TAEK Başkanı Okay Çakıroğlu İddiaları Yeni Aktüel'e Değerlendirdi: “DELİ SAÇMASI!”

Kulislerde TAEK Başkanı'nın istifasının Cumhurbaşkanı'na ulaştığı ve "Nükleer Yarışma"nın iptal edileceği konuşuluyor...

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu bugünlerde hareketli günler geçiriyor. Nükleer santral yapımına tek firmanın talip olması, kurum başkanı Okay Çakıroğlu’nun istifa ettiği söylentileri dikkatleri TAEK’e çekti. Ardından Enerji Bakanlığı müfettişleri Çakıroğlu hakkında, oldukça ilginç iddiaların yer aldığı bir soruşturma başlattı. Çakıroğlu, “saçma” olarak nitelediği iddiaların kendisini yıpratmak için ortaya atıldığını söylüyor ama emekliye ayrılma isteğini de gizlemiyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 23-29 Ekim 2008

“Demir kafesle kapatılan katta kaç kişi çalışmaktadır ve bu bölümün adı nedir? Kurum teşkilat şemasında bu bölüm görülmemektedir. Bu bölüm nereye gitti?” Bu soru, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı hakkında, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Teftiş Kurulu Başkanlığı tarafından yürütülen soruşturmadaki 9 numaralı soru. 15 numaralı soru ise şöyle: “Nükleer santral ihalesi ile ilgili hangi Amerikan firması ile gizli görüşmeler yapılıyor?”. Bunlar gibi tam 19 soru var; bazıları ciddi yolsuzluk iddiaları, bazıları ise “ilginç” dedikoduları andırıyor. 19 sorunun ardında ise “bu hususlara ilaveten” diye başlayan bir başka cümlede, TAEK ile Montgomery Watson Harza Engineering and Consultancy Ltd. (MWH) veya Türkiye şubesi arasında herhangi bir iş ilişkisinin olup olmadığı soruluyor. MWH, Okay Çakıroğlu’nun bir zamanlar başkan yardımcılığını yaptığı dev bir danışmanlık-mühendislik firması. Tüm dünyada 7000’in üzerinde çalışanı ve 170’in üzerinde ofisi var...

İddialarla ilgili görüşünü aldığımız Çakıroğlu, “Bir şey yemediğim için karnım ağrımaz benim” diyor ve “deli saçması” olarak nitelediği iddiaların, göreve geldiği günden beri kendisini yıpratmak isteyenlerce sürekli ortaya atıldığını söylüyor. “Beş senedir pek çok soruşturma geçiriyorum. Yıllardır benim hakkımda iddialar oluyor, bu iddiaların soruşturulmasını ben istiyorum. Bunların da soruşturulması talebi benden gitti” diyen Çakıroğlu, MWH firmasının Türkiye ve Amerika’daki hisselerinin hepsini göreve başlamadan önce devrettiğinin ve ilişkisini kestiğinin altını çiziyor. Ticaret Sicili Gazetesi’nin 9 Mart 2004 tarihli sayısında, Çakıroğlu’nun, 8 milyar 400 milyon TL değerindeki hisselerini 25 Şubat’ta Harza International Development’a yani şirkete devretme kararı yayımlanmış. Çakıroğlu’nun TAEK’e başkan olduğu tarih ise dört ay sonra, Resmi Gazete’nin 1 Temmuz 2004 tarihli sayısında duyurulmuş. Çakıroğlu, MWH firmasının Türkiye’de nükleerle ilgili bir aktivitesi olmadığını, yurtdışında da nükleer dışı işlerle uğraşan bir çevre firması olduğunu belirtiyor. Firma, nükleer atıklarla ilgili de çalışmalar yapıyor ancak Çakıroğlu bu konunun çevre kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor.

18 Haziran 2007 yılında 105 sayılı inceleme emriyle sözlü olarak Çakıroğlu’na iletilen, 2 Haziran 2008 tarihinde de yazıya dökülen soruşturma aslında TAEK’teki son gelişme. Öncesinde, Mersin’de yapılması düşünülen nükleer santral için 24 Eylül’de gerçekleştirilen ihale var. Sadece Rus firmasının talip olması nedeniyle birçok kişi ihaleyi başarısız olarak niteledi. Yarışmadan birkaç hafta sonra fısıltı gazetelerinde TAEK Başkanı Okay Çakıroğlu’nun istifa ettiği haberi dolaşmaya başladı. Haber, TRT’nin web sayfasına kadar ulaştı ama bakanlık tarafından doğrulanmadı. Daha sonra Çakıroğlu’nun emekliye ayrılmayı talep ettiği ama bunun, kendisini “çok yakın arkadaşı” olarak tanımlayan Enerji Bakanı Hilmi Gürel tarafından kabul edilmediği haberi geldi. Nükleer tepkimenin son halkası ise Çakıroğlu hakkında açılan soruşturma oldu. “Beni yıpratıp kaçırmak istiyorlar. Şimdi de bayram yapıyorlardır” diye konuşan Çakıroğlu, “Emeklilik iddialarını bunlarla bağdaştırıp hakkımda şaibeler yaratılıyor. Bir kurumu bırakıp gitmek, görevi aksatmak doğru olmaz. Sayın Bakanım böyle bir talebimin olduğunu biliyor, ilk fırsatta da (emekli) olacağım herhalde. Ben de yorulabiliyorum, gençlerin önünü açmak lazım” sözleriyle de emeklilik konusunda kararlı olduğunun altını çiziyor. Kulislerde bu talebin Cumhurbaşkanı’na ulaştığı konuşuluyor. Kulislerde konuşulan bir başka konu ise nükleer ihalenin, tek teklif veren Rus Atomstroyexport-Ciner konsorsiyumunun teknik olarak yeterli bulunmaması nedeniyle iptal edileceği. TAEK’in konsorsiyuma dahil olan firmalardan ek bilgi talep ettiği ve ay sonuna kadar görüşünü bildireceği ise yetkililerden alınan bilgi.

***
TAEK Başkanı Çakıroğlu’na yöneltilen iddialardan bazıları ve Çakıroğlu’nun yanıtları:

İddia: Nükleer santral ihalesi ile ilgili hangi Amerikan firması ile gizli görüşmeler yapılıyor?
O.Ç.: Gizli olur mu, hepsinin kaydı var, zaptı var. Sadece Amerikan değil, Ruslarla da, Japonlarla da görüştük. Benim bu konuda bir talimatım var. Firmalarla kimse teke tek görüşemez. Her toplantıda mutlaka iki yardımcım ve ilgili daire başkanım vardır. İlgili firmaları bilgilendirmek ödevlerimden biri. Tek teklifi veren Ruslarla da görüştüm, niye onu yazmıyorlar? Biz nükleer güvenlik açısından denetleyen kurumuz. Fiyatla ilgili değiliz. Gizli toplantı yapma şansımız olmaz. Biz firmalardan dört yıldır brifing alıyoruz.

İddia: Yakıt çevrimini tamamladık ne demektir? TAEK Başkanı Okay Çakıroğlu bunu izah edebilecek mi?
O.Ç.: Bu kitaplarda bile var. Teftiş konusu olabilecek bir şey değil. Komik geliyor.

İddia: Demir kafesle kapatılan katta kaç kişi çalışmaktadır ve bu bölümün adı nedir? Kurum teşkilat şemasında bu bölüm görülmemektedir. Bu bölüm nereye gitti?
O.Ç.: Bazı güvenlik kuralları vardır. Giriş çıkışların kontrol edildiği yerler bunlar. Bazı haberleşme evraklarının bu tip koruma odaları olmazsa size verilmez. Benim icadım değil. Bazı insanlar bunu hayatlarında görmedikleri, sahici işler yapmadıkları için, bunu yadırgayabilirler. Bunu yaptığımız için kurumumuza bazı bilgiler ulaşabiliyor.

Tanka Karşı Taş, Kuşatmaya Karşı Uzun Metraj!

1987 Aralık ayında başlayan İlk İntifada, “Cenin Sineması”nın da bir anlamda sonu oldu. Filistin’in birçok kentinde olduğu gibi Cenin’deki sinema salonu da kapılarını büyülü dünyanın meraklılarına kapamak zorunda kaldı. Ta ki annesi Alman, babası Türk olan yönetmen Marcus Atilla Vetter, İsrail ve Filistinli dostlarıyla beraber bu eski sinemanın perdesine yeniden hayat vermek için kollarını sıvayana dek. Bu işte en büyük yardımcısıysa İsrailli askerlerin öldürdüğü oğlunun organlarını, altı İsrailli çocuğa bağışlayarak hayatlarını kurtaran Filistinli İsmail Hatib…

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 9-15 Ekim 2008
Fotoğraflar: Marcus Vetter


İsmail Hatib’in 11 yaşındaki oğlu Ahmed, 2005 yılında İsrail ordusu tarafından öldürüldü. Tesellisi mümkün olmayan acısına rağmen, birçoğumuzun gösteremeyeceği cesareti göstererek oğlunun organlarını İsrailli çocuklara bağışladı. Öldürülen oğluna karşılık tam altı İsrailli çocuğun hayatını kurtardı. Aradan bir yıl geçti ama geçen zaman elbette acısını hafifletmedi. 2006 yılında, Cenin Mülteci Kampı’ndaki çocuklar için bir kültür merkezi açmaya karar verdi. Belki de onlara, bir mülteci kampındaki hayattan başka, “diğer hayat” hatta hayatlar olduğunu anlatmaya, ispatlamaya çalışıyordu. İtalya’nın Cuneo kenti, İsmail Hatib’in sesini duydu. Gelen yardımlar sayesinde açılan Cuneo Kültür Merkezi’nde çocuk ve gençlere yönelik birçok kurs açıldı. İsmail Hatib’in sesini duyan bir başkası da, organ bağışıyla ilgili öyküsünü belgesel haline getirmek için oraya giden Alman yönetmen Marcus Atilla Vetter oldu. İsmail’in bu dramatik öyküsünü filmleştirdiği sırada Cuneo Merkezi’nde çocuklara yönelik bir de sinema kursu düzenledi. Çocukların ilgisi, katılımı müthişti ama çekilen filmleri gösterecek yer yoktu! Vetter Almanya’ya döndü ama bir süre sonra, “Cenin’in Kalbi” adlı belgeselin kabataslak hâlini İsmail ve dostlarına göstermek için yeniden Cenin’e gitti. İşte ilk kez o zaman, kasabanın merkezindeki dev binayı fark etti. Binanın 1987 yılında başlayan İlk İntifada’dan beri kapalı olan Cenin Sineması olduğunu öğrendiğinde Vetter’in ağzından “Neden orayı yeniden açmıyoruz” sözleri döküldü. Belgeseli çekilirken kendisini sinemanın büyüsüne kaptırmaya başlayan İsmail’in yanıtı kısa ve net oldu: “Hadi, orayı yeniden açalım!”

Batı Şeria’da 2,5 milyon insana bir sinema düşüyor
Bu çılgın fikir, İsmail, Marcus ve onların İsrailli, Filistinli dostlarınca da desteklenince, iş ciddi bir projeye dönüştü. 2008 ve 2009 yıllarında restorasyonu bitirip, 2009 yılında sinemanın açılışını yapmaya karar verdiler. 2010 yılında da sinemanın işletmesini Ceninlilere bırakacak bir plan yapıp işe koyuldular. İlk adım, gerekli finansal desteği sağlamak olarak belirlendi. Çünkü sinema, 1987’den beri sadece politik grupların toplantı yaptığı bir yer hâlinde. Duvarlarında film afişleri değil, politik toplantılardan geride kalan komünizme ait simgeler, Che Guevara resimleri var. Binanın asıl işlevini görmesini sağlayacak hemen hemen her şeyin yenilenmesi gerekiyor. 35 mm’lik projektörler çalışmıyor, perde yırtılmış ve koltukların birçoğu da kullanılamaz halde.

Alman hükümeti, şimdiden 100 bin Euroluk yardım sözü vermiş. İnternet üzerinden yapılan bireysel yardımlar da hızla çoğalıyor. Sinemanın sahiplerinin katkısıysa, beş yıl boyunca kira almamak olacak. Filistin’de elektrik kesintisi günlük yaşamın bir parçası olduğu için sinemanın elektriğini sağlamak üzere yine 100 bin Euroluk bir güneş enerjisi sistemini kurmayı da Alman M.A.N. firması üstlenmiş. Böylece filmler elektrik kesintisine kurban gitmeyecek. Goethe Enstitüsü, One World Cinema Foundation (Tek Dünya Sinema Vakfı) gibi kuruluşlar da yardım sözü vermiş. Türkiye’den de yardım istemişler ancak henüz olumlu ya da olumsuz bir yanıt gelmemiş. Konuyu sorduğumuz Kültür Bakanlığı’nın Ankara’daki yetkilileri kendilerine henüz böyle bir talep gelmediğini belirtiyor.

Projeye çok olumlu bakan Filistinli otoriteler aslında başka sinemalar da açmak istiyor. Şu anda Batı Şeria’da sadece bir sinema var ve o da Ramallah’ta; yani 100 km. ötede. Batı Şeria’da yaşayan 2,5 milyon kişiye bir sinema düşüyor. Oysa Filistin’de yaşayanların ne yol ücretini karşılayacak paraları ne de sinemadan eve kazasız belasız geri dönme garantisi var. Restorasyon tamamlanıp da film gösterimleri başladığında parasızlık yüzünden sinemaya gidilememesini engellemek için bilet fiyatlarının mümkün olduğunca düşük tutulması kararlaştırılmış durumda şimdiden; giriş ücreti sadece 1 Euro olacak. Sinemanın eski hâli 200’ü balkonda olmak üzere 400 koltuk kapasiteliyken şimdi amaç günde ortalama 300 sinemasevere hizmet vermek ve burayı ileride bir kültür merkezi, sanatçıların çalışmalarını sergileyebilecekleri bir mekân haline getirmek.

Her filme açık değil
Cenin sinemasını dünyadaki diğer sinemalardan farklı kılan sadece Filistin topraklarında olması değil. Altı tane olması düşünülen beyazperdelere her film yansıtılmayacak. Savaş temalı, vurdulu kırdılı filmlerin pek şansı yok. Bu tür sahneler içeren filmler bir tek koşulla gösterilecek; barışa hizmet etmek koşuluyla. Vetter’in düşüncesi, bu sinemada ağırlıklı olarak belgesellerin gösterime girmesi. “O kadar çok güzel belgesel var ki” diyor, “kimsenin haberi yok. Televizyon giderek daha da kötü oluyor ama belgeseller 10-20 yıl öncesine göre çok ama çok daha iyi. Arap ve Avrupa menşeli belgeseller ve tabii ki çocuk filmleri olacak.” Vetter, Cenin’de gösterilmeyi hak etmek için filmlerde aranacak kriteri şöyle özetliyor: “Tüm dünyadan filmler göstereceğiz ama bir tek şartla: Filmler harika olmak zorunda”. “Benim Babam Türk” adlı belgesel filminin Ekvator’da gösterilirken müthiş bir ilgi görmesinden çok etkilenen Vetter, “Dünyanın en iyi filmi değildi ama insanlar dünyanın bir başka köşesindeki insanların öykülerini merak ediyor” diyor ve ekliyor: “ Cenin’deki insanlar kendilerini o kadar yalnız hissediyor ki, dışarıdaki hayattan bir kesit bile onlara yalnız olmadıklarını anlatmak için çok önemli”.

“Hayalim sinemayı dolu görmek”
Marcus Atilla Vetter için “Cenin Sineması” projesi sadece Filistinlileri daha mutlu edecek bir girişim değil; Avrupalı ve İsraillilere de mesaj verecek bir proje. İsrail ve Avrupa’da birçok kişinin Cenin hakkında yanlış fikirlere sahip olduğunu söyleyen Vetter, “Cenin sineması barışa yardım edecek. Birçok İsrailli, sadece kendilerinin sanat ve sinemayla ilgilenebileceklerini düşünüyor. Filistin’deki insanlarla film yapmak, dünyaca ünlü sinemacıları oraya getirmek, onları tekrar düşündürecek. İsraillilere, Filistin’deki her çocuğun sandıkları gibi terörist olmadığını gösterecek” diye ifade ediyor düşüncelerini. En büyük rüyasının sinemayı dolu görmek olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Benim rüyam sinemayı dolu görmek. Dolu görmek ama popüler filmler, kötü Mısır filmleri gösterdiğimiz için değil; dünyanın her tarafından harika filmler gösterdiğimiz için, insanlar gerçekten sinemaya gelip mutlu oldukları için”. Konu hayallerden açılmışken Vetter’e, “İsrail ve Filistinlilerin bu sinemada beraber film izlediklerini, İsrail filmlerinin de gösterildiğini hiç hayal ettiniz mi?” diyoruz. Zamana ihtiyaç var elbette ama “Tabii ki mümkün” yanıtını veriyor. Neden olmasın?
***
Cenin Sineması Projesi Yöneticisi Marcus Atilla Vetter
“Burası bir terörist kasabası değil”

Marcus Vetter, 2007 yazında İsmail Hatib’in hikâyesini filmleştirmek için İsrail’e gittiğinde kendisiyle birlikte Cenin’e gidecek bir film ekibi ya da bir gazeteci bulamamış. “Birçok İsraillinin Cenin’e gitmekten çok korktuklarını o zaman anladım” diyen Vetter, daha sonra Filistinli politikacıları savunduğu için 1990 yılında Alternatif Nobel ödülü almış olan Avukat Felicia Langer’a ulaşmış. Langer, Vetter’i, Cenin’deki Özgürlük Tiyatrosu’nun (The Freedom Theater) yöneticisi Juliano Mer Hamis’le buluşturmuş. Hayatını Filistin’de alternatif bir eğitim sistemi oluşturmaya adamış bir İsrailli olan Hamis Vetter’e Cenin’de yol göstermiş. O tarihten sonra beş kez daha Cenin’e giden Vetter, “Her ziyaretimde buranın Batı’da sanıldığı gibi bir terörist kasabası olmadığına daha da emin oldum” diyor.

Babasını İlk Kez 38 yaşında gördü
“Ona motosiklet aldım çünkü kullanmayı öğretirken sarılabilecektim”

Her şey Marcus Vetter’in annesinin 1960’lı yıllarda Almanya’da aşçılık yapan Cahit Çubuk’a âşık olmasıyla başlar. Kadın Marcus’a hamile kaldığında, Çubuk’un Türkiye’de evli ve iki kızı olduğunu öğrenir. Cahit Çubuk, 7 yaşındaki kızı Nazmiye’nin kendisine devamlı mektuplar yazdığını ve Türkiye’ye çağırdığını söyler ve kısa bir ziyaret için Bolu’ya döner. Marcus’un annesi bunun kısa bir ziyaret olmadığını daha sonra anlar. Ailesi tarafından dışlanan kadın, hayatını kazanmak için zor koşullarda çalışır ve Marcus Atilla Vetter’i 1967 baharında dünyaya getirir. Hep bir erkek çocuk sahibi olmak isteyen Cahit Çubuk haberi alınca oğlunu görmek ister. Onları Türkiye’ye, nikâhlı olduğu eşi ve diğer çocuklarıyla birlikte yaşamaya çağırır. Marcus’un annesi bu teklifi reddeder. Beş parasız olmasına rağmen otostopla Almanya’ya gitmeyi başaran Cahit Çubuk, iltica talep eder. Talebi kabul edilmeyince oğlunu göremeden yeniden Çunuk köyüne dönmek zorunda kalır. İlerleyen yıllarda iki kız çocuğu daha olan Cahit Çubuk, oğlunu artık hiç göremeyeceğini düşünürken 2005 yılında Vetter’i köyünde, karşısında bulur. Oğlu tanınmış bir film yönetmenidir artık ve doğumundan 38 yıl sonra gerçekleşen bu ilk karşılaşmayı filme çeker. Belgeselinin adını “Benim Babam Türk” koyan Vetter, bir söyleşide 72 yaşındaki babasına neden motosiklet aldığı sorulunca şu yanıtı verir: “Ona motosiklet kullanmayı öğretirken sarılabilecektim çünkü”. Cenin Sineması projesinin yöneticisi Marcus Vetter babasıyla ve dört kız kardeşiyle hâlâ görüştüğünü ve yıllarca tek bir fotoğrafıyla idare ettiği babasını çoktan affettiğini söylüyor.

Gökkafes mi olacak, Park Otel mi?

İstanbul Kadıköy’de bir beş yıldızlı otel krizi daha yaşanıyor. Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan imar değişikliğiyle 12 kata izin alan Taşyapı İnşaat hızla inşaatı sürdürüyor. Kadıköy Belediyesi şu anda yapabilecekleri bir şey olmadığını söylüyor. Mimarlar Odası belediyeyi, belediye Oda’yı suçluyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 9-15 Ekim 2008

Önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1/5000’lik planlarda değişikliğe gidiyor. Kadıköy’de inşaatı süren “Corner Otel”in (Köşe Oteli) bulunduğu arsa bu değişiklikten payını alıyor. Sağındaki solundaki parseller konut alanı olmasına rağmen otelin bulunduğu arsa “Turizm ve Ticaret Alanı” olarak değiştiriliyor. Emsal değeri Kadıköy’ün genel değerinin iki katından fazla yükseltiliyor. Böylece, 6 değil 12 katlı bir binanın yolu açılıyor. Yani çevredeki binalar en fazla 18 metreye yükselebilirken, “Corner Otel” 50 metreye kadar çıkabiliyor. Mimarlar Odası, bu emsal değerinin, İstanbul İmar Yönetmeliği’nde belirlenen emsal değerini de aştığına dikkat çekiyor.

Süreç bundan sonra daha da ilginç bir hâl alıyor. İmar değişikliğini içeren 1/5000’lik plan Büyükşehir Belediye Meclisi’nden CHP’li üyelerin itirazlarına rağmen geçiyor. Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, CHP’li üyelerin itirazlarıyla 18 kata izin veren planın 12’ye düşürüldüğünü söylüyor. 1/5000’lik plan Kadıköy İlçe Meclisi’ne geldiğinde ise karşı çıkanlar AKP’li üyeler, destekleyenler CHP’liler oluyor. Otele karşı çıkanlar CHP’nin bu desteği sonucu ilçe meclisinden çıkan kararla planları en az bir yıl geciktirme şansının kaybedildiğini ve belediyenin bir duruş sergilemediğini öne sürüyor. Öztürk ise, 18 kattan 12’ye indirilen planların kendilerini yanılttığını, 12 katın böyle bir kütle yaratacağını düşünemediklerini söylüyor. Oda’ya da sitemde bulunuyor, dava açmış olsalardı ve yürütmeyi durdurma kararı çıkmış olsaydı biz 1/500’lük planı yapmazdık diyor. Mimarlar Odası Anadolu Yakası Şube Başkanı Arif Atılgan, odanın 1/5000’lik planlara 60 günlük askı süresince itiraz edemediğini, bir gün gecikmeyle dava açamadıklarını kabul ediyor ama kararın İlçe Meclisi’nden CHP’nin oylarıyla geçtiğini anımsatıyor. Mimarlar Odası, şu anda Kadıköy Belediyesi tarafından yapılan 1/500’lük planları dava etmiş ve bilirkişi heyetinin belirlenmesini bekliyor. Yürütmeyi durdurma kararı alamamış olmaları inşaatın devam etmesine yol açıyor. 80’in üzerinde işçinin çalıştığı otel hızla yükseliyor.

Kadıköylüler de boş durmuyor. “Dev Otele Hayır” adlı bir platform kuran mahalleliler, 18 Ekim günü otelin önüne siyah çelenk bırakacak. Bir de dava hazırlığı içerisindeler. Olaydan daha geç haberdar oldukları için 1/5000’lik plana hâlâ itiraz edebilecekler. 5000’lik plan iptal edilirse hukuki süreç yön değiştirebilir. Otelin, Taksim’de Nurettin Sözen’in belediye başkanlığı zamanında yıkılan Park Otel gibi sonlanması da mümkün. Davalar lehte çıkmazsa bir başka Gökkafes daha dikilmiş olacak. “İnsanların cebi dolacak diye İstanbul talan ediliyor” diyen Platform Basın Sözcüsü Aslıhan Deniz, inşaatın çabuk bitirmek için çok hızlı ilerlediğini öne sürüyor. İnşaatın Proje Müdürü Kürşat Tomruk ise hızlı bir inşaat olduğunu doğruluyor ama bunun otelin açılıp biran önce kâra geçmesi için normal olduğunu söylüyor…

***
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk ile otel hakkındaki iddiaları konuştuk.

-Moda’daki otel inşaatı yargıya taşındı. Mimarlar Odası da süreci yargıya taşıdı...
-Odanın açmış olduğu dava 1/500’e açıldı. 1/500’ün önemi yok ki. Oraya inşaat hakkı veren plan Büyükşehir’in yapmış olduğu 1/5000’lik plan. 1/5000’e zamanında dava açmamışlar, gününü kaçırdık diyorlar. Asıl olay 1/5000. Bu kesinleştikten sonra ilçe belediyesi 1/1000 ya da 500’lük planları yapmak zorunda.
-Sizin 1/5000’lik plana Kadıköy Belediye Meclisi olarak itiraz etme şansınız yok muydu?
- Şu anda yok. Bu, 18 kat gelmiş, bizim Büyükşehir’deki arkadaşların itirazları sayesinde 12 kata düşürülmüş. Plan değişikliği Büyükşehir’de yapılıyor. Bizim meclisimizde kat indirme, onu eksiltme gibi bir yetkimiz yok.
-Peki, 1/5000’lik planı kabul etmemeye yetkiniz var mı?
- Hayır, öyle bir şey yok. Sadece 1/5000’lik plana karşı dava açma hakkımız vardı.
- Dava açtınız mı?
- Hayır. Biz orada kotların aynı seviyede olduğunu düşündük. Bir de 18’den 6 kat indirilince... Oda da dava açmamış. Oda dava açmış olsa ve mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı gelseydi biz 1/500’lük planları yapmazdık.
- Kadıköy Belediye Başkanı olarak Corner Otel’le ilgili görüşünüz nedir?
- Ben onun genel görünüşünü görünce kentli olarak rahatsız oldum. O ayrı bir şey. Orada o şekilde bir binanın gözükmesi pek hoş bir şey değil. Ama hukuki olarak yapabileceğim bir şey yok.
- Bilirkişi raporları olumsuz olursa bir Park Otel vakası olur mu?
- Park Otel’de 1/5000’e dava açıldı. 1/5000 iptal edilmediği sürece 1/500’ün iptali bir şey doğurmaz. Ancak 1/500 iptal edilirse ona dayanarak 1/5000 için dava açmak gerekir. O zaman da mahkeme süre bakımından incelerse bilemem. Çünkü 60 gün içerisinde 1/5000 için dava açmak gerekirdi.
- O şans kalmadı mı?
- O şans kalsaydı bırakın belediye adına, Selami Öztürk olarak dava açmayı düşünürdüm.
- Mimarlar Odası geç kaldı diyorsunuz. Siz neden dava açmadınız?
- 18’den 12 kata çekilince, biz orada 12 katın böyle bir kütle yaratacağını düşünmedik. Ancak birileri bize bunu anlatacak, göreceğim ondan sonra. Bize yürütmeyi durdurma kararı gelirse inşaatı durdururuz. 1/5000 iptal edilirse inşaat komple yıkılır.
- Bunu da yapar mısınız?
- Tabii. Zaten bu keyfe tabi değil. Yıkım kararı vermek 1/5000 iptal edilirse zorunluluk. Sonuçta çok güzel bir şey yapıyorlar diye bir iddiamız yok.

Avrupa'nın Tüm Muhalifleri İstanbul Yolcusu

2010’da İstanbul’da toplanacak olan Avrupa Sosyal Forumu, iki yılda bir işçileri, feministleri, anarşistleri, eşcinselleri, politikacıları, öğretmenleri, sanatçıları, yeşilleri ve daha nicelerini biraraya getiriyor. Hedef belli; neo-liberal politikaların hüküm sürmediği, cinsiyetçiliğin ortadan kalktığı, doğanın korunduğu, emperyalizm karşıtı “Bir Başka Dünya” yaratmak. Bu büyük rüyayı taşıyanların son buluşması İsveç’in Malmö kentindeydi. Eylemcileri yakından takip ettik, onlarla yattık, onlarla kalktık ve son gün on binlerle birlikte yürüdük...

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 2-8 Ekim 2008

Yaklaşık 15 dereceye varan, güneşli ama sıcak olmayan bir havada, İsveç’in en büyük parkına (Pildamsparken) doğru 15 bin kişiyle beraber yürüyoruz. Avrupa Sosyal Forumu’nun son günü. Yürüyüşe ilginin toplantılardan daha fazla olduğunu belirtmekte fayda var. Diğer günler sadece bisiklete binerken, koşarken görmeye alıştığımız İsveçlilerin birçoğu ise evlerinden ve yol kenarlarından bu büyük “sosyal trenin” geçişini izledi. Vagonlarında anarşistlerden eşcinsellere, işçilerden mühendislere, politikacılardan ırk ayrımına karşı çıkanlara kadar onlarca insanı taşıyan bu büyük trenin son durağının adı “Bir Başka Dünya”. Oraya nasıl gidileceği henüz çok belirli olmasa da… Avrupa’da beşincisi düzenlenen bu büyük buluşmaya katılan 10 bin civarında katılımcının ortak dileği de zaten bu adrese nasıl ulaşılacağını bulmak. 17-21 Eylül arasındaki beş gün boyunca yapılan 250 toplantıda işte bu sorunun yanıtı arandı.

“George Bush, terorista!”
Yürüyüşte atılan sloganlar aslında bu 250 toplantının sonuçlarını özetler gibiydi. Çokuluslu şirketler hemen hemen her grubun hedefindeydi. Sendikalar, firmalar kadar Avrupa Birliği’ni de hedef aldılar. AB’de alınan kararlar bugün Avrupa’da yaşayan her sınıfın çalışma ve örgütlenme haklarını direkt olarak etkiliyor ve sokaktaki insanlar bunun farkında. Türkiye her ne kadar AB üyesi olmasa da, ortak ekonomik programlar, tarım sektörüne verilen sübvansiyonlar, enerji ve güvenlik konularında alınan kararlardan Avrupalı komşuları kadar etkileniyor. 300’e yakın kişiyle toplantıya katılan Türkiyeli heyetleri giderek artan bir dayanışma içerisinde, Avrupalı dostlarıyla ortak mücadele ederken gördük. Bu yüzden olsa gerek, kulağımıza alışık olduğumuz nidalar da gelmedi değil. Amerika’yı Irak’tan çıkmaya çağıran sloganlar, George Bush, Berlusconi ile Gordon Brown’a atfedilen terörist söylemi, parasız eğitim gibi. AB’ye girişimiz kâğıt üstünde ve ülke bazında gerçekleşmemiş olsa da, sokakta bir birliktelik söz konusu. İngilizce slogan atan bizim buralı gruplar, bunun çok güzel bir örneği belki de...

Katılan grupların renkliliği, minik bandolar eşliğinde yapılan yürüyüşler, çoğu zaman bir miting değil karnaval alanında olduğunuzu düşündürüyor. Anarşist grupları görünce biraz daha farklı düşünüyorsunuz haliyle. İçlerinde, kar maskeleriyle yüzlerini kapatmış, her an kapitalizmin simgelerinden biri saydıkları bankalar ya da hazır yemek lokantalarına saldıracak görüntüsü veren anarşistler mitingin belki de en kalabalık grubunu oluşturuyorlardı. Hareketli disko hizmeti veren küçük bir kamyonetin arkasında yürüyen grubun taşıdığı iki pankart açık ve kısa mesajlar veriyordu: “Kapitalizmi ez!” ve “Uzlaşmayı yok et!”. Bir gün önce İsveç polisiyle yaşadıkları sokak çatışmaları bu konuda kararlı olduklarını da gösteriyor. İsveç sokaklarında çırılçıplak kalmaya kadar varan direnişlerini, ilkesel olarak benimsemeseniz bile, bunu 5 dereceye düşen sıcaklıkta yaptıkları için en azından bir şapka çıkarmak yerinde olur. İstanbul’daki toplantıda anarşistlerin neler yapacağı ve benzeri bir gösterinin sonuçları ise sizin hayal gücünüze kalmış.

Ortadoğu barışı Türkiye’den geçiyor
Sosyal Forum’a damgasını vuran konuların başında “savaş”ın geldiğini söylemek yanlış olmaz. Özellikle Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler tüm dünya gibi Avrupa’yı da tedirgin ediyor. Filistin ve Irak’ta yaşananların ağırlıklı olarak konuşulduğu toplantıların en ilgi çeken birisi de ÖDP Milletvekili Ufuk Uras, DTP Milletvekili Sabahat Tuncel, İtalya’nın radikal işçi konfederasyonu Cobas’tan Pierro Berocchi ve Yunanistan savaş karşıtı hareketinden Sotiris Kontogiannis’in katıldığı “Emperyalizm ve Ortadoğu” başlıklı paneldi. Sabahat Tuncel, forumun açılış konuşmalarından birini de yapmıştı. Çikolata fabrikasında yapılan paneli Mor ve Ötesi grubundan Kerem Kabadayı yönetti. Uras, biraz da özeleştiri yaparak bölge üzerindeki çatışmaları daha iyi anlamak gerektiğinden bahsetti. Tuncel’in ağırlık verdiği konu Türkiye’deki Kürtler ve Türkler arasındaki gerilimdi; Türkiye’deki sorunun çözümünün tüm Ortadoğu’ya barış getirebileceğinden bahsetti. Berocchi ise NATO’yu hedef aldı. Aslına bakılırsa, tüm forum boyunca NATO karşıtı bir hareketin yükselişte olduğu gözlemleniyordu. 4 Nisan 2009 tarihinde 60. kuruluş yıldönümünü kutlamaya hazırlanan NATO’ya karşı Strasbourg’ta ciddi bir eylem hazırlığı var. Sadece eski Doğu Bloku’na yakın sol partiler değil, savaş karşıtları ve NATO’nun silahlarında uranyum kullanmasına son vermesini isteyen çevreciler de orada olacağa benziyor.

Finans ve iklim krizleri değişim için fırsat
Yürüyüşte atılan sloganlar ya da taşınan pankartlar, yüzlerce seminerde tartışılan fikirlerin bir yansımasıydı aslında. Pankartların ortak dileği de, Hindistanlı tanınmış eylemci Vandana Shiva’nın Halk Parkı’nda (Folkets Park) yaptığı açılışta dediği gibi, “dünyanın zenginliklerinin daha adil olarak paylaşmak”. Shiva, 2002 yılında Floransa’dan yola çıkan Sosyal Forum’un eski canlılığında olmadığını kabul ediyor ama bunun geçici olduğuna inanıyor. Shiva’ya göre, sosyal değişikliğe olan ihtiyaç, finansal ve iklim değişikliği krizleriyle her geçen gün artıyor. Shiva, iklim değişikliğinin aynı zamanda dünya çapında yaşanacak bir sosyal değişim için fırsat yarattığını da inanıyor. Kendisinin organik ürünler yetiştirdiği bir çiftliği var ve tarım üzerindeki çalışmaları pratik ve teoriye dayanıyor. Bu nedenle, İsveçlilere seslendiği şu sözlerine kulak vermek gerek: “Kahveniz için hâlâ Guatemala’ya ihtiyacınız var ama bu İsveç’te patates yetişebilecekken yetiştirmemeyi haklı çıkarmaz”. Shiva’nın bahsettiği adil ticaret konusu başta ekolojistler ve çiftçiler olmak üzere katılımcıların çoğunun dilindeydi. Bugün, birçok ülke yetiştirebileceği ürünleri daha ucuza bulduğu için dünyanın öteki ucundan getirmeyi tercih ediyor. Sonuç olarak yoksul ülkelerde işçilerin ucuza çalıştırılmasından zenginler kazançlı çıkıyor. Ürünler onlarca kilometre uzağa taşınırken, yakılan petrol ve çevreye verilen zarar da cabası tabii. Toplantılar boyunca birçok yerde organik ürünler, “adil ticaret sonucu” üretilmiş yiyecekler ve vejetaryen yemeklerin olması da bu kaygıların sonucuydu sanırım. “Başka Bir Dünya”nın yemek sistemi, yerelde üretilmiş, genleriyle oynanmamış ve daha az etli olacağa benziyor.

Kapanışı Nazım Hikmet yaptı
“Başka Bir Dünya”nın evleri nasıl olacak derseniz, daha az enerji harcayan, kendi elektriğini temiz enerji kaynaklarından kendi üreten evler olacak diye yanıt verebiliriz. Bu öngörü, pratikten çok seminerlerde edindiğimiz bilgilerden kaynaklanıyor çünkü forum boyunca biz de birçok katılımcı gibi, uyku tulumumuzla bizlere ayrılan spor salonu, okul gibi yerlerde kaldık. Bu arada zorunlu olarak spor da yaptığımızı belirtmeliyim, çünkü Malmö’nün her bir yanına dağılmış toplantı salonlarına zamanında yetişmek için hayli koşuşturmak gerekiyordu. Organizasyonun en çok şikâyet alan yönü de bu dağınıklıktı. Birçok katılımcı bir forum alanından diğerine yetişmeye çalışırken sunumları kaçırdı. Sosyal Forum’un açılış konuşmalarına Vandana Shiva damgasını vurmuştu. Kapanışta ise Nazım Hikmet vardı. 2010 toplantısı İstanbul’da olacağı için kapanış konuşmasını Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Başkanı Süleyman Çelebi yaptı. “Başka Bir Dünya”ya nasıl gidilir sorusunun yanıtını da Nazım’ın şiiriyle verdi: “Bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine”…

***
Sosyal Forum’da neler tartışıldı?
1. Sosyal haklar, refah ve herkes için kamu hizmeti.
2. Sürdürülebilir dünya, çevresel ve iklimsel adalet.
3. Demokratik, açık, eşitlikçi, şeffaf, polis devletinden uzak, özgürlükçü ve azınlık haklarına önem veren bir Avrupa.
4. Eşitlik ve haklar için mücadele, farklılıkların kabulü ve ataerkil toplum yapısına karşı mücadele.
5. Adil, barışçıl ve dayanışma içinde işgallere, saldırı ve savaşlara karşı bir Avrupa.
6. İşçilere iyi iş imkânlarının sağlanması, itibarlarının verilmesi ve sömürünün durdurulması.
7. Ekonomik ve sosyal adalet için alternatiflerin oluşturulması.
8. Kitlesel medyanın, kültürün, bilginin ve eğitimin demokratikleştirilmesi.
9. Mülteci ve göçmenlerin kabulü ve her türlü ırkçılığa karşı savaş.
10. Sosyal hareketlerin, devlet ve küresel adalet hareketinin geleceği.

Hangi kararlar alındı?
1. AB’nin sosyal ve emek politikalarıyla ilgili olarak, çalışma saatlerine, göçmen emeği politikalarına karşı ortak bir Avrupa kampanyası örgütlenecek.
2. 4 Nisan’da Strasburg’da yapılacak NATO’nun 60. yıl kutlamaları sırasında, NATO’nun dağıtılmasını talep etmek için büyük bir gösteri yapılacak.
3. Aralık ayında Poznan’da yapılacak iklim değişikliği toplantıları sırasında tüm dünyada gösteriler yapılacak.
4. Temmuz 2009’da Sardinya’da yapılacak G8 toplantısına karşı tüm barış ve demokrasi yanlısı hareketlere çağrı yapılacak.

***
“Umutla ve heyecanla İstanbul’u bekliyoruz”

Yıldız Önen
Küresel Bak Aktivisti

Malmö’de toplantının yapılması kabul edilirken zaten diğerlerinden daha farklı olacağı biliniyordu. Bundan önceki toplantılar hep hareketin güçlü olduğu büyük kentlerde yapıldı. İskandinav ülkesinde yapılması biraz da onları harekete katmak, oradaki insanlara ulaşmak içindi. Katılım daha azdı ama ilgili insanlar geldi. Doğru soruların sorulduğu verimli tartışmaların yapıldığı bir toplantı oldu. Üniversitelerdeki öğretim görevlilerinin, forumdaki toplantılardan örnekler vererek öğrencilerine tavsiye ettiklerini duyduk. Olumsuz tarafları ise çeviriyle ilgili yaşanan teknik ve mali sorunlar, gönüllü sayısının azlığı ve toplantı yerlerinin birbirine uzaklığıydı. İstanbul’da yapılacak toplantı Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleşirse böyle bir sorun olmayacak. Katılımın da yüksek olacağını düşünüyoruz. Türkiye’deki emek ve meslek örgütleri zaten uzun zamandır işin içindeler. Şu anda Türkiye Sosyal Forumu içersinde 45 kurum var ve bu sayı yükselecek. Buradaki insanlar dertlerini anlatmak istiyor, Avrupalılar da dinlemek. Ayrıca, İstanbul toplantısına Doğu Avrupa’dan, Ukrayna ve Rusya’dan da büyük katılım olacağını düşünüyoruz. İtalya ve Yunanistan’dan gelen ekipler Malmö’de, İstanbul için 500-1000 kişilik ekiplerle katılım sözü verdi. Umutla ve heyecanla İstanbul’daki Avrupa Sosyal Forumu’nu bekliyoruz.

Yaklaşanı Yakıyor!

Arızasız nükleer santraller de yakın çevrelerinde yaşayan çocukları kanser yapıyor...

Almanya’daki nükleer santrallerin 5 km. çevresinde yaşayan çocuklarda, erken çocukluk kanserlerinde ve lösemide büyük oranda artış olduğunu ortaya çıkaran Fizik Doktoru Alfred Körblein, İstanbul’daydı. Körblein’ın verdiği rakamlar daha sonra yürütülen çalışmalarla da doğrulanmış, nükleer santrallerin sadece kaza olursa tehlikeli olacağı görüşü bu araştırmayla ciddi bir yara almıştı. Çünkü normal çalışma sırasında da nükleer santrallerden doğaya radyoaktif madde salımı gerçekleşiyor ve literatürde bu, “rutin radyasyon” olarak adlandırılıyor…

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 25 Eylül - 1 Ekim2008

İstanbul’un önemli bir konuğu vardı geçen hafta. 1998’de, Almanya’daki nükleer santrallerin 5 km. çevresinde yaşayan çocuklarda, erken çocukluk kanserlerinde yüzde 54’lük, lösemide ise yüzde 76’lık artış olduğunu bulduğunda ona inanmak istememişlerdi. Fizik doktoru olmasına rağmen, “çevreci” olarak bilinen Münih Çevre Sorunları Enstitüsü’nde çalıştığından dolayı verdiği rakamları görmezden gelmişlerdi. Almanya’da Yeşiller Partisi koalisyon ortağı olup da çevre bakanlığı koltuğunu alınca iş değişmiş, 2000 yılında, Almanya’nın nükleer santrallerini 2021 yılına kadar kapatma kararını almasından sonra madalyonun öteki yüzünü konuşmak daha da kolay bir hale gelmiş ve kapatma kararının hemen ardından, Radyasyondan Korunma İçin Alman Federal Ofisi, Dr. Alfred Körblein’ın daha önce duyurduğu ancak kaale alınmayan sonuçlarını kontrol etmek üzere 16 nükleer santralin çevresinde yeni bir çalışma başlatmıştı Tabii bu çalışmanın başlatılması için halkın verdiği 10 binden fazla imzayı da unutmamak lazım. 2007 sonunda açıklanan bu çalışma sonuçları, Dr. Körblein’ı haklı çıkardı: Nükleer santrale 5 kilometre çapında bir mesafede yaşayan, beş yaşın altındaki çocukların kansere yakalanma olasılığı beklenenden 1,6 kat; lösemiye yakalanma olasılığı ise nükleerden uzak duran çocuklara oranla 2,2 kat artıyordu! Nükleer santrallerin sadece kaza olursa tehlikeli olacağı görüşü bu araştırmayla ciddi bir yara aldı.

Alman devletinin kanserli 1592, lösemili 593 vaka üzerinde beş yıl süren çalışmalarında, çocukların diğer etkenler tarafından hasta olup olmadığı da araştırıldı ancak nükleer santral dışında hiçbir kanser yapıcı faktörün sonuçlar üzerinde etkili olmadığı ortaya çıktı. Aynı durum lösemili çocuklar için de geçerliydi. Lösemi sayısındaki artışa neden olan tek faktörün radyasyona maruz kalmak olduğu kanıtlandı. İstanbul Tabip Odası, Çevre İçin Hekimler Derneği ve Nükleer Savaşı Önlemek için Hekimler Birliği tarafından Türkiye’ye davet edilen Körblein’a İstanbul’daki sunumundan sonra şu soruyu sorduk: “Her yıl binlerce Alman turistin de geldiği Akdeniz’de kurulması düşünülen Akkuyu nükleer santralinin yanında denize girer misiniz, denizden çıkan balığı yer misiniz?”. Körblein’ın yanıtı netti: “Ben yaşlı bir insanım, kanser konusunda çok fazla endişelenmem. Eğer küçük çocuklarım olsaydı, Türkiye’de ya da Almanya’da, çocuklarıma nükleer santralin yakınına gitmelerini öğütlemezdim. Elimizdeki bilgiler ışığında, torunlarımın nükleer reaktörün 5 km. yakınında yaşamalarını da istemezdim”. Körblein’in bu korkusunun kaynağı sadece kendisinin yaptığı çalışma değil. Almanya’da 1983’ten beri küçük çocuklar üzerinde nükleer santral kaynaklı radyasyonun etkilerini inceleyen araştırmalar yapılıyor. 1984’te, İngiltere’deki Sellafield nükleer santrali yakınındaki Seascale köyünde çocukluk çağı lösemisine normalden 10 kat yüksek oranda rastlanmıştı. Körblein’a göre nükleer santral ve çocuklar üzerine yapılan araştırmaları tetikleyen de bu 1984 yılındaki çalışma oldu.

Resmi rakamlar her şeyi anlatmıyor
Halk tarafından çok bilinmese de, normal çalışma sırasında nükleer santrallerden doğaya radyoaktif madde salımı yeni bir şey değil. Literatürde “rutin radyasyon” olarak adlandırılıyor ve santrallerden doğaya salınan radyoaktivite, birçok ülkelerde kayıt altında tutuluyor. Dr. Alfred Körblein’dan, Almanya’daki santrallerin bu rakamları her üç ayda bir halka açıkladığını öğreniyoruz. İşin püf noktasını da... Uzun bir zaman dilimine bakıldığında doğaya salınan radyoaktivitenin yasalarla belirlenen sınırların altında kaldığını belirten Körblein, bizi kısa süre içerisinde doğaya verilen yüksek dozlar konusunda uyarıyor. Örneğin, santraller yeniden çalıştırılırken (bakımdan ya da yeni yakıt yükleme işleminden sonra) yüksek miktarlarda radyoaktif izotopu doğaya salıyorlar. “Ancak bu üç aylık veri içinde görülmüyor” diyen Alman fizikçi, böyle bir anda reaktörün yakınında olmanın oldukça riskli olduğuna işaret ediyor. İddiasını da şu sözlerle pekiştiriyor: “Nükleer santral yakınında yaşayan kişiler yıl boyunca dalgalanan miktarlarda radyasyon dozlarına maruz kalırlar, sabit bir düşük doza değil. Doğrusal olmayan bir doz-yanıt eğrisinde etki ortalama doza değil, tepe noktasında olan doza bağlı olarak ortaya çıkabilir. Nükleer santraller rutin olarak doğaya radyasyon bırakırlar hatta Almanya’da bunun ne kadar olduğu, düzenli olarak yayınlanır. Bu bulduğumuz lösemi etkisi, resmi açıklamalar doğru olsaydı 1000 kat daha az olmalıydı”.

Nükleer reaktörden sadece havaya değil, soğutma suyuyla denize de yine “rutin” olarak radyasyon bırakıldığını belirten Körblein, “Sellafield’teki yeniden işleme reaktörü plutonyum ve stronsiyum gibi radyoaktif izotopları İrlanda Denizi’ne bıraktı. Dalga ve rüzgârlarla bir süre sonra radyoaktif maddeler kıyıya geri döndü. Kumsalda oynayan çocuklar radyasyona maruz kaldı. Daha sonra bu, başta balıklar aracılığıyla besin zincirine de eklendi. Nüfusun bir bölümü radyoaktiviteye maruz kaldı” açıklamasıyla balıklarla ilgili bir önceki soruma da yanıt vermiş oluyor.

Sinop ve Mersin’de kanser kayıt merkezleri yok
Körblein’ı dinlerken alışık olmadığımız kurum adlarıyla da karşı karşıya geldik. Radyasyondan Korunma İçin Alman Federal Ofisi, Alman Çocukluk Çağı Kanserleri Kayıt Dairesi gibi. Çevre İçin Hekimler Derneği Başkanı Dr. Seval Alkoy’a 24 Eylül’de nükleer ihaleye çıkacak olan Türkiye’de benzer kurumların olup olmadığını sorduk. “Türkiye’de radyasyon denince akla Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) geliyor” diyen Dr Seval Alkoy, “TAEK’in Çernobil kazası sonucu sergilediği tutum bu konuda güvenilirliği konusunda bir soru işareti oluşturmuştur. Kanser kayıtlarının tutulduğu en eski merkez İzmir’de ve o da zannediyorum 12 yıllık. Türkiye’nin şu an için kanser kayıtlarının güvenilir olduğunu söylemek mümkün değil. Zaten Çernobil sonrası Karadeniz’de kazaya bağlı kanser vakaları artmış mıdır, artmamış mıdır sorusuna bilimsel bir yanıt verilememesinin de nedeni budur” diyerek “Nükleer Türkiye”nin bu kavrama ne kadar hazır olduğunu sorguluyor. Yaptığımız araştırma sonucu bahsedilen “kanser kayıt merkezleri”nin sayısının 20 olduğunu tespit ettik. Büyük kentler dışında Kahramanmaraş, Sivas, Şanlıurfa gibi illerde de bu merkezlerden açılmış. Türkiye’de nükleer santral kurulması düşünülen iki ilde, Sinop ve Mersin’deyse bu merkezlerden yok. Bu, nükleer santrallerin bu illere kurulması halinde kanser oranlarında artış olup olmadığını bilemeyeceğimiz anlamına geliyor; çünkü bu illerde kanser olanlarla ilgili kayıtlar henüz (!) tutulmuyor.

***
“Nükleer ihale iptal edilsin”
Prof. Dr. Gençay Gürsoy Türk Tabipleri Birliği Başkanı
Türkiye enerji politikalarını ağırlıklı olarak geleneksel enerji kaynaklarına dayandırarak ülkenin enerji gereksinimini karşılamaya yönelmiş bulunmakta. Bunun anlamı gelecekte ekonomik maliyetleri büyütmek, asla geri ödenemeyecek çevresel riskleri ve çevrenin geri dönüşümsüz yıkımını arttırmaktır. Bunun yanında kömür ve nükleer enerji gibi en tehlikeli merkezi enerji kaynaklarına alım garantisi verilerek yatırımı özendirilmektedir. Nükleer santraller çevresinde yapılan araştırmalarda; santrallerin yılda 1 milyon kişide 600-1000 ölüme neden olduğu, bunların yüzde 80 gibi büyük çoğunluğunun çalışan işçiler olduğu ve çocukluk dönemi kanserlerinde artış olduğu saptanmıştır. Bu veriler ışığında öncelikle 24 Eylül’de yapılacağı açıklanan ihalenin iptal edilmesini istiyoruz. Türkiye çok zengin yenilenebilir enerji potansiyeline sahip ve enerji verimliliği açısından dünyanın önde gelen ülkelerinden biri.”

"Cep"te Tam Rekabet Dönemi

9 Kasım’dan itibaren cep operatörünü değiştirmek isteyenler, yıllardır kullandıkları numaralarından vazgeçmek zorunda kalmayacak artık. Basit bir işlemle, operatörünü değiştirebilecek ama eski numarasını da saklayabilecek. Numara taşıma avantajı, rekabetin kızışmasına da neden olacak ve her şey yolunda giderse kızışan rekabet tüketiciye yarayacak. Ama, doğru tarifeyi bulmak şartıyla...

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 18-24 Eylül 2008

Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Artık numaram değişir korkusu olmadan cep telefonu operatörünüzü değiştirebileceksiniz. 9 Kasım 2008 tarihinden sonra cep numaranız adeta adınıza tescilli hale geliyor. Kullandığınız cep operatöründen memnun değilseniz ve diğer operatörde size daha uygun bir tarife varsa seçtiğiniz yeni operatörünüze bizzat başvurup bir form doldurmanız yeterli. En geç altı gün içerisinde, o tanıdığınız herkesin bildiği telefon numaranız, yeni SIM kartınıza (taşınabilir hafıza kartı) “tanıtılmış” olacak ve siz eski numaranızdan ama farklı bir operatörle konuşmalarınızı yapmaya devam edebileceksiniz.

1994 yılında ilk defa cep telefonuyla tanışan Türkiye’de halihazırda Turkcell, Vodafone ve Avea’dan oluşan üç adet operatör, sayıları 65 milyona yaklaşan SIM kart var. Her SIM kart bir kullanıcı anlamına gelmiyor çünkü kullanıcıların bazıları birden fazla hat kullanıyor. Bunun nedeni de, farklı operatörler arasında yaptığınız konuşmaların, aynı operatörler arasında yapılan konuşmalara göre hayli pahalı olması. Bu sorunu çözmek için birçok kişi farklı bir operatörden ikinci bir hat alıyor. Kimileri ailesinin sahip olduğu kamu tarifesinden yararlanmak, kimileri ise en çok konuştuğu arkadaşlarını ucuza aramak için bu yola başvuruyor. Yıllardır kullanılan eski numara vazgeçilmez olduğu için de mecburen hat ve telefon sayısı ikiye hatta üçe çıkıyor!

Tarife savaşları başlıyor
Bazı sektör yetkililerinin “Milat” olarak tanımladıkları 9 Kasım 2008 tarihinden sonra cep telefonu operatörü seçerken sadece kendi operatörünüzün size sunduğu seçeneklere değil diğer operatörlere de bakmanız gerekecek. İşin püf noktası, telefonunuzu en sık ne zaman kullandığınızı, en sık kiminle konuştuğunuzu, yine en sık hangi operatörü aradığınızı bilmekten geçiyor. Bu, kolayca yapılacak bir analiz değil diyorsanız size tavsiyemiz “her yöne”, “herkesle” adı verilen, her operatörü en ucuza arayacağınız tarifeyi bulmanız. 9 Kasım’dan sonra, diğer operatörleri aramada size ücretsiz süreler öneren ya da daha ucuza konuşma olanağı sağlayan tarifeler öne çıkacak.

Numara taşımayla birlikte bugüne kadar Turkcell’in sahip olduğu pazar hâkimiyetinin değişme olasılığı da gündeme gelmiş durumda. Şu anda Türkiye’deki 65 milyon SIM kartın yaklaşık 35 milyona yakını Turkcell markalı. Yine, yaklaşık olarak 19 milyon Vodafone ve 11,5 milyon da Avea kullanıcısı var. Son değişiklikle rekabetin daha da kızışması ve Avea ile Vodafone’un Turkcell’den müşteri kazanabilecek tarifelerle piyasaya çıkması bekleniyor; Turkcell’in de buna karşılık vermesi tabii. Firmalar şimdilik yeni tarifeler hakkında çok ipucu vermeseler de, yeni tarifelerin odak noktasında diğer operatörleri ne kadara arayacağınız sorusu yatıyor.

“Asıl sadakat numaraya”
Cep telefonu numaralarının adeta kimliğimizin bir parçası haline geldiğini söyleyen Avea Kurumsal İletişim Direktörü Pınar Kaya’ya göre kullanıcıların asıl sadakati operatöre değil kullandıkları numaraya. “Bu şu anda bizim işimizi zorlaştırıyor. Numara taşınabilirlik bu engeli kaldıracak.” Pınar Kaya, numara taşıma serbestisinden sonra ilk yıl büyük hareket beklemediklerini, sadece yüzde 10-15 (6-9 milyon) arasında kullanıcının operatör değiştireceğini tahmin ettiklerini de sözlerine ekliyor. Kaya’ya göre transfer sezonu ikinci yıldan sonra daha da hareketlenecek. Bunun ardında yatansa “görmeden inanma” felsefesi. Kaya, operatörünü değiştirdiği halde numarasını taşımaya devam eden kullanıcıların memnuniyetinin diğerlerine de örnek olacağını söylüyor. Yurtdışında da eğilim bu yönde olmuş.

Vodafone Türkiye’nin Teknikten Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Hüseyin Köksaldı da bu gelişmeden çok memnun olduklarını, bunun hem rekabete hem de tüketici özgürlüğüne katkı sağlayacağını belirtiyor. “Bu uygulamadan en kazançlı çıkacak olanlar, cep telefonu kullanıcıları olacak” diyen Köksaldı’ya göre, kullanıcılar en iyi hizmeti alacakları operatörü seçebilecek ve bunu yaparken de “Numaram değişecek, dostlarım veya müşterilerim bana erişemeyecek” kaygısından uzak olacaklar. Gözler ister istemez rakiplerinin “Hâkim operatör” olarak adlandırdığı Turkcell’e çevriliyor. Turkcell Pazarlamadan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Lale Saral Develioğlu, Turkcell’in dünyanın 13’üncü, Avrupa’nın da üçüncü büyük operatörü olduğunu ve numara taşıma serbestisinden sonra da liderliğini sürdüreceğine inandıklarını belirterek, “Dünyada birçok pazarda mobil numara taşınabilirliği sürecinde yaşanan deneyimler, pazardaki toplam değişimin yüzde 1 ile yüzde 10 seviyelerinde gerçekleştiğini ve numara taşınabilirliğinin pazar paylarında ciddi değişimlere yol açmadığını ortaya koyuyor” açıklamasını yapıyor.

“Numara taşıma ücretsiz olmalı”
Operatörler olaya farklı açılardan yanaşsa da tüketicilerin yüzleri gülüyor. Tüketiciler Derneği Genel Başkanı Engin Başaran, numara taşıma hakkının tüketici için fevkalede iyi bir şey olduğunu düşünüyor. Buna karşın Başaran’ın çekinceleri de var: “Tüketiciler şimdiye kadar tek operatöre bağlıydı. Rekabetin olmadığı yerde her şey tüketicinin aleyhine gelişir. Yalnız bu işlemin ücretsiz olması gerekiyor. Buraya konacak ‘ücretlidir’ sözü caydırıcı olacaktır. İkinci bir nokta ise taşınmış numaralar için yapılacak uyarının bir sinyal sesiyle değil sözlü olarak yapılması gerekir. Sinyalle yapılacak uyarıyı anlamayan insanlar çıkabilir.” Derneklerine gelen şikayetlerin başında cep telefonu ve kredi kartları olduğunu belirten Başaran, “Klon telefonlar, tüketicinin haberi olmadan değiştirilen kartlar, telefonlara izinsiz gönderilen melodiler gibi bize birçok şikâyet geliyor. Kontörlü telefonlarda çok sık fiyat değişiyor. Numara taşınabilirliği bunlara mutlaka bir çözüm getirecek” diyor. Getirebilecek çünkü bu tip uygulamalardan rahatsız olan tüketici artık “yeter ama, ben gidiyorum” diyebilecek.

***
Numaranızı nasıl taşıyacaksınız?

1. İlk olarak bundan sonra kullanmak istediğiniz operatörün bayisine giderek “Numara Taşıma Başvuru Formu”nu dolduracaksınız. Değişim için cüzi bir miktar ödeyebilirsiniz. Henüz ücret belirlenmedi.

2. Ayrılmak istediğiniz firma size baskı uygulayamayacak, yeni teklif sunamayacak.

3. Değişiklik talebiniz halihazırda kullandığınız operatör tarafından onaylanacak.

4. Cep telefonunuza gelen mesajdan 15 dakika sonra yeni SIM kartınızı eski numaranızla kullanmaya başlayacaksınız.

5. Tüm bu işlemler en fazla altı gün içerisinde tamamlanacak.

6. Taşınmış bir numarayı aradığınızda bir sinyal sesiyle uyarılacaksınız. Böylece farklı operatöre geçmiş bir kişiyi aradığınızı, ücretlendirmenin de bu yönde yapılacağını bileceksiniz.

***
Ne diyor, ne yapıyorlar?

AVEA
11,5 milyon abonesi var. Bunların 3,5 milyonunun faturalı ve çoğunun kamu tarifesine sahip olmasını avantaj olarak görüyorlar. Avea’nın kamu tarifeleri için yaptığı anlaşma 2014 yılına kadar yürürlükte. Kapsama alanı ve bayi ağını genişletmelerini tam rekabet döneminde yine bir başka avantaj olarak görüyorlar. Tarifelerini herkesin kolay anlayabileceği ve fatura tutarını tahmin edebileceği bir şekilde düzenlemeye çalışıyorlar. Yüksek faturaların bir başka nedeninin de vergiler olduğunu söylüyorlar. Türkiye, fatura tutarının yüzde 50’sine varan oranda vergiyle dünya birincisi.

VODAFONE
Tüketicilere kullanım alışkanlıklarını ve ihtiyaçlarını dikkate alarak tarife ve paket seçmelerini öneriyorlar. Ucuzluk kavramının müşterilerin kullanım profiline göre değişkenlik gösterdiğine ve mutlak anlamda ucuz bir tarifeden bahsetmenin güç olduğuna dikkat çekiyorlar. “Cep telefonu harcamalarını, abonelerin kendi konuşma ihtiyaçlarına uygun tarifede olup olmadıkları belirliyor” diyorlar. Rekabetin yalnızca abone kazanırken değil aboneleri elde tutmak için de var olacağını, fiyatların ve servislerin de bundan böyle daha rekabetçi olacağını söylüyorlar.

TURKCELL
Mobil numara taşınabilirliğiyle kullanıcının seçeneğinin artmasının olumlu bir gelişme olduğunu düşünüyor, tüketicilerin dikkat etmesi gereken önemli kriterlerin kapsama alanı, kesintisiz ve kaliteli iletişim, uygun tarifeler ve fiyat teklifleri olduğunu söylüyorlar. Diğer operatörlerin aksine, numara taşıma serbestisiyle diğer operatörlerden birçok müşterinin Turkcell’i seçeceğini öne sürüyorlar. Kontörlü ve faturalı hatlarda “Herkesle Paketleri”yle rekabete hazır olduklarını belirtiyorlar.

Koyunu Getir, 500 Yumurtayı Götür!

Ahlat’ın Seyrantepe Köyü’nde kredi kartı, çek, senet yok; takas var...

Ahlat’ın Seyrantepe ilçesinde 55 hane, 432 nüfus ve iki bakkal var ama para yok. Köydeki alışveriş hâlâ takas yoluyla yapılıyor. Yumurta getiren, salçayı götürüyor; buğday getiren makarnayı sırtlayıveriyor. Hayvancılık ve tarımla geçinmeye çalışan köyde zaman zaman bakkala koyununu getirip yıllık erzağının bir kısmını çıkarmaya çalışan bile var...

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 11-17 Eylül 2008
Fotoğraflar: Güven Polat

Van Gölü’nün kıyısındaki dünya güzeli Ahlat İlçesi’nin tarihi, milattan önce 3 bin yılına kadar dayanıyor. Ahlat, taş evleri, Selçuklu döneminden kalan kümbetleri, Urartulara uzanan tarihiyle değişen dünyaya karşı direnişin sembolü gibi. Ahlat’ın Seyrantepe köyüyse, biraz da zorunluluktan, bu direnişe parayı reddederek katılmışa benziyor. Bu köyde para kullanılmadığını, alışverişlerin hâlâ takas usulüyle yapıldığını duyunca, neredeyse duyduğumuza inanamayarak düştük yollara…

Ahlat’tan Seyrantepe köyüne yazın, ovanın içinde kıvrılan düz bir yoldan 20 dakikada ulaşıyorsunuz. 10 kilometre ya var ya yok. Yolda yer yer göçükler olmuş, bu yolculuğu sıkıntılı bir hâle soksa da yol şimdilik idare ediyor. Kışın ise yol yok çünkü kar yolu kapatıyor. Köyün meydanı caminin olduğu yerdir, diyerek minarenin yanına kadar sokuluyoruz. Hemen aşağıda bakkal, bakkalın önünde elleri kolları dolu, sıraya girmiş köylüler var. Oysa bizim bildiğimiz, bakkala boş girilir dolu çıkılır. Burada ise sanki bakkala giren “yük” atıyor. Sırtına bir çuval yünü yüklemiş olanı, buğdayı, yumurtayı, peyniri bir kaba koyup bakkalın yolunu tutmuşu var. Ellerinde tek yumurtayla sırada bekleyen çocuklar da...

İşin sırrı bakkaldadır, deyip içeri giriyoruz. Karanlık, sağı solu raflarla çevrili, uzun ama dar bir koridordayız sanki. Bakkal Yemen Kota’nın önünde çikolata ve gofretle kaplı bir tezgâh var. Çocukların gözü en çok bu tezgâhta. Kadınlar ise raflardaki salça, makarna ve yağ ile ilgileniyor. Kredi kartı, “Pos makinesi”, “bir alırsan öbürü bedava”sı yok. Çünkü köyde gerçekten de para yok! Tatil köylerindeki incik boncuk hikâyesiyle karıştırmayasınız diye “para yok” kelimelerinin altını çizmekte fayda var. Köy çıkışında boncuk değiştiren birileri yok burada; köylünün cebinde pa-ra-sı yok! Para olmayınca da köyde takas almış başını gitmiş. Veresiye devam ediyor ama, veresiye borcunu kapatmak isteyen de para yerine yine takas edilecek mal getirerek borcunu ödüyor.

“Ben bildim bileli alışveriş takasla”
Bakkal Kota’ya soruyoruz, “Ne zamandır bakkalda alışveriş takasla oluyor” diye; “Ben bildim bileli” diye yanıt veriyor. Yemen Kota’nın yaşı 32, daha eskiye bakmalı diyerek köyün en genç delikanlısı Nevzat Kotaz’a soruyoruz bu defa: “Ne zamandır köyde para geçmiyor?” Nevzat Amca 70’e merdiven dayamış, köyün ayaklı tarihi. Onun da yanıtı aynı: “Ben bildim bileli”.
Köyde kimse takasın ne zaman başladığını anımsamıyor ancak herkesin kurlardan haberi var. Bir yumurta getiren, “Paçimo” marka çikolatalı gofreti ya da top keki götürebiliyor. Daha fiyakalı bir çikolata içinse en az beş yumurta gerekiyor. Yumurtanın büyüklüğü de sorun değil. Bakkal Kota kimseyi boş göndermiyor. Bize elinde tuttuğu ufacık yumurtayı gösteriyor. “Bu yumurtayı da bir tane mi saydın?” sorumuza, “Evet” yanıtını veriyor. “Zarar edersin” diyoruz, “Ne yapalım” diyor. Parası olmayanın gönlü geniş olurmuş ya, öyle biri Yemen Kota. Genelde bu tip “kaza”ları çocuklar yapıyor. Gofret ve kola için kümesi annelerinden izinsiz ziyaret edenler de var. Sekiz yaşındaki Halit de onlardan. Bir kere bisküvi için böyle bir ziyaret yaptığını utanarak anlatıyor. Asıl tercihiyse “buğday karşılığı kola” almak. Bakkal Kota, hınzırlık yaptığını bilse bile çocukları boş çevirmiyor, onlara kızmıyor; “Çocuktur” deyip geçiştiriyor.

Üniversite mezunu bu hesabı yapamaz
Seyrantepe’deki takas sistemi aslında modern bir kooperatif çalışmasına benziyor. Köylüler, ürettikleri sütü, yumurtayı, tavuğu, buğdayı bakkala getiriyor karşılığında yağ, makarna, salça alıyor. Bakkal bu malları biriktikçe Ahlat’a götürüp orada paraya çeviriyor ve yeni mal alıp dönüyor. Köylüler mallarını tek tek satmaya götürse, kazançları yol parasına bile yetmediği gibi malları da ucuza gidiyor. Bakkalın toptan satış yaptığı için biraz daha fazla pazarlık payı oluyor. Köylüler, bu işten kârlı çıkanın kendileri olduğunu öne sürüyor. “Köylü bakkaldan daha rahattır” diyor biri, bir diğeri de ekliyor: “Üniversite mezunu bile bakkalın yaptığı hesabı yapamaz!”. Gerçekten de malın ederini hesaplamak kolay değil. Yumurtanın irisi, küçüğü akıl karıştırıyor, buğday, süt tartılıyor ama tavuk ve koyun geldiğinde hesap yapmak zorlaşıyor. Bazıları kiraz da dikmiş köyde. Bu, gelecek yıl bakkal Yemen’in aklının daha da karışacağı anlamına geliyor.

“İmamı bile takas ettik”
Takas öyle bir yaşam biçimi olmuş ki, sadece bakkalla sınırlı da değil. Müslim İnal, köyün en heyecanlı delikanlısı, yakında düğünü var. Başlık parası olarak 18 altında anlaşılmış. Müslim, geçtiğimiz günlerde traktörüne atlayıp kayınpederinin tarlasını biçmiş. Harcadığı emek ve mazotu 10 altın ile takas etmek geçiyor aklından ama son sözü kayınpeder söyleyecek. Bir başka bakkal dışı takas örneği ise köyün muhtarı Ali Rıza Çağlar’ın eseri. Köydeki minibüsü de kullanan muhtar, geçen yıllarda 1 ton süte karşılık 450 litre mazot aldıklarını söylüyor. Seyrantepeliler bu takas işine o kadar alışmışlar ki şakalarına bile konu olmaya başlamış. Köyde daha önce fahri imamlık yapan kişinin yerine devlet imam göndermiş. Köylüler, gencecik imama takılıp, “İmamı bile takas ettik, sakallısını verip sakalsızını aldık” diyorlar. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum, önceki fahri imamın maaşını da yine ürettiklerini takas ederek ödüyorlarmış. Tüm bu takas fırtınası içinde takas etmeyecekleri bir tek şeyin olduğunu da öğreniyoruz. Ahlat içinde düzenlenen futbol turnuvasında birincilik kazanmışlar, kaldırdıkları kupanın takasına ise kimse müsaade etmiyor.

“Kimse para görmemiş ki!”
Şaka bir yana, takasın yıllardır köyde hüküm sürmesinin nedeni oldukça ciddi. Sorunu en iyi “Aslında 35 yaşındayım, beni yoksulluk böyle yaptı” diyen Nevzat “Amca” dillendiriyor. “Kimse para görmemiş ki, hep bu perişanlıkla kalmışık, büyümüşük. Sabah kalkıyoruz karnımız aç, başımız çıplak. Bugün ne yiyeceğiz. Yav, para yoh, yoh! Ağlaya ağlaya gözümüzde yaş kalmadı” diye özetliyor durumu. Parası yok ama yüreği, neşesi yerinde. İftara kalın diye ısrar ediyor, ardından da, “Biraz daha kalırsanız sizi de takas ederiz” diye takılıyor.

Parasızlık sadece köyle sınırlı değil, bu durum zaman zaman Ahlat’a bile yansıyor. Kentte yıllardır kumaş satan Mevlüt Gürbüz, arada sırada kendilerinin de canlı hayvan karşılığı kumaş takas etmek zorunda kaldıklarını söylüyor. Muhtar, ısrarla çektikleri sıkıntılardan bahsetmek istemese de, bu yıl yaşanan kuraklığın iyice bellerini büktüğü ortada. İmamın kaldığı ev yıkılmış, yenisini yapamıyorlar. Şimdi kaldığı yere su çıkmıyor, namaz aralarında köyün imamı kovalarla su taşıyor. Gübre alacak ya da takas edecek mal elde avuçta yok. Herkes kara kara tarlalar nasıl ekilecek diye düşünüyor. Ekilse, bu mazot fiyatlarıyla nasıl biçilecek o da ayrı bir dert. İlkokulda dört öğretmen beş sınıf var. Kaymakam tozun eksik olmadığı köy içindeki yollara taş döşeme sözü vermiş ama şimdilik bir hareket yok. Muhtar, “Yine hiç yoktan iyidir” diyor ama köylü dertlerinin de yazılmasından yana. Nevzat Amca da, “Dertlerimizi de yaz” diye ısrar edince başka seçeneğim kalmıyor. “Başım gözüm üstüne” diyorum ve insanlığın hüküm sürdüğü takas köyünden, paranın hüküm sürdüğü büyük şehre doğru yola çıkıyorum...

***
Seyrantepe Borsası *

1 yumurta = 1 çikolatalı gofret
10 yumurta = 1 kg. şeker
1 kg. peynir = 1 kg. çay
2 kg. peynir = 5 lt. yağ
1 teneke buğday = 5 kg. makarna
1 koyun = 400-500 yumurta

* 5 Eylül 2008 kapanışı

Yasaklı uçaklar Türkiye pistlerinde!

Avrupa Birliği'nin kara listesindeki “Ariana Afghan Airlines"a ait uçaklar Yeni Aktüel'in radarına yakalandı...

Artık göklerimizde güvercin kadar uçak var; biri iniyor, biri kalkıyor. Yine de güvercinler kadar özgür değiller, her istedikleri yere inip kalkamıyorlar. Avrupa Birliği’nin havaalanlarını belli havayollarına kapattığı bir kara listesi bile var. Bu kara listede yer alan, ama Türkiye’de dilediği gibi uçan uçaklar da... Bu arada, Türkiye’nin bir kara listesi olup olmadığını da merak ettik, ancak Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nden yanıt alamadık…

Özgür Gürbüz - Aktüel / 4-10 Eylül 2008

Kemerinizi bağlayın, belinize göre ayarlayın. Bebeğiniz varsa onun için özel kemer, uykunuz varsa yastık isteyebilirsiniz. Can yeleklerini başınızdan geçirin, ucundan sarkan ipleri yeleğin arkasından dolayarak birbirine bağlayın. Bir şeyler ters giderse (Allah korusun!), başınızın üstündeki kapaklardan plastik serum şişelerine benzer oksijen maskelerinin düşeceğini zaten biliyorsunuz. Birazdan kalkışa geçeceksiniz ama inemeyebilirsiniz. Ya da istediğiniz yere inemeyebilirsiniz çünkü bu, sizden çok seçtiğiniz havayolu şirketiyle ilgili.

Avrupa Birliği, havayolu şirketlerinin kontrol mekanizmalarından, uçakların içindeki ekipmana kadar birçok kriteri göz önüne alarak, onlarca şirketin hava alanlarını kullanmasını engelliyor. “Ariana Afghan Airlines” da bunlardan biri. Bu havayolunun Avrupa Birliği içerisindeki herhangi bir havaalanına inmesi, en son 25 Temmuz 2008 tarihinde güncellenen kararla yasaklanmış durumda. Henüz Avrupa Birliği üyesi olmadığı için bu kararın Türkiye üzerinde bağlayıcılığı yok. Olmadığını da havaalanlarında biraz dolaşınca anlıyorsunuz. Geçen hafta içinde bu havayoluna ait iki uçak İstanbul ve Ankara’daydı. Bunlardan biri, 27 Temmuz saat 16:00’da Kabil’den gelip İstanbul’a indi. İkinci uçak 29 Temmuz’da Kabil’den Ankara’ya uçtu ve oradan da İstanbul’a doğru yola çıktı.

Kemer ikaz ışıkları söndü. Yerimizden kalkıyor ve pilot kabinine girerek bu konuda daha ayrıntılı bilgi almaya çalışıyoruz. Türkiye Havayolu Pilotları Derneği Başkanı, Kaptan Pilot Ali Ziya Yılmaz, havayolu şirketlerinin kara listeye alınmasının sadece güvenlikle ilgili olmadığının, çarpışmaya mani olucu sistem ve uçakların çıkardığı gürültünün limitlere uygunsuzluğun da neden teşkil ettiğinin altını çiziyor. Yasakların bir başka sebebinin ise teknik donanımlarla ilgili olduğunu belirten Yılmaz, “Yoğun hava trafiğinin bulunduğu Avrupa hava sahasında uçabilmek için çarpışmayı önleyici sistemle donatılmış olma şartı var. Bu şartı yerine getirmeyen uçakların bu bölgelere girmesi yasaklanmıştır” diyor.

Otomatik pilot sabırsızlanıyor, röportajı kısa kesmek zorunda kalıyoruz. Ali Ziya Yılmaz’a kabinden çıkmadan son haftalarda İspanya ve Kırgızistan’da meydana gelen kazaları ve Türkiye’nin durumunu soruyoruz. Yılmaz, Türkiye’nin Avrupa Havacılık Birliği’nin bir üyesi olduğunu, ayrıca Dünya Havacılık Kuralları’na göre gereken denetimlerin yapıldığını belirtiyor. “Emniyet tedbirlerini ne kadar iyileştirirseniz iyileştirin böyle kazalar oluyor” diyen TALPA Başkanı, “Yaz aylarındaki yoğun uçuşlar sonucu oluşan yorgunluk bir kaza nedeni olabilir. Maliyetleri düşüreceğim derken emniyetten taviz vermek de. Ancak, kazalar yıllık uçuş saatleriyle mukayese edildiğinde son dönemde pek bir artış olduğunu sanmıyorum. Kazaların üst üste gelmesi kamuoyunun dikkatini çekti herhalde” açıklamasını yapıyor.

Kazalarda insan faktörü yüksek
Yerimize geçiyor, kemerimizi bağlıyoruz. Koltuğumuzu dik duruma getirdikten sonra önümüzdeki cepte yer alan bir not gözümüze çarpıyor. Tam da bu yorgunluk meselesiyle ilgili. Hava-İş Dış İlişkiler ve Eğitim Uzmanı Kemal Ülker imzalı notta, havacılıkta meydana gelen kazaların dörtte üçünde insan faktörünün rol oynadığı, yine kazaların dörtte birinin direkt olarak uçuş ekibinin yorgunluğuyla ilgili olduğu yazılı. Hava-İş’in bu konuda kampanya yaptığını belirten Ülker, Türkiye’nin kaza performansının Afrika ülkelerine yakın olduğunu söylüyor. O anda yanımızdaki yolcunun nota bizim kadar dehşetle baktığını fark ediyoruz. “Bendeki bir istatistik gerçek anlamda kazaya sebep olan teknik-mekanik sorunların payını sadece yüzde 11 olarak gösteriyor” diye söze başlıyor. “Buna karşılık kazalardaki insan hatası oranı yüzde 73. Uçağı yöneten kişi pilot olduğu için, kazayı da pilot yapar anlayışı değişeli çok oldu. Kazaların çoğunu pilotlar değil, insanlar yapar. Bu insan bazen pilot, bazen kuledeki operatör, bazen de yönetim binasındaki kişi olabiliyor” diye devam ediyor. Kendisini tanıtmasını istiyoruz, Havacılık Tıbbı Derneği Başkanı Doç Dr. Muzaffer Çetingüç’le sohbet ettiğimizi anlıyoruz. Çetingüç, “Yüzlerce insanın öldüğü dramatik olaylara sebep olan kişi bizzat pilot ise bile, onu bazı zafiyetler içinde o koltuğa oturtan kişilerin hiç sorumluluğu yok mu? Onun eğitim veya beceri eksikliğinden, sağlık sorunlarından, yorgunluk, uykusuzluk ve beslenme problemlerine kadar; psikolojik bozukluklarından, doğru karar vermesini engelleyen idari baskılara kadar olan konuları dikkate almazsak, doğru davranmış olur muyuz” diye soruyor. Bu soruya yanıt vermekte zorlanırken imdadımıza yemek servisi yetişiyor. Kemal Ülker’in notunun son bölümü aklımıza geliyor. Uçuş ekibinin ülkemizde garson olarak algılandığından yakınan Ülker, onların asıl görevinin çok nadir de olsa karşılaşılan kazalarda üstlendikleri rol olduğuna, bu yüzden de eğitimin ve personelin uygun koşullarda çalışmasının önemine dikkat çekiyor. Not, İsviçre’deki “Kapers” sendikasının sloganı ile bitiyor; biz de yazıyı öyle bitirelim. İsviçre’deki kabin memurları, “Biz sizin k..ınızı yalamak için değil, kurtarmak için buradayız” sloganıyla çalışıyorlarmış...

***
Havacılık Tıbbı Derneği Başkanı Doç Dr. Muzaffer Çetingüç
“Türkiye’nin kaza karnesi iyi değil”


* Sizce Türkiye'de havacılıktaki standartlar hangi seviyede?

Havacılık Tıbbı Derneği olarak tıbbi konularla ilgili olduğumuz için, bu sahada zafiyetler görüyoruz. Örneğin uçuş doktorları sisteme entegre edilmemiş durumda. İstanbul Atatürk Havalimanı’nda yolcu ve uçuş ekiplerinin sağlık sorunlarıyla ilgilenecek, havacılık tıbbı eğitimi almış tek bir hekim yok. Koskoca THY’de sadece bir uçuş doktoru var, o da idari görevde. Bu kişi tıbbi kontrollere, sağlık istatistiklerine, uçuş ekiplerinin eğitimlerine nasıl yetebilir?

* Türkiye'de uçak kazalarıyla ilgili kaza raporlarına güvenebilir miyiz?
Resmi kaza raporları dünyada da çok geç yayınlanıyor, gerçekten de teknik analizler vakit alabilir ama sanki olayın soğuması için geciktiriliyor ve insanlar da zaman içinde olayı unutuyor. Medya ve sigorta şirketlerinin baskıları işe yarıyor; şirketleri uçuş güvenliği tedbirleri almada titiz davranmaya zorluyor. Gene de kazaların gerçek sebepleri bazı kişileri veya şirketleri zor durumda bırakacak, ticari kayba yol açacak gibi ise, raporların açıklanması kasten erteleniyor, istatistikler çarpıtılıyor olabilir.

* Türkiye'deki havayolu şirketlerinin güvenlik kayıtları nasıl?
Ciddi havacılık sitelerinde dünyanın tüm havayolu şirketlerini kapsayan kaza istatistikleri var; bu kaynaklarda ülkemizin bayrak taşıyıcı şirketinin karnesi iyi görünmüyor. Bir milyon kalkış itibariyle kaza oranları: Delta: 0.30 British Airways: 0.32 Lufthansa: 0.41 AirFrance: 1.19 İran: 2.5 Pakistan: 5.0 THY:7.3 Mısır: 8.0 Çin: 10.2 Ülkemizin bu sıralamada bu kadar kötü bir yerde olmasının bir açıklaması olmalı. Şahsen yurtdışı seyahatlerimde tercih ettiğim THY’nin bu istatistiklere yanıtını merak ediyorum.

* Ramazan ayında pilotların oruç tutmaması gerektiğini belirtmişsiniz…
Havacılıkta sadece pilotlar değil, hava trafik kontrolörleri, uçak bakım ve yer ekipleri de görev günlerinde oruç tutmamalı. Oruç nedeniyle uyku ve uyanıklık ritminin değişmesi yüzünden halsizlik, dalgınlık ve uyuklama olabilir; 10-12 saat süreli açlık ve susuzluk nedeniyle kan şekeri ve tansiyon düşmeleri, dikkat, bellek ve konsantrasyon bozuklukları; sinirlilik, tahammülsüzlük görülebilir. Askeri havacılıkta uçucuların oruç tutmaları da, katı diyet uygulamaları da engellenir. Bir örnek de İslâm dünyasından verelim. Fas’da pilotların oruç tutmamaları gerektiği, orucun pilot performansını olumsuz biçimde etkilediği, bizzat Ulaştırma Bakanı Karim Ghellab tarafından açıklandı.

* Zaman zaman içki içtiği söylenen pilotlarla ilgili haberlere rastlıyoruz. Bu konuda bir kontrol eksikliği mi var?
Her toplulukta ilaç ve uyuşturucu kullanan da, alkolü görevi sırasında kullanan kişiler de olabilir. Özgüveni yüksek kuruluşlar, binlerce personeli arasında böyle davranış bozuklukları gösterenlerin çıkabileceğini serinkanlılıkla kabullenir ve tedbir alır. Bizim pilotlarımız arasında alkolik olan, uçuşta bile içen kişi olduğunu duymadım, ama tek tük olsa bile kontrol mekanizmasıyla bunlar caydırılabilir. Batı ülkelerinde pilotlara uçuş öncesi veya sonrası rasgele alkol testi yapılmakta. Bizde bu anlamda yapılan hiçbir şey olmadığını bilmek üzücü. Ayrıca şaibe altında kalan yüzlerce düzgün pilot adına da üzülüyorum.

***
AB’nin kara listesinden bir kaç örnek

Havayolu şirketi --- Ülkesi
Ukrainian Mediterranean Airlines --- Ukrayna
Africa One --- Kongo
Air Pacific Indonesia --- Endonezya
Kyrgyz Trans Avia --- Kırgızistan
Air West Co. Ltd. --- Sudan

Tam liste için: http://ec.europa.eu/transport/air-ban/