Özgür Gürbüz-BirGün Gazetesi / 30 Mayıs 2010
Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.
Çin’de Mart ayıyla birlikte başlayan ve okulları hedef alan saldırılar, sorunun çözümü için yeni fikirleri de beraberinde getiriyor. Pekin Belediyesi Kamu Güvenliği Bürosu, çocukların can güvenliğini sağlamak için yeni bir kampanya başlattı. Okul ve ana okullarında 15 çocuğun ölümüyle sonuçlanan saldırıları önlemek için ülke çapında emniyet güçleri ciddi tedbirler aldı. Okul ve yuvaların kapılarında nöbet tutan polisleri görmek artık hiç şaşırtıcı değil. Önlemlerin artttırılmasıyla birlikte saldırılar da kesildi ancak bu defa da başka bir sorun ortaya çıktı. Her okul ve yuvanın kapısına bir polis koymaya kalktığınızda mevcut görevli sayısı talebi karşılamaya yetmiyor. Pekin’de bir mahale karakolundan sorumlu polis müdürü, “Her okula bir polis gönderirsek elimizde diğer sorunlarla ilgilenecek kimse kalmaz” diyerek durumu güzelce özetliyor. Polis müdürünün bulunduğu bölgede 24 memur görev yapıyor, 18 adetse okul var.
Veliler gönüllü fedailik yapacak
Pekin Belediyesi Kamu Güvenliği Bürosu’nun uygulamaya geçirilen yeni fikri, velilerin ellerini taşın altına koymasını amaçlıyor. Başlatılan kampanya her ne kadar ‘velilerin ortak okul koruma programı’ olarak tanıtılsa da, sloganın tutması açısından, “Kendi okulunu kendin koru” şeklinde tercüme edilmesinde fayda var diye düşünüyorum. Fikir oldukça basit, okulda çocukları okuyan veliler sırayla çocuklarının okulunda nöbet tutacak. Velilere öğretmenler de eşlik edecek, böylece her okulun birkaç tane gönüllü fedaisi olacak.
Bir okulda okuyan çocukların yüzler hatta binlerce velisi olduğu düşünülürse yılda birkaç gün gönüllü olarak bu işi yapmak yetecek, yani velilerin günler ve aylarca okullarda nöbet tutması gerekmeyecek. Polisler de okul civarlarında devriye gezmeye devam edecek. Veliler bıçaklı saldırganların karşısına öyle cıscıbıldak da çıkmayacak. Kollarında görevli olduğunu belirten kırmızı bir kol bandı ve ellerinde bir sopa olacak. Profesyonel koruma görevlileri ise cop ve biber gazı taşıyacak. Tırmıkla donatılanları da var. Veliler, isterlerse polisten eğitim de alabilecekler. Pilot proje Pekin’de Shunyi bölgesinde başlatıldı, gazete haberlerine göre velilerden 1.000’e yaklaşan sayıda gönüllü çıkmış. Önerilen model konusunda herkes olumlu görüşe sahip değil. Bazıları kısa vadede bunun bir çözüm olacağını düşünüyor, bazıları ise gönüllü olup, koluna pazu bandını taksa bile daha kalıcı bir çözümün bulunmasını istiyor.
6 Saldırıda 15 Çocuk öldürüldü
Çocuğu olsun ya da olmasın, okullara yönelik saldırılar ülkedeki herkesi tedirgin ediyor. Herşey, birbirinden bağımsız gibi görünen saldırganların, bıçakla arka arkaya okullardaki çocuklara saldırmasıyla başladı. Mart ile Haziran ayları arasında 6 saldırı gerçekleşti. 15 çocuk öldürüldü, 100’e yakını yaralandı. Meslekleri doktor, öğretmen, çiftçi ve işsiz olan saldırganların bazıları, çocukları yaralayıp öldürdükten sonra intihar etti. Okullarda güvenlik tedbirleri hemen arttırıldı ama ondan daha dikkat çekici olanı Başbakan Wen Jiabao’nun olayları basit, akli dengesi yerinde olmayan saldırılar diye niteleyerek geçiştirmek yerine, saldırıların ana nedenini bulma sözü vermesi oldu. Başbakan, sosyal problemleri çözmeleri gerektiğini, halk arasındaki sorunları çözüp uzlaşma çabalarını güçlendirmeye ihtiyaç duyduklarını söyledi. Ekonomisi hızla büyüyen Çin’de gelir dağılımı, sınıflar arasındaki uçurumun açılması önemli sorunlar. Çin bu sorunları çözebilirse, tüm dünyaya örnek bir ekonomik model yaratabilir. Çözemezse, birçok örneğini gördüğümüz sorunlarıyla beraber hatırladığımız ekonomik kalkınma hamlelerinden birine daha tanık olabiliriz.
Kayıp Çocuklar Günü
Konu çocuklardan açılmışken hem Çin’i hem de hepimizi ilgilendiren 25 Mayıs Dünya Kayıp Çocuklar Günü’nden bahsetmekte yarar var. Dünya Kayıp Çocuklar Günü, Türkiye’de de ilk kez bu yıl, TBMM’de düzenlenen etkinliklerle tanındı. Okula gönderdiği çocuğunun ölüm haberini almanın ne demek olduğunu, bakkala giden evladının bir daha geri dönmemesinin nasıl bir acı olduğunu ancak o acıyı çekenler bilir, bize fazla bir şey söylemek düşmez. Xi’an kentinden Cheng Zhu, 5 yıl önce kızının çocuk ticareti yapanlar tarafından kaçırıldığına inanan ve çocuğundan umut kesmeyen bir baba. Kızının kaybolmasından sonra kurduğu, ‘Kayıp Çocukların Aileleri’ adlı grup bugün 1.350 çocuğun izini sürmeye çalışıyor. Çin’de her yıl 60 bin çocuk kayıplara karışıyor. Cheng, Dünya Kayıp Çocuklar Günü’nü önemsediğini söylüyor. Kayıp çocuklar hakkında bilgileri kamuoyuna yaymanın, onları bulmanın en önemli yollarından biri olduğunu düşünüyor.
25 Mayıs’ta Çin’de ve dünyanın birçok yerinde gönüllüler, kayıp çocuklarla ilgili bilgileri dağıtıyor, aileler o gün çocuklarından kalan en son hatıra olan, çocuklarının o hiç yaşlanmayan fotoğraflarının bir kopyasını evlerin kapılarının altından atıveriyorlar. Sadece Çin’de her yıl, bir stadyum dolusu, 60 bin çocuk “ben kayboldum” ya da “kaçırıldım” diye bağırıyor. Yüzleri, fotoğrafları ve sesleri gazetelere belki sadece kayboldukları o gün haber oluyor ya da olmuyor. Halbuki her hafta, 60 bin kişi “en büyük Bizimspor” diye bağırıyor ve her hafta gazeteler, hem de tüm hafta boyunca ‘Bizimspor’a sayfalar ayırabiliyor. Acıları konuşmak hoş değil, insan acılarla yaşayamaz. Medyanın tek başına bu işi çözmesi de imkânsız ancak onları görmezden gelmek de başka bir sorun.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Akkuyu Ruslara satıldı
Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Mayıs 2010
Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.
Rusya ile Türkiye arasında imzalanan “Akkuyu Sahasında Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliği”anlaşmasıyla Mersin'in Gülnar'a bağlı Büyükeceli Beldesi'nde kurulması düşünülen atom santralinin sahibi de belirlenmiş oldu. Anlaşmanın adının tesisi ve işletimi olduğuna bakmayın, kapalı kapılar açıldıkça ortaya saçılan bilgiler, santralin yüzde 100 Ruslara ait olacağını söylüyor. Anlaşma zaten devletler arası bir anlaşma. Ruslar, Türkiye'nin bakir kalmış nadir koylarından birine nükleer santrali konduracak, işletecek ve ömrü dolunca da bavullarını toplayıp gidecek. Meseleyi hafife aldığımı düşünmeyin, bence bu meseleyi hafife alan AKP hükümetinin ta kendisi!
Önce, Rusya Devlet Başkanı Medvedev ile Başbakan Erdoğan'ı aynı masaya getiren süreci anımsayalım. AKP hükümeti 2004 yılında, 40 yıldır dillendirilen “elektriksiz kalacağız” bahanesine sarılarak, ortada fol yok yumurta yokken nükleer santral kurmaktan bahsetmeye başladı. Elektrik açığı ve bunun sadece nükleerle karşılanabileceği masalı pek tutmayınca halk bu defa da korkutma yöntemiyle nükleere alıştırılmaya çalışıldı. Aba altından “dışa bağımlılık” sopası çıktı, Ukrayna'yla Rusya arasında yaşanan doğalgaz krizi halkın gözüne sokularak, doğalgaz ve petrolde Ruslara bağımlıyız, tek çare nükleer sloganları atıldı. Halbuki, Rusya'dan alınan doğalgaz sadece elektrik üretiminde kullanılmıyor, ısıtmada da kullanılıyor. Isıtma amaçlı kulanılan doğalgazın yalnız ve yalnız elektrik üretebilen nükleer santralle ikamesi teknik bir fiyaskoydu. Kaldı ki, atom santrali devreye girdiğinde Rusya'dan alınacak gazın azalması için eldeki doğalgaz santrallerinin kapatılması gerekir. Hükümetin kapatılacak santraller listesi diye bir listesi olduğunu hiç sanmıyorum. Çoğu, “al ya da öde” anlaşmalarıyla geleceğini garanti almış santralleri kapatmadıkça, Rusya'dan gelen doğalgaza bağımlılık kaçınılmazdır. Kısaca AKP hükümeti bu noktada halkı kandırmaktadır. Zaten AKP, santral inşasını doğalgazda yüzde 65, petrolde yüzde 30'lara varan oranda bağımlı olduğumuz Rusya'ya vererek bu konunun hiç de umurlarında olmadığını açık seçik itiraf etmiştir. Başbakanımız da anlasın diye İngilizce yazıyorum, yalan number one!*
Nükleer santrali halka sevimli gösterme çalışmaları sırasında nükleer enerji taraftarları ve hükümet sıkça teknoloji transferinden bahsetti. Kurulacak santral sayesinde Türkiye işi öğrenecek, ileride kendi santrallerini bile geliştirebilecekti. Rusya'dan alınan anahtar teslim santral, Türkiye'ye öğretse öğretse nasıl harç karılır onu öğretir. Santral yapıldıktan sonra nükleer mühendisler santral gezisi yapıp, cep telefonlarıyla çaktırmadan fotoğraf da çekebilirler tabii. Teknoloji transferiyle ilgili ne var bu anlaşmada? Türkiye yıllardır yabancı firmalardan onlarca termik santral aldı. Nükleer enerjinin de bir çeşit termik santral olduğunu akılda tutarak, Sayın Enerji Bakanı Taner Yıldız'dan rica edelim, bize yerli yapım bir termik santral göstersin. Göstersin ki, anahtar teslim santral alarak nasıl teknoloji transferi yapıldığını öğrenelim. Kaldı ki, transferini yapacağınız nükleer enerji geleceğin değil geçmişin teknolojisi. İspanya 10 yılda rüzgar ve güneşe verdiği destekle, dünya çapında hatırı sayılır pazar payına sahip yerli firmalar yarattı. Türkiye 60 yıl geriden gelip, nükleerde hangi seviyeye gelecek ve batıda Fransa'nın, doğuda Rusya'nın sınırlı pazar payına ortak olacak? Çin'in çok ucuza reaktör üretmeye başladığını da anımsatalım. Bugünün dünyasında satamadığınız, hiçbir teknoloji transferi uzun süreli olmaz. Yaptığınız yatırımın geri dönüşü olmazsa, yaptığınız zaten yatırım sayılmaz. Bunu da yazın kenara, iki numaralı yalan.
*Bir numaralı yalan.
**TBMM Genel Kurul Tutanağı, 23. Dönem, 4. Yasama Yılı, 69. Birleşim.
Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.
Rusya ile Türkiye arasında imzalanan “Akkuyu Sahasında Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliği”anlaşmasıyla Mersin'in Gülnar'a bağlı Büyükeceli Beldesi'nde kurulması düşünülen atom santralinin sahibi de belirlenmiş oldu. Anlaşmanın adının tesisi ve işletimi olduğuna bakmayın, kapalı kapılar açıldıkça ortaya saçılan bilgiler, santralin yüzde 100 Ruslara ait olacağını söylüyor. Anlaşma zaten devletler arası bir anlaşma. Ruslar, Türkiye'nin bakir kalmış nadir koylarından birine nükleer santrali konduracak, işletecek ve ömrü dolunca da bavullarını toplayıp gidecek. Meseleyi hafife aldığımı düşünmeyin, bence bu meseleyi hafife alan AKP hükümetinin ta kendisi!
Önce, Rusya Devlet Başkanı Medvedev ile Başbakan Erdoğan'ı aynı masaya getiren süreci anımsayalım. AKP hükümeti 2004 yılında, 40 yıldır dillendirilen “elektriksiz kalacağız” bahanesine sarılarak, ortada fol yok yumurta yokken nükleer santral kurmaktan bahsetmeye başladı. Elektrik açığı ve bunun sadece nükleerle karşılanabileceği masalı pek tutmayınca halk bu defa da korkutma yöntemiyle nükleere alıştırılmaya çalışıldı. Aba altından “dışa bağımlılık” sopası çıktı, Ukrayna'yla Rusya arasında yaşanan doğalgaz krizi halkın gözüne sokularak, doğalgaz ve petrolde Ruslara bağımlıyız, tek çare nükleer sloganları atıldı. Halbuki, Rusya'dan alınan doğalgaz sadece elektrik üretiminde kullanılmıyor, ısıtmada da kullanılıyor. Isıtma amaçlı kulanılan doğalgazın yalnız ve yalnız elektrik üretebilen nükleer santralle ikamesi teknik bir fiyaskoydu. Kaldı ki, atom santrali devreye girdiğinde Rusya'dan alınacak gazın azalması için eldeki doğalgaz santrallerinin kapatılması gerekir. Hükümetin kapatılacak santraller listesi diye bir listesi olduğunu hiç sanmıyorum. Çoğu, “al ya da öde” anlaşmalarıyla geleceğini garanti almış santralleri kapatmadıkça, Rusya'dan gelen doğalgaza bağımlılık kaçınılmazdır. Kısaca AKP hükümeti bu noktada halkı kandırmaktadır. Zaten AKP, santral inşasını doğalgazda yüzde 65, petrolde yüzde 30'lara varan oranda bağımlı olduğumuz Rusya'ya vererek bu konunun hiç de umurlarında olmadığını açık seçik itiraf etmiştir. Başbakanımız da anlasın diye İngilizce yazıyorum, yalan number one!*
Nükleer santrali halka sevimli gösterme çalışmaları sırasında nükleer enerji taraftarları ve hükümet sıkça teknoloji transferinden bahsetti. Kurulacak santral sayesinde Türkiye işi öğrenecek, ileride kendi santrallerini bile geliştirebilecekti. Rusya'dan alınan anahtar teslim santral, Türkiye'ye öğretse öğretse nasıl harç karılır onu öğretir. Santral yapıldıktan sonra nükleer mühendisler santral gezisi yapıp, cep telefonlarıyla çaktırmadan fotoğraf da çekebilirler tabii. Teknoloji transferiyle ilgili ne var bu anlaşmada? Türkiye yıllardır yabancı firmalardan onlarca termik santral aldı. Nükleer enerjinin de bir çeşit termik santral olduğunu akılda tutarak, Sayın Enerji Bakanı Taner Yıldız'dan rica edelim, bize yerli yapım bir termik santral göstersin. Göstersin ki, anahtar teslim santral alarak nasıl teknoloji transferi yapıldığını öğrenelim. Kaldı ki, transferini yapacağınız nükleer enerji geleceğin değil geçmişin teknolojisi. İspanya 10 yılda rüzgar ve güneşe verdiği destekle, dünya çapında hatırı sayılır pazar payına sahip yerli firmalar yarattı. Türkiye 60 yıl geriden gelip, nükleerde hangi seviyeye gelecek ve batıda Fransa'nın, doğuda Rusya'nın sınırlı pazar payına ortak olacak? Çin'in çok ucuza reaktör üretmeye başladığını da anımsatalım. Bugünün dünyasında satamadığınız, hiçbir teknoloji transferi uzun süreli olmaz. Yaptığınız yatırımın geri dönüşü olmazsa, yaptığınız zaten yatırım sayılmaz. Bunu da yazın kenara, iki numaralı yalan.
Tarih 4 Mart 2010, yer TBMM. Bakan Yıldız, yenilenebilir enerjilere verilecek destek konusunda şu açıklamayı yapıyor: "Güneş 24-28 euro/sent yerine bu ülkede 12 dolar/sente kazandırılsa daha iyi olmaz mı? Teknolojisini, know how'ını dışarıdan alacağız. Bizim neyi finanse ettiğimizi çok iyi bilmemiz lazım değerli arkadaşlar: Teknoloji sahibini mi, buraya yatırım yapan yatırımcıyı mı, vatandaşın kendisini mi?"**
Güler misin, ağlar mısın misali... Nükleerde, teknolojiyi de, teknik bilgiyi de ve hatta işletmecisini de dışarıdan almıyor musunuz Sayın Yıldız? Bize neyi kalıyor? Ruslardan santral alınca vatandaşı mı finanse etmiş olduk? Santralin ömrü dolduktan sonra ne yaplacağı belli olmayan posası, nükleer atık haline gelen kendisi. Tüm bu kandırmaca içerisinde gözden kaçan en önemli konu, santral çalışırken ortaya çıkacak ve binlerce yıl radyoaktif kalacak atıklarla, ömrünü tamamlayan santralin nükleer atk olan kendisinin ne olacağı. 5710 sayılı yasa, işletmeci firmaya üretilen kilovatsaat başı 0,15 cent katkı payı ödeme zorunluluğu getiriyor. İyi de, nükleer atık sorunu parayla çözülebilen bir sorun değil ki! Yüzlerce, binlerce yıl radyoaktif kalan bu atıklar nerede saklanacak? Büyükeceli köylülerine hatıra olarak mı dağıtılacak, hiçbir şey belli değil. AKP, önce atık sorunuyla ilgili planını açıklamalı, halkı ikna etmeli, sonra pazarlık masasına oturmalıydı. Nükleer atık sorunu halledildi savı palavradan ibaret; yalan üç!
Tam da Anayasa değişikliğiyle ilgili tartışmaların yapıldığı ve referandumdan bahsedildiği günlerde neden santral kondurulmak istenen Büyükeceli'de yapılan halk oylaması akla gelmiyor. Belli ki, ticaret ve halkın sağlığı söz konusu olunca sözde demokrat AKP, vatandaşın fikrini almaya yanaşmıyor. 1999'da Büyükeceli'de yapılan halk oylamasında nükleere yüzde 84'le hayır dendi. Sinop'a sandık koymaya cesaretiniz var mı? 12 Eylül'ün etkisinin yaşandığı dönemde bile nükleer enerji tartışmalarında atık sorunu, halkın ne düşündüğü gündeme gelirdi. Şimdi ise tepeden inme kararlarla, kendi düzenledikleri ihaleleri, yasaları da hiçe sayarak bir oldu bitti yapılmaya çalışılıyor. AKP'ye oy veren ve destek çıkan liberallere ayrıca selam olsun!
*Bir numaralı yalan.
**TBMM Genel Kurul Tutanağı, 23. Dönem, 4. Yasama Yılı, 69. Birleşim.
Zhao Zuohai ve Huang Guangyu'nun öyküleri
Özgür Gürbüz - BirGün Gazetesi / 23 Mayıs 2010
Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.
Çin'de attığınız her adımın, yediğiniz her meyvenin bir öyküsü var. Başlarından kar eksik olmayan yüce dağlardan çıkan ejderhaların, taştan aslana, aslandan güzel bir kadına dönüşen mistik canlıların diyarındayız. Bu nedenle bu haftaki yazımızı iki Çin öyküsüne ayırdık. Hanedanların zamanından değil ama günümüz Çin'inden iki öykü.
İlk öykümüzün kahramanı Zhao Zuohai, Çin'in turist geçmez köylerinden birinde aklı tarlasında, gözü sabanında olan bir çiftçi. Bir zamanlar evliydi, dört de çocuğu vardı. 1999'da cinayet suçundan hapse girdi, 11 yıl hapiste kaldı. Öldürdüğü söylenen kişi 30 Nisan'da canlı kanlı ortaya çıkınca suçsuz olduğu anlaşıldı ve serbest bırakıldı. 57 yaşındaki Zhao, Shangqiu kentindeki yerel mahkemenin kararıyla hapishaneden bol sıfırlı bir çekle ayrıldı. Zhao'yla ben işte o zaman tanıştım. Gazetelerde fotoğrafı vardı, ben fotoğrafa, o da fotoğraftan bana baktı; tanıştık. Devlet Tazminat Kanunu uyarınca toplam 650 bin yuan tazminata hak kazanan Zhao, gazetelere elinde tuttuğu çeki gösterirken alnından şakaklarına kadar uzanan kalın damarları adeta gerilmiş, kalınca bir sicim gibiydi. Alnındaki damarlar haksız yere 11 yıl boyunca parmaklıklar ardında tutulmanın verdiği kızgınlıkla daha bir irileşmişti.
Gülemeyen adamlar
"Gülemeyen adamları" bilir misiniz, Zhao işte onlardan biriydi. Fotoğrafa baktıkça bende, 18 yıl daha hapiste kalacağını sanan Zhao'nun gardiyanın durup dururken kendisine gelip, “serbestsin” demesine sevinemediği hissi uyandı. Herhalde geçen 11 yılı, gelecek 18 yıldan daha çok düşünüyor olmalıydı. Aklı tarlasında desem de, bir gün Zhao'nun da gözü dönmüş, şeytana uymuş. İddiaya göre aynı adı taşıyan Zhao Zhenshang komşusuyla para ve bir kadın yüzünden kavgaya tutuşmuş. Kavgada başına aldığı darbeyle Zhao yere yığılmış ancak komşusu onu öldü sanarak kayıplara karışınca işler değişmiş. Zhao’nun kendisini öldüreceğinden korkmuş. Yaklaşık iki yıl sonra köyde kafası kesik bir cesed bulununca Zhao’nun gerçekten de intikam aldığı sanılmış. 2002 yılında önce ölüm cezasına çarptırılmış, sonra ceza hafifletilip 29 yıl hapse çevrilmiş. Zhao, cezasının bitmesine 18 yıl kala, öldürdüğü sanılan komşusunun ortaya çıkmasıyla serbest bırakıldı ve yaklaşık 100 bin dolarlık bir tazminata hak kazandı. 11 yıl sonra köye dönen komşusu 56 yaşındaki Z. Zhenshan ise gazetecilere köyünü çok özlediğini, fazla para kazanamadığını, hiç evlenmediğini ve utancından köye geri gelemediğini anlattı.
Karısı başka biriyle, çocukları evlatlık
Aradan geçen 11 yıl çok şeyi değiştirmişti. Zhao hapisteyken kendisinden umudu kesen karısı yeniden evlenmiş. Dört çocuğundan ikisi evlatlık verilmiş, diğer ikisi ise göçmen işçi olarak köyden ayrılmış, Çin'in başka kesimlerinde çalışmaya başlamış. 11 yılı hapiste geçen bir adam ansızın gelen, “hata oldu” haberine sevinebilir mi, suçsuz olduğunu anlatmaya çalışarak geçirdiği 11 yıldan sonra, dudakları uçlarından yukarı doğru kıvrılabilir, gülümseyebilir mi; tahmin etmek çok güç.
Zhao'nun, Çin'in resmi haber ajansı Şinhua ve gazetecilere verdiği demeçler başka bir trajediye daha işaret ediyor. Zhao, yakalandıkta sonra karakolda suçunu itiraf etmesi için dövüldüğünü, 30 günden fazla bir süre uyutulmadığını söyledi. 11 yıllık hapsi, “Ölsem daha iyiydi” dediği karakol macerasıyla başladı. Şimdi tek isteği kendisine yeni bir ev inşa etmek ve çocuklarını geri almak. Yerel polis, sorgulamayla ilgili Zhao'nun iddialarını araştırmaya başladı ve kendisine suçluları bulma sözü verdi. İki polis şimdiden gözaltında. Shangqiu Polis Şefi gazetelere verdiği demeçte, “İşkenceyle itiraf ettirmek yanlış, polis memurları bu gibi olayları daha entelektüel ve bilimsel yöntemlerle çözmeyi öğrenmeliler” dedi. Çin'in nasıl değiştiğine iyi bir örnek belki de.
Altı milyar dolarlık mahpus
Gelelim ikinci öykümüzün kahramanına. Adı Huang Guangyu, bir zamanlar Çin'in en zengin adamıydı. Yasadışı ticari anlaşmalara imza atmak ve rüşvet gibi suçlardan dolayı 14 yıl hapse mahkum oldu. 600 milyon yuan (88 milyon dolar) tutarında para cezası ve 200 milyon yuan değerindeki mülküne el konulması da cabası. Guandong eyaletindeki fakir bir ailenin çocuğu olan Huang, 40 yaşlarında. 1987 yılında ağabeyiyle birlikte Pekin'de ev aletleriyle ilgili bir şirket kurarak işe başlamıştı. 2008'de mal varlığı 6 milyar doları geçti. 2008 Kasım'ında tutuklanan Huang'ın, kurduğu GOME adlı şirketin hala üçte birine sahip olduğu söyleniyor. Elindeki hisselerin mali değeri 2 milyar dolar civarında. Hapiste geçireceği 14 yıl boyunca milyar dolarları bulan bu serveti Huang'ı ne kadar mutlu edecek bilinmez. Bilinen şu ki, Huang davası Çin'de çok kısa sürede ve yasadışı yollardan zengin olan onlarca işadamı için bir uyarı niteliğinde.
Zhao Zuohai yanlışlıla hapise girdiği için zengin oldu, Huang ise yanlış yolları izleyerek zengin olduğu için hapse girdi. Huang, hapise girmeden önce milyarderdi şimdi ise tahminen diğer mahkumlar gibi rutubetli bir hücreye, demir parmaklıklara ve bir ranzaya sahip. Zhao, çiftçiyken göremeyeceği kadar çok paraya sahip oldu ama karısını ve çocuklarını kaybetti. Hayal ürünü ya da gerçek, öykülerden ders çıkarmak lazım. İnsanı neyin mutlu ettiğini, kısacık ömrümüzde neyin peşinde koşmamız gerektiğini içinde ejderha olsun ya da olmasın öyküler bize çok iyi anlatıyor. Çin'deki bu iki modern hayat öyküsünden, paranın mutluluk getirmediği sonucunu çıkarıp bir kenera not alsak, acaba yanlış mı yapmış oluruz?
Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.
Çin'de attığınız her adımın, yediğiniz her meyvenin bir öyküsü var. Başlarından kar eksik olmayan yüce dağlardan çıkan ejderhaların, taştan aslana, aslandan güzel bir kadına dönüşen mistik canlıların diyarındayız. Bu nedenle bu haftaki yazımızı iki Çin öyküsüne ayırdık. Hanedanların zamanından değil ama günümüz Çin'inden iki öykü.
İlk öykümüzün kahramanı Zhao Zuohai, Çin'in turist geçmez köylerinden birinde aklı tarlasında, gözü sabanında olan bir çiftçi. Bir zamanlar evliydi, dört de çocuğu vardı. 1999'da cinayet suçundan hapse girdi, 11 yıl hapiste kaldı. Öldürdüğü söylenen kişi 30 Nisan'da canlı kanlı ortaya çıkınca suçsuz olduğu anlaşıldı ve serbest bırakıldı. 57 yaşındaki Zhao, Shangqiu kentindeki yerel mahkemenin kararıyla hapishaneden bol sıfırlı bir çekle ayrıldı. Zhao'yla ben işte o zaman tanıştım. Gazetelerde fotoğrafı vardı, ben fotoğrafa, o da fotoğraftan bana baktı; tanıştık. Devlet Tazminat Kanunu uyarınca toplam 650 bin yuan tazminata hak kazanan Zhao, gazetelere elinde tuttuğu çeki gösterirken alnından şakaklarına kadar uzanan kalın damarları adeta gerilmiş, kalınca bir sicim gibiydi. Alnındaki damarlar haksız yere 11 yıl boyunca parmaklıklar ardında tutulmanın verdiği kızgınlıkla daha bir irileşmişti.
Gülemeyen adamlar
"Gülemeyen adamları" bilir misiniz, Zhao işte onlardan biriydi. Fotoğrafa baktıkça bende, 18 yıl daha hapiste kalacağını sanan Zhao'nun gardiyanın durup dururken kendisine gelip, “serbestsin” demesine sevinemediği hissi uyandı. Herhalde geçen 11 yılı, gelecek 18 yıldan daha çok düşünüyor olmalıydı. Aklı tarlasında desem de, bir gün Zhao'nun da gözü dönmüş, şeytana uymuş. İddiaya göre aynı adı taşıyan Zhao Zhenshang komşusuyla para ve bir kadın yüzünden kavgaya tutuşmuş. Kavgada başına aldığı darbeyle Zhao yere yığılmış ancak komşusu onu öldü sanarak kayıplara karışınca işler değişmiş. Zhao’nun kendisini öldüreceğinden korkmuş. Yaklaşık iki yıl sonra köyde kafası kesik bir cesed bulununca Zhao’nun gerçekten de intikam aldığı sanılmış. 2002 yılında önce ölüm cezasına çarptırılmış, sonra ceza hafifletilip 29 yıl hapse çevrilmiş. Zhao, cezasının bitmesine 18 yıl kala, öldürdüğü sanılan komşusunun ortaya çıkmasıyla serbest bırakıldı ve yaklaşık 100 bin dolarlık bir tazminata hak kazandı. 11 yıl sonra köye dönen komşusu 56 yaşındaki Z. Zhenshan ise gazetecilere köyünü çok özlediğini, fazla para kazanamadığını, hiç evlenmediğini ve utancından köye geri gelemediğini anlattı.
Karısı başka biriyle, çocukları evlatlık
Aradan geçen 11 yıl çok şeyi değiştirmişti. Zhao hapisteyken kendisinden umudu kesen karısı yeniden evlenmiş. Dört çocuğundan ikisi evlatlık verilmiş, diğer ikisi ise göçmen işçi olarak köyden ayrılmış, Çin'in başka kesimlerinde çalışmaya başlamış. 11 yılı hapiste geçen bir adam ansızın gelen, “hata oldu” haberine sevinebilir mi, suçsuz olduğunu anlatmaya çalışarak geçirdiği 11 yıldan sonra, dudakları uçlarından yukarı doğru kıvrılabilir, gülümseyebilir mi; tahmin etmek çok güç.
Zhao'nun, Çin'in resmi haber ajansı Şinhua ve gazetecilere verdiği demeçler başka bir trajediye daha işaret ediyor. Zhao, yakalandıkta sonra karakolda suçunu itiraf etmesi için dövüldüğünü, 30 günden fazla bir süre uyutulmadığını söyledi. 11 yıllık hapsi, “Ölsem daha iyiydi” dediği karakol macerasıyla başladı. Şimdi tek isteği kendisine yeni bir ev inşa etmek ve çocuklarını geri almak. Yerel polis, sorgulamayla ilgili Zhao'nun iddialarını araştırmaya başladı ve kendisine suçluları bulma sözü verdi. İki polis şimdiden gözaltında. Shangqiu Polis Şefi gazetelere verdiği demeçte, “İşkenceyle itiraf ettirmek yanlış, polis memurları bu gibi olayları daha entelektüel ve bilimsel yöntemlerle çözmeyi öğrenmeliler” dedi. Çin'in nasıl değiştiğine iyi bir örnek belki de.
Altı milyar dolarlık mahpus
Gelelim ikinci öykümüzün kahramanına. Adı Huang Guangyu, bir zamanlar Çin'in en zengin adamıydı. Yasadışı ticari anlaşmalara imza atmak ve rüşvet gibi suçlardan dolayı 14 yıl hapse mahkum oldu. 600 milyon yuan (88 milyon dolar) tutarında para cezası ve 200 milyon yuan değerindeki mülküne el konulması da cabası. Guandong eyaletindeki fakir bir ailenin çocuğu olan Huang, 40 yaşlarında. 1987 yılında ağabeyiyle birlikte Pekin'de ev aletleriyle ilgili bir şirket kurarak işe başlamıştı. 2008'de mal varlığı 6 milyar doları geçti. 2008 Kasım'ında tutuklanan Huang'ın, kurduğu GOME adlı şirketin hala üçte birine sahip olduğu söyleniyor. Elindeki hisselerin mali değeri 2 milyar dolar civarında. Hapiste geçireceği 14 yıl boyunca milyar dolarları bulan bu serveti Huang'ı ne kadar mutlu edecek bilinmez. Bilinen şu ki, Huang davası Çin'de çok kısa sürede ve yasadışı yollardan zengin olan onlarca işadamı için bir uyarı niteliğinde.
Zhao Zuohai yanlışlıla hapise girdiği için zengin oldu, Huang ise yanlış yolları izleyerek zengin olduğu için hapse girdi. Huang, hapise girmeden önce milyarderdi şimdi ise tahminen diğer mahkumlar gibi rutubetli bir hücreye, demir parmaklıklara ve bir ranzaya sahip. Zhao, çiftçiyken göremeyeceği kadar çok paraya sahip oldu ama karısını ve çocuklarını kaybetti. Hayal ürünü ya da gerçek, öykülerden ders çıkarmak lazım. İnsanı neyin mutlu ettiğini, kısacık ömrümüzde neyin peşinde koşmamız gerektiğini içinde ejderha olsun ya da olmasın öyküler bize çok iyi anlatıyor. Çin'deki bu iki modern hayat öyküsünden, paranın mutluluk getirmediği sonucunu çıkarıp bir kenera not alsak, acaba yanlış mı yapmış oluruz?
Sigara yasağı Çin'e uzandı
Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Mayıs 2010
Yazıyı BirGün'den okumak ve BirGün'e erişmek için tıklayınız.
Bu yıl altı milyon türdeşimiz aramızdan ayrılacak. Yapılan tahminler böyle. Altı milyon insan, sigarayla bağlantılı hastalıklar yüzünden ölecek. Dünya Akciğer Vakfı ve Amerikan Kanser Cemiyeti'nin 2009 yılındaki tahmininin yılın yarısına geldiğimiz şu günlerde hangi oranda gerçekleştiğini söylemek zor; umarım yanılmışlardır. Ne yazık ki temenniler sigaranın zararlarını hafifletmiyor. Sigara kullanımı günümüzdeki eğilimini korursa, 2020'de sigara yüzünden ölecek insan sayısı 7'ye, 2030'da ise 8 milyona çıkacak.
Çin'de her 10 erkekten 6'sı sigara içiyor
Aynı araştırma dünyada 1 milyar erkeğin ve 250 milyon kadının sigara içtiğini söylüyor. Erkeklerin yüzde 50'si, kadınların ise yüzde 9'u gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. Çin'in sağlık kuruluşlarında başlayan sigara yasağının 2011'den itibaren ülkedeki tüm kapalı alanları kapsayacak olması, belki de bu yüzden kritik bir öneme sahip. Sigara alışkanlığı Çin'de erkekler arasında çok yaygın. 311 milyon erkek düzenli olarak sigara kullanıyor. Erkek nüfusunun yüzde 60'a yakını. Kadınlarda ise bu oran yüzde 3,7'lerde kalıyor. Rakamla ifade edersek 13 milyon 500 bin kadından bahsediyoruz. Türkiye'de sigara içen kadın sayısı 4,5 milyonu geçiyor, yani her beş kadından biri sigara içiyor. Erkeklerde ise her iki erkekten biri. Ülkelerin nüfusları sizi aldatmasın, özellikle kadın tiryakilerin çokluğu ve sigarasever erkeklerin Çin'dekine yakın oranı, Türkiye'yi oldukça riskli bir ülke haline getiriyor. Sigara yasağının Çin gibi dev bir coğrafyada 2011 yılında hayata geçirileceği düşünülürse, bizdeki yasağın geç kaldığı bile söylenebilir. Çin'de yasağın ne kadar ve nasıl uygulanacağı konusunda bir şey söylemek için erken. Ancak, Türkiye'de yasağın ne kadar etkin bir biçimde uygulandığı tartışılır. Bunun temelinde iki ülke arasındaki yapısal farklar yatıyor. Gelin, devletin devleti yönetiği Çin ile, özel şirketlerin, esnafın, ticaret erbabının kral olduğu Türkiye'yi kıyaslayalım.
“Sana bir çakarım”
Çin'in sigarayla ilgili ilk yasağı sağlık kuruluşlarında başladı. Bu yılın sonunda, ülkedeki sağlık kuruluşlarının yarısının “dumansız hava sahası”na sahip olması bekleniyor. Gelecek yıldan itibaren, ofisler dahil olmak üzere, kamunun kullanımına açık kapalı alanların tümü, ulaşım araçları genişletilen yasaktan nasibini alacak. Yasağın hayata geçmesinin ardından sıkı kontrollerin yapılacağını tahmin etmek yanlış olmaz. Çin başbakanının sokak sokak dolaşıp, “Sana bir çakarım” diyerek espriler yapacağına ise pek ihtimal vermiyorum. Memlekete son gelişimde, İstanbul'un Beşiktaş semtinde gördüğüm manzara sigara içenlerden önce sigara yasağının kendisinin mefta olduğuydu. Gördüm ki, AKP esnafa söz geçiremiyor. Çünkü devlet, özelleştirile özelleştirile, “özel devlet” olmuş. Halkın sağlığına bile esnaf karar veriyor. Devlet ve “özel devlet” arasındaki farkı, Çin ve Türkiye üzerinden bir başka örnekle pekiştirelim.
40 milyar plastik torbadan tasarruf
Bir milyar 300 milyonluk nüfusun yarısının kentlerde yaşadığı, süpermarketlerin tıklım tıklım dolduğu bu devasa topraklarda insan ve çevre sağlığı için uygulanan ve bizde uygulanamayan(!) bir başka kural daha var. 1 Haziran 2008'den bu yana Çin'deki süpermarketlerde plastik torbalar para karşılığı satılıyor. Çin hükümeti, kalınlığı 0,025 mm'den ince plastik torbaların kullanımını ve süpermarketlerde ücretsiz plastik torba verilmesini yasakladı. Kuruş misali de olsa, torba istiyorsanız bedelini ödüyorsunuz. Birçok kişi bir kullanımlık torbalar yerine daha dayanıklı plastik veya bez torbalara döndü. Süpermarket dışında bazı dükkanlar da müşterilerine plastik torba vermekten kaçınıyor. Çince sözlüğüm boşuna iple bağlanıp paketlenmedi bana. Bu çok dar kapsamlı görünen yasak, bir yılda Çin'in 1 milyon 600 bin ton petrol tasarruf etmesine yol açtı. Çin, bir yıl içerisinde 40 milyar plastik torba az kullandı.
Sizce, 70 milyonluk Türkiye'de neden bu tip önlemler alınamaz? Çünkü, iktidar partisine özel sektörden gelen destek kesilir, plastik üreticileri ayağa kalkar, “batarız” derler. Doğrudur, batabilirler de. Çin'deki yasağın, ülkenin en büyük plastik torba üreticisi Suyping Huaçiang'ın kapanmasına neden olduğu gazetelerde yazıldı. Firma bir devlet şirketiydi. Kısacası, devlet 400 milyon TL civarında geliri olan firmayı, halk ve çevre sağlığı için gözden çıkardı. Çalışan işçileri başka alanlara kaydırdı. Belki, plastik torba üretimindeki birçok işçi şimdi bez torba üretiyor.
Tüm bunları yapabilmek için devletin “özelleştirilmemesi” gerek, sırtını özel sektöre dayayıp, halkın çıkarlarıyla ilgilenmeyen bir partinin kafasını, içine soktuğu plastik torbadan çıkarması zor. Bize, “halkın sağlığı şirketlere bırakılmayacak kadar önemlidir" diyecek birileri lazım.
Yazıyı BirGün'den okumak ve BirGün'e erişmek için tıklayınız.
Bu yıl altı milyon türdeşimiz aramızdan ayrılacak. Yapılan tahminler böyle. Altı milyon insan, sigarayla bağlantılı hastalıklar yüzünden ölecek. Dünya Akciğer Vakfı ve Amerikan Kanser Cemiyeti'nin 2009 yılındaki tahmininin yılın yarısına geldiğimiz şu günlerde hangi oranda gerçekleştiğini söylemek zor; umarım yanılmışlardır. Ne yazık ki temenniler sigaranın zararlarını hafifletmiyor. Sigara kullanımı günümüzdeki eğilimini korursa, 2020'de sigara yüzünden ölecek insan sayısı 7'ye, 2030'da ise 8 milyona çıkacak.
Çin'de her 10 erkekten 6'sı sigara içiyor
Aynı araştırma dünyada 1 milyar erkeğin ve 250 milyon kadının sigara içtiğini söylüyor. Erkeklerin yüzde 50'si, kadınların ise yüzde 9'u gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. Çin'in sağlık kuruluşlarında başlayan sigara yasağının 2011'den itibaren ülkedeki tüm kapalı alanları kapsayacak olması, belki de bu yüzden kritik bir öneme sahip. Sigara alışkanlığı Çin'de erkekler arasında çok yaygın. 311 milyon erkek düzenli olarak sigara kullanıyor. Erkek nüfusunun yüzde 60'a yakını. Kadınlarda ise bu oran yüzde 3,7'lerde kalıyor. Rakamla ifade edersek 13 milyon 500 bin kadından bahsediyoruz. Türkiye'de sigara içen kadın sayısı 4,5 milyonu geçiyor, yani her beş kadından biri sigara içiyor. Erkeklerde ise her iki erkekten biri. Ülkelerin nüfusları sizi aldatmasın, özellikle kadın tiryakilerin çokluğu ve sigarasever erkeklerin Çin'dekine yakın oranı, Türkiye'yi oldukça riskli bir ülke haline getiriyor. Sigara yasağının Çin gibi dev bir coğrafyada 2011 yılında hayata geçirileceği düşünülürse, bizdeki yasağın geç kaldığı bile söylenebilir. Çin'de yasağın ne kadar ve nasıl uygulanacağı konusunda bir şey söylemek için erken. Ancak, Türkiye'de yasağın ne kadar etkin bir biçimde uygulandığı tartışılır. Bunun temelinde iki ülke arasındaki yapısal farklar yatıyor. Gelin, devletin devleti yönetiği Çin ile, özel şirketlerin, esnafın, ticaret erbabının kral olduğu Türkiye'yi kıyaslayalım.
“Sana bir çakarım”
Çin'in sigarayla ilgili ilk yasağı sağlık kuruluşlarında başladı. Bu yılın sonunda, ülkedeki sağlık kuruluşlarının yarısının “dumansız hava sahası”na sahip olması bekleniyor. Gelecek yıldan itibaren, ofisler dahil olmak üzere, kamunun kullanımına açık kapalı alanların tümü, ulaşım araçları genişletilen yasaktan nasibini alacak. Yasağın hayata geçmesinin ardından sıkı kontrollerin yapılacağını tahmin etmek yanlış olmaz. Çin başbakanının sokak sokak dolaşıp, “Sana bir çakarım” diyerek espriler yapacağına ise pek ihtimal vermiyorum. Memlekete son gelişimde, İstanbul'un Beşiktaş semtinde gördüğüm manzara sigara içenlerden önce sigara yasağının kendisinin mefta olduğuydu. Gördüm ki, AKP esnafa söz geçiremiyor. Çünkü devlet, özelleştirile özelleştirile, “özel devlet” olmuş. Halkın sağlığına bile esnaf karar veriyor. Devlet ve “özel devlet” arasındaki farkı, Çin ve Türkiye üzerinden bir başka örnekle pekiştirelim.
40 milyar plastik torbadan tasarruf
Bir milyar 300 milyonluk nüfusun yarısının kentlerde yaşadığı, süpermarketlerin tıklım tıklım dolduğu bu devasa topraklarda insan ve çevre sağlığı için uygulanan ve bizde uygulanamayan(!) bir başka kural daha var. 1 Haziran 2008'den bu yana Çin'deki süpermarketlerde plastik torbalar para karşılığı satılıyor. Çin hükümeti, kalınlığı 0,025 mm'den ince plastik torbaların kullanımını ve süpermarketlerde ücretsiz plastik torba verilmesini yasakladı. Kuruş misali de olsa, torba istiyorsanız bedelini ödüyorsunuz. Birçok kişi bir kullanımlık torbalar yerine daha dayanıklı plastik veya bez torbalara döndü. Süpermarket dışında bazı dükkanlar da müşterilerine plastik torba vermekten kaçınıyor. Çince sözlüğüm boşuna iple bağlanıp paketlenmedi bana. Bu çok dar kapsamlı görünen yasak, bir yılda Çin'in 1 milyon 600 bin ton petrol tasarruf etmesine yol açtı. Çin, bir yıl içerisinde 40 milyar plastik torba az kullandı.
Sizce, 70 milyonluk Türkiye'de neden bu tip önlemler alınamaz? Çünkü, iktidar partisine özel sektörden gelen destek kesilir, plastik üreticileri ayağa kalkar, “batarız” derler. Doğrudur, batabilirler de. Çin'deki yasağın, ülkenin en büyük plastik torba üreticisi Suyping Huaçiang'ın kapanmasına neden olduğu gazetelerde yazıldı. Firma bir devlet şirketiydi. Kısacası, devlet 400 milyon TL civarında geliri olan firmayı, halk ve çevre sağlığı için gözden çıkardı. Çalışan işçileri başka alanlara kaydırdı. Belki, plastik torba üretimindeki birçok işçi şimdi bez torba üretiyor.
Tüm bunları yapabilmek için devletin “özelleştirilmemesi” gerek, sırtını özel sektöre dayayıp, halkın çıkarlarıyla ilgilenmeyen bir partinin kafasını, içine soktuğu plastik torbadan çıkarması zor. Bize, “halkın sağlığı şirketlere bırakılmayacak kadar önemlidir" diyecek birileri lazım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)