Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Prix Pictet: Güç - İklim Değişikliği
28 Mart Perşembe günü İstanbul Modern'de saat 18:30'da düzenlenecek İklim Değişikliği Paneli'ne bekliyorum. Etkinlik ücretsiz. İstanbul Modern'i perşembe günleri ziyaret etmek de ücretsiz. Ayrıntılar için yandaki duyuruya tıklamanız yeterli.
Yüzde 100 dana
Özgür Gürbüz-BirGün/24 Mart 2013
28 Mart Perşembe günü saat 18:30’da İstanbul Modern’de Ömer Madra ile birlikte iklim değişikliğini konuşacağız. İstanbul Modern’deki “Prix Pictet: Güç” adlı fotoğraf sergisi de sosyal ve çevresel konulara odaklanmış.
Gıda, Tarım ve
Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker iki gün önce yaptığı açıklamada, “Bundan sonra
ekmeğin içerisinde maya, un, su, bir de az miktarda tuz bulunacak, başka hiçbir
şey bulunmayacak” dedi. “Başka hiçbir şeye müsaade etmeyeceğiz" diye de
ekledi. İnsanın aklına ister istemez şu soru geliyor. Ekmeğin içinde başka
ne vardı ki?
Çok değil, 5 Aralık
2012’de, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nca hazırlanan ''Türk Gıda Kodeksi Et
ve Et ürünleri Tebliği'' Resmi Gazete’de yayımlanmıştı. Tebliğe göre artık
kırmızı et ürünleri içerisine beyaz et, nişasta, soya ve soya ürünleri ile et
kaynaklı olmayan proteinler eklenemeyecek. 3 Mart 2013’te üreticilere tanınan
süre de doldu. Bundan böyle aldığınız her sucuk, döner köfte ve benzerleri
sadece kırmızı etten yapılacak. Beyaz ete kırmızı, kırmızıya beyaz et
karıştırılmayacak. Bu et yiyenler için iyi haber, ne yediklerini bilecekler.
Kötü haber ise durumun bugüne kadar biraz “karışık” olduğunun aslında bu
icraat nedeniyle ortaya çıkmış olması.
Düzenlemeden önce
ambalajında “yüzde 100 dana” yazan sucuklar vardı. Ama ben hiç, “bu
sucuk tavuk, hindi ve dana eti karışımından yapılmıştır” diyen bir uyarı
etiketi gördüğümü hatırlamıyorum. “Ürünümüz biraz karışıktır ama sizin de
kafanız biraz karışık” diyerek satış yapılmıyor demek ki.
Bizim kafamız karışık,
doğru ama suçlusu biz değiliz; karıştırdılar. Domatesin hormonsuzunu, mısırın
genleriyle oynanmamışını satanlar ürünlerinin temiz olduğunu anlatmak
için kırk dereden su getirirken, içinde bin bir türlü zehirli madde bulunan
ürünleri bizlere yutturanlar ellerini kollarını sallaya sallaya pazara geliyor.
Alın size bir örnek.
Organik ürün üretmeye
karar veren bir çiftçi, öncelikle tarlasının yakınında endüstriyel tesis
olmadığını belgeler. Toprağının kimyasallardan arınması ve ilk
organik ürünü sertifikalandırması için en az 2 veya 3 yıl bekler. Komşu
tarlalarda kimyasal ilaçların kullanılmadığından emin olur, bunu da
ispatlamalıdır. Tüm bunlar için kendisine bir sertifikasyon firması bulur.
Üretimin her aşamasında düzenli kontrollere tabi tutulur. Firmaya ücret öder, organik
gübre kimyasaldan pahalıdır, ona da normalden fazla bir bedel öder. Bütün
bunları yapıp organik bir sebze veya meyve üretmeyi başarırsa da dert bitmez.
Analizi, kontrolü devam eder. Satacak yer bulmakta güçlük çeker. Büyük
marketlere mal satmak için para gerekir, ucuz ürünlerle rekabet zordur.
Marketlerde çok da sevilmez çünkü her organik ürün, yanındaki “bildiğimiz”
ürünün yalanını ortaya çıkaran bir belgedir. Markete giden tüketici, organik
salatayı görünce yanında duran “normal” salatanın içinde ne var diye
merak eder. Oyun bozulur. Belki de bu yüzden organik ürünler Türkiye’de birkaç
semt pazarına hapsedilmiş durumda.
Kısaca
özetlersek, kimyasal gübreyle büyütülmüş elma, kirli olmadığını belgelemek
zorunda değil ama organik elma zorunda. Sigara öldürür deyip paketlere
yazılmasını zorunlu kılanlar, iş otomobile gelince sessiz. Çok benzin yakıp hem
havayı kirleten hem de iklimi değiştiren araçların ön kapılarına “otomobil
öldürür” yazılı trafik kazası fotoğrafları yapıştırmak neden zorunlu değil?
Termik
santralde kömür yakmanın cezası yok. Alışveriş yaparken istediğiniz kadar
plastik torba kullanmak serbest. Cam şişede ürün alan daha çok öderken karton
kutu ya da plastikte satana kuruş ceza yok. Çocuk işçi çalıştıranlar
ürünlerinin etiketlerine, “Bu kazağı yedi yaşında çocuklara yaptırdık, ucuza
geldi” yazmaz ama çalıştırmayanlar bin tane sorgu suali geçtikten sonra,
adil ticaret belgesi alır. Daha fazlaya mâl olan ürünlerini satmak için kapı
kapı dolaşır. Görüldüğü gibi sistemin kendisi baştan aşağıya yanlış
kurgulanmış. O yüzden sistemi değiştirmek şart. İsterseniz adım adım değiştirin
isterseniz koşar adım ama bu iş başka türlü olur diye hayale kapılmayın.
BELGRAD
İÇİN HAREKET
İstanbul’daki
Belgrad Ormanı 1840’larda 12 bin hektardı. 1870’de 7 bin 500 hektara geriledi.
Bugün ise sadece 5 bin 524 hektar. Belgrad Ormanı’nın üçte biri son 130 yılda
yok olmuş. Şimdi bir başka tehlike daha var. ÇEKÜL Vakfı ve İstanbul
Üniversitesi Orman Fakültesi, buranın “Muhafaza Ormanı” statüsünün koruması ve
tabiat parkına dönüştürülmemesi için bir kampanya başlattı. Tabiat Parkı daha
çok yapılaşma anlamına geliyor. “Belgrad İçin Hareket” adlı kampanyayla bu kötü
gidişi durdurmaya çalışıyorlar, destek vermeliyiz.
28 Mart Perşembe günü saat 18:30’da İstanbul Modern’de Ömer Madra ile birlikte iklim değişikliğini konuşacağız. İstanbul Modern’deki “Prix Pictet: Güç” adlı fotoğraf sergisi de sosyal ve çevresel konulara odaklanmış.
Marina, Ulay ve Barış
Özgür Gürbüz-BirGün/17 Mart 2013
Marina Abramoviç bir sanatçı. Performans sanatçısı,
Yugoslavya doğumlu. Sanatını var eden en önemli etken kendisi. Performans
sanatının odak noktasında çoğu zaman sanatçının kendisi yer alır. Rol yapılmaz,
izleyicinin önüne hayatın ta kendisi konur. Kimi zaman izleyici de bu sanatsal
gösterinin bir parçası olur. Tıpkı Marina’nın 2010 yılındaki gösterisinde
olduğu gibi.
2010 yılında New York Modern Sanatlar Müzesi’nde bir
performans sergileyen Abramoviç, 736 saat 30 dakika boyunca bir masanın
kenarında oturdu. Karşısındaki boş sandalye ise sanatseverlere ayrıldı. “Sanatçı burada” adını taşıyan gösteri
boyunca isteyen herkes Abramoviç’in karşısına oturdu ve hiçbir şey konuşmadan
bir süre sanatçıyla göz göze geldi. Bir yabancıyla karşı karşıya oturduğunuzu
ve bir tek kelime bile konuşmadığınızı düşünün. Marina, günler boyunca yüzlerce
yabancıyla karşı karşıya geldi. Kim olduklarını bilmeden, adlarını sormadan
sadece bakıştılar. Gözleriyle konuştular. Marina herkese aynı şekilde baktı;
sadece ve sadece bir kişiye aynı şekilde bakamadı.
O kişi Ulay’dı. Ulay herkes gibi sırasını bekledi.
Yavaşça Marina Abramoviç’in karşısına oturdu, başını, “ne haber” dercesine yana
doğru hafifçe salladı. Bakıştılar. Marina Ulay’a herkese baktığı gibi
bakmıyordu. Ulay başını bir kez daha hafifçe yana doğru attı. Bu defa, “işte
böyle, hayat” der gibiydi. Marina’nın gözleri doldu. Ulay’ın içi titredi.
Marina saatleri güne çevirdiğinizde 30 gün süren performansı boyunca hiç
yapmadığı bir şeyi yaptı. Ellerini masanın üzerinde kaydırarak Ulay’a uzattı.
Ulay Marina’nın ellerini tuttu. Gösteriyi izleyenler Marina’nın gözyaşlarının
arasına alkışlarını fırlattılar. Ulay’ın yürek atışlarına tempo tuttular. Aşkı
alkışladılar, gördüler…
Ulay’ın gerçek adı Frank Uwe Laysiepen. O da bir performans sanatçısı, 1943’te Solingen’de
doğmuş, Almanyalı. Marina ve Ulay’ı bir araya getiren de aslında bir
performans; aşk. Hissederek içinde var olursanız size bir masa, iki sandalye ve
saatler yeter. Hissetmezseniz, bibirinizi görmediğiniz an yiter gider. İki
sanatçı uzun yıllar, 1976 ile 1989 arasında birlikte yaşadı. Birlikte ürettiler
ama 89 yılında ayrılmaya karar verdiler. Ayrılıkları da sanatsal üretimlerinin
bir parçası oldu. İlişkilerini bitirmek için her biri Çin Seddi’nin bir ucuna
gitti. Oradan birbirlerine doğru yürümeye başladılar. Her biri 2 bin 500 km
yürüdü. Çin Seddi’nin üzerinde buluştuklarında son bir kez birbirlerine
baktılar ve ayrıldılar. Ta ki 2010’da Ulay Modern Sanat Müzesi’nde Marina’nın
karşısına çıkana kadar. 21 yıl sonra.
Barış için
Bu öyküyü belki çoğunuz biliyorsunuz, belgeselini izlemiş
olabilirsiniz. Benim bu inanılmaz öyküden Barış sayesinde haberim oldu. Barış
mı kim? Barış, Sevgili Sevin Okyay’ın tabiriyle bir “elf”, Yüzüklerin
Efendisi’ndeki ruhları iyilik dolu insanlardan biri. Barış şimdi gurbet
yolcusu. Barış gittiğinde yokluğunu daha iyi anlayacağımı biliyorum o yüzden
gitmeden kendisine teşekkür etmek istedim. Mekanikleşen beni, kültür ve sanatla
arada sırada da olsa kendine getirdiği için. Sizin de Barış gibi bir dostunuz
varsa elinizden kaçırmayın. Müzakere mi edersiniz, çok bilen insanlara mı
sorarsınız, bilemem. Müzakere notlarınız açığa çıkarsa çıksın, aldırmayın.
Barış bir giderse onu çok arar(sın)ız. Bizim “Elf Barış” gidiyor ama umudum
var, bir gün geri dönecek. Siz de hem “barışınıza” hem de umudunuza sahip
çıkın. Herkese bir Barış, bir Marina veya Ulay lazım.
Not: Marina
ile Ulay’ın Modern Sanatlar Müzesi’ndeki buluşmasını izlemek isterseniz
Youtube’dan “Marina Abramović e Ulay - MoMA 2010” başlıklı videoyu izleyebilirsiniz.
Talebi tahmin etmek yerine yönet
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/11 Mart 2011
Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ), 2005 yılında yaptığı talep tahmininde 2011 yılında elektrik talebinin yüksek senaryoya göre 262 milyar kilovatsaat (kWs) olacağını tahmin etmişti. 2011'de Türkiye'nin elektrik talebi 230 milyar kWs'te kaldı. TEİAŞ, 2005 yılında yaptığı tahmininde yüzde 12'lik bir sapma oranıyla yanıldı. Böylesine hareketli bir elektrik piyasasında altı yıl sonrasını bilmek zor, yüzde 12 iyi bir sapma oranı diyenler çıkabilir.
Ekonomik krizin de etkisiyle elektrik talebi 2008 sonunda beklentilerin aksine 198 milyar kWs'te kaldı. Halbuki önceki iki yılın artış oranları yüzde 8'den fazlaydı. 2008'de ise artış hızı yarı yarıya yavaşladı. 2009'da ise eksiye düştü, yani elektrik talebi artmadı, azaldı. Talep tahminlerinin iki ana kıstas üzerinde (büyüme hızı ve nüfus artışı) şekillenmesinden olsa gerek, ekonomik krizin daha ciddiye alınmasından da etkisiyle; kurumun 2009 yılında yaptığı tahmin sonraki yıllar için daha alçakgönüllüydü. 2009 Haziran ayında yayımlanan raporun düşük talep senaryosuna göre brüt elektrik talebinin 2011 yılında 213 milyar, yüksek talep senaryosuna göre ise 215 milyar kWs olacağı belirtilmişti. Gerçekleşen rakam yukarıda da belirttiğimiz gibi 230 milyar kWs oldu. Bu sefer de tam tersi oldu. Gerçekleşen tahmin edilenden azdı.
Bir başka örnek. TEİAŞ'ın Ekim 2010 ayında yayımladığı kapasite tahmini raporunda ise 2011'de elektrik talebinin yüksek talep senaryosuna göre 220 milyar kWs'nin biraz altında kalması bekleniyordu. Yıllık artışın yüzde 5 olması hesaplanıyordu ama artış yüzde 9’u buldu. Görüldüğü gibi elektrik talep tahminlerinde tek sorun zaman aralığı değil. Bir yıl sonraki talebi tahmin etmek bile oldukça zor. Bu yazının amacı da bu, TEİAŞ'la uğraşmak değil. Talebi tahmin etmenin ne kadar zor olduğuna vurgu yapmak.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız'ın 2013 yılı bütçe konuşmasında da vurguladığı gibi, “...belirli bir anda talep edilen en yüksek elektrik enerjisi talebi (puant talep), 2012 Temmuz ayında rekor seviyede bir artışla 39 bin 45 MW'ı gördü. 2011'de en yüksek talep 36 bin 122 MW, 2010'da ise 33 bin 392 MW'tı. Elektrik piyasasını yakından takip eden herkes biliyor ki yaz aylarında artan bu ani talep yükselişlerinin bir numaralı sorumlusu klimalar. Bu da bize şu mesajı veriyor. Tüketim tarzındaki değişikliklerin hızı ve ekonominin seyrindeki belirsizlik, elektrik talebini tahmin etmeyi giderek güçleştiriyor. Türkiye'de giderek daha fazla eve klima kuruluyor. Bir sıcak hava dalgası, elektrik talebini deyim yerindeyse zıplatabilir. Talebi başı boş bırakırsanız tahmin etmek işte bu kadar zorlaşır. Neredeyse imkansızlaşır. Talebi yönetiyorsanız, yönetebiliyorsanız iş başka...
Anahtar kelime de bu; “yönetmek”. Sınırsız talebi karşılamak için hiç durmadan yeni santraller yapmak yerine, ne kadar enerji veya elektrik harcanacağına karar vermeniz gerekir. Peki, ama nasıl? Enerji harcanan her alanda, ulaşımdan sanayiye bir strateji oluşturacaksınız. Hangi sektörlerde olacaksınız, hangi tür ulaşım araçları kullanacaksınız bunları belirlemek zorundasınız. Ülke yönetiyorsanız verdiğiniz lisans ve izinlerle, şirket yönetiyorsanız aldığınız karar ve tedbirlerle talebi şekillendirebilirsiniz. Klima sayısının artmasını istemiyorsanız, konut yapımında standartları klimaya ihtiyaç duyulmayacak şekilde yeniden düzenleyeceksiniz. Petrol fiyatları arttıkça, enerji ithalatına verdiğiniz paradan yakınmayı marifet kabul etmiyorsanız, toplu ulaşımı destekleyeceksiniz. Bireysel araç kullanımını kısıtlayacak önlemleri beraberinde uygulayacaksınız. Hava kirliliği can alıyorsa Çin’in başkenti Pekin’de olduğu gibi her yıl trafiğe çıkacak araç sayısını kısıtlayabilir, kurayla plaka dağıtabilirsiniz. Çok enerji tüketen aletlerin kullanımını yasaklamak, vergilendirmek veya az tüketenleri desteklemek elinizde. Devlet bunun için var.
Sınırsız tüketimi sınırlı kaynaklarla karşılayamazsınız ama tüketimi sınırlayarak sorunu çözebilirsiniz.
Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ), 2005 yılında yaptığı talep tahmininde 2011 yılında elektrik talebinin yüksek senaryoya göre 262 milyar kilovatsaat (kWs) olacağını tahmin etmişti. 2011'de Türkiye'nin elektrik talebi 230 milyar kWs'te kaldı. TEİAŞ, 2005 yılında yaptığı tahmininde yüzde 12'lik bir sapma oranıyla yanıldı. Böylesine hareketli bir elektrik piyasasında altı yıl sonrasını bilmek zor, yüzde 12 iyi bir sapma oranı diyenler çıkabilir.
Ekonomik krizin de etkisiyle elektrik talebi 2008 sonunda beklentilerin aksine 198 milyar kWs'te kaldı. Halbuki önceki iki yılın artış oranları yüzde 8'den fazlaydı. 2008'de ise artış hızı yarı yarıya yavaşladı. 2009'da ise eksiye düştü, yani elektrik talebi artmadı, azaldı. Talep tahminlerinin iki ana kıstas üzerinde (büyüme hızı ve nüfus artışı) şekillenmesinden olsa gerek, ekonomik krizin daha ciddiye alınmasından da etkisiyle; kurumun 2009 yılında yaptığı tahmin sonraki yıllar için daha alçakgönüllüydü. 2009 Haziran ayında yayımlanan raporun düşük talep senaryosuna göre brüt elektrik talebinin 2011 yılında 213 milyar, yüksek talep senaryosuna göre ise 215 milyar kWs olacağı belirtilmişti. Gerçekleşen rakam yukarıda da belirttiğimiz gibi 230 milyar kWs oldu. Bu sefer de tam tersi oldu. Gerçekleşen tahmin edilenden azdı.
Bir başka örnek. TEİAŞ'ın Ekim 2010 ayında yayımladığı kapasite tahmini raporunda ise 2011'de elektrik talebinin yüksek talep senaryosuna göre 220 milyar kWs'nin biraz altında kalması bekleniyordu. Yıllık artışın yüzde 5 olması hesaplanıyordu ama artış yüzde 9’u buldu. Görüldüğü gibi elektrik talep tahminlerinde tek sorun zaman aralığı değil. Bir yıl sonraki talebi tahmin etmek bile oldukça zor. Bu yazının amacı da bu, TEİAŞ'la uğraşmak değil. Talebi tahmin etmenin ne kadar zor olduğuna vurgu yapmak.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız'ın 2013 yılı bütçe konuşmasında da vurguladığı gibi, “...belirli bir anda talep edilen en yüksek elektrik enerjisi talebi (puant talep), 2012 Temmuz ayında rekor seviyede bir artışla 39 bin 45 MW'ı gördü. 2011'de en yüksek talep 36 bin 122 MW, 2010'da ise 33 bin 392 MW'tı. Elektrik piyasasını yakından takip eden herkes biliyor ki yaz aylarında artan bu ani talep yükselişlerinin bir numaralı sorumlusu klimalar. Bu da bize şu mesajı veriyor. Tüketim tarzındaki değişikliklerin hızı ve ekonominin seyrindeki belirsizlik, elektrik talebini tahmin etmeyi giderek güçleştiriyor. Türkiye'de giderek daha fazla eve klima kuruluyor. Bir sıcak hava dalgası, elektrik talebini deyim yerindeyse zıplatabilir. Talebi başı boş bırakırsanız tahmin etmek işte bu kadar zorlaşır. Neredeyse imkansızlaşır. Talebi yönetiyorsanız, yönetebiliyorsanız iş başka...
Anahtar kelime de bu; “yönetmek”. Sınırsız talebi karşılamak için hiç durmadan yeni santraller yapmak yerine, ne kadar enerji veya elektrik harcanacağına karar vermeniz gerekir. Peki, ama nasıl? Enerji harcanan her alanda, ulaşımdan sanayiye bir strateji oluşturacaksınız. Hangi sektörlerde olacaksınız, hangi tür ulaşım araçları kullanacaksınız bunları belirlemek zorundasınız. Ülke yönetiyorsanız verdiğiniz lisans ve izinlerle, şirket yönetiyorsanız aldığınız karar ve tedbirlerle talebi şekillendirebilirsiniz. Klima sayısının artmasını istemiyorsanız, konut yapımında standartları klimaya ihtiyaç duyulmayacak şekilde yeniden düzenleyeceksiniz. Petrol fiyatları arttıkça, enerji ithalatına verdiğiniz paradan yakınmayı marifet kabul etmiyorsanız, toplu ulaşımı destekleyeceksiniz. Bireysel araç kullanımını kısıtlayacak önlemleri beraberinde uygulayacaksınız. Hava kirliliği can alıyorsa Çin’in başkenti Pekin’de olduğu gibi her yıl trafiğe çıkacak araç sayısını kısıtlayabilir, kurayla plaka dağıtabilirsiniz. Çok enerji tüketen aletlerin kullanımını yasaklamak, vergilendirmek veya az tüketenleri desteklemek elinizde. Devlet bunun için var.
Sınırsız tüketimi sınırlı kaynaklarla karşılayamazsınız ama tüketimi sınırlayarak sorunu çözebilirsiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)