Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Enerjide doğalgazın dayanılmaz ağırlığı
Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan doğalgaz krizi, yıllardır ciddi bir ulusal politika eksikliği çeken Türkiye'nin enerji politikalarının tartışılmasına yol açtı. Türkiye'nin Tarsus'taki su santraliyle başlayan enerji macerasının vardığı doğalgaz açmazı ve önündeki seçeneklerini masaya yatırdık.
Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 21 Ocak 2006
Türkiye'de ilk elektrik enerjisi üretimi II. Abdülhamid zamanına kadar uzanıyor. 1902 yılında Tarsus'ta su değirmeniyle çevrilen bir dinamoyla çalışan 2 kilovat gücündeki ilk santral, Avusturyalı Dörfler tarafından kurulmuş. Prof. Dr. Hamit Serbest'in de bahsetiği rivayete göre önce saraya hediye edilmek istenmiş ancak Abdülhamid, suikast endişesiyle bu hediyeye karşı çıkmış. Daha sonra Karamüftüzade Hulusi Paşa gerekli izni alıp santrali Tarsus'un 1800 metre uzağına kurmuş ve Tarsus'un bütün sokaklarıyla Müftüzade Sadık Paşa ile Ramazanoğulları'ndan Sorgu Yargıcı Yakup Efendi'nin evi aydınlatılmış.
Tarsus'taki santral Türkiye'nin ilk su santrali olurken, taşkömürüyle çalışan ilk termik santrali ise İstanbul'da kurulan Silahtarağa santrali. 1914 ile 1950 yılları arasında İstanbul'un elektriğini üreten bu tek santral, şimdilerde "Santral İstanbul" adı altında bir kültür-sanat merkezine dönüşmek üzere. Silahtarağa müzeye dönüşe dursun, AKP hükümetin demeçlerine bakılırsa Türkiye de enerji yatırımları açısından bir şantiyeye dönüşmek üzere. Geçtiğimiz aylarda 25 yeni santralin kurulması gündeme getirilmiş, başta kurulması düşünülen 3 nükleer santral olmak üzere bu planlar çeşitli kesimlerce tartışılmaya başlanmıştı.
Türkiye enerji koridoru olacak
Tozu dumanı katacak olan, sadece bu santrallerin gelecek 15-20 yıl boyunca sürecek inşaat faliyetleri değil. Türkiye'nin son 10 yıldır üzerinde durduğu, enerji havzalarıyla Batı arasında enerji koridoru olma projesi de bu şantiyeyi ayrıca büyütecek. Rus doğalgazına alternatif arayan Avrupa'nın, Ortadoğu ve İran doğalgazını Yunanistan ve İtalya üzerinden taşınması planlanan projeye artık daha sıcak bakacağı kesin. Ertelene ertelene yılan hikayesine dönen Bakü-Ceyhan boru hattının yanına eklenmesi düşünülen Samsun-Ceyhan projesi de harekete geçecek gibi gözüküyor. Tüm bunların üstüne, "ya al ya da öde" anlaşmaları sonucu talebin üstünde alınan doğalgazın kentlere ulaştırılarak kullanılmasını sağlayacak boru hatlarını da eklemek lazım. 2006 yılında Adana, Antalya, Amasya, Afyonkarahisar, Aydın, Erzincan, Kars, Ardahan, Çanakkale, Karaman, Tokat, Trabzon, Rize, Gümüşhane, Bayburt, Ordu, Giresun, Van, Osmaniye, Diyarbakır, Elazığ, Adıyaman ve Mersin'e doğalgaz verilmesi planlanıyor.
Doğalgaza bağımlılık
Türkiye'nin doğalgaza bağımlılığını da işte bu nokta üzerinden tartışmak lazım. BOTAŞ'ın 2006 yılı için yaptığı talep tahmini 29 milyar 526 milyon metreküp. Bunun sadece 21 milyon metrekübü Yunanistan'a ihraç edilecek. Aynı yıl için kontrata bağlanmış arz miktarı ise 35 milyar 766 milyon metreküp. Bunların üstüne, Azerbaycan ve Türkmenistan'la imzalanmış anlaşmalar da var ama bazı belirsizlikler devam ediyor. Yürürlükte olan uzun vadeli anlaşmalar, Türkiye'nin enerjide doğalgazın ağırlığından önümüzdeki yıllarda da kurtulamayacağını gösteriyor. Bu aynı zamanda yerli kaynaklara yatırımın önünü de tıkıyor. 14 Şubat 1986 yılında yapılan, yılda 6 milyar metreküplük ilk anlaşmanın bitmesi için bile 2011 yılını beklemek zorundayız. Rusya'yla bu anlaşmanın yanısıra yapılmış olan iki anlaşma daha var. 1998 yılında imzalanan 8 milyar metreküplük anlaşma 23, 1997 yılında imzalan 16 milyar metreküplük anlaşma ise 25 yılık. Rus gazına alternatif olarak düşünülen İran gazının miktarı ise yıllık 10 milyar metreküp ve 1996'da atılan imzanın raf ömrü 25 yıl. Yine Türkmenistan'la imzalanan ama belirsizliğini koruyan 16 milyar metereküplük anlaşma ise en uzun süreye sahip olanı. 1999 yılında atılan imzanın kuruması için 30 yıl geçmesi gerekiyor.
Doğalgaz ihtiyacı artıyor
Peki, Türkiye bu kadar doğalgazı ne yapıyor? 2004 yılı için alınan doğalgazın 13,5 milyar metrekübünden fazlası çevrim santrallerinde elektriğe çevrilmiş. Konutlarda 4.5, sanayide ise 3.8 milyar metreküp doğalgaz kullanılmış. Gelecek yıllarda, doğalgaz kullanan il sayısındaki artış yüzünden, hiç doğalgaz santrali yapılmasa bile, Türkiye'nin daha fazla doğalgaz kullanacağını söylemek yanlış olmaz. Zaten BOTAŞ'ta 2020 için yaptığı projeksiyonda doğalgaz talebini 61 milyar metreküp olarak belirlemiş. Hükümetin yapmayı planladığı 25 santral içinde 2 doğalgaz santrali daha var ama 61 milyarlık doğalgazın bir bölümünün arz fazlası nedeniyle ihraç edilmesi gerekecek gibi. Şu ana kadar, 2020'de yapılması kesinleşen ihracat ise 737 milyon metreküp. Avrupa'ya daha fazla doğalgaz ihracatı için çalışmalar sürerken, alım anlaşmaları Türkiye'yi doğalgaz kullanımını teşvik etmeye zorluyor. Döşenen her hat, doğalgaza bağlanan her ev de, bu bağımlılığı daha da sürekli kılacak.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) 2004 yılı verilerine göre, kullanılan elektriğin yüzde 40'ını doğalgaz çevrim santralleri sağlıyor. Hidroelektrik santraller yüzde 30'la ikinci sırada yer alırken yaz aylarında bu oran birkaç puan aşağıya düşüyor. Üçüncü sırada ise yüzde 15'le linyit yakan termik santraller var. İthal ağırlıklı taşkömürü ve fuel-oil yakan termik santraller ise beraber yüzde 15'lik bir üretim yüzdesine sahip. Yerli kaynaklar arasında yer alan rüzgar ve jeotermal gibi yenilenebilir enerjinin payı ise yüzde 1 bile değil. Elektriğin nerede tüketildiğine baktığınızda ise aslan payının sanayide olduğunu görüyorsunuz. Yüzde 40'ların üzerindeki sanayiyi, yüzde 23'le meskenler ve yüzde 12 ile ticarethaneler izliyor. Tarımsal ısıtma için üretilen elektriğin yüzde 4.5'ini, sokak aydınlatması içinse yüzde 3.67'sini harcıyoruz.
Türkiye, Avrupa'da enerjiyi en kötü kullanan ülke
Konu harcamaktan açıldığında, Türkiye'nin en büyük "enerji kaynağı" olan harcamama ya da tasarruf enerjisinden bahsetmek yerinde olur. TMMOB yüzde 30'lara varan enerji tasarrufu potansiyelinden ve bunun yüzde 10-15'lik bölümünün, aydınlatma, beyaz eşya, ev ve mutfak gereçlerinin kullanımı ve seçiminde yapılacak bilinçli tercihlerden yapılabileceğini söylüyor. Elektrik İşleri Etüt İdaresi, sanayi, bina ve ulaşım sektörlerinde yıllık enerji tasarrufu potansiyelinin yaklaşık 3 milyar dolar olduğunu belirtiyor. OECD ortalaması yüzde 6'larda olan kayıp-kaçak oranı ise ülkemizde yüzde 19-20 civarında. Daha da kötüsü; Uluslararası Enerji Ajansı'nın verilerine göre Türkiye, Batı Avrupa'da enerjiyi en kötü kullanan ülke. Enerjide bağımlılığın çözümünün aslında burada yattığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Türkiye'nin enerji profilini tam anlayabilmek için enerji santrallerinin kurulu güçlerini de gözardı etmemek gerekli. 2004 yılı rakamlarına bakıldığında 12 bin 654 megavatlık (MW) hidroelektrik ve 12 bin 640 MW'lık kurulu güce sahip doğalgaz santralleri göze çarpıyor.
Kömürle çalışan termik santraller 9 bin MW kurulu güce sahipken, rüzgar ve jeotermal santrallerinin toplam kurulu gücü sadece 34 MW. Ya al ya öde anlaşmaları yüzünden Elektrik Üretim Anonim Şirketi'ne (EÜAŞ) bağlı bazı santrallerin ve barajların zaman zaman düşük kapasiteyle çalıştırıldıkları da biliniyor. Zaten kimse şu anda Türkiye'nin bir enerji açığı olduğunun söylemiyor ama gelecekte enerji talebinin büyüme hızıyla beraber artacağı ve yeni santrallere gerek olacağı öne sürülüyor. Asıl tartışma da burada başlıyor. Öncelikle, bu yeni santrallerin yerli kaynaklarla karşılanarak, doğalgaz, ithal taşkömür ve fuel-oile olan bağımlılığın azalmasını isteyenler ve yine nükleer enerjiyi ön plana çıkaran ve nükleerin dışa bağımlı doğalgaz santrallerine alternatif olabileceğini söyleyenler de var. Kim ne derse desin, iş yerli yabancı kaynak tartışmasına döküldüğünde en çok konuşulan kaynakların hidroelektrik, rüzgar, linyit ve jeotermal olduğu göze çarpıyor. Bu kaynakların seçiminde ise teknik, politik ve çevresel kriterler ön plana çıkıyor.
Türkiye'nin ekonomik hidrolik potansiyelini birçok resmi kaynak 1960'lardaki 120 milyar kilovatsaatlik rakam olarak verse de, Devlet Su İşleri Genel Müdürü Prof. Dr. Veysel Eroğlu dahil birçok kişi, gelişen teknolojilerle, ekonomik potansiyel rakamının 160 ila 210 milyar kilovatsaat arasında olduğunu söylüyor. Karşılaştırma yapmak için Türkiye'nin 2005 yılında toplam elektrik üretiminin 150 milyar kilovatsaat olduğunu anımsatalım. Barajların bazılarının sınır ülkelerle sorun yaratacak olması ve Türkiye'nin çok az sayıda kalmış bakir doğal alanlarıyla, Hasankeyf gibi kültürel çevre kapsamına giren bölgeleri tehlikeye atması sorun yaratıyor. Sosyal maliyetlerin doğru hesaplanması, Türkiye'nin olası politik krizlerle karşı karşıya kalması ve kaybedilebilecek turizm gelirleri, zor bir hesabı şart koşuyor. Bu sorunlardan uzak küçük barajlar ilk seçenek. Jeotermal enerji kaynaklarına bakılınca Türkiye'nin dünyanın yedinci en zengin ülkesi olduğu biliniyor. Jeotermal Derneği bu potansiyelin 30 milyar metreküp doğalgaza eşdeğer olduğu ve şu ana kadar 70 bin civarı eve ulaşılsa da, tüm potansiyelin 5 milyon konutu ısıtabileceğini belirtiyor. Yine, tarımsal ısıtmaya üretilen elektriğin yüzde 4'ünün ayrıldığı göze alınırsa, 150 bin dönüm serayı ısıtma potansiyeline sahip jeotermal enerji bir nimet olarak adlandırılabilir. Özellikle Avrupa'da hızla büyüyen rüzgar enerjisi de bir başka temiz enerji kaynağı. Bu konuda da çeşitli rakamlar telaffuz edilse de, teknik kurulu güç potansiyelinin 80 bin megavat civarı olduğu belirtiliyor. Yenilenebilir enerji yasasının çıkmasından sonra 1350 megavatlık kurulu güç lisansının verildiği rüzgar enerjisi de Türkiye'nin önemli yerli kaynaklarından. Güneş enerjisinde elektrik üretimi henüz çok ön plana çıksa da, sayıları 40 milyonu bulan su ısıtıcılarıyla Türkiye'nin enerji harcamasını azaltmada ciddi bir katkı yapıyor.
Özellikle AB sürecinde karşımıza gelen Kyoto Protokolü de göz önüne alındığında Türkiye'nin başını ağrıtma olasılığı bulunan yerli kömür rezervleri de ciddi alternatifler arasında. Türkiye'nin 16 bin 354 MW'lık linyit (105 milyar kilovatsaat elektrik üretme potansiyeli) 2 bin 450 MW'lıksa (15 milyar kilovatsaat) taşkömürü potansiyeli bulunuyor. Tüm bu seçenekler, karar alıcıların, kamuoyunun filtresinden geçerek değerlendirilecek. Bakalım, alınacak yeni kararlardan sonra doğalgazın dayanılmaz ağırlığı daha ne kadar hissedilmeye devam edecek?
Enerji kaynaklarına göre elektrik üretimi 2004
Kaynak / pay (%)
Doğalgaz / 39,26
Hidroelektrik / 30,77
Linyit / 14,96
Taşkömürü / 7,54
Fuel-oil / 6,53
LPG / 0,26
Rüzgar / 0,04
Diğer / 0,64
Kaynak: TÜİK
Kullanım yerlerine göre elektrik tüketimi (2004)
Yer / pay (%)
Sanayi+otoprodüktör / 43,78
Meskenler / 23,02
Ticarethaneler / 11,94
Diğer+EÜAŞ direkt satış / 7,60
Resmi Daire / 4,34
Tarımsal ısıtma / 4,51
Sokak aydınlatması / 3,67
Şantiyeler / 1,14
Kaynak: TÜİK
Yıllar itibariyle doğalgaz ve LNG alım Miktarları
Yıllar Rusya / İran / Mavi Akım / Cezayir / Nijerya / Toplam
2000 10.079 / - / - / 3.962 / 780 /14.975
2001 10.931 / 115 / - / 3.985 / 1.337 / 16.368
2002 11.603 / 670 / - / 4.078 / 1.274 / 17.625
2003 11.422 / 3.520 / 1.252 / 3.867 / 1.126 / 21.180
2004 11.106 / 3.558 / 3.238 / 3.237 / 1.034 / 22.173
2005 9.422 / 2.896 / 3.185 / 2.783 / 711 / 19.052
Kaynak: BOTAŞ
Küresel ısınma 'sinek yapar' mide bozar
Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 21 Ocak 2006
Küresel ısınmanın, Katrina ve Rita kasırgaları gibi artık kendini iyice belli etmeye başlayan meteorolojik sonuçları dışında bir de gözden kaçan ama hayatımızı yine büyük ölçüde etkileyecek başka tehlikeleri de var. Bunlardan bir tanesi de İngiliz bilim adamlarınca geçtiğimiz günlerde açıklanan zehirlenme riski.
East Anglia Üniversitesi'nden Prof. Paul Hunter, havaların ısınmasıyla dışarıda bırakılan yiyeceklerin daha çok salmonella bakterisi üretme potansiyeli olduğunu, bunun da zehirlenmelere yol açacağını açıkladı. Hunter, "Birçok değişikliğin yaz aylarında olacağını söylemek yanlış olmaz. Yiyeceklerin sıcak havalarda daha çabuk bozulmasının yanı sıra ani bastıran şiddetli yağışlar yüzünden, dağıtım şebekesine bağlı olmayan sularda, suda üreyen bakterilerin çoğalması sonucu ishal, kusma ve mide ağrıları da büyük olasılıkla artacak" diyor. Hunter, İngiltere'de bu yüzyıl bitmeden sıtma vakalarına da rastlanabileceğini ama tüm bu etkilere karşı İngiltere'deki sağlık sisteminin bir sorun yaşamayacağını da ekliyor. Denizlerde yüzen insanları da benzeri tehlikeler karşısında uyaran Hunter, kirlenmiş olan suyun tarlalardan, otoyollardan nehirlere ve oradan denizlere dökülmesi olasılığı ve bu sularda yüzen insanların benzer sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalacağı üzerinde duruyor.
Sağlık Koruma Ajansı'nın Bulaşıcı Hastalıklar Merkezi'nden Gordon Nichols da bu bulguları desteklediğini belirtiyor. Nichols, Bangladeş'teki büyük sel baskınlarından sonra insanların başka bölgelere taşınmak zorunda kaldığına dikkat çekerek İngiltere'de benzeri etkilerin görülebileceğinin altını çiziyor. Nichols, İngiltere dışında meydana gelebilecek değişikliklerin de, seyahat eden insanlar tarafından İngiltere'ye taşınabileceğine dikkat çekiyor.
Daha sıcak dünya, daha çok sinek
İklim değişikliğinin etkileri üzerine yapılan bir başka araştırma da sinekler üzerine oldu. Southampton Üniversitesi tarafından yapılan araştırma 2080 yılında İngiltere'deki sinek sayısında yüzde 250 artacağını hesapladı. Southampton Üniversitesi'nden Dave Goulson, sineklerin üreme sıklıklarının sıcaklıkla yakından ilişkili olduğunu ve sinekler aracılığıyla bulaşacak hastalık sayısında artış beklenebileceğine dikkat çekti. Yumurtaların sineğe dönüşmesinin en uygun sıcaklık olan 32 derecede 12 gün sürdüğüne ve daha soğuk ortamlarda bu sürenin uzadığına dikkat çeken bilim insanları, 2-3 derecelik sıcaklık artışının sinek sayısında büyük bir artışa yol açabileceğine dikkat çekiyor. Ayrıca, sıcak havalar sineklerin ömürlerini de uzatıyor. Yemekleri açıkta bırakmamak, mangal yaparken sinekleri yiyeceklerden uzak tutmak, taşıdıkları hastalık ve bakterilerden korunmak için önerilen korunma yolları arasında.
Çevre ve Orman Bakanlığı bünyesinde hazırlanan "Küresel Isınma, İklim Değişikliği ve Sağlık Etkileri" taslak raporunda sinekler kadar hamamböceği sayısında da artış olacağına dikkat çekiliyor. Rapor, sineklerin çoğunun ve hamam böceklerinin taşıyıcı olduğuna dikkat çekiyor ve sayılarındaki artışın enfeksiyon hastalıklarının kontrolünü güçleştireceğine dikkat çekiyor.
Küresel ısınmanın yıllık maliyeti 300 milyar doları aşacak!
Birleşmiş Milletler küresel ısınmanın her yıl dünya ekonomisine maliyetini 304 milyar dolar olarak hesaplamıştı. Geçtiğimiz ay ABD'yi vuran Katrina ve Rita’nın, ABD bütçesine toplam maliyetinin 210 milyar dolar civarında olması, BM'nin tahminini destekler nitelikte.
Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / Ocak 2006
İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw, 2004 yılında İngiltere’nin uluslararası enerji stratejisini açıklarken, 2010 yılına gelindiğinde her yıl 265 milyar dolarlık küresel ısınma kaynaklı maddi zararın oluşacağı konusunda herkesi uyardı. Küresel ısınmanın konuşulduğu birçok toplantıda olduğu gibi, Straw'u dinleyenlerin çoğu, ne küresel ısınmanın nasıl yaşamı tehdit edeceğini, ne de ekonomi üzerindeki etkilerinin nasıl olacağını çok da fazla düşünmeden toplantıyı terk etti. Halbuki, Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından 2001 yılında hazırlanan rapor, Jack Straw'un ne demek istediğini ayrıntılarıyla anlatıyordu. BM, sıklaşan fırtınalar, toprak kayıpları ve deniz seviyesindeki yükselmeye bağlı olarak balıkçılık, tarım ve su kaynaklarında meydana gelecek zararların yıllık 304,2 milyar doları bulacağını söylemişti. Artık elimizde sadece Straw'un sözleri ve BM'nin raporu yok. Elimizde Katrina ve Rita var.
Rita kasırgası hızını yavaşlatıp ablası Katrina kadar ortalığı kırıp dökmese de, verdikleri maddi zararın 200 milyar dolar civarında olacağı tahmin ediliyor. Milyonlarca insanı evinden eden, petrol rafinerileri ve kuyularını devre dışı bırakarak petrol fiyatlarının yükselmesine neden olan fırtınaların yol açtığı maddi zararı karşılamak için Kongre’nin şu ana kadar harcadığı miktar da 62,3 milyar doları buldu. Sadece bu rakam bile Amerika’nın Çevre Koruma Ajansı’nın bütçesi olan 8,2 milyar doların yaklaşık 8 katı; 1991 yılındaki Körfez Savaşı’nın 83 milyar dolarlık bütçesine de çok yakın. İşin Amerika için en zor yanı ise, halihazırda 330 milyar dolarlara varan bütçe açığının Katrina ve Rita kasırgalarıyla daha da büyüyecek olması. Washington Post yazarlarına* göre gelecek yıl bütçe açığı bu felaketler yüzünden yeniden 400 milyar doların üzerine çıkabilir.
Sigortacılar tedirgin
Dünyanın en büyük yaşam ve sağlık reassürörü olan Swiss Re, Katrina kasırgası sonucu sigortalanmış mal zararının 40 milyar doları bulduğunu ve bunun 1,2 milyar dolarlık bölümünün kendilerine ait olduğunu belirtti. Firma, giderlerin bir bölümünü denkleştirme rezervlerinden karşılamayı planlıyor. Swiss Re CEO’su John Coomber, dünya genelinde doğal felaketlerin sayısında bir artış gözlemlendiğini, insanları ve ekonomiyi giderek artan bir şiddet ve sıklıkla vurduğunu ve sigorta sözleşme yenilemelerinde yeni fiyat ayarlamalarına gerek duyulacağını belirtiyor. Risk analiz firması AIR Worldwide'ın yaptığı en son hesaba göre, sadece su baskını yüzünden ev ve binaların uğradığı hasar 44 milyar dolar civarında. Tahmin edebileceğiniz gibi New Orleans 22 milyar dolarla başı çekiyor.
Türkiye’de küresel ısınmayla ilişkilendirilebilecek felaketler içinde sel baskınları oldukça öne çıkıyor. Kızılay’ın 2001-2003 yılları arasında Türkiye’deki sel felaketleri için harcadığı malzeme maliyeti 827 milyar TL.’yi geçiyor. Özellikle 2001 yılının son üç ayındaki felaketler Kızılay’ın raporunda, “…kış mevsiminin gelmesi ve hava koşularındaki ani değişmeler nedeniyle oluşan aşırı yağışlar nedeniyle yurdun muhtelif yerlerinde ardı ardına sel felaketleri yaşanmış ve birçok aile bu afetlerden olumsuz şekilde etkilenmiştir ” özel notuyla yer almış. 2001 yılının son 3 ayında ardı ardına gelen sel felaketlerinin yol açtığı maddi hasarın ilk 9 aydan daha fazla olması da ayrıca dikkat çekiyor. Türkiye, bilindiği gibi, iklim değişikliğini önlemek için ortaya konulan Kyoto sözleşmesine henüz taraf değil ama İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması’na geçen yıl imza attı.
Kızılay’ın sel felaketleri için harcamaları (TL)**
2001 519. 591 144 000
2002 205 035 118 000
2003 103 009 732 000
Kızılay’ın en çok harcama yaptığı sel felaketleri (2001-2003) (TL)
Hatay 2001 218 477 400 000
Tarsus 2001 139 542 500 000
Silifke 2001 51 500 000 000
Kayseri 2002 68 800 000 000
Iğdır 2002 56 272 500 000
Hakkari 2003 43 707 490 350
* Jonathan Weisman ve Jim Vande Hei, Washington Post 15/09/2005
**Bilgiler Kızılay’ın yaşanan afetlerle ilgili raporlarından derlenmiştir.
Reuters
Artık Rock&Rakı zamanı
Alınlarından öpmüş mü sormadı
İlk albümleri "Bu Aşkın Izdırabını" iki gün önce raflardaki yerini aldı. Murat, Çağatay'la beraber 9 kişilik grubun en eskisi. Adapazarı'nda lise yıllarında tanışmışlar. Şimdi grubun solisti olan Murat o zaman bağlama çalıyormuş; Çağatay'da gitar. Üniversite yıllarında Ankara'da da beraber çalmışlar. Adapazarı'na döndüklerinde çalacak pek bir mekan bulamayınca soluğu İzmit'te almışlar ve grup orada genişlemiş. 18-19 yaşlarında Çağatay'ın "ÇA"sı ve Murat'ın "
Bu hayat herkesi kirletiyor
Yaptıkları müzik için arabesk-rock tanımlaması eksik olur diyorlar. Murat, "Biz şunu yapalım, gitar ekleyelim diye düşünmedik. Aslında ne yaptığımızı bilmeyerek bir şey yaptık. Hesap kitap yapmadık. Bundan 5-6 yıl önce daha çok Moğollar gibi müzik yapıyorduk. Biz değiştik, hayatımızda değişiklikler oldu, düşüncelerimiz değişti. Bizim ne yaptığımıza dinleyenler karar versin" diyor. Aynı zamanda şu anda yaptıkları müziğin, grubun adıyla çok uyumlu olduğuna da değiniyor. Müzikten çok yaşam tarzıyla ilgili bu. "Çamurla hem yıkanıyorsun hem de kirleniyorsun" diyorlar. Murat, "Biz de bu dünyada, bu hayatın içindeyiz. Herkes gibi kirlenmekten nasibimizi alıyoruz. Bu kirlilik örneğin müzik piyasasında da var. Bu yüzden de uzun süre albüm çıkmadı, bayağı direndik. Müzik endüstrisinin gruplara bakışı, bizim yerimiz, duruşumuzu anlatmak için bayağı uğraştık. Vazgeçme şansımız yoktu çünkü başka bir şey yapma şansımız yoktu" diye açıklıyor yaşam tarzlarını. Çağatay, son yıllarda gruplarda bir arabesk-ortadoğu tınısı olduğunu söylüyor ama batıdan doğuya bakmakla doğudan batıya bakmanın bambaşka olduğuna değiniyor. "Onlar oradan buraya bakıyorlar, biz ise buradan. Bizim yaşadığımız yer, doğduğumuz yer burası; İzmit, Adapazarı..."
Orhan Gencebay da dinledik, Ledd Zepplin de...
"Biz, herşeyi dinleyerek büyüdük" diyor Murat, "Orhan Gencebay da, Ledd Zepplin de. Müziğiniz dışarıdan gelen bir şey değil. Çağatay'la birlikte yıllarca bağlama ve gitarla türküler söyledik, rock parçalar yaptık. Bundan rahatsız olmadık, çıtayı yükseltmeye çalıştık. Evde oturup, dinleyemeyeceğimiz bir müzik yapmayız. Piyasa için bir şey yapmıyoruz, olursa da biz yapmadık" diyor ve gülüyor Murat. Çağatay ise şu anda yaptıkları müzik tarzının değişip değişmeyeceğini bilmediklerini ama 10 yıldır yaptıkları işten mutlu olduklarını ekliyor. Çamur'u dinlerken vurmalı çalgılar ve özellikle 70'li yılların rock "sound"unu çağrıştıran klavyeyi dinlemek pek keyifli. Ömür'ün kendi tasarımı olan "Çağlaması" da elektro divan sazı gibi bir ses çağrışımı yapıyor. Bu ilginç enstrüman hakkında benim hala şüphelerim var. Ömür'e ilk fırsatta soracağım, bas gitara parası yetmediği için sadece sapını mı alabildi diye. Bili
Çamur'un kalabalık grubu ve çok çeşitli enstrümanları kadar şarkı sözleri de dikkat çekiyor. bir tasavvuf, bir kadercilik ama minibüslerde dinlediklerimizden çok daha fazlasıyla hayata bağlı sözler bunlar. Sözleri Murat yazıyor o yüzden ben yanıt vereyim diyor Çağatay. "Murat'ın yazdığı her harfin, kelimenin önemi ve anlamı vardır. Bizim için söz çok önemli, gitarımı söz için feda ederim" diyor Çağatay. Neden Türkçe diyoruz? Bu soruyu da Murat yanıtlıyor: "Rüyalarınızı İngilizce görüyorsunuz İngilizce de söyleyin. Hissetmediğiniz bir şeyi söylemiyorsunuz. Cidden, duygularınızı İngilizce anlatamazsınız. Çağatay hayattaki en iyi arkadaşım. Ne yaşadığımı, ne demek istediğimi bilir. Ben oturur söz yazar şarkı yaparım. Çağatay düzenlemesini yaptığında o iş bitmiş olur. Bütün ekip birbirimizi tamamlıyoruz".
Herşey 80'de bitiyor
Murat, muhabbetimiz sadece müzikal değil dediği için grubun 60-70'li yılları andıran "sound"uyla ilgili duruşunu da merak ediyoruz. "Müziğimiz zaten bu ülkenin nasıl yönetildiğini gösteriyor" gibi ilginç bir yanıt geliyor. Müzik de ülkeyle gelişiyor. Sanayi toplumu, köylü toplumu bunların hepsiyle ilgili herşey diyorlar. Çağatay, "Bundan 10 yıl önce Orhan Gencebay'ı utanarak dinlerdik. Özal sonrası kuşak bir şeylerle yüzleşiyor. 68'lerin çocukları büyüdü. O yitikliği, öfkeyi, isyanı çok sert bir şekilde yaşadılar. Bu da hem hayata hem de müziğe yansıyor" yorumunu yapıyor. Klavyeden 60-70'lerin sesleri çıkıyor. Kendilerinin de söylediği gibi 80 sonrası rock müziğe pek ısınamamışlar. Murat, "Bu yeni tarzlardan pek anlamıyorum. Dub mup gibi. Müzikte de, hayatta da 80'de herşey bitiyor" diyor ve ekliyor: "68'lilerin çocukları büyüdü, bir taraftan canları anne ve babalarının yaşadığı gibi yaşamak istiyor bir yandan da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyorlar. Ortada bir kafa karışıklığı var". Müziklerine bu karışıklığın oldukça olumlu yansıdığını söylemek gerek.
Oldukça uzun bir süredir ilk albümleri için bekleyen Çamur grubu bu arada Barışarock'ta, 3 Aralık'ta yapılan küresel ısınma eyleminde gönüllü olarak sahne aldı. Murat, "Barışarock'ta biz falanca kadına aşık olduk diye şarkı söylüyoruz. Bütün insanların istisnasız buluştuğu tek noktadır aşk" diyor. Müziklerine aşık olanlara ise "bu aşkın ızdırabını" anlattıkları ilk albümle teşekkür ediyorlar.
Çamur'un elemanları
Çağatay Kadı - Gitar
1976'da Sakarya'nın Karasu ilçesinde doğdu. 93 yılında Edirne'de müziğe başladı. 96'da Murat'la Çamur'u kurdu. Kısa ve uzun metrajlı film müzikleri yaptı. En son TRT'nin, Avrupa Yayın Birliği'nin düzenlediği belgeselde gösterilmek üzere hazırladığı Babaanne filminin müziklerini besteledi. Kadıköy Ses Müzik'te halen ses teknisyeni olarak çalışıyor.
Ömür Kılıçaslan - Çağlama
İlk ve ortaokul yıllarında bili
77
ŞARKI SÖZLERİ
Duman oldum o halimden eser kalmadı
Aşkım figanım gülüm baharım
Meyhanelerde sakiler derman olmadı
Çok istedim olsun diye sensiz olmadı
(Hara şarkısından)
Yaşamak ağır işmiş
Sebebi yok ömrümün
Baktım her şey değişmiş
Düş mü yoksa gördüğüm
(Serseri şarkısından)