Çılgın projeler dondurulsun

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Aralık 2013

Özelleştirmelerden önce TEAŞ (Türkiye Elektrik Üretim İletim A. Ş.) vardı. Elektrik üretimi ve iletiminden sorumluydu. 2000 yılında Başbakan Bülent Ecevit’in iptal ettiği nükleer ihaleye TEAŞ’ın altındaki Nükleer Santraller Dairesi bakıyordu. Her ne kadar Ecevit, nükleer ihaleyi bütçeye yük getirecek diyerek iptal etmiş olsa da, pis kokular her yeri sarmıştı. Enerji sektörünün yargıya taşınmış en önemli yolsuzluk dosyalarından biri Beyaz Enerji operasyonuyla ortaya çıkmıştı. İşin içinde nükleer enerji de vardı. Nasıl olmasın ki, milyarlarca dolarlık bir ihaleden bahsediyorduk.

TEAŞ’ın Genel Müdürü Muzaffer Selvi, Ankara DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) Savcılığı’na 13 Ocak’ta verdiği ifadesinde, “Nükleer enerji santral ihalesi yapımı gündeme geldiğinde Kanada firmasının 50 milyon dolar rüşvet dağıttığı ortada söylendi… Enerji Bakanı Ersümer’in nükleer santralin yapım işinin Kanada konsorsiyumuna verilmesi yönünde bir baskısı oldu ama bu baskıyı niçin uyguladı bilmiyorum” demişti. TEAŞ Genel Müdür Yardımcısı Ünal Peker ise ifadesinde, “Bu ihale aşamasında tahminimce 6 ay veya 1 yıl kadar önce ihaleye katılan Kanada firması tarafından bakanlık seviyesinde birilerine 50 milyon dolar para verildiğini duydum. Bu paranın Anavatan Partisi adına alındığını duymuştum. …Enerji Bakanlığı’nda yukarıda anlattığım konu herkes tarafından bilinmektedir” sözlerine yer vermişti.  (Rüşvetin Deşifresi, Aykut Küçükkaya, sayfa 106, 111)

Selvi ve yardımcısı Peker, Beyaz Enerji Davası’ndan 11 yıl ceza aldı. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz adını rüşvet meselesine karıştırdıkları için daha sonra birçok kişiye tazminat davası açmıştı. 2012’de dava zaman aşımıyla düştü. İhalelere fesat karıştırma iddiasıyla açılan davada sadece nükleer enerji yoktu. Birçok büyük şirketin adı bu davaya karıştı. Dönemin Enerji Bakanı Cumhur Ersümer Yüce Divanlık oldu. Daha da ilginci, Mesut Yılmaz’ın itirazına rağmen koalisyon ortağı MHP lideri Bahçeli’nin ısrarı ve muhalefetin baskısı nedeniyle Ersümer görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Bu ülke yolsuzluk nedeniyle bir bakanın istifa ettiğini gördü. Hem de ‘vesayet, mesayet’ denilen o yıllarda.

Bütün bunları hatırlatmamın elbette bir nedeni var. Bugün Türkiye’nin her yanından çılgın projeler fışkırıyor. Her biri milyarlarca liralık projeler. Akkuyu Nükleer Santrali 20-22 milyar dolar. Rus şirket sermaye maliyetinin yüzde 43’ünün inşaat maliyeti olduğunu açıkladı. Nereden baksanız 10 milyar dolarlık ihaleden bahsediliyor, bunun yüzde 90’ı açık ihale olacakmış. Sinop Nükleer Santrali için biçilen miktar da 22 milyar dolar. İki nükleer proje 50 milyar dolar.

Rakamlar havada uçuşuyor  ve değişiyor ama fikir vermesi için yazıyorum. Marmaray yeni bitti, ederi 5,5 milyar TL. İstanbul’daki 3. Köprü 4,5 milyar TL. 3. Havalimanı’nın yapımı 28, 25 yıllık işletmesi için ödenecek ücret 72 milyar TL. Hepsi 110 milyar TL.

Rakamlar yüksek. Bu projelerin ilgili olduğu bakanlıklar arasında Çevre ve Şehircilik ile Ekonomi Bakanlığı da var. Yolsuzluk soruşturması sonuçlanmadı ama kabul etmeliyiz ki, iki bakan ve bakanlık zan altında. Yargı süreci titizlikle ve şeffaf bir biçimde yürütülmeli. Bunlar olurken de, zaten varlık nedenleri şaibeli bu projeler dondurulmalı. Denetim organları bu ihaleleri gözden geçirmeli, sürece sivil toplum örgütleri de dahil olmalı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı TMMOB’u değil, TMMOB Bakanlık’ı denetlemeli. Kızmanın, suçu İsrail’e Marslılara atmanın anlamı yok. Adalet ve Kalkınma Partisi ‘AK’lanmak istiyorsa ancak böylesi kapsamlı ve şeffaf bir denetim sürecinden geçerek aklanabilir. Şu ana kadar, Emniyet’te yaptıkları operasyonlarla, başta İçişleri olmak üzere ilgili bakanları görevde tutmakla yapılması gerekenin tam tersini yaptılar.

Nükleer enerjiye muhtaç olmadığımızı bilen herkes, Türkiye’nin bu maceraya neden girdiğini açıklamakta zorlanıyor. Elektrik üretmek için daha ucuz ve temiz kaynaklar mevcut. Enerji tasarrufu potansiyeli ortada. Rüşvet meselesi nükleerde hep söylenirdi şimdi daha fazla gündeme gelecek. O yüzden hükümet, bu projelerde daha ileri gitmeden ‘AK’lanma işini ciddiye alsa iyi olur.

Keçilerin çiftleşmesi iklimi değiştiriyor

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Aralık 2013

Belki hatırlarsınız, bir ara küresel iklim değişikliğine metan gazı nedeniyle ineklerin neden olduğu söylenmiş, koca koca fabrikaları bırakıp dört ayaklı dostların peşine düşmüştük.  Merak etmeyin, ineklerden sonra sıra keçilere gelmedi. Küresel iklim değişikliğinin sorumlusu ne inekler ne de keçiler; asıl sorumlu insan. Bunu da, sanayi devriminden günümüze kadar kullandığımız kömür, petrol ve doğalgazla yaptık.

Peki, ya keçiler diyorsunuz, nereden çıktı bu keçiler? Açıkçası sözlükten çıktı. Türkiye’de iklim değişikliği konusunu ciddiye alan kişi sayısının azlığından olsa gerek, yazarken, konuşurken terminolojiye de dikkat etmiyoruz. Falanca santralin yol açtığı seragazı salımı diyoruz ama bir gün merak edip salım kelimesinin anlamına bakmıyoruz. Türk Dil Kurumu’nun (TDK) sözlüğünde böyle bir kelime yok. Dil Derneği sözlüğünde ise salım kelimesinin iki anlamı var. İlk anlamı ‘nezle’. İkinci anlamı da ‘tekelerin dişi keçilerle çiftleşme zamanı’. Bu durumda seragazı salımı dendiğinde iki ihtimal karşımıza çıkıyor. Seragazlarının fena halde üşütüp nezle olmasından veya bu gazların tekelerle keçilerin arasına girdiği garip bir ilişkiden bahsediyoruz. Salım kelimesi bize o kadar yabancı ki, kullanırken de hata yapıyoruz. Koca koca gazeteler, televizyonlar salım yerine çoğu zaman salınım kelimesini kullanıyor. Salınım, salınmak eylemini, bir çeşit devinimi anlatıyor. Yakında salık, salışık, salma gibi yeni kelimeleri de duyarız.  

İtiraf etmeliyim ki ilk başlarda ben de Fransızca kökenli emisyon yerine salım demeyi tercih ediyordum. Biraz da Türkçe’ye yerleşir düşüncesiyle. ‘Salım’ın ‘salınım’a dönüştüğünü duyduğumda vazgeçtim. Anlatması zor bir olayı daha da karmaşık hale getirmek doğru değil. Emisyon kelimesi egzoz emisyonu gibi birçok yerde karşımıza çıktığı için en azından bir fikir veriyor.  Bu yüzden uzunca bir süredir seragazı emisyonu diyor ve yazıyorum. Meslektaşlarıma, iklim değişikliği çalışan akademisyen ve eylemcilere duyurulur. Keşke sesimizi dil bilimciler de duysa da bu soruna yerli bir çözüm üretsek.

Medyanın, sivil toplumun Türkçe’ye ilgisizliği bu konuyla sınırlı değil. Farkındalık, sivil toplum kuruluşlarında çalışan arkadaşların bayıldığı bir kelime. Yakın zamana kadar o da sözlüklerde yoktu, TDK, “farkında olma durumu” diyerek sözlüğe eklemiş. Dil Derneği sözlüğünde ise hâlâ karşılığı yok. İte kaka sözlüğe giren bu kelime bence yerine oturmadı. Genelde ‘farkındalık yaratma’ şeklinde kullanılıyor. Böyle olunca da ‘farkında olma durumu yaratma’ gibi bir ucube ortaya çıkıyor. Bilinçlendirme, bilgilendirme ve duruma göre kullanılabilecek onlarca kelime varken farkındalıkta ısrar etmeyi anlamsız buluyorum. İngilizce’de her gördüğünüz kelimeye Türkçe karşılık aramaktan vazgeçin artık. Bir ucube kelimeyle konuyu anlatmaktansa iki bildik kelimeyle anlatmak sizi daha anlaşılır kılar. 

Dil, toplumu değiştirmek, dönüştürmek isteyenlerin en önemli aracı. Özellikle siyasetçilerin, kampanyacıların yalın, herkesin konuştuğu dile hakim olmaları bu yüzden çok önemli. İletişim çoğu zaman, özellikle de bizim toplumumuzda sözle başlar, yazıyla devam eder. Aksi takdirde, başta yeni kavramlar olmak üzere, derdinizi anlatmakta zorlanırsınız. Bir başka örnekle açıklayayım. Toplumsal cinsiyet sivil toplumun alıştığı bir kavram olsa da, çoğumuza yabancı. Bunu, bir de ‘gender’ (cendır okunur) diyerek daha da yabancılaştırmayın. Derdiniz karşınızdakine ulaşmaksa, anlaşılır olmak elzemdir.  

Düzgün bir dil kullanılmasında başta medyaya çok iş düşüyor ama medya organlarının adlarının bile yabancı kelimelerden seçildiği bir ülkede yaşıyoruz. ‘CNBC-e’ gibi ilk dört harfi İngilizce okunup, en son harfe gelince Türkçe’nin akla geldiği bir kanalımız bile var. (SiEnBiSi-e, İngilizce’de “e” harfi “i” okunur ). Can Yücel olsaydı her halde şöyle derdi: “Türkçe’yi  kıçına gelince mi hatırladınız?”

Çimlere Basmayın 9 (13 Aralık 2013)

13 Aralık 2013 Cuma günü yayınlanacak Çimlere Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:

* İklim değişikliğinin sorumlusu 90 şirket.

* Kazdağları'ndaki altın madenlerine yürütmeyi durdurma kararı

*Gökova'ya çevreyi korumak(!) için viyadük yapılacak

* Kentlerde meydanlarımız ne durumda ? İdeal meydanlar nasıl planlanmalı? Knt meydanları neden önemli? Mimdap Yayın Kurulu Üyesi Mimar Hasan Kıvırcık canlı yayında sorularımızı yanıtlıyor.

* Balık alırken boyuna bakın. Küçük balık almayın, balıkları karışlayın.

* Ergene Havzası'nı kim kirletti, kimler korumaya çalışıyor. Başbakan Erdoğan suçu CHP'li belediyelere attı. Çevreciler bu konuda ne düşünüyor? Ergene İnsiyatifi Temsilcisi, Gündoğdu belgeselinin yönetmeni Nejla Demirci canlı yayında sorularımızı yanıtlayacak.

* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.

* Ve "yeşil" türküler...

Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr adresinden ya da İstanbul ve çevre illerde 96,6 FM bandından radyolarınız aracılığıyla dinleyebilirsiniz.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.

Beyaz mısın siyah mı?

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Aralık 2013

Eşitlik, Uzlaşma, Farklılık. Foto: O. Gurbuz
Müzeye girmek için kapıda bilet alıyorsunuz. İki tip bilet veriliyor. Birinin üzerinde ‘beyaz’ yazıyor, diğerinde ise ‘beyaz olmayan’. Biletin rengi, derinizin rengi oluyor. Müzeye o renge ait kapıdan giriyorsunuz. Hayatını renktaşlarıyla geçirenler, ezen ırka ait hissedenler için soğuk duş gibi o kapı. Nelson Mandela’nın memleketi Güney Afrika’da bir müzeden bahsediyorum. Johannesburg’daki Apartheid* Müzesi’nden.

Müzede, 1948’de başlayıp 1984’te sona eren zencilerin beyazlarla eşit olma mücadelesinin tarihine tanıklık ediyorsunuz. Beyaz ve siyah, ayrı ayrı girdiğiniz müzeye, Güney Afrika Anayasası’nın yedi temel unsuruna, demokrasi, eşitlik, uzlaşma, farklılık, sorumluluk, saygı ve özgürlük bakarak birlikte aynı kapıdan çıkıyorsunuz.
Siyahlara ait eski bir kimlik kartı. Foto: O. Gurbuz
 Kimlik kartları, beyaz ve siyahları ayıran tabelalar, silahlı mücadeleden kalan silahlar, idam edilenleri simgeleyen tavandan sarkıtılmış urganlar. 27 yıl hapis yattıktan sonra ülkesini ırkçılığın elinden alan Nelson Mandela’nın unutulmaz fotoğrafları. Müzede tanıdık eşyalar da var. Sokaklarda görmeye alıştığımız TOMA’ların bir benzeri oradaydı. Demek ki hep kahrolası suçlara hizmet etmiş bu alet...

Hayatımızdan hiç çıkmayan hapishaneler ve kelepçeler de oradaydı. Bir de tabela gözüme ilişti. 1985’te mahkeme kararıyla ırk değiştiren 1000 kişiden bahsediyordu. Üç Çinli beyaz, 50 Hintli renkli, 20 renkli siyah olmuş… Liste uzayıp gidiyor. Güney Afrika’da nüfus dört gruba ayrılmıştı. Siyahlar, beyazlar, Hintliler ve renkliler. Renklilerin içinde Avrupalılar, farklı ırklardan anne babaların çocukları, Çinliler, Filipinliler ve diğerleri vardı. Irkçılık mikrobu bir kez bulaşmaya görsün…

Beyazlar, siyahlar ve daha az beyazlar... Foto: O. Gurbuz
Mandela Meydanı. Foto: O. Gurbuz
Doğarken siyah, esmer ya da sarı doğmak müzeden aldığınız biletin rengi gibi sizin iradenizle şekillenen bir şey değil. Sorun da değil. Bir başka renge, ırka karşı üstün olduğunuzu düşünmek ise sadece sizin suçunuz. Şanssızlık, eğitimsizlik veya cahillikle açıklanamayacak bir insanlık suçu ve tarih bu suçu işleyenlerle dolu. Siz bu satırları okurken dünyanın bir köşesinde, belki de sizin evin sokağının hemen dibinde, bir kişi ırkından, etnik kökeninden, cinsiyetinden, dininden veya dinsizliğinden dolayı ayrımcılığa uğruyor, ötekileştiriliyor olabilir. Bu suça ortak olanları birkaç istisna hariç kimse hatırlamıyor ve hatırlamayacak. İstisnalar da kötü örnek olacak, lanetlenecek. Bugün olduğu gibi dünya hep ırkçılığa karşı duranları konuşacak, Nelson Mandela’yı konuştuğu gibi. Dünya onu hatırlıyor ve hatırlayacak. Acı çektirmek kolay olabilir ama tarih acıları çekenleri yazar, gelecek onların istediği gibi olur. Bugün bu ülkede binlerce çocuğa Deniz ismi verilmiş ise bunun bir nedeni var. Kızılderililerin posterleri hiç görmedikleri ülkelerde duvarlara asılmışsa boşa değildir. Bugün memleketimde Kürtçe, Ermenice, Lazca bilmeyen onlarca Türk, bu dillerde türkü söylüyor, dinliyorsa derdindendir. Yarın da farklı olmayacak. Yarın onlarca çocuk Ali İsmail, Abdullah, Ethem, İrfan, Mehmet, Mustafa ve Selim adıyla doğacak. Onlar bu ülkenin Mandelaları olacak.

Özgürlük. Foto: O. Gurbuz
Bir ‘başkasının’ derdini anlamak için illa ‘başka doğmak’ gerekmez. Bugün Mandela’yı anlayabiliyorsanız, Ali İsmail’i, Abdullah’ı, Ethem’i, İrfan’ı, Mehmet’i, Mustafa’yı ve Selim’i de anlamalısınız. Beyazlara zencilere yaptıklarından dolayı kızıyorsanız, bu ülkenin azınlıkları Kürtlere, Alevilere, dinsizlere yapılanlara karşı da öfkelenmelisiniz. Mandela için ağlıyorsanız onlar için de ağlamalısınız. Yok, ben TOMA’dan yanayım, haklının değil güçlünün koluna girerim diyorsanız Mandela’nın şu sözlerini hatırlayın: “Özgür olmak, sadece birinin zincirlerini kırması değildir. Başkalarının özgürlüğünü yücelten ve başkalarının özgürlüğüne saygı duyacak biçimde yaşamaktır.”

Eğer Gezi’dekilere “çapulcu” diyor, “bayrak yaktılar, camiye girdiler” gibi bahanelerle onların karşısında duruyorsanız, bilin ki bundan 30 yıl önce Güney Afrika’da yaşamış olsaydınız sizin renginiz Mandela ve arkadaşlarının karşısındaki ‘beyaz’ olurdu.

*Güney Afrika’da ırkçılığı yasalarla düzenleyen sistem

FOTO altı: Mandela Meydanı’nda birlikte oynayan ‘siyah’ ve ‘beyaz’ çocuklar.