Taşkın riskine rağmen altın inadı

Özgür Gürbüz-BirGün / 20 Haziran 2024

Türkiye’nin altın madeni olmayan, açılmak istenmeyen ili var mı bilmiyorum. Bunlar ülke altın kaynadığından olmuyor, siyanür sayesinde kayadaki altın tozunu bile alabildiğiniz için her yerde maden açılıyor. Siyanür liçi madencinin işini kolaylaştırıyor ancak bu yöntem devasa madenler açılmasına, tonlarca kaya ve toprağın atığa dönüşmesine ve geri döndürülemez bir çevre hasarına yol açıyor.

Altıncıların istilası altındaki Türkiye’de, altıncı filonun son duraklarından biri Ardahan’ın Göle ilçesi. Jeofizik Yüksek Mühendisi Kadir Işık bölgede altı ayrı maden sahası oluşturulduğunu, bunlardan birinin Koza Altın’a, ikisinin ise Cemar Madencilik’e verildiğini belirtiyor. Koza Altın’ın altın ve bakır çıkarmak istediği biliniyor. Hayvancılığın son merkezlerinden Göle’de meralar, 12 köy ve hatta ilçe merkezi madencilik tehlikesiyle karşı karşıya. Göçe rağmen önemli bir nüfusa ev sahipliği yapan Göle’de, Ulusal Kaşar Festivali yapıldığını da hatırlatan Işık, “Bu köylerin tamamından süt alınır ve kaşar üretilir. Buralar kaşar üreticilerinin süt aldığı bölgeler” diyerek, tarımsal üretimin bölge ve Türkiye için önemine dikkat çekiyor.

Maden sahalarının birbirleriyle adeta iç içe olması riski büyütüyor ama riski artıran bir başka nokta ise Devlet Su İşleri’nin (DSİ) CİMER başvurusuna verdiği yanıtta ortaya çıktı. Göle ilçesi, Büyükaltunbulak köyündeki taşkın riskini gösteren alanları haritada işaretleyen DSİ, bu alanların kullanılmaması gerektiğine dikkat çekti. Kullanılmasın dedikleri alanlar Koza Altın’ın ruhsat sahasının neredeyse yarısını kaplıyor ve sahanın her bir köşesine yayılmış.

DSİ TAŞKIN RİSKİNE İŞARET ETTİ
Erzincan İliç’teki maden faciasında tanıklık ettiğimiz
tehlikeli maden atıklarının taşkın anında sularla daha kolay bir şekilde bölgeye yayılabileceğini görmek için uzman olmaya gerek yok. Kaldı ki, maden sahasından geçen aktif fay hattı da bu riski artıracak bir etken. O hatta, Eylül 2022’de 5,3 büyüklüğünde bir deprem olmuştu. Koza Altın’ın hazırladığı proje tanıtım dosyasında bu bilgi yer almıyor.

Avukat Cömert Uygar Erdem, “DSİ belgelerinden görüyoruz ki deprem riski olan sahada taşkın riski de var. Dahası ruhsat sahasının büyük bir kısmı derelerden oluşuyor. Kura Nehri'nin ana kaynağı olan, dört mevsim akışı olan derelerden söz ediyoruz. Doğal hayata verilecek zararların yanı sıra, can ve mal güvenliği açısından da riskler taşıyor. Kura nehrinin uzandığı bütün topraklar risk altında” diyor. Erdem, ÇED süreci ile ilgili Ardahan vekillerinin yaptığı “iptal” açıklamalarının kıymetli olduğunu ancak valiliğin henüz sonucu ilan etmediğini vurguluyor. Ruhsatların iptal edilmesi için yasal süreç başlattıklarını söylüyor.  

Madenin tarımsal ve hayvansal üretimin kaynağı doğaya vereceği zarara da dikkat çekiliyor. Doğa Derneği Başkanı Dicle Tuba Kılıç, yapılması planlanan altın ve bakır madeninin biyolojik çeşitlilik ve tarımsal üretime de zarar vereceğini, aynı zamanda yerüstü ve yeraltı su kaynaklarını olumsuz etkileyeceğini söylüyor. Kılıç, “Alan, nesli tehlikedeki küçük akbaba başta olmak üzere birçok türün yaşadığı nadir yerlerden biri. Hiçbir maden projesi yaşamdan daha değerli değil. Doğu Anadolu’nun doğa dostu üretim merkezlerinden biri olan Göle Havzası’nı tehdit eden bu maden ruhsatı hemen iptal edilmeli.” diyor. Kafkas ırkı arılar, dört akbaba türü ve daha birçok hayvan ve bitki türü sanayileşmeden uzakta kalabilmiş bu alanda yaşamını sürdürmeye çalışıyor.

Bu köşede birkaç kez yazdık, bir altın yüzük için 20 ton civarında atık üretiyorsunuz. Üstelik, çıkarılan altının sadece yüzde 6,7’si sanayi ve teknoloji alanında kullanılıyor. Dünyadaki hurda ve geri dönüştürülen altın miktarı bu talebi yıllarca karşılamaya yeter. Altın madenciliği bir ihtiyaç değil. Madencilerin cesetlerini çıkardığımız, zehirli atıkları derelere ve toprağa bıraktığımız şu günlerde bizim ihtiyacımız altın madenciliğine dur diyecek cesaretli bir hükümet. Yaşamı öne çıkaran siyaset bildiğiniz tüm mücevherlerden daha değerli artık Türkiye için.

Mehmet Şimşek’e öneriler

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Haziran 2024

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek son haftasını çevre ve ekonomi konularına ayırdı. Önce zar zor geçinen herkese yeni bir yük getirecek zorunlu afet sigortasının ‘müjdesini’ verdi. Anadolu Ajansı muhabirine verdiği demeçte, doğa kaynaklı afet sayısındaki artışa dikkat çeken Şimşek, “Zorunlu Afet Sigortası ile sel, heyelan, fırtına, dolu, çığ ve orman yangınının da sigorta teminatına dahil edilmesi öngörülüyor” dedi.

Şimşek’in bahsettiği aslında iklim krizi nedeniyle sayısı ve şiddeti artan aşırı hava olaylarının yol açtığı hasarlar. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de aşırı hava olaylarının sayısı artıyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğü 2023’te tam 1475 aşırı hava olayı kaydetti. 2017 yılında bu sayı 598’di. 2023 yılındaki aşırı hava olaylarının yüzde 38’i şiddetli yağışlar. Onları fırtına ve dolu izliyor.

SİGORTA PRİMİNİ SORUMLULAR ÖDESİN!
İklim krizini durdurmadıkça bu sayı, dolayısıyla hasar ve kayıplar da artacak. Şimşek, bu hasarın bedelini siz karşılayın diyor, zorunlu sigorta primlerinin nasıl kullanılacağı, ne kadarının prim ödeyen için kullanılacağı tartışmasına hiç girmiyorum. Mehmet Şimşek’e sadece şunu hatırlatmak zorundayım. İklimi biz değiştirmiyoruz sizin politikalarınız değiştiriyor. Bu ülkeyi kömür santrallarıyla biz doldurmadık, sizin hükümetiniz yaptı. Elektrik üretiminde kömürü ve ithal kömürü zirveye sizin hükümetiniz taşıdı. 22 yıldır ulaşımı kara ve hava yoluna bağımlı kılarak, petrol kaynaklı emisyonları siz arttırdınız. Bu iş poşet gibi tercih meselesi değil, bize icraatlarınızla dayatılan bir zorunluluk. Sigorta primini sorumlular ödesin!

Enerji tasarrufunda da geride kaldınız. GSYH’ya 1000 avro katkı sağlamak için sizin bakanlık yapmaya başladığınız 2007 yılında 181 kg eşdeğeri petrol harcanıyormuş, 2022’de150’ye gerilemiş. Aynı dönemde bize yakın ekonomilere bakıyorum hemen hemen hepsi çok daha fazla ilerleme kaydetmiş, enerji yoğunluğunu düşürüp daha az enerjiyle daha çok iş yapmışlar. Yunanistan bugün aynı ekonomik değeri 120, Portekiz 117 kg petrol eşdeğeri enerji harcayarak sağlayabiliyor. İtalya’da bu rakam 90. Romanya 308’den 165’e geriletti.

KARBON AYAK İZİ VERGİSİ
Bir başka konuşmanızda da karbon ayak izi vergisi almaktan bahsetmişsiniz. Alın, geç bile kaldınız ama bunları sorumlularından alın. Karbon ayak izi diyerek bu iş yurttaşın ayak izine bağlamayın. Petrol, kömür ve gaz şirketlerinden, köprü ihalelerinden ceplerini dolduran şirketlerden, otomobil satıcılarından alın. Demiryolu yapmayarak, akıllı binalar, planlı kentler inşa etmeyerek enerji tüketmeye mahkûm ettiğiniz yurttaşlardan değil, kısa yoldan hızla kâr elde etmek için bizi kışın üşüten yazın pişiren binalara tıkan inşaatçılardan alın. Aldığınız vergilerle binalara yalıtım yapın. Enerji kooperatiflerinin, çatılardaki güneş panellerinin önünün kesilmesi için lobi yapan elektrik şirketlerinden alın. Aldığınız vergilerle okulların çatısına güneş paneli koyun. Aldığınız tüm vergilerin de hesabını verin. Nereye, nasıl harcandığını bilelim. Karbon vergim makam arabalarının yakıtı olmasın.

MEHMET ŞİMŞEK’E AKKUYU SÜRPRİZİ
Mehmet Şimşek’e bir de kötü haberim var. Akkuyu Nükleer Santralı’nda inşaat sürüyor. Rusya’yla yapılan uluslararası anlaşma gereği ilk ünite çalışmaya başlayınca elektrik alım garantisi de devreye girecek. İlk iki reaktörün ürettiğinin yüzde 70’ini, diğer iki reaktörün ürettiğinin yüzde 30’unu, kilovatsaati 12,35 dolar sentten almak zorundayız. Mayıs ayında piyasa takas fiyatı 5,4 sent civarındaydı. Yani, aynı elektrik piyasada nükleere kıyasla yarı fiyatından daha ucuza satılıyor. Rus şirketin söylemini dikkate alarak bir hesap yaparsak, sadece alım garantisi nedeniyle ödeyeceğimiz miktar yılda 2 milyar dolardan fazla olacak. Alım garantisi dışında da elektrik alınırsa rakam rahatlıkla 3 milyar doları bulacak. Cumhurbaşkanı, ilk reaktörün yüzde 90’ı bitti dediğine göre en geç önümüzdeki yıl ilk reaktör devreye girebilir. Hazineden para çıkışı da elektrik üretimiyle başlayacak.

Şimşek, 11 Haziran’da yaptığı bir konuşmada, 21 yılda fosil yakıtlara 900 milyar dolar harcadık diye şikâyet etmiş. Akkuyu’ya 15 yılda sadece alım garantisi nedeniyle ödeyeceğiniz miktar 35 milyar doları bulacak. Kalan üretimi de piyasa fiyatından alsanız 50 milyar doları geçer. Akkuyu Nükleer A.Ş. Türkiye’de kurulu ama yüzde 100 hissesi Rusya’ya ait bir şirket. Böyle olunca enerji ithalatı kalemi kağıt üstünde azalmış görülecek ancak dediğimiz gibi bu kağıt üstünde, seçmen kandırmak için kullanılacak. Şikâyet ettiğiniz fosil yakıtlardan bile daha pahalı elektrik almaya hazır değilseniz Akkuyu’yu açmamanız gerekir. Açacaksanız da bize 21 yıl sonra gelip nükleer santral nedeniyle Rusya’ya 60-70 milyar dolar ödedik demeyin.  

Halkın güneş enerjisi bir başka bahara kalmasın

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Haziran 2024



Güneş enerjisi tüm dünyada hızla büyüyor. 2023 yılında tüm dünyada 345 gigavat gücünde güneş enerjisi kuruldu. Türkiye’deki tüm enerji santrallarının kurulu gücünün üç katından bahsediyoruz. Ya da şöyle söyleyelim. 2023 yılında tüm dünyada şebekeye bağlanan nükleer santralların toplam gücü sadece 5 gigavattı (kapatılanları çıkarırsak eksiye bile düşüyor). Dünyanın güneşe ilgisi nükleerden 70 kat fazla. Türkiye’de ise iktidar, yatıp kalkıp hangi ülkeye nükleer santral kurdursak onu konuşuyor.

Türkiye ise geçen yıl şebekeye 2,5 gigavatlık güneş paneli ekledi. Haziran başı itibarıyla güneş enerjisi kurulu gücü, rakamlarda yapılan geriye dönük düzeltmelerin de etkisiyle bir sıçrama daha yaptı ve toplam güneş kurulu gücü bu ayın başında 15 gigavat bandına dayandı. Artış çok gibi görünse de Türkiye ‘güneş görmeyen’ ülke diye takıldığımız İngiltere’nin hâlâ gerisinde. Polonya aynı yıl bizden iki kat fazla güneş panelini şebekeye ekledi. Yavaşız ve gerideyiz ama güneş enerjisinin yükselişi Türkiye’de de sürecek. Bunun ardında, güneşin elektrik üretimindeki en ucuz seçenek olması ve çevreye verdiği zararın diğerlerine kıyasla çok daha sınırlı olması yatıyor. Ancak çok güneş paneli kurmak da işi çözdük anlamına gelmiyor.    

Salı günü İstanbul’da düzenlenen Solarvizyon 2024 toplantısındaki konuşmacıların odağı da buydu. Solarvizyon grubunun kurucusu Ateş Uğurel, güneş enerjisi sektörünün ‘üç cisim problemi’ var, kapasite, finans ve mevzuat diyor. Kapasiteden kasıt, trafo merkezi kapasitesi. TEİAŞ trafolarda yer açtığı sürece yeni güneş santrali kurulabiliyor. İlk sorun yer olmasına rağmen kapasite tahsisi yapılmaması. İkinci sorun ise önceliğin büyük santrallara verilmesi. Evlerinin çatılarına panel kurmak isteyenler hep en sona bırakılıyor. Güneş pastası büyük şirketlere ikram ediliyor. Halkın güneş enerjisine erişimini de dördüncü sorun olarak ben listeye ekleyeyim.

Hükümetin niyeti güneş enerjisini halka değil şirketlere açmak. Enerji kooperatiflerinin önünün tıkanması, çatı veya balkonlara güneş paneli kurma konusundaki zorlukların ardında ‘zihniyet’ problemi var. Halbuki dünyada güneş enerjisi, halkın enerji tüketicisi değil üreticisi olmasını sağlayan en önemli kaynak.  Almanya elektrik ihtiyacının yüzde 60’ını yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlıyor, nükleer santralları kapatıı, kömürün payı her geçen gün düşüyor. 2023 yılında Türkiye’nin tüm güneş kurulu gücünden fazla güneş paneli ekleyen Almanya’da yenilenebilir enerji santrallarının yüzde 40’a yakının bireylerin elinde olduğunu biliyor muydunuz? Almanya’da 2 milyonun, İngiltere ve Hollanda’da 1 milyonun üzerinde evsel sistem olduğu belirtiliyor. Türkiye’de ise bu rakam 2 binlerde.  

İkinci sorun mevzuat. Solarvizyon’daki konuşmacılardan birinin önerisi, mevzuatın en azından iki yıl boyunca değişmemesiydi. Herhalde durumu çok iyi anlatıyor. Mevzuatla birlikte başvuruların, özellikle konutlar için kolaylaştırılması da elzem. Evinin çatısına koyacağı fotovoltaik paneli için ‘sıhhi tesisata zararı yoktur’ yazısı bile istenmiş bir belediyede. Muhtemelen elektrik üreten fotovoltaik güneş paneliyle su ısıtan panel karıştırılmış. Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yok. Almanya, birkaç yıl içinde balkonlara 400 bin güneş sistemi ekledi. İşin sırrı başvuru sürecinin basitleştirilmesi. Beş soruya, internet üzerinden yanıt verip balkona güneş paneli koyulabiliyorsa biz de yapmalıyız.

Güneş panelleri 25-30 yıllık ömürleri boyunca rakiplerine kıyasla çok daha ucuza elektrik üretse de ilk yatırım maliyeti herkes için sorun olabilir. Hele de kriz günlerinde. Konutlarda altı yılı bulan geri ödeme süresi birçok kişiyi yıldırabiliyor. Düşük faizli, uzun vadeli krediler, şebekeye fazla elektrik satışında alınan dağıtım bedellerinin en azından ilk yıllarda düşürülmesi gibi çözümler bireylerin konutlarına güneş paneli kurmasını kolaylaştırabilir. Ve elbette herkesin gücü kadar hisseyle ortak olduğu enerji kooperatiflerinin önünün açılması, enerji faturalarından bunalan insanlara bir nebze destek sağlayabilir. Enerji kooperatifleri, tarlada yetişen ürünü aracısız almaya benziyor. Bırakın, bir kez de halk kazansın!

Filistin’de yabancı gazeteci yok

Özgür Gürbüz-BirGün / 30 Mayıs 2024

Youmna Elsayed Bosna'da IPI toplantısında. Foto: O. Gurbuz

1991 ile 2001 yılları arasında süren Yugoslavya iç savaşında 150’den fazla gazeteci öldürüldü. Filistin Hükümeti Medya Ofisi’nin verilerine göre yedi aydır süren İsrail’in Filistin’e saldırılarında ölen gazetecilerin sayısı 147. Gazetecileri Koruma Komitesi’nin verilerine göreyse bu rakam 107. 107 gazetecinin üçü Lübnan, ikisi İsrail ve 102’si Filistin vatandaşı. Ben sizi biraz geçmişe götürürken siz bu bilgiyi aklınızda tutun çünkü önemli.

1990’lara, Yugoslavya iç savaşına dönelim. Savaşı takip eden gazeteci Aida Çerkez, olan biteni dünyaya duyurmaya çalışırken, ikinci yılın sonunda işi bırakmak istediğini söylüyor. Çünkü sağır insanlara bir şeyler anlatmaya çalıştığını düşünüyor. Sağır insanlar biziz, Avrupa, Asya. Medeniyet ve normal günlerde demokrasi nutukları atanlar.

Aida Çerkez’i işinde tutan bir anısı, Nazi dönemini anlatan yaşlı bir Almanın sözleri oluyor. Nazilerin işledikleri suçlara karşı neden bir şey yapmadığı sorulan yaşlı insan, “bilmiyorduk” yanıtını veriyor. Aida, Bosna’da savaşın ortasında gazetecilik yapmaya devam etmesini şu sözlerle anlatıyor: “Belki savaşı durduramayacaktım ama kimse bilmiyordum diyemeyecekti”.

Çerkez’i birkaç gün önce Saraybosna’da dinleme şansım oldu. Çevre gazeteciliğinin ve iklim krizi konusunda haber yapmanın zorluklarını konuşmak üzere Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) Saraybosna’daki kongresine davet edilmiştim. Kongreye kaçınılmaz olarak savaş damgasını vurdu. Bosnalı ve yabancı gazeteciler tanıklık ettikleri Yugoslavya iç savaşını anlattı. Oradan Gazze’ye uzandık. İki korkunç olayda da gazetecilerin yaşadıkları arasındaki benzerlikler ve farklılıklar çok çarpıcı. Aynı şekilde insanların izledikleri katliam karşısında tepkisiz kalması veya çok geç tepki vermesi de trajik. 30 yıl sonra aynı yerdeyiz. Benden değil Gazze’den hayatları pahasına haber yapan gazetecilerden dinleyin bu farkı.

Karısını, iki oğlunu, altı yaşındaki kızını, torununu İsrail’in saldırılarında kaybeden El Cezire Gazze Büro Şefi Vael Hamdan İbrahim (Wael Al Dahdouh) video konferansla kongreye katıldı. Vael’e bu koşullarda nasıl gazetecilik yapmaya devam ettiği soruldu. Vael’in yanıtı, “Acımı nasıl anlatabilirim. İşgalcilerin neden ailelerimizi hedef aldığını sorup duruyoruz. Biz profesyoneliz, gerçek dışında bir şeyi aktarmıyoruz. Bu savaş bize çok kayba neden olacak ama işimizi yapmaya devam edeceğiz. 150 'den fazla gazeteci öldürüldü ve ne yazık ki hâlâ devam ediyor. Gazze'de güvenli bir yer yok. Hastane, cami hiçbir yer güvenli değil. Uluslararası yasalarla korunuyoruz ama Gazze'de bir koruma yok. Bunlar bir insanın dayanabileceği bir şey değil ama Allah bize bu gücü verdi” oldu. Vael’in gazetecilik yapan oğlu da haberden dönerken öldürülmüş.

Youmna Elsayed - Foto: o. Gurbuz

Bosna’da da gazeteciler öldürüldü. İngiltere’nin ‘The Times’ gazetesi için iç savaşı haberleştiren Janine di Giovanni, bir röportajında savaşlarda gazetecilerin yaşadıklarını çok iyi anlatıyor: “Sivillere, insanlığa çok az saygı vardı. Saraybosna'daki gazeteciler, yani biz, şehrin bir parçasıydık. Bu yüzden biz de hedef alındık. Gazeteci olduğumuz için değil, orada olduğumuz için.”

Doğru ama iki savaş ya da saldırı arasında, özellikle de Batılı medya kuruluşları açısından önemli bir fark var. Gazze’den El Cezire için yaptığı haberlerle tanıdığımız Youmna Elsayed bu farkı şöyle dile getiriyor: “Sekiz aydır hiçbir uluslararası gazetecinin Gazze'ye girip haber yapmasına izin verilmedi. Bu konuda bir şey yapılmaması uluslararası gazeteciliği etkileyecek, geri tepecek. Çadırlardan çalışmak zorundaydık, ofisler bombalandı. Bir tane gazetecilik örgütü canlı bir yayında yabancı gazetecilerin Gazze'ye girmesine izin verilmediğinden bahsetmedi. Batılı gazeteciler ilk günden Gazze'ye girse ve haber yapsa bu soykırımın bitmesi sizce ne kadar hızlanırdı? Ne kadar hayat kurtarılabilirdi. Bir düşünün”. 

İsrail yabancı gazetecilerin girişine izin vermeyebilirdi ama sınıra gidip, oradan bu durumun ilan edilmesi bile çok şeyi değiştirebilirdi. Batı, Gazze ve bugün Refah’ta yaşananları Filistinli veya Arap gazetecilerden değil, Batılı gazetecilerden dinlese Batı’nın reaksiyonu değişir miydi? Belki, kocaman bir belki ancak Bosna’daki gazeteci meslektaşlarım bunun faydalı olduğunu, seslerinin duyurulmasına yardımcı olduğunu söylüyor. Filistinli gazeteciler de bu yönde çağrı yapıyor. O halde bu çağrıya destek olmamız gerekir. BBC, CNN, NBC ve diğerleri. Filistin’de değilsiniz, neredesiniz?