Özgür Gürbüz-BirGün/3 Eylül 2012
Genetiği değiştirilmiş organizmalar
(GDO) konusu gündemde ancak sorun yeni değil. GDO’ları savunan
cephe yıllardır Türkiye pazarına girmek için uğraşıyor.
GDO’lu hayvan yemi ithalatına izin verilmesiyle kapıyı
araladılar. Gıda amaçlı GDO ürünlerinin ithalatı
gerçekleşseydi, GDO’lu tohum ekimine giden yolda engel
kalmayacaktı. Neyse ki, hem Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi
Eker hem de bazı üreticiler sağduyulu davrandı ve Türkiye Gıda
ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu 29 adet GDO’lu ürünün
ithalatı için Biyogüvenlik Kurulu’na yapığı başvuruyu geri
çekti.
GDO karşıtları ve sofrasındaki
yiyeceğin güvenli olup olmadığından emin olmak isteyen halk bir
nefes aldı ama bu fırtınadan önceki sessizlik. Türkiye gıda
pazarı çok uluslu şirketlerin kolay kolay vazgeçemeyeceği kadar
büyük kârlar vaat ediyor. Tartışma sürecek ve her iki taraf da
kamuoyu yaratmak amacıyla medyayı kullanmaya çalışacak, oyunun
kuralı bu. Türkiye pazarının peşindeki şirketlerin sermayeyi
ellerinde tutmaları ve reklam veren konumunda olmaları nedeniyle
avantajlı oldukları söylenebilir. Etik değil ama alıştırıldığımız
bir durum. Halkın bu koşullarda tek güvencesi “düzenleyici”
rolü biçilen devlet ve onun akıl hocası olması gereken bilim. Bu
iki odağın (devlet ve bilimin), sermayenin parasal ve dolayısıyla
politik gücünden etkilenmemesi gerekiyor. Tam da bu noktada hem
bilimin hem de medyanın kendilerini nasıl tarif ettikleri,
üzerlerine düşen rolü ne kadar iyi kavradıkları bir başka
sorun.
Hürriyet Gazetesi yazarı İsmet
Berkan’ın GDO’yu öven yazıları, işte yukarıda belirttiğim
bu soruna işaret ediyor. Berkan, GDO’ların zararlı olduğu
savının aynen cep telefonu veya evimizde kullandığımız kablosuz
internet bağlantısının kansere yol açtığı inancı gibi henüz
ispatlanmamış olduğunu söylüyor. Hem cep telefonlarının hem de
GDO’ların insan sağlığına zarar verdiğini ispatlayan onlarca
çalışma olduğunu belirteyim ama Berkan’ın asıl hatası bu
değil. Berkan,“…bu telefonların hizmete girdiği son 20 yıl
içinde beyin kanseri oranlarında anlamlı bir artış olmadığı
da ortada. 20 yıl kısa bir süre değil ama bu dediğim bu kanıt
hiçbir zaman bulunmayacak anlamına da gelmez; bakarsın bir gün
elektro manyetik dalgaların bazı kanserlere yol açtığı
gerçekten kanıtlanabilir” diyor. İşte asıl sorun bu yanlış
düşünme tarzını doğruymuş gibi yazabilmekte.
Bu satırları, arada sırada da olsa
bilimle ilgili yazılar yazan birinin yazması ise durumu daha da
vahimleştiriyor. İhtiyatlılık ilkesini hiçe sayan bu duruş, tam
da şirketlerin hayalini kurduğu bir gazeteci duruşu olmalı. Bu
ülkede, gazetecilerin “haktan ve halktan yana olma tavrı”
elbirliğiyle “tu kaka” ilan edileli çok oluyor. Şimdi aynı
senaryo bilim insanları için devrede. Bu tehlikeye dikkat çekmek
amacıyla 25 Eylül 2011 tarihinde BirGün’deki bu köşede bakın
neler yazmıştık:
Bilimin en önemli ilkelerinden biri,
“ihtiyatlılık ilkesi” hiçe sayılıyor ve unutturulmak
isteniyor. İhtiyatlılık ilkesi şunu söyler. Bir eylem ya da
politik karar çevre ve insanlar için şüpheli sonuçlar doğurma
olasılığına sahipse ve bilim insanlarının bu konuda ortak bir
kararı yoksa bilim tavrını eylemsizlikten yana koyar. Yani, risk
almaz. Örnek olarak baz istasyonlarını ele alalım. Baz
istasyonlarının nüfus yoğunluğunun çok olduğu bölgelerde
kurulmasının kansere neden olduğuna dair ciddi araştırmalar
varsa bir bilim insanı, “bu araştırmalar yeterli değil o yüzden
kullanmaya devam edin” demez, diyemez. Der ise bilimsel kimliği
tartışılır. Çünkü asıl ispatlanması gereken baz
istasyonlarının insan sağlığına etkisinin olmadığıdır. Bu
ispatlanana kadar baz istasyonlarına ihtiyatlılık prensibi gereği
şüpheyle yaklaşılır. Kullanımı kısıtlanır.
İhtiyatlılık ilkesi çevrecilerin
uydurduğu, görmezden gelinecek bir kural değildir. 1992 yılındaki
Dünya Zirvesi'nin sonunda açıklanan Rio Bildirgesi'nin 15. maddesi
bu ilkeye ayrılmıştır. 15. madde şöyle der: “Çevreyi korumak
amacıyla, ihtiyatlılık ilkesi, devletlerce imkanları dahilinde
geniş bir biçimde kullanılmalıdır. Nerede ciddi ve geri
dönüştürülemez bir tehlike varsa, tam bilimsel kesinliğin
olmaması, çevresel bozulmanın önüne geçecek ekonomik
uygulamaların ertelenmesi için bahane edilmemelidir”.
Böylesine uzun bir hatırlatma için
özür dilerim ama İsmet Berkan’ın bilerek ya da bilmeyerek
düştüğü tuzak bu. 20 yıl sonra falanca şirketin, “ürettiğimiz
cep telefonları kanser yapıyormuş, özür dileriz” demenin kaç
hayata mal olacağını iyi düşünmek lazım. İnsan veya diğer
canlıların hayatı, üzerine bahis koyup kumar oynayacağınız bir
şey değil. Çok merak ediyorum, bu görüşü savunanlar insanların
şirketler için kobay olarak kullanıldıklarının farkında mı?
Açık ve net olan şu: GDO’ya karşı çıkanların, genetiği
değiştirilmiş ürünlerin zararlı olduğunu kanıtlama
yükümlülüğü yok tam tersine GDO’yu savunanların GDO’ların
asırlar boyunca canlılar için bir tehlike içermediğini bilimsel
olarak ispatlama zorunluluğu var. Doğada var olmayanı doğaya
monte etmeye çalışan onlar. Bence, doktorlar için “Hipokrat
yemini” neyse bilim insanları için “ihtiyatlılık ilkesi” de
odur. Sadece ben böyle düşünmüyorum tabi. Avrupa Birliği 2000
yılında ihtiyatlılık ilkesini benimsemiş ve çevre korumasında
izlenmesi gereken bir yol olarak kabul etmiştir. İlgilenenler
Lizbon Antlaşması’nın 191. maddesine bakabilir.
Bilimin tersyüz edilmesi çabaları
nedeniyle sorulması gereken asıl soru da gözden kaçıyor. GDO’lar
olmazsa aç mı kalacağız? Tabi ki hayır. Dünyada herkese yetecek
kadar yiyecek var. Bunu, kimi zaman GDO lehine açıklamalar yapan
FAO ( Dünya Gıda Örgütü) bile söylüyor . Dünyada herkese
yetecek gıda var ama herkesin o gıdaları alacak parası yok. Sorun
burada. Şirketlerin derdi ise başka. Genetiğini değiştirdikleri
her tohumu, fabrikadan çıkarılmış bir ürün gibi patentini
alarak tüm haklarına sahip olmaya çalışıyorlar. Asıl mesele bu
çünkü gıda tüketicilerin muhtaç olduğu bir ürün ve her gelir
grubunun zorunlu tüketim ürünleri asında yer alıyor.
Ne gariptir ki, bugün doğal olanı
savunanlar neden doğalı savunduklarını açıklamakla
suçlanılıyor. Medya da bu garipliğe işaret edeceğine, kâr
peşinde koşan şirketlerin yoluna ışık tutuyor. Genetiği
değiştirilmiş organizmaların bir yan etkisi de genetiği
değiştirilmiş gazeteciler yaratması olabilir mi acaba?