Kömürsüz olur

Özgür Gürbüz-BirGün/21 Ekim 2021

Foto: Nick Nice
Bartın Amasra’daki maden ‘kazası’nda 41 kişi öldü, 11 kişi yaralandı. Soma’da 301 madencinin öldüğü faciadan sekiz yıl sonra kömür madenlerinde bir büyük felakete daha tanıklık ettik. Hükümetin ‘kader’ bahanesi aklı başında olan kimseyi tatmin etmedi. Muhalefetten bazı isimler de kömüre toz kondurmadan ihmal olasılığını dile getirdi. Türkiye’nin ilerlemesinin önündeki en büyük eksikliğin siyasi cesaretsizlik olduğunu bir kez daha gördük. Sesi duyulan isimlerden hiçbiri çıkıp, “kömürsüz olur” diyemedi.

Türkiye’de kömür, başta elektrik üretimi olmak üzere sanayide ve ısınmada kullanılıyor. Linyit ve taş kömürü sektörlerinde 36 bin işçi çalışıyor. Elektrik üretiminin yüzde 30’u kömürlü termik santrallardan sağlanıyor. Kömürün payı az değil ama kömürsüz bir hayat mümkün. Bir günde değil ama 10-15 yıl içerisinde önce elektrik üretimi daha sonra sanayide kömür kullanımını sonlandırabilir, iklimi ve temiz havamızı koruyarak ölümlerin önüne geçebiliriz. Hesap yapalım.

ÖNCE VERİMLİLİK
332 milyar kilovatsaatliklik elektrik talebinin 100 milyarı kömürle karşılanıyor. Kömürlü termik santrallardan vazgeçeceksek bizim bu üretimi başka bir kaynaktan yapmamız veya talebi azaltmamız gerekir. Doğrusu ise ikisini birden yapmak, enerjiyi verimli ve tasarruflu kullanarak talebi azaltmak, kalanı da tercihen yenilenebilir enerji dediğimiz güneş, rüzgar gibi kaynaklardan sağlamak. Talebi ne kadar azaltabileceğimize dair ipuçlarını devletin farklı kurumlarının verilerinden görebiliyoruz. 2017-2023 Ulusal Enerji Verimliliği Eylem Planı, 2023’e kadar Türkiye’nin birincil enerji talebini yüzde 14 azaltma hedefiyle yola çıkmıştı. DPT, elektrik talebinin de enerjiyle aynı şekilde yüzde 20-25 oranında azaltılabileceğini söylemişti. Yalıtımlı ve akıllı binalarla, verimli motorlar, elektriği daha az harcayan aletler, ulaşım araçlarıyla bu mümkün. Talebi yüzde 20 düşürdüğümüzde Türkiye’nin elektrik ihtiyacı 330 milyar kilovatsaatten 270 milyar kilovatsaate (kWh) düşer. 60 milyar kilovatsaatlik bir üretime gerek kalmaz. İhtiyacımız olmayan elektrik üretimini kömür santrallarından kıstığımızı varsayalım. Geriye kaldı 40 milyar kWh’lik bir açık. Onu nereden bulacağız?

GÜNEŞ AÇIĞI KAPATIR
Türkiye, güneş, rüzgar ve jeotermal enerjisinden halihazırda 56 milyar kilovatsaat elektrik üretiyor. Bu kaynaklar rüştünü ispatladı. Mevcut güneş kurulu gücümüz ise potansiyelimizin çok ama çok altında, 9 bin megavat (MW) civarında. Yüzölçümü Türkiye’nin yarısından az olan İtalya’da güneş kurulu gücü 25 bin MW’a doğru gidiyor. Türkiye İtalya’yı yakalasa ve 15 bin megavat yeni güneş kurulu güç eklese yaklaşık 24 milyar kilovatsaat ek elektrik üretimi yapar. 40 milyar kWh’den kalan 16 milyar kilovatsaat de rüzgar ve biyokütle gibi kaynaklardan sağlanabilir. Gündüz güneşten üretilen fazla elektrik gelişmiş batarya sistemlerinde depolanabilir, hibrit sistemler ve hidrojen enerjisiyle desteklenebilir veya mevcut barajlı hidroelektrik santrallarla eşleştirilebilir. Bu sayede daha az yeni güneş gücüyle de tüm gün elektrik üretimi yapılabilir. Kimse elektriksiz kalmaz, madenlerden ölüm haberi gelmez. Peki, çalışan 36 bin kişi işsiz mi kalır? Kalmaz.

MADENCİLER İŞSİZ KALMAZ
Yenilenebilir enerji kaynaklarının üretimi kömür, nükleer ve doğalgaza göre daha çok istihdam sağlayan teknolojiler. Türkiye her yıl 2 bin MW’lık güneş paneli kurmayı hedeflese, panel üretimini de Türkiye’deki fabrikalarda yapsa, uluslararası verilere göre 22 ila 40 bin kişiye iş sahası açmış oluyor. Sorun istihdamsa, güneşe yaptığınız yatırım size büyük bir avantaj sunuyor. Fabrikalar öncelikle maden sahalarının olduğu bölgelere kurulabilir, işçiler yer altında değil, hayatlarının kadere terk edilmediği koşullarda çalışır. Madenlerde iş fırsatı bulamayan kadın işçilerin yenilenebilir enerjide daha fazla şansı olduğunun da altını çizelim.

Güneş enerjisi için otopark alanları, fabrika cepheleri, kamu binaları, benzin istasyonları gibi mevcut yapılar kullanılabilir. Güneşten elektrik üretmenin maliyetinin, Türkiye’deki son ihalelere bakarak kömürden üç, nükleerden altı kat ucuz olduğunu da hatırlatalım. Nükleerde tamamen, kömürde ise yarı yarıya dışa bağımlıyız, güneşin ise sahibi yok, bunu da unutmayalım.

Son söz. Kazadan hemen sonra maden işçilerine ödenecek tazminat rakamlarının açıklanmasını sinirlenerek ve üzülerek izledim. İşçilerinin hayatının bedelinin maddi karşılığı olduğu ve bizi bunu kabul etmeye zorlayan bu açıklama asıl itiraz noktamız olmalı. Hiçbir enerji kaynağı yaşam pahasına kullanılamaz. Teknik çözümler var ve bundan bahsedeceğiz ancak yaşamın değersizleştirilmesine, maddi karşılık biçilmesine de sonuna kadar itiraz edeceğiz. Bir canı feda etmektense elektriksiz kalırız.

Kentlerin yedi çevre sorunu

 Özgür Gürbüz-BirGün/14 Ekim 2022

Avrupa Çevre Ajansı, aralarında İstanbul, İzmir ve Osmangazi belediyelerinin de olduğu 56 kentten yöneticilerin yanıtladığı bir anket yaptı. 27 kentte de yüz yüze görüşmeler yapıp, sorular sormuşlar. Avrupa’nın kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına hemen hemen tüm kentlerinde sırasıyla şu yedi çevre sorunu ön plana çıkmış. Hava kirliliği, trafik, yeşil alan azlığı, şiddetli fırtına ve su baskınları, sel suyu yönetimi, gürültü ve sıcak hava dalgaları.

Kentlerde atıklar, su kirliliği ve arıtma gibi hepimizin kolayca tahmin edebileceği başka sorunlar da var. İlginç olan ise listelenen ilk 20 sorunun birçoğunun iklim kriziyle ilgisinin olması. Deniz seviyesindeki yükseliş ve kuraklık gibi iklim krizi nedeniyle karşılaştığımız sorunların yanı sıra orman yangınları, sel baskınları ve sıcak hava dalgaları gibi yine kriz iklim kriziyle artan meseleler de var. İlk yedi sorunun gürültü dışında hepsi iklim krizinin nedeni veya sonucu zaten. İyimser olup, şöyle değerlendirelim. İklim krizinden çıkmayı başarabilirsek kentlerin en sık karşılaştığı çevre sorunlarının birçoğunu da çözeceğiz.

İklim krizini durdurursak kentleri afet bölgesine çeviren şiddetli yağışların, su baskınlarının sayısının ve şiddetinin azalacağını biliyoruz. Ulaşımda toplu ulaşıma geçer, toplu ulaşımı da elektrikli araçlarla yaparsak hem hava kirliliğinin hem de iklim krizinin önüne geçeceğimizi de biliyoruz. Yeşil alanları artırırsak sıcak hava dalgalarına karşı daha dayanıklı kentlerimiz olacak, su baskınları azalacak. Kentlerimizin ve Türkiye’nin doğru bir iklim politikası olsa çevresel sorunların birçoğu ortadan kalkacak. Elimizde birçok kapıyı açan bir anahtar var ama birçok kentte yerel yönetimler, Ankara’da merkezi hükümet bu anahtarın farkında değil.

Farkında olmak da yetmiyor. Kentlerin “yeşil” unvanını alması için öncelikle çevre ve iklim konularını anlamaları, politikalarını iklim hedefleriyle uyumlaştırmaları, tüm birimlerin iş yapma biçimlerini bu politikalarla uyumlaştırmaları ve son aşamada da ölçülebilir hedefler belirlemeleri gerekiyor. Güneş panelleriyle elektrik üretirken elektrikli değil dizel otobüsler caddelerinizde geziyorsa, bir yandan atık yakıp öte yandan iklim hedefleri koyuyorsanız o kentin elbisenin yeşil olduğunu söyleyemeyiz. Çevreci nokta ve benekleri olan ‘puantiyeli’ bir elbiseden bahsedebiliriz ama o noktaları birleştirmedikçe çevre konusu kıyafetteki süsten öteye gitmiyor.

Kentlerde bütünleşik, birbiriyle bağlantılı işler yapmalıyız. Birkaç ay önce Kayseri’deydim, kenti gezerken düşündüklerimi sizlerle de paylaşayım. Kayseri, uygun konumuyla güneşten elektrik üretiminde ciddi bir potansiyele sahip. Güneş paneli üretiminde de ön sıralarda yer alıyor. Kentin geniş caddeleri var iyi planlanmış. Binalar birbirlerinin ışıklarını kesmiyor. Caddeler o kadar geniş ki rahatlıkla korumalı bisiklet yolları yapılabilir. Eğim yok denecek kadar az, pedal destekli (küçük elektrik motorlu) bisikletlerle kentte gidilemeyecek yer yok. Bisikletlerin elektriğini üretmek için güneş var. Kentin sanayisi de zaten güneş paneli üretiyor. Belediye bisiklet yollarını açsa, elektrikli bisikletler için güneşten beslenen şarj istasyonları koysa ve toplu taşımayı elektriklendirse hava ve gürültü kirliliği azalır, trafik konusunda örnek bir kent ortaya çıkar. Dışa bağımlı petrolün tüketimi ile seragazı salımları da azalır, ulaşım ucuzlar. Kentin sanayisini de destekleyecek bu çözümün, ulaşımın elektriklenmesiyle beraber başka iş kollarını da kente çekeceğini tahmin etmek güç değil. Kayseri değişime en hazır kentlerden biri, ciddi bir iklim politikası kenti bambaşka bir noktaya taşıyabilir. Ülkedeki diğer kentlere de örnek olur.

Yeşil bir kent yaratmak için atacağımız adımlar birbirini desteklerse, kentte topyekûn bir değişim yaratmak zor değil. Bir kilometrelik eğlence amaçlı bisiklet yollarıyla ulaşımı karbonsuzlaştıramayız ama kente yeni ekonomik kazançlar sağlayacak, birbirini destekleyen cesaretli politikalarla yeşil kentler yaratabiliriz. Yeşil puantiyeli elbiseden yeşil elbiseye geçme zamanı geldi.

Tasarrufu değil tasarruf tavsiyesi vereni eleştirmeli

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2022

Grafik: Sol.org.tr
Muhalefet, Enerji Bakanlığı’nın “Aklınla Verimli Yaşa” adlı kitapçıkta verdiği enerji tasarrufu
önerilerini eleştiri yağmuruna tuttu. Bakanlığın “banyoya kum saatiyle girip duşu dört dakikada tamamlayın” önerisi belli ki pek hoş karşılanmadı. Yıllar önce Avustralya’da bir sivil toplum örgütü, iklim krizini durdurmak için benzer önerilerde bulunmuştu. Duşa kum saatiyle değil sevgilinizle girin su ve enerji tasarrufu yapın, birayı da İngilizler gibi ılık içerek buzlukların elektrik tüketimini düşürün diyorlardı. Coğrafya kaderdir diyorlar ya, doğruymuş. Avustralya’da tasarruf için duşa sevgilinizle giriyorsunuz, bizde kum saatiyle…

Hükümetten son günlerde benzer birçok öneri geliyor. Turizm Bakanı Ersoy ucuz olduğu için kışın gezmemizi öneriyor. 1150 küsür odalı bir ‘külliyede’ yaşayan Cumhurbaşkanı da sırf daha iyi otomobile binmek, iyi bir cep telefonu almak için başka ülkelere gidenlere kızarak, ülkemizde daha kötü koşullar da olsa burada yaşayın anlamına gelecek bir mesaj veriyor. Yurt dışında daha iyi koşullarda yaşandığını da itiraf ediyor aslında.

Tasarruf etmek, enerjiyi verimli kullanmak, azla yetinmek; kısaca tüketmemek bence insanı yücelten bir davranış. İyi koşulların ‘en pahalı’ veya ‘en lüks’le eşdeğer olmadığını düşünüyorum. Kapitalist bir dünyada daha fazla tüketme seçeneği varken bu seçeneği dünyanın iyiliği için kullanmayan insanları takdir etmeliyiz. Bu açıdan baktığımızda enerjiyi tasarruflu ve verimli kullanmayı öneren tavsiyelere itirazım yok, aksine destekliyorum. Sorun, başkalarına önerdiğimiz hayat tarzına sahip çıkmamak. 20 yıldır ülkeyi tek başına yöneten bir hükümetin, ‘itibarı zedelememe adına’ kamuda ciddi bir tedbir almadan tarihin en kötü ekonomik krizlerinden biriyle boğuşan halka tavsiyelerde bulunması işte bu yüzden eleştiriyi hak ediyor. Yoksa, tasarruf etmek, enerjiyi verimli kullanmak gelişmişlik göstergesidir. Avrupa Birliği’nden örnek vereyim. AB ülkeleri, 2020 yılında 2017-2019 yılları ortalamasına göre birincil enerji tüketimlerini yaklaşık yüzde 10 oranında azalttı. Koydukları hedefin altındalar ama ekonomik gelişmeyi daha az enerji kullanarak yapmayı başarıyorlar. Aralarında Danimarka, Hollanda, Almanya ve İsveç gibi dünyanın en zengin ülkeleri var.

Muhalefet tasarruf önerilerini eleştirirken buna dikkat etmeli. Tasarruflu olmayı mecburiyetmiş gibi gösteren, yoksulluk belirtisi gibi imgeleyen söylemlerden kaçınmalı. Gördüğüm kadarıyla muhalefet de eleştireyim derken iyi bir sınav veremedi. Dönelim hükümete…

“Asansörler alt katlarda mümkün olduğunca kullanılmamalı” diyen hükümet neden her yere gökdelen benzeri apartmanlar yapılmasına izin veriyor?

“Toplu ulaşım tercih edilmeli” diyen hükümet neden özel uçaklara, makam araçlarına sınırlama getirmiyor? Neden ülkeyi demir ağlarla değil otoyollarla örüyor?

“Buzdolabı, fırın, radyatör gibi ısı üreten gereçlerden ve güneş ışığından uzağa yerleştirilmeli” diyen hükümet neden Şehircilik Bakanlığı’yla planlarda bunu zorunlu tutmuyor?

“Cephe yalıtımıyla en az yüzde 35 tasarruf” yapılacağını bilen hükümet neden var olan yalıtım standartlarını yükseltmiyor, yeni ve eski yapılar için daha yüksek standartları zorunlu tutmuyor?

Sorular çoğaltılabilir. Hükümet halkın tasarruf etmesini istiyorsa, yardımcı olacak ve yol gösterecek önlemleri almak zorundadır. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının 23 bin lirayı geçtiği, enflasyonun şahlandığı bir ülkede herkes tasarruf yapmak ister ama ilk önce bunu ülkeyi yönetenlerde görmek ister.

Enerji Bakanlığı’nın tavsiyeleri arasında gözümüzden kaçırmamamız gereken bir nokta daha var. Bakanlık, tavsiyelerin tamamına uyulduğunda, elektrikte yüzde 35, doğalgazda yüzde 50 ve petrolde yüzde 25 oranlarında tasarruf edilebileceğini söylüyor. Yıllar önce DPT de bir raporunda Türkiye’nin enerji verimliliğiyle elektrik tüketimini yüzde 25 oranında azaltabileceğini açıklamıştı. Tasarruf ve verimlilik ayrı şeyler ama sonuçlar benzer. Türkiye enerjiyi tasarruflu ve verimli kullansa bugün kullandığı elektrik miktarını rahatlıkla dörtte bir oranında azaltabilir. 2021 yılında Türkiye 331 milyar kilovatsaat elektrik tüketti. Dörtte biri 82 milyar kilovatsaat eder. Akkuyu Nükleer Santralı tam güç çalışsa üreteceği elektrik 35 milyar kilovatsaat. Türkiye enerjiyi akıllı ve tasarruflu kullansa Akkuyu’nun üreteceği elektriğin 2,5 katı üretim yapmış gibi olur. Bırakın Akkuyu’yu, Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santrala da birçok kömür santralına da gerek kalmaz. Enerji Bakanlığı itiraf etmiş. Muhalefet keşke işin bu tarafını görebilseydi.

Her iki kişiden biri dilencilere para veriyor

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Eylül 2022

İyiliksever miyiz? Yazıyı okumdan önce bu soruyu yanıtlamaya çalışın, yazının sonunda kendinize tekrar sorun. İyilik, hayır, dayanışma ve yardım kelimeleri, karşılık beklemeden yapılan eylemleri anlattığı için çok değerli elbette ama doğru kişiye, kuruma ve doğru zamanda ulaşması çok önemli. Veriler Türkiye’de iyilikseverlerin topluma katkıda bulunmak için geçmişe göre daha etkin olduklarını gösteriyor. Kurumsallık anlamında ise henüz istenilen noktada değiliz.

Raporun tamamı için tıklayın
TÜSEV’in (Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı) Türkiye’de Bireysel Bağışçılık ve Hayırseverlik raporunun dördüncüsü yine çok çarpıcı bilgiler içeriyor. 2021 yılının Ekim ile Kasım aylarında yapılan saha çalışmasına dayanan rapor, insanların sivil topluma ve iyilikseverlik kavramlarına bakış açısını, nasıl ve kime bağış yaptıklarını gösteren bir araştırma aslında. Araştırmaya yanıt verenlerin yüzde 40’ı, “yoksullara yardım kimin görevidir” sorusuna “devlet” yanıtı veriyor. Kurumsal bir yapıyı işaret ediyor ancak bağışlarını kurumlar aracılığıyla yapanların oranı yüzde 22. Eğitim ve sağlık gibi kamunun asli görevlerinin bile özel sektöre devredildiği bir ülkede beklentinin yüksek olduğunu söylemeden geçmeyelim.

Bu bağışlar düzensizce, karşılarına bir ihtiyaç sahibi çıktığında yapılıyor ve kurumlara güven sorunundan bahsediliyor. Dilencilere para vermek hâlâ yaygın, her 2 kişiden biri dilencilere para veriyor. Son bir yılda dilencilere yapılan doğrudan yardımın kişi başına 145 TL civarında olduğu tahmin ediliyor. Kişi başına düşen bağış miktarının 983 TL olduğunu düşünürseniz, yapılan bağışların yüzde 7’ye yakını dilencilere gidiyor. Kurumlara güvenmeyenler dilencilere güveniyor. Son bir ayda, vakıf, hayır kurumu ya da bir derneğe para bağışı yaptığını söyleyenlerin oranı ise yüzde 12.

SİVİL TOPLUMA DAHA ÇOK BAĞIŞ
Çok kötümser olmayalım. Sivil toplum kuruluşlarına yapılan aidat dışı bağış oranı 2019’a göre yüzde 15’ten yüzde 23’e yükselmiş. Sivil toplumla haşır neşir olduğum için paranın her şey olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Gönüllülük ve üyelik oranları da artışta. Gönüllülük maddi yardım kadar değerli ancak gönüllü sayısı artıkça ‘organizasyon’ önemli bir sorun olabiliyor. Profesyonel bir yönetici ve ek kaynak gereksinimi doğurabiliyor.

Sivil toplumun kitleselleşmesinin önündeki sorun ise “güvenilirlik”. Çalışmalara katılmama nedenleri içerisinde şeffaf olunmaması ve güvensizlik öne çıkıyor. İnsanların güvenini kazanmak için daha fazla çaba harcamak gerekiyor. Komplo teorileri ve az sayıdaki kötü örnekler de bu işi zorlaştırıyor. Parası olmadığı ve kişisel çıkar elde edemediği için sivil toplumda gönüllülük yapmadığını söyleyenler de oldukça fazla. Sivil toplumla ilgisi olmayan bu beklentilerin kapitalist toplumun eseri olduğunu düşünüyorum.

Türkiye’de yaşayanların neredeyse yarısı akraba, komşu veya başka bir ihtiyaç sahibine yiyecek, giyecek, para ya da yakacak gibi bir yardımda bulunduğunu söylüyor. Bu oran 2019’a göre 7 puan artmış. En sık yapılan yardım türü de nakit para vermek. Ülkedeki ekonomik krizin işareti olsa gerek. Ramazan’da fitre verenlerin oranı da iki yıl öncesine göre artarak yüzde 63’e çıkmış. 2004’e göre ise düşüşte, o tarihte bu oran yüzde 79’muş.

Kızılay, Lösev ve Tema Türkiye’deki en tanınır kuruluşlar. Yeşilay, İHH, Ahbap Derneği ve Darüşşafaka’nın tanınırlığı artmış, Türk Hava Kurumu’nunki ise düşmüş. Bu düşüşün hükümetin politikalarıyla ilgili olduğunu tahmin etmek güç değil.

SALGIN BAĞIŞ MİKTARINI ARTIRDI
2021 yılında, kişi başına düşen bağış miktarı 983 TL. 2019 rakamı enflasyon düzeltmesi ile 433 TL’ydi. İkiye katlanan bağış miktarında salgının etkisi büyük. Toplam bağış miktarı GSYİH’nın neredeyse yüzde 1’ine ulaştı ama salgının ve onunla başlayan bağış kampanyalarının azalmasıyla gerileme olasılığı var. Özellikle belediyelerin kampanyalarıyla görünürlük kazanılan bağış kampanyalarının, daha önce hayatında kurumsal bağış yapmayan birçok kişinin alışkanlıklarını değiştireceğini umuyorum. Dijital mecraların (dikkatli olmak kaydıyla) kurumsal bağış işlemlerini kolaylaştırdığını da görüyoruz. Sivil toplum örgütleri bu araçları artık daha yaygın kullanıyor. Tam bu noktada şeffaflık öne çıkıyor. Bağış yapanların yüzde 41’i kurum seçimlerinin güvenilirlik ve şeffaflıkla ilişkili olduğunu belirtiyor. Önümüzdeki dönemde de gelir ve giderlerini açıklayan, yaptıkları işleri ve neden desteğe ihtiyaç duyduklarını belirten kurumlar bir adım öne çıkacak. Bağış yapanların yüzde 70’i de bunu istiyor zaten. Sivil topluma duyurulur.