiği politikaların iktidarın mevcut politikalarına yakın olması olamaz mı? Ortak mutabakat metninde nükleer santral yapacağız, kömürü gazlaştıracağız, petrol aramaya destek vereceğiz, boru hatları yapacağız diyen muhalefet, iktidarın kopyası gibi davranmadı mı? Enerji dışındaki konularda da benzer söylemlere rastladık. Göçmen göndermeyi doğru politika kabul edersen, halkın onu en iyi yapacak olana, sağ partilere oy vermesine şaşırmamalıyız.

Almanya’da Yeşiller’i iktidara, radikal iklim ve enerji politikaları taşıdı desek abartmış olmayız. Çalışır 17 nükleer reaktörü kapatacağız dediler ve bu ülkenin enerji politikasının temeli oldu. Bizde ise altı partili muhalefet, güneşten altı kat pahalı Akkuyu santralını kapatacağız bile diyemedi, yerine küçük nükleer santral vaat etti. Halkın kara listesinin başında nükleer santral varken.

Anketler yanılabilir elbette ama muhalefetin değişim isteyen yurttaşlara umut veremediği için sınıfta kalmış olabileceği olasılığını da hafife almayalım.

Yurdunu sevmeyen milliyetçiler

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Haziran 2023

Seçim sonuçları bize Türkiye’de milliyetçiliğin yükseldiğine dair işaretler verdi. Sözlüklerde milliyetçilik ya da ulusçuluk, basitçe, ulusunun çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı diye tanımlanır. Kayıtsız şartsız bu fikre teslimiyetin bizleri Hitler Almanyası’na götürebileceğini o tanımda göremeyiz. Seçim döneminde milliyetçilik unvanını taşıyan siyasi partilerin söylemlerinde gördüğümüz de daha çok ırkçılığa varan sloganlar ve nefret söylemiydi. Kürtler, sığınmacılar, LGBT bireyler birer nefret öğesi haline getirildi.

Milliyetçilikle memleket sevgisi veya yurtseverlik birbirine benzemez. Yurtseverlik yurdunu tutkuyla sevme işidir ama gerçekçi ve adaletli olmak zorundadır. Ülke dediğin futbol takımı değil ki “en büyük” dediğinde en büyük olsun! Yaşadığı mahalleyi, kenti ve ülkeyi sevmekle, başka ülkelerle kıyaslamak, üstünlük kurmak veya diğerlerini fethetmeyi düşünmek arasında ince ama aşılmaması gereken bir çizgi var.

İnsanlığın zihinsel evriminin bir sonraki durağı ise evrenselliktir. Evrensellik savaş ve ırkçılık karşıtıdır. ABD’nin Vietnam işgalinde, ülkesini protesto eden çiçek çocuklardan yana olmamız bu zihinsel evrimin bir sonucudur.

Çevre hareketi evrensellikten beslenir çünkü doğanın sınırları veya pasaportu yok. Bugün Kanada’da yanan ormanlar New York’u duman altında bırakır, kutuplardaki buzullar eridikçe tüm dünyada deniz seviyesi yükselir. Çevre koruma hareketleri bu yüzden milliyetsizdir ama pratik nedenlerden dolayı yaşadığımız yerlerle bağlı ve sınırlıdır. Çünkü işe evimizden başlarız, herkes evinin önünü süpürürse dünyayı kurtaracağını bilir.

Çevre koruma bu üç farklı siyasi kavramı zaman zaman buluşturmuştur. İzninizle bir anımı paylaşayım. Yıl 1995, Mersin’den Akkuyu’ya geri geri yürüyorum, yolun ortalarında çekine çekine yanıma gelen birkaç genç, 18 günlük yürüyüşümü bitirmeyi amaçladığım nükleer karşıtı şenliğe biz de katılabilir miyiz diye bana sormuştu. “Nükleere hayır diyorsanız, elbette” dedim. Ülkü Ocakları temsilcileriydiler. O yıl eyleme kalabalık bir grup halinde geldiler. Birçok farklı grupla birlikte Akkuyu’yu kurtarmak için birlikte yürüdüler. Kimi dünyayı kimi yaşadığı köyü korumaya çalışıyordu. Kutuplaşma bu gibi etkileşimleri de azalttı, dolayısıyla zihinsel evrim sürecini de sekteye uğrattı.

İnsanların sağlığını tehdit eden, Türkiye'nin havasını kirleten termik santrallara karşı, iktidarı destekleyen ve kendini milliyetçi diye tanımlayanlardan ciddi bir itiraz duymadık. Memleketin kıyılarının geri döndürülemeyecek şekilde tahrip edilmesine de gerek MHP gerekse AKP içindeki milliyetçiler sessiz kaldı. Orman yangınlarından sonra en çok duyduğumuz, “PKK yaktı” iddiası bile ağaçları sahiplenmekten çok yangınlar üzerinden bildik nefret söylemini tekrar eden bir eylem çağrısıydı aslında.

Türkiye’de nefret etmenin, sevmenin ve sahiplenmenin ötesine geçmesi bu döneme mahsus bir durum değil ne yazık ki. Bergama altın madeni meselesinde ülkenin en değerli tarım arazileri tehlikeli bir madencilik faaliyetine açılırken, bu ülkedeki birçok milliyetçi ve “yurtsever”, köylüleri Alman ajanı yapan hikâyeyi, toprağını siyanüre bulaştırmamak isteyen köylülerin hikayesinden daha çekici bulmuştu. Hatırlayın.

MHP’nin Akkuyu'nun Rus devlet şirketlerine verilmesi, yabancı maden şirketlerinin memlekette toprakları kirletme pahasına madencilik faaliyetlerinde bulunmasına dair itirazları iktidar ortağı olana kadardı. Milliyetçilerin "ülkenin topraklarına sahip çıkması için" nükleer santralı Suriyeli göçmenlerin işletmesi, Erzincan’da siyanürü toprağa Kanadalı şirketin değil de Kürtlerin sızdırması gerekiyor herhalde.

Sahip çıkma ve koruma, bilmekle başlar. Siz denize girdiğiniz sahili korur kirletmezseniz, tatile gelen yabancılar da kirletemez. Kentinizin yanındaki doğal alanları tanırsanız, korumaya da başlarsınız. Ne gariptir ki milliyetçi oyların en yüksek olduğu Karadeniz, madenlerden HES’lere, Karadeniz Sahil Yolu’ndan Yeşil Yol’a kadar onlarca doğa katliamına sahne oldu. Bu kayıplara sessiz kalanlara şimdi biz milliyetçi veya yurtsever diyebilir miyiz? Yurt sevgisi bayrak ve marşlara hapsedilince ülkenin doğasının geldiği bugünkü duruma da şaşırmamak gerek.

Örgütlenmenin çağa ayak uydurması lazım

Özgür Gürbüz-BirGün/ 2 Haziran 2023

Seçim bitti, demokrasi isteyen tarafta moraller bozuk. Adil olmayan koşullara rağmen az farkla da olsa kaybedilmiş bir seçim, tek adam rejimi karşısında birleşenleri haliyle mutlu etmedi. Şimdi muhasebe yapma ve yeniden örgütlenme zamanı.

Örgütlenmeyi çoğu kişi sokağa daha güçlü çıkmak için bir araç gibi algılasa da ondan daha fazlasından bahsediyoruz. Seçimden seçime tanıştığımız, oy verdiğimiz partileri değiştirmekten, sandıktaki gözlemciye adıyla seslenebilme avantajından, zor durumdaki bir yoldaşa yaslanacak omuz olabilmekten. Sendikada çoğalarak hakkımızı aramaktan bahsediyoruz. İdeallerimizi, bir dernek çatısında daha etkin bir biçimde gerçekleştirmekten, aynı idealleri paylaşanlarla buluşmaktan söz ediyoruz. Sadece bunlar da değil, iş arayana iş bulabilmek, sesini duyuramayanın sesini duyurmak için de örgütlenmeliyiz.

Bir milyon üyeli, aktif bir örgüt düşünün. Kulağa hoş geliyor ama yeterli değil. Örneğin CHP bunlardan biri ancak bu örgütün birlikte iş yapabilme, haberleşme becerileri tartışılır. Mesajların ortaklaşmadığına, bilgiye erişimde sorun yaşandığına hepimiz onlarca kez şahit olduk. Örgütlenmek ilk adım gibi görünse de aynı anda atılması gereken bir başka adım da örgüt içi iletişim. Başta siyasi partiler olmak üzere tüm örgütlerin, WhatsApp’ın ötesine geçen dijital iletişim kanallarına ihtiyacı var. Gençlerin siyasete dahil olmalarını da kolaylaştırabilir bu araçlar.

Kağıt üstünde değil, çağa uygun olarak dijital platformlarda, hiyerarşiye takılmadan iletişim kuran, ilgi alanlarına göre gruplaşan, iş yapmak için bir araya gelmelerini sağlayan araçlarla desteklenmiş bir parti, bir sendika veya bir dernekten bahsediyorum. Bir milyon kişinin onda biri o gün içinde aktif olsa sosyal medyada istediği konuyu gündeme getirebilir, haksızlığın yaşandığı yerde olabilir veya aynı anda birçok şehirde aynı etkinliği düzenleyerek ülkenin gündemini değiştirebilir. Boykotlar, etkinlikler, protestolar daha kolay örgütlenir, çözüme dair örnekler bir anda ülkenin bir ucundan diğerine ulaşır. Karar alma süreçleri hızlanır, süreçlere katılım artar.

Sokakta bir milyon üyeyi her zaman buluşturamazsınız ama dijital dünyada bir milyon kişinin görüşünü alabilir ya da onların paylaştığı bir anketin sonuçlarına bakarak yüzbinlerce kişinin ne düşündüğünü öğrenebilirsiniz. Üye sayısının az olduğu bölgelerdeki üyelerin bile, ülkenin her köşesindekilerle bir bütün içinde olmasını sağlar. Paylaşılan belgelere herkes rahatça ulaşır, strateji ve iletişim kampanyalarında ortaklaşılabilir. Her şeyden önce bilgi çok hızlı paylaşılır. Çok seslilik korunur ama mesajlar demokratik ve hızlı bir süreçten geçirilerek kısa sürede ortaklaştırılabilir. Uzlaşma kültürünü öğretecek araçlar dijitalde mevcut. Bu örgüt içi disiplini de beraberinde getireceğinden, eleştiriler örgüt içinde kalır, dağınıklık ortadan kalkar. Kararlılık öne çıkar. Dijitale övgüler dizerken bir gerçeği de atlamayalım. İmza kampanyası gibi yöntemleri sadece dijital mecralarla sınırlamak da doğru değil. Bu kampanyalar, sokakla temas ettiğiniz, görünürlüğünüzü artırdığınız eylemler. Sanal dünyayla gerçek arasında iyi bir denge şart.

Bazen yakama nükleer karşıtı rozetlerimden birini takarım. Onu taktığımda, otobüste, sokakta davranışlarıma daha çok dikkat ederim. Çünkü benim yanlış bir hareketim, sözüm, tüm nükleer karşıtlarına mal edilebilir diye düşünürüm. İşte örgütlülük böyle bir şey. Tek olsanız bile hep çok olduğunuzu hatırlatır, güven verir, sorumluluk yükler. Bir sivrisinek güçsüzdür ama aynı odadaki 10 sivrisinek kimseye uyku vermez.

Türkiye’de daha demokratik bir yönetimin olmasını istiyorsak, sadece sandıkların başında iki gün bekleyerek bunu yapamayacağımızı kabul etmeliyiz. Devrim hayat boyu sürer ve mücadele de hayat boyu sürer. Kötü haber; mücadelenin tatili yok. İyi haber: mücadele etmekten daha güzel bir şey yok. Dans edemediğimiz devrimin, devrim olmadığını unutmazsak elbette.

Türkiye bu fırsatı kaçırmamalı

Özgür Gürbüz-BirGun / 26 Mayıs 2023

Türkiye, kendimi bildim bileli badireler atlatıyor. Darbeler, ekonomik krizler, katliamlar, terör saldırıları, anti demokratik yasalar… Bu badirelerin her biri toplumun belleğinde bir başka yara açıyor. Sorunu çözseniz bile yara kolay kolay kapanmıyor. Hepimiz adeta yaralarımızdan besleniyoruz. Mağduruz ve karşı tarafın mağduriyetini görmekte zorlanıyoruz.

Türkiye zor bir ülke çünkü birbirimize benzemiyoruz. En büyük yanılgımız da birbirimize benzediğimizi düşünmemiz. Bireylere biçilen “ortak kimlik elbisesi” kimsenin üzerine oturmuyor. Üstüne, son yıllarda bu kimlik iyice daraltıldı, birçoğumuz nefes alamaz hale geldik. Ne herkes Türk ne herkes Sünni bu ülkede. Kendisini Müslüman diye adlandıranların ortak bir yaşam tarzı, kıyafeti de yok. Laik bir devlette yaşamak istediklerini söyleyenlerin de Diyanet veya dini işlere ayrılan vergiler konusunda ortak bir görüşü yok örneğin. Kürtlerin ana dil konusundaki taleplerine evet diyen Türkler de var hayır diyen de. Cemevlerinin ibadethane olduğunu anlayan Sünniler de var, hâlâ inkâr eden de. Kadın ve erkeklerin ne giyeceğini belirlemek isteyenler de var, insanların kıyafetiyle ilgilenmeyenler de. Evet, farklıyız ama Türkiye’deki herkesin birlikte, huzur içinde yaşama şansı var. Bu şansın adı demokrasi.

Farklı Sesler Birleşirse Şarkıya Dönüşür
Birbirinden bu kadar farklı yaşam tarzına, siyasi görüşe, etnik ve dini temellere sahip toplumların aynı ülkede huzur içinde yaşamaları mümkün mü? Evet, mümkün. Demokrasi bunun için var ve bunun yolu da farklı siyasi hareketlerin birlikte çalışmasından geçiyor. Bizim gibi birbirine benzemeyen bireylerden oluşan ülkelerde koalisyonlar bu yüzden başarılı oluyor. Farklı grupların birlikte yönetimde olması, başta ülkedeki azınlıklar olmak üzere o ülkedeki herkesi kapsayacak, kimseyi mağdur etmeyecek politikaların hayata geçirilmesini sağlıyor. Son 21 yıldır ülkeyi kutuplaştıran, birbirine düşman eden tek adam zihniyetinin tersine birlikte yaşamayı öğreniyor ve öğretiyor. Bu süreç aslında toplumun kaynaşmasını ve gerginliklerin azalmasını sağlıyor. Uzlaşma kültürü siyasetin tepesinden sokağa kadar yayılıyor. Ütopyadan bahsetmiyoruz, Avrupa’da koalisyonla yönetilmeyen sadece üç dört ülke kaldı.

Avrupa Koalisyonlarla Yönetiliyor
Dünyanın en büyük ekonomilerinden Almanya’da yıllardır koalisyonlar iş başında. Mevcut koalisyonda Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Liberaller var. Ekonomi zayıflamıyor, sokakta kimse birbirine saldırmıyor. Komşumuz Bulgaristan dört gün önce dönüşümlü başbakan sistemiyle koalisyon hükümetinde anlaştı. Finlandiya’da koalisyon görüşmeleri sürüyor, görüşen partiler arasında Finlandiya’daki İsveçliler Partisi bile var. İtalya’da sol koalisyon vardı şimdi sağ koalisyon iş başında. İspanya’da ise sol koalisyon var. Hollanda’da dört partili bir koalisyon ülkeyi yönetiyor, Slovenya’da üç partili. Belçika belki de en ilginç örneklerden biri. Üç resmi dili olan ülkeyi şu anda yedi partiden oluşan bir koalisyon yönetiyor, ülkenin battığı falan yok. Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Kosova, Makedonya aklıma gelen diğer koalisyon hükümetleri.

Çok Adam Türkiye’nin Umudu
“Tek adam iktidarına biat etmemiz için” uydurulan koalisyonların ülkeyi batıracağı elbette bir başka yalan. Ya da montaj ya da gençlerin “kıvrak” zekâsı... Tam tersine, Türkiye’yi yeniden normalleştirebilecek tek ilaç, Kemal Kılıçdaroğlu’nun önemli bir liderlik becerisiyle kurduğu, sağından soluna birçok insanın desteklediği bu koalisyon. Koalisyon içinde göçmen politikasını ırkçılığa varmadan sağlam bir yere oturtacak, ekonomiyi işçi sömürüsüne uzanmadan makul bir iyileştirmeyle sınırlayacak dengelerin olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de demokrasi yerleşmeden bir görüşün tek başına, denetimden uzak bir şekilde iktidar olmasının ülkeyi ne hale getirdiğini son 21 yılda deneyerek gördük. 21 yıl öncesine göre daha yoksul, daha mutsuz, daha kutuplaşmış ve daha antidemokratik bir ülkede yaşıyoruz. Şimdi gidişatı tersine çevirme zamanı.

Türkiye’nin yeniden demokratik bir topluma dönüşmesi için 28 Mayıs’ta sandığa gitmek, sonrasında sandıklara sahip çıkmak şart. Çok partili koalisyonun desteklediği güçlü bir başkan Türkiye’yi yeniden düzlüğe çıkarabilir.