Birçok ülke, yakıt tasarrufu sağlayan ve çevreyi daha az kirleten melez otomobillerin kullanımını arttırmak için hedefler koyuyor ve teşvik sağlıyor. Türkiye’de henüz bu çevreci araçlara teşvik yok ama şimdiden 250’ye yakın kullanıcı memleketin yollarını daha az petrol harcayarak arşınlıyor.
Özgür Gürbüz - Aktüel Dergisi / 21-27 Ağustos 2008
Doktor Sabahattin Kara, her ay kızına oyuncak alabilen şanslı babalardan. Bunu da otomobiline borçlu. Kullandığı melez (hibrid) otomobil sayesinde yaptığı yakıt tasarrufunu küçük kızına oyuncak alarak değerlendiriyor. İşi gereği yılda 30 bin kilometre yapan Sabahattin Kara’nın “Honda Civic Hybrid” model melez otomobil için benzin motorlu muadiline oranla verdiği 7 bin YTL’lik farkı, yakıt tasarrufuyla geri kazanması da çok uzun sürmeyeceğe benziyor. Petrol fiyatları ve akıllı elektrik motoru sağ olsun!
İşin ilginç yanı, ya da bize ilginç geleni, tüm bu yakıt hesaplamalarına rağmen konuştuğumuz herkesin melez otomobile olan ilgisinin aslında daha büyük hesaplardan kaynaklanıyor olması; ekolojik dengeyi korumak gibi. Fikret Bozbay, 43 yaşında, iki çocuk babası ve Laleli’de yedi yıldır tekstil işiyle uğraşıyor. “Evim Beylikdüzü’nde, her gün üç-dört saatim yolda geçiyor” diyen Bozbay, otomobil sektörünün küresel ısınmaya yol açan belli başlı sektörlerden biri olduğunu söylüyor ve “Keşke bütün araçlar elektrikli olsa” diyor.
Honda, Türkiye’de 2006’nın son aylarında piyasa sürdüğü bu modelinden 2007’de 127 adet satmış, 2008 sonunda bu rakamın 263’e ulaşmasını bekliyor. Honda Kurumsal İletişim Uzmanı Serdar Akman, Japonya’daki fabrikalarında üretilen bu modelle ilgili gelecek siparişleri karşılama konusunda problem yaşamayacaklarını, ancak Türkiye’de çevreci araçlara yönelik teşvik verilmemesinin fiyat yönünden sıkıntı yarattığını söylüyor. Honda’nın melez modeli 1400 cc.’lik bir motora sahip. 95 beygir gücündeki bu motora 20 beygir gücünde bir elektrik motoru da eşlik ediyor. Fiyatı 49 bin 950 YTL olan bu aracı benzinli bir motorla karşılaştırmak isterseniz 1600 cc.’lik “Honda Civic Sedan” doğru bir tercih sayılabilir. Onun fiyatı ise 43 bin 100 YTL, yani arada 7 bin YTL’ye yakın bir fark var. Yakıt tüketiminde melez model 100 km.’de 4,6 litre yakarken (şehir içi ve dışı / birleşik) bu oran yine otomatik vitesli Sedan’da 6,9 litreye çıkıyor. Melez model 100 km.’ye 12,1 saniyede ulaşırken Sedan 12,5 saniyeye ihtiyaç duyuyor. En önemli özelliği ise melez Honda’nın daha az karbondioksit salarak küresel ısınmaya daha az katkıda bulunması. Benzer bir araç kilometre başına 150 gram civarında karbondioksit salarken bu model 109 gramla çevreye verdiği zararı sınırlıyor. Geriye tek tasa olarak fiyat farkı kalıyor. Akman, ortalama performansla 40 bin kilometrede, 7 bin YTL’lik bu farkın yakıt tasarrufu yoluyla geri kazanabileceğine dikkat çekiyor. “İnsanlar giderek daha çok bu aracın teknolojisinden haberdar olduklarını bize hissettiriyorlar” diyen Akman, yüzde 37 oranındaki ÖTV’nin yarı yarıya indirilmesi halinde ciddi bir talep patlaması yaşanabileceğini belirtiyor.
Melez otomobil furyasının Türkiye’nin kapısını geç çalması, Akman’ın bahsettiği teşviklerle yakından ilgili. Melez arabaları özendirmek için, Hollanda’da yakıt performansına bağlı olarak 6 bin avroya kadar vergi indirimi, İspanya’da KDV oranında yüzde 50’ye varan indirim ve Yunanistan’da satış vergisinin alınmaması gibi ciddi teşvikler veriliyor. Bu araçların başta küresel ısınmaya yol açan karbondioksit salımını azaltmak olmak üzere ciddi katkıları var ve hükümetler, en azından hidrojenle çalışan araçlar gelene kadar melez otomobilleri ciddi bir alternatif olarak değerlendiriyorlar. Yakıt tasarrufu için sadece elektrikli araçlar konuşulmuyor. Japonlar da karbon fiberden yapılacak ve hafif kasası sayesinde az enerji tüketecek bir araç için kolları sıvamış durumda. Birçok firmanın yeni melez ve hatta hidrojenle çalışan modelleri de sırada.
Biraz geç de olsa, Türkiye’deki otomobil sektörünün de ufak bir elektrik şokuna hazırlandığı söylenebilir. Arka arkaya açıklanan planlara bakılırsa otomobil sektörünün melez araçları 2009 yılı içinde yollara dökülecek. Honda dışında Ford da, Transit modelinin melez seçeneğini pazara sunmaya hazırlanıyor. Fiat’ın ise Fiorino’nun tamamen elektrikle çalışan modelini yıl sonunda tanıtması bekleniyor. Fiorino, şarj edildiğinde 200 km. yol gidebiliyor ve 100 km. hıza ulaşabiliyor. Bakalım Türkiye’de elektrikli otomobiller petrolün yollardaki hakimiyetine bir nebze de olsa son verebilecek mi?
****
Melez otomobil nasıl çalışıyor?
Melez otomobille yaptığımız test sürüşünde gözlerimizi akünün ve elektrik motorunun gücünü gösteren kadranlardan ayırmadık. Benzinli motor ile şanzıman arasında altı cm genişliğinde bir elektrik motoru var. Otomobil hızlanırken benzinli motor çalışıyor, kısa sürede hızlanmak istediğinizde (fazla “tork” talep ettiğinizde) ise elektrik motoru benzinli motora destek oluyor. Bu yakıt tasarrufu yaptığınız ilk durum. İkincisi ise 50 km. altında sabit hızla gitmek. Düz bir yolda bunu yaptığınızda benzinli motor devreden çıkıyor ve elektrikli motor kontrolü alıyor. Bu sırada yakıt tüketimi yine sıfır. Elektrik motorunun devreye girdiği bir başka zamansa sıkışık trafikte rölantide çalıştığı anlar. Araba durduğunda klimadan radyoya her şey elektrikle çalışıyor ve yakıt tüketimi yine engelleniyor. Özellikle kentte trafik sıkışıklıklarında bu özellik çok işe yarıyor. Sessiz olması nedeniyle birçok kişi, bu durumda arabanın çalışmadığını bile düşünüyormuş. Ayağınızı frenden kaldırdığınız anda motor gitmek istediğinizi anlıyor ve yeniden benzinli motorla kalkış sağlıyor.
Araç frene bastığınız zaman ya da ayağınızı gazdan çektiğinizde (yavaşladığınızda) oluşan basıncı elektrik enerjisine çevirerek bagaj bölümündeki aküye depoluyor. Yokuş aşağı inerken ayağınızı gazdan çektiğinizde de aküye elektrik depolamış oluyorsunuz. “Ecevit vitesi”nin elektrik üreten modeli gibi sanki. Aküyü dışarıdan şarj etmiyorsunuz, yola çıkmanız yeterli. Bagaj akü nedeniyle biraz daha dar ama ciddi bir sorun sayılmaz. Ekranda tüm bu olan biteni izlemenizi sağlayan göstergeler var, cep telefonlarındaki pil ikaz işaretlerine benziyor.
***
Sabahattin Kara
Tıp doktoru
“İnsanları zehirlemek istemiyorum”
Ekonomik olması da, ülkenin petrol ülkesi olmaması da önemli ama asıl nedenim bir hekim olarak çevre kirliliğiyle ilgili. Çocukluğumdan beri egzoz gazına karşı bir hassasiyetim var, en ufak bir dozda bayılma, kusma gibi etkileri oluyordu. Araştırmaya başladım ve melez otomobiller dikkatimi çekti. Benim bu araca verdiğim para, benzer bir modelden biraz daha pahalı. Elektrik motoru için yedi milyara yakın bir fark verdim. Geçtiğimiz günlerde Samsun’a gittim, 800 kilometre yolda 125 YTL benzin masrafı yaptım. Yaptığım iş nedeniyle şehir içinde sürekli geziyorum. Daha önceki arabamla benzine ayda 650 YTL ödüyordum. Hibrid araçla bu rakam 250 YTL’ye düştü.
Eşim önce çok karşı çıktı. Nedir bu hibrid, ne anlama geliyor, dedi. Onu arabayı alacağım yere götürdüm. Bilmeden benim alacağım arabaya bindi, beğendiğini söyleyince aracın hibrid olduğunu söyledim. “Hibrid bu mu” dedi, değişik yarış arabası tarzı bir şey zannetmiş. Geçen bir arkadaşım neden arabamın arkasına “hybrid” yazdırdığımı sordu. Birçok insanın henüz haberi yok.
***
Fikret Bozbay
Tekstilci
“Küresel ısınmayı günlük yaşantımızda görebiliyoruz”
Bugünkü şartlarda yaşayabileceğimiz tek bir dünya var. Ekolojik denge bozulmaya başladı. Küresel ısınmayı günlük yaşantımızda görebiliyoruz. Bizim sektörde bunu bayağı hissediyoruz. Daha önce mevsimlik elbiseler yapıyorduk. Artık tüm mağazalar yazlık, kışlık, baharlık elbiseleri aynı anda bulundurmak zorunda. Eskiden böyle değildi. Ekolojinin insanlar tarafından tahrip edilmesiyle oldu. Bireysel olarak ne yapabiliriz diye düşünüyordum. Bu aracın çıktığını gördüm, hemen gidip aldım. Otomobil sektörü küresel ısınmaya neden olan en büyük etkenlerden bir tanesi. Aylık ortalama 3 bin kilometre yapıyorum. Aracın en güzel tarafı, trafiğin durduğu anda arabanın elektrik motoruna geçmesi, adeta durması, kendinizi çok sakin bir yerde hissettiriyor. O karbon zehrini salmıyorsunuz hatta biraz da gururlanıyorsunuz; çevreye katkınızdan dolayı. Ben işyerimden Beylikdüzü’ndeki evime dört-beş saatte gittiğimi anımsıyorum, düşünün bunun etkisini. Karbondioksit salımı açısından yüzde 30 fark olsa bu ciddi bir rakam. Parasını ne zaman öder diye düşünmüyorum. Çok iyi bir metro sistemi olsa onu tercih ederim. Bu arabanın da daha iyisini yapsınlar hemen alırım.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Boş zamanların başbakanı...
Özgür Gürbüz / 23 Ağustos 2008
Bir başbakan düşünün ki, Tuzla’da işçiler ölürken (ya da öldürülürken) ortada yok.
Bir başbakan düşünün ki, 1 Mayıs’ta bu ülkenin her şeyini üreten işçiler coplanırken ortada yok.
Bir başbakan düşünün ki, partisinin üst düzey yetkilileri ciddi rüşvet iddialarıyla suçlanırken ortada yok.
Partisine ait belediye başkanı, ödüllü bir belgesel yönetmenini ağza alınmayacak hakaretlerle kentten kovarken başbakan yine ortada yok…
Başbakanımız nerede diye sormaz mı halkımız?
Sormaz…
Çünkü bilir ki, başbakan dünyanın en ucundaki ada ülkesine gezi düzenlenirken orada vardır.
Irak’ta milyonları öldüren Bush memleketi ziyaret edince elini sıkmak için ortaya çıkar.
Köprülü kavşak açılışı olduğunda, partiye üye kaydı yapıldığında kameraların karşısındadır.
Çevreciler memleketin kalan son ağacını, son kumsalını kurtarmak için Allah’ın sıcağında meydanlara çıktığında başbakan ortaya çıkar ve sesi duyulur: “Bunlar boş vakitlerinde çevreciler!”.
Bana kalırsa başbakan da boş zamanlarında başbakan…
Ne zaman başbakana ihtiyaç olsa ortada yok…
Yarı zamanlı çalıştığı için dersini de iyi ezber edemediği belli başbakanın. Nükleer santrale karşı çıkanlara diyor ki, “Hükümet nereden elektriği bulacak, ya sudan, ya kömürden, ya petrol, doğalgazdan elektrik üretecek. Elektriğin kaynakları bunlar”. Sorarlar başbakana, “Avrupa’da dönen pervaneleri vantilator mü sandın” diye. Birileri fena kandırmış olmalı başbakanı. Acaba şöyle bir diyalog geçmiş olabilir mi başbakanla danışmanı arasında…
- Başbakanım, Avrupa küresel ısınmaya çözüm bulmuş.
- Ne yapmışlar.
- Rüzgar türbini dikip seragazlarını azaltmışlar.
- Neyi azaltmışlar?
- Yani, vantilatör gibi sayın başbakanım, serinliyorlar.
- Ha, anladım.
Avrupa’daki kurulu rüzgar gücü 2007 sonunda 57 bin megavata ulaşmış, Türkiye’nin kömür, doğalgaz, su ve petrolle çalışan tüm santrallerinin kurulu gücü 41 bin megavatta kalmış iken bu söylenir mi? Hiç mi uçaktan aşağı bakmaz insan Brüksel’e giderken?
Ne gariptir ki başbakanın savunduğu enerji kaynaklarının hemen hemen hepsi dışa bağımlı. Biraz yerli kömür ve suyumuz var ama nükleerin yakıtı dahil, teknolojisi, mühendisi hep dışardan gelecek. Doğalgaz ve petrolü söylemeye bile gerek yok. Milliyetçi, muhafazakar başbakan yabancı kaynakları, kökü dışarıda denilen çevrecilerse rüzgar, güneş gibi yerli kaynakları savunuyor; şaka gibi...
1995 yılında Avrupa’nın kurulu gücü içinde rüzgarın payı yüzde "0", nükleerin ise yüzde 24’tü. 2007 sonunda nükleerin payı yüzde 17’ye düştü, rüzgarın payı sıfırdan 7’ye çıktı. Başbakan’da çevrecilere yetiştirecek laf çok ama “vizyon” yok.
Başbakan hemen, boş zamanlarında “temiz enerji” çalışmalı.Türkiye’ye, boş zamanlarında çevrecilere laf yetiştirmeye çalışan bir başbakan değil çalışan bir başbakan lazım.
Bir başbakan düşünün ki, Tuzla’da işçiler ölürken (ya da öldürülürken) ortada yok.
Bir başbakan düşünün ki, 1 Mayıs’ta bu ülkenin her şeyini üreten işçiler coplanırken ortada yok.
Bir başbakan düşünün ki, partisinin üst düzey yetkilileri ciddi rüşvet iddialarıyla suçlanırken ortada yok.
Partisine ait belediye başkanı, ödüllü bir belgesel yönetmenini ağza alınmayacak hakaretlerle kentten kovarken başbakan yine ortada yok…
Başbakanımız nerede diye sormaz mı halkımız?
Sormaz…
Çünkü bilir ki, başbakan dünyanın en ucundaki ada ülkesine gezi düzenlenirken orada vardır.
Irak’ta milyonları öldüren Bush memleketi ziyaret edince elini sıkmak için ortaya çıkar.
Köprülü kavşak açılışı olduğunda, partiye üye kaydı yapıldığında kameraların karşısındadır.
Çevreciler memleketin kalan son ağacını, son kumsalını kurtarmak için Allah’ın sıcağında meydanlara çıktığında başbakan ortaya çıkar ve sesi duyulur: “Bunlar boş vakitlerinde çevreciler!”.
Bana kalırsa başbakan da boş zamanlarında başbakan…
Ne zaman başbakana ihtiyaç olsa ortada yok…
Yarı zamanlı çalıştığı için dersini de iyi ezber edemediği belli başbakanın. Nükleer santrale karşı çıkanlara diyor ki, “Hükümet nereden elektriği bulacak, ya sudan, ya kömürden, ya petrol, doğalgazdan elektrik üretecek. Elektriğin kaynakları bunlar”. Sorarlar başbakana, “Avrupa’da dönen pervaneleri vantilator mü sandın” diye. Birileri fena kandırmış olmalı başbakanı. Acaba şöyle bir diyalog geçmiş olabilir mi başbakanla danışmanı arasında…
- Başbakanım, Avrupa küresel ısınmaya çözüm bulmuş.
- Ne yapmışlar.
- Rüzgar türbini dikip seragazlarını azaltmışlar.
- Neyi azaltmışlar?
- Yani, vantilatör gibi sayın başbakanım, serinliyorlar.
- Ha, anladım.
Avrupa’daki kurulu rüzgar gücü 2007 sonunda 57 bin megavata ulaşmış, Türkiye’nin kömür, doğalgaz, su ve petrolle çalışan tüm santrallerinin kurulu gücü 41 bin megavatta kalmış iken bu söylenir mi? Hiç mi uçaktan aşağı bakmaz insan Brüksel’e giderken?
Ne gariptir ki başbakanın savunduğu enerji kaynaklarının hemen hemen hepsi dışa bağımlı. Biraz yerli kömür ve suyumuz var ama nükleerin yakıtı dahil, teknolojisi, mühendisi hep dışardan gelecek. Doğalgaz ve petrolü söylemeye bile gerek yok. Milliyetçi, muhafazakar başbakan yabancı kaynakları, kökü dışarıda denilen çevrecilerse rüzgar, güneş gibi yerli kaynakları savunuyor; şaka gibi...
1995 yılında Avrupa’nın kurulu gücü içinde rüzgarın payı yüzde "0", nükleerin ise yüzde 24’tü. 2007 sonunda nükleerin payı yüzde 17’ye düştü, rüzgarın payı sıfırdan 7’ye çıktı. Başbakan’da çevrecilere yetiştirecek laf çok ama “vizyon” yok.
Başbakan hemen, boş zamanlarında “temiz enerji” çalışmalı.Türkiye’ye, boş zamanlarında çevrecilere laf yetiştirmeye çalışan bir başbakan değil çalışan bir başbakan lazım.
Sera gazında OECD şampiyonuyuz!
1990’da atmosfere 170 milyon ton sera gazı salan Türkiye’de bu rakam 2006 sonunda 331.8 milyon tona ulaştı. Bu artış hızı, Türkiye’yi OECD ülkeleri arasında birinci sıraya yükseltti...
Özgür Gürbüz - Para Dergisi /10-16 Ağustos 2008
KYOTO Protokolü’ne imza atmaya hazırlanan Türkiye’nin atmosfere saldığı sera gazı oranı her geçen yıl katlanarak artıyor. 1990 yılında 170 milyon ton olan toplam sera gazı (karbondioksit eşdeğeri) oranı 2006 sonunda 331.8 milyon tona ulaştı. Bu rakam, yüzde 96 artışa işaret ediyor ve Türkiye’nin OECD ülkeleri arasındaki birinci sırada yer almasına neden oluyor.
İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması gereğince her yıl açıklanmak zorunda olan emisyon envanteri raporuna göre, 2006 yılı sonunda sera gazı emisyonlarında en büyük payı yüzde 78’le enerji kaynaklı emisyonlar aldı. Enerjiyi yüzde 9’la atık bertarafı, yüzde 8’le de endüstriyel prosesler izliyor.
Sektörel bazda bakıldığında ise 1990 yılına göre en yüksek artışı yüzde 166’yla çevrim ve enerji sektöründe görüyoruz. Bunu yüzde 105’le imalat sanayi, yüzde 69’la ulaştırma, yüzde 42’yle de diğer sektörler izliyor...
Enerji kaynaklı artış düşündürüyor
Enerji kaynaklı karbondioksit (CO2) emisyonları özel olarak incelendiğinde, toplam karbondioksit emisyonunun yüzde 33’ünün çevrim ve enerji sektöründen kaynaklandığı görülüyor. Bunun nedenleri arasında artan kömür santrallerinin payı büyük. Kömür santralleri doğalgaza göre aynı elektriği üretmek için daha çok sera gazı salıyor. Sanayide kullanılan enerjiden kaynaklanan karbondioksit miktarı ise enerji içinde yüzde 28’e denk düşüyor. Sanayiyi yüzde 16’yla ulaştırma, yüzde 15’le de diğer enerji sektörleri izliyor.
Türkiye’nin artan enerji talebi ve bu talebi bir dizi yeni kömür ve doğalgaz santraliyle karşılamaya hazırlanıyor olması, gelecekte başımızı daha da ağrıtacağa benziyor. Bir başka sorun ise son açıklanan rakamlarla kişi başına düşen emisyon oranının 4.7 tona ulaşmış olması. Türkiye, 4 ton civarında olan dünya ortalamasını, hatta Çin ve Hindistan gibi ülkeleri bile geçmiş durumda. ABD’de bu oran 20 tonlara yaklaşırken, Avrupa ortalaması 9 ton civarında. Uzun yıllardır Türkiye’nin müzakerelerde kozu olan bu rakamın hızla artması, AB’ye giriş için belirlenen tarihlerde AB ortalamasının yakalanmasına neden olabilir. Bu da bir başka pazarlık kozunun kaybedilmesine yol açabilir.
Kyoto Protokolü, gelişmiş ülkelerin 2012 yılı sona kadar emisyonlarını 1990 yılı seviyelerinin yüzde 5.2 aşağısına çekmesini öngörüyor. Türkiye protokole 2012 yılından sonra dahil olacağı için bu hedefe tabi tutulmayacak. Ancak olası bir indirim hedefinde 1990 yılı baz alınırsa bir hayli zorlanacak. Bu nedenle, hükümet yetkilileri bir an önce protokolü imzalamak ve müzakere masasına oturmak için karar alarak, ilgili yasayı onaylanması için TBMM’ye gönderdiler.
Kulislerde, Türkiye’nin müzakerelerde 1990 yılından farklı bir yılı temel almayı önereceği konuşuluyor. Baz yıl olarak 2000 ya da daha geç bir tarih alınırsa Türkiye’nin işinin daha kolay olacağı tahmin ediliyor. Yine de yıllık ortalama yüzde 10’a varan artış, Türkiye’nin bu işi daha ciddiye alması gerektiğini gösteren önemli bir işaret.
***
Türkiye’nin sera gazı emisyon seyri (Milyon ton CO2 eşdeğeri)
1990 170.06
1995 220.72
2000 279.96
2004 296.60
2005 312.42
2006 331.76
Özgür Gürbüz - Para Dergisi /10-16 Ağustos 2008
KYOTO Protokolü’ne imza atmaya hazırlanan Türkiye’nin atmosfere saldığı sera gazı oranı her geçen yıl katlanarak artıyor. 1990 yılında 170 milyon ton olan toplam sera gazı (karbondioksit eşdeğeri) oranı 2006 sonunda 331.8 milyon tona ulaştı. Bu rakam, yüzde 96 artışa işaret ediyor ve Türkiye’nin OECD ülkeleri arasındaki birinci sırada yer almasına neden oluyor.
İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması gereğince her yıl açıklanmak zorunda olan emisyon envanteri raporuna göre, 2006 yılı sonunda sera gazı emisyonlarında en büyük payı yüzde 78’le enerji kaynaklı emisyonlar aldı. Enerjiyi yüzde 9’la atık bertarafı, yüzde 8’le de endüstriyel prosesler izliyor.
Sektörel bazda bakıldığında ise 1990 yılına göre en yüksek artışı yüzde 166’yla çevrim ve enerji sektöründe görüyoruz. Bunu yüzde 105’le imalat sanayi, yüzde 69’la ulaştırma, yüzde 42’yle de diğer sektörler izliyor...
Enerji kaynaklı artış düşündürüyor
Enerji kaynaklı karbondioksit (CO2) emisyonları özel olarak incelendiğinde, toplam karbondioksit emisyonunun yüzde 33’ünün çevrim ve enerji sektöründen kaynaklandığı görülüyor. Bunun nedenleri arasında artan kömür santrallerinin payı büyük. Kömür santralleri doğalgaza göre aynı elektriği üretmek için daha çok sera gazı salıyor. Sanayide kullanılan enerjiden kaynaklanan karbondioksit miktarı ise enerji içinde yüzde 28’e denk düşüyor. Sanayiyi yüzde 16’yla ulaştırma, yüzde 15’le de diğer enerji sektörleri izliyor.
Türkiye’nin artan enerji talebi ve bu talebi bir dizi yeni kömür ve doğalgaz santraliyle karşılamaya hazırlanıyor olması, gelecekte başımızı daha da ağrıtacağa benziyor. Bir başka sorun ise son açıklanan rakamlarla kişi başına düşen emisyon oranının 4.7 tona ulaşmış olması. Türkiye, 4 ton civarında olan dünya ortalamasını, hatta Çin ve Hindistan gibi ülkeleri bile geçmiş durumda. ABD’de bu oran 20 tonlara yaklaşırken, Avrupa ortalaması 9 ton civarında. Uzun yıllardır Türkiye’nin müzakerelerde kozu olan bu rakamın hızla artması, AB’ye giriş için belirlenen tarihlerde AB ortalamasının yakalanmasına neden olabilir. Bu da bir başka pazarlık kozunun kaybedilmesine yol açabilir.
Kyoto Protokolü, gelişmiş ülkelerin 2012 yılı sona kadar emisyonlarını 1990 yılı seviyelerinin yüzde 5.2 aşağısına çekmesini öngörüyor. Türkiye protokole 2012 yılından sonra dahil olacağı için bu hedefe tabi tutulmayacak. Ancak olası bir indirim hedefinde 1990 yılı baz alınırsa bir hayli zorlanacak. Bu nedenle, hükümet yetkilileri bir an önce protokolü imzalamak ve müzakere masasına oturmak için karar alarak, ilgili yasayı onaylanması için TBMM’ye gönderdiler.
Kulislerde, Türkiye’nin müzakerelerde 1990 yılından farklı bir yılı temel almayı önereceği konuşuluyor. Baz yıl olarak 2000 ya da daha geç bir tarih alınırsa Türkiye’nin işinin daha kolay olacağı tahmin ediliyor. Yine de yıllık ortalama yüzde 10’a varan artış, Türkiye’nin bu işi daha ciddiye alması gerektiğini gösteren önemli bir işaret.
***
Türkiye’nin sera gazı emisyon seyri (Milyon ton CO2 eşdeğeri)
1990 170.06
1995 220.72
2000 279.96
2004 296.60
2005 312.42
2006 331.76
Temel Reis'in "Taka" İnadı
Karadeniz Sahil Yolu elinden iki sevdalısını birden aldı. Birincisi, neredeyse evinin kapısından başlayıp denize uzanan upuzun kara kumsal, diğeri ise 20 yıllık takası. Ama, Temel Reis pes etmedi. Kırılan takasının parçalarını iki yıldır evinin bahçesinde, yeniden yapacağı takada kullanmak için saklıyor. Denize ulaşmak içinse artık sıcaktan ayaklarını yakan kumsalı değil altı şeritli otobanı geçmek zorunda.
Eski kayığını anlatırken, bir ton hamsi yakalamış gibi seviniyor Temel Çabuk; nam-ı diğer Temel Reis. “Dokuz metreydi, iki metrelik kamarası da vardı. Bir de araba motoru takmıştım...” diyor. Şimdi takasının omurgası, bulunması zor birkaç parçası ve motoru evinin bahçesinde tekrar biraraya getirilmeyi bekliyor. Yaklaşık iki yıl önce, Karadeniz Sahil Yolu yapılırken kırılmış kayığı. Kayığını deniz kurtlarından korumak için boyadığı sırada yol inşaatı başlamış. Yol, denizle kayığının arasına girmiş bir anlamda. İnşaat bitince kayığı kamyona yükleyip bugünkü balıkçı barınağının olduğu yere, denize geri götürmek farz olmuş. Kamyondan indirmeye çalışırken halatlar kopmuş ve kamyonun kasasından düşen kayığın kritik parçaları kırılmış. Temel Reis almış keseri eline ve o çok sevdiği takasını tüm gece boyunca parçalara ayırmış. Dokuz metrelik omurganın yedi metresini kurtarmış. İşe yarar kısımlar bahçeye, gerisi sahilden yol geçirmek için yığılan dev kayaların üzerine bırakılmış. Bugün hâlâ, kayığın ilk kırıldığı yerde mavi boyalı tahtalara rastlamak mümkün. “Eskiydi ama bakımını yapıyorduk” diyor Temel Reis. Elde “Temel Reis
“Buradan denize kadar kumsaldı”
Trabzon”un Vakfıkebir ilçesinde yaşayan Temel Çabuk 56 yaşında. Sekiz kardeşten denizle bağını kesmeyen tek o var. Elinden birçok iş geliyor, ama o en çok denize yakışıyor. Bugünün deniz tüccarlarından biri kesinlikle değil, gerçek bir denizci; balığın küçüğünü yakaladığında denize bırakanlardan. Sohbetimiz sırasında sık sık trol avcılarından ve balıkları kendilerine çekmek için sonar kullananlardan yakınıyor. “Yaz da, bunları yasaklasınlar, denizde ne var ne yok çekiyorlar. Halbuki bizim dört denizimiz var. Karadeniz, Akdeniz, Ege ve Marmara. Birinde bir yıl avlanma yasağı olsa gelecek yıl balık fışkırır denizden” diyor. Bahçesinde takasının parçalarının üzerinde durduğunda adeta denize açılmış gibi duruyor. Bize tek tek parçaları gösteriyor, ağaçların özelliklerini anlatıyor. İşin sırrı beyaz kestane ağacında ama kuruması bile yıllar alıyormuş. Bahçedeki kazlarının tüyünden oltalarına yem yaptığını anlatıyor. “Burada kaz besleyen tek benim” diyor. Temel Reis diğer balıkçılar gibi tüyleri almak yerine Erzincan'dan kaz getirip beslemeyi tercih etmiş. Hem sesinden hem tüyünden faydalanıyor.
Denize ise daha bir tutkulu bağlanmış. Eviyle denizi arasına girmiş sahil yolu neredeyse konuştuğumuz her Karadenizli gibi onu da çok üzüyor. Bizi balıkçı barınağından evine götürürken yol kenarındaki caminin yanında toprağı eşeliyor; iki avuçtan sonra ellerinde oraya özgü kapkara deniz kumuyla kalakalıyor. “İşte” diyor, “Buradan denize kadar kumsaldı. Denize giderken sıcaktan ayaklarımız yanardı, ortasında durur, toprağı eşeler ayaklarımızı soğuk kumda dinlendirir sonra devam ederdik” diye anlatıyor sahil yolunun altında kalan kumsalı.
Eskiden ayakları yakan kumsalın yerinde bugün can alan bir otoyol var. Açıldığı günün hemen ertesinde karşıdan karşıya geçmeye çalışan biri can vermiş Vakfıkebir’de. Gerçekten yaşlıların, çocukların işi çok zor. Evle deniz arasında birkaç kez karşıdan karşıya geçmeye çalıştık; başı dönüyor insanın, bir sola, bir sağa bakıyorsunuz. Vızır vızır geçen kamyonları otobüsleri atlatıyorsunuz bu sefer de karşınıza eski iki şeritli yol çıkıyor. En çok da buna anlam veremiyorsunuz. Vakfıkebir’in ahalisi, yeni yolu yapanların, sahili doldurmak çok daha fazla para getirdiği için, eski yolun olduğu yerlerde bile olanı kullanmayıp yenisini yaptıklarını söylüyor. Alt geçitlerin bazılarını kum doldurmuş, görece temiz olanları ise korku tüneli gibi. Ne merdivenleri inip çıkmaya nefesiniz yetiyor ne de o karanlık tünele girmeye cesaretiniz. Konuştuğumuz herkes yolun gerekliliği konusunda hemfikir ama keşke sahilden değil de eski Belediye Başkanı Yunus Hacımollaoğlu’nun direttiği gibi arkadan geçseydi diyor. Temel Reis araya girip, “Yolu isteyen birkaç kişi (Temel Reis onlara bir isim de takmış, hafiften takılıyor) için benim deniz hakkım ihlal edilebilir mi?” diye soruyor.
Son Kumsal belgeselinin geliri taka parası olacak
Temel Çabuk bu olan bitenlere rağmen umutlu çünkü birileri bugünlerde onun takasını bitirmesi için tüm Karadeniz’i dolaşıyor. “Son Kumsal” adlı belgeseli çekerken Temel Reis’in takasının kırılışına da şahit olan Aydın Kudu ve Rüya Arzu Köksal, 15 Temmuz’da Şile’den başladıkları yolculuklarını 25 Temmuz’da Vakfıkebir’de noktalayacak. Yol boyunca belgeseli gösterip, dvd satışından elde ettikleri geliri Temel Reis’in taka projesine aktaracaklar. Öte yandan Samsun’dan İstanbul’a uzanması planlanan yeni sahil yolu projesi hakkında Batı Karadenizli hemşehrilerini uyaracak, başlarına geleni anlatacaklar. Belgeselin görüntü yönetmeni Aydın Kudu, “Vicdanım çok sızlıyor. Kadınlarla çocuklarla Dutluk Plajı’na yürüseydik, kepçelerin önüne yatsaydık yolu durdurabilirdik” diyor ve ekliyor: “Yol, kaydır-uydur yapıldı, adam gibi yapılsaydı keşke” diyor. Yörede plansız yapılan işler için “kaydır-uydur yapıldı” deniyor.
Aydın Kudu’nun bahsettiği meşhur Dutluk Plajı, Vakfıkebir’le Beşikdüzü arasında, ince siyah kumdan oluşan upuzun bir kumsalmış. Yoldan sonra geriye birkaç ağaç ve küçük bir alan kalmış. Yol yapılmadan önce kadın erkek herkes tüm günü plajda geçirir, horon teper, top oynarmış. Fındık toplamaya gidenler günün sonunda denizde alırlarmış soluğu. Şimdi fındıktan gelen banyoya giriyor diyorlar. Kumsalların yok olması sosyal hayatı da etkilemiş. Kumsal alanı olan bir iki ufak koyda top oynamak horon tepmek zor. O kadar yer yok. Otoyola o kadar yakın ki kimse güneşlenmek için yatamıyor. Babası eski plajın işletmecisi olan Merve Aksoy, “Çarşıda kızlar bir saatten fazla oturamaz, aileler izin vermez. Plajda ise herkes birbirini tanıdığı için aileler rahattı. Çocuklar için, araba çarpacak, biri kaçıracak diye bir sorun da yoktu” diyor.
“Bizim ailede herkes yüzgeç bilir”
Birkaç kilometrelik kumsaldan geriye birkaç metrelik plaj kalınca Vakfıkebir’de herkes denize girmek için 5-
***
Vakfıkebir’in ekmeği sahil yolu kurbanı
Ekmeğiyle meşhur Vakfıkebir’de 30’a yakın fırın olduğu söyleniyor. Bunların birçoğu kentin önünden geçen yolun kenarına kurulmuş, yolda geçen turistlere satış yapıyor. Sahil yolu açıldıktan sonra yolla bağlantı kesilince satışlar da düşmüş. Babası 20-25 yıldır fırıncılık yapan Turgay Kaim, “Öğle saatlerinde bile ekmek yapılırdı şimdi ise sadece sabah yapılan ekmekleri satmaya çalışıyoruz” diyor. Günde 50’ye yakın ekmek satabildiklerini söyleyen Kaim, yol açılmadan önce satışların 2-3 kat fazla olduğunu söylüyor.
“Gençler artık gelmek istemiyor”
Merve Aksoy
20 yaşındayım, doğma büyüme Vakfıkebirliyim. 18 yaşıma kadar sabahtan akşama her günümü denizde geçirdim. Şimdi iki aydır buradayım, Temmuz’un sonuna geldik, denize bir kez girdim. Gençler artık gelmek istemiyor, yapacak hiçbir şey yok. Kadınların durumu daha da zor. Eskiden denize girmeseler bile gelip oturuyor, piknik yapıyorlardı. Şimdi her taraf pis. Kumsal varken herkes birbirini tanıyordu. Akşamları aileler geliyordu. Gece geç saatlere kadar oturabiliyorduk.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)