Özgür Gürbüz-BirGün/6 Aralık 2018
Aydın’ın Efeler ilçesine bağlı Kızılcaköy’de köylüler aylardır çadırlarda nöbet tutuyor. Kurulmak istenen jeotermal santralına karşı direniyorlar. Dün medyaya yansıyan bir kareyi unutmak mümkün değil. Onlarca jandarmanın önünde toprağını korumak için oturmuş o köylü kadının fotoğrafından bahsediyorum…
Ne garip, küçükken bana okullarda hep köylünün milletin efendisi olduğu anlatılmıştı. Fotoğraf bütün öğretilenleri yalanlar gibiydi.
Köylüler, tarımsal ürünlerinin etkileneceğini ve santraldan çıkacak zararlı gazlar ile atık suların çevre kirliliğine yol açacağını düşündüklerinden jeotermal santrala karşı çıkıyor. Kızılcaköy tek değil. Aydın yöresinden uzun zamandır jeotermal santrallarıyla ilgili benzer şikâyetler geliyor.
Jeotermal enerji yer altındaki sıcak suyun buharından faydalanarak elektrik üreten bir sistem. Buhar türbinleri çeviriyor, jeneratör elektrik üretiyor. Dünyada yenilenebilir enerji sınıfında yer alıyor ve küresel iklim değişikliğine neden olmamasından ötürü destekleniyor. Peki, ne oluyor da dünyada “temiz” kabul edilen bu enerji kaynağı Türkiye’de “kirli” olabiliyor?
Efeler Belediyesi de bu sorunun yanıtını bulmaya çalışmış ve şikâyetleri araştırmak için bir komisyon kurmuş. Yaklaşık 10 ay önce yayımladıkları raporda; yeraltından çıkarılan akışkanın tamamen yeraltına geri verilmediği, bazı gazların koku yaptığı, yüksek sıcaklıktaki suyun çevreye zarar verebileceği ve bölgede artık organik incir yetiştirmenin mümkün olmadığına dair önemli bulgular var. Öneriler bölümünde de şu madde yer alıyor: “Yaptığımız araştırmada diğer ülkelerin standartlarına uygun olmayan Jeotermal Yasası ve yönetmeliğinin, dünya ülkelerinin jeotermal yasaları ve yönetmelikleriyle karşılaştırılıp, yasamızın tekrar düzenlenmesi gerektiğine inanıyoruz”. Anlaşılan o ki enerji aynı enerji ama dünyayla Türkiye’deki uygulama farklı.
Jeotermal enerjiden elektrik üretimi son yıllarda hızla arttı. Bu santrallardan üretilen elektriğe verilen kilovatsaat başına 10,5 dolar sentlik alım garantisinin artıştaki payı büyük. 2017 yılında Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 2,1’i jeotermalden sağlandı. 2010’da bu oran yüzde 0,3’tü. Yedi yılda yedi kat arttı. Kurulu santralların neredeyse dörtte üçü Aydın ve Denizli’de. Belli bölgelerde yığılma olduğu açık. Aynı HES’ler gibi, tek tek etkisi sınırlı olabilen bu santrallar, aynı bölgede ardı ardına kurulunca iş değişiyor. Yeraltına geri gönderilmeyen sıvılar, koku ve aşırı kullanım nedeniyle azalan yeraltı suları gibi çeşitli sorunların kümülatif etki yaratması sürpriz olmasa gerek.
Gözüme çarpan bir başka nokta ise bu santralların kullanım biçimi. 2017 yılında kurulu gücü 1063 megavatı bulan jeotermal santrallar aynı yıl 6 milyar kilovatsaatten fazla elektrik üretmiş. Bu santralların çok yüksek verimle, adeta bir doğalgaz santralı gibi çalıştırıldığı görülüyor. Kapasite faktörü yüzde 70. Yani, santrallar bir yıldaki 8 bin 760 saatin 6 bin 132’sinde tam kapasite çalışmış. Alım garantisinin 2020’de bitecek olması da bu santralları gece gündüz çalıştıran bir etken olabilir.
Jeotermal enerji rüzgâr ve güneşin aksine dilediğiniz zaman elektrik üretebileceğiniz bir kaynak. O yüzden de baz yük dediğimiz (düğmesine basınca size elektrik veren) santrallarının yerine geçebilir. Ancak, onu böyle kullanmak yerine, rüzgâr veya güneş santrallarıyla eşleştirip, güneşin olmadığı, rüzgârın azaldığı anda devreye alıp, bu üçlüyü tek bir santralmış gibi çalıştırmak daha akıllıca olabilir. Hem yeraltındaki su rezervi sürdürülebilir bir şekilde kullanılır hem de tarımsal ürünler, çevre riske atılmadan, belirlenecek yüksek standartlara uygun bir üretim gerçekleştirilebilir. Çevre ile enerji bakanlıkları işi denetlemez, kurallar koymazsa, firmalar en kısa zamanda en çok karı elde etmek için mümkün olduğunca fazla elektrik üretip satmak ister. İtiraz edenin karşısına jandarmayı göndermekle sorunu çözmüş olmuyorsunuz.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Jeotermal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jeotermal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Radyoaktif demokrasi
Özgür Gürbüz-BirGün/23 Ekim 2013
Japonya Başbakanı Şinzo Abe, Marmaray’ın tüp geçidini
açmak için önümüzdeki hafta Türkiye’ye gelecek. Abe’nin, ziyareti sırasında
Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santralle ilgili anlaşmanın da imzalanacağı
söyleniyor. Mersin’den sonra Sinop’a da nükleer santral kurmak isteyen
“demokratik hükümetimiz” radyasyon tehlikesini ülkenin her yanına eşit dağıtmak
istiyor olabilir. Mersin ve Adana’dakiler kanserden ölürken, kuzeydekilerin
bakması olmaz. Bu hata Çernobil’de istemimiz dışında gerçekleşmişti. Radyasyon
bulutlarını ülkenin her yönüne üfleyememiştik. Şimdi dağıtım merkezleri kurarak
sorunu hallediyoruz. Her yerde nükleer, herkese radyasyon!
Konda’nın Nisan ayında yaptığı araştırmada Türkiye’de nükleere hayır diyenlerin oranı
yüzde 63,4’tü. Fukuşima sonrası bu oran yüzde 80’lerdeydi. Ana akım
medyanın yanlı tutumu, konunun kamuoyunda hiç tartışılmaması nükleer meselesine
ilgiyi azaltsa da Türkiye’de AKP’ye oy veren insanlardan daha fazlasının
nükleer istemediği ortada. Peki, şimdi ne olacak? Halkın fikri hiçe sayılıp, nükleere
evet mi denecek?
Başbakan Erdoğan her fırsatta diktatör olmadığını
söylüyor. Sandıktan, seçimden bahsediyor ama iş çevre meselelerine gelince
ortada demokrasinin “d”sini gören yok. Başbakan’ın her konu için seçimleri
adres göstermesi de komik bir hâl almaya başladı. İki gün önce, “Diktatörsem
beni sandıkta indirsinler” diye gösterdiği adres 30 Mart’taki yerel seçimdi.
Yerel seçimde Erdoğan’ın diktatör olup olmadığını mı oylayacağız yoksa belediye
başkanlarını mı seçeceğiz? Belli ki Erdoğan, yerel seçimlerde belediye
başkanlarının icraatlarını konuşmak istemiyor. Nükleer enerji meselesini
kamuoyunda tartışmak istemediği gibi. Enerji Bakanı’nın televizyonda nükleer
karşıtlarının karşısına çıkıp sorularını cevapladığını hiç gördünüz mü?
Mersinliye, Sinopluya fikrini soran oldu mu? Krallar ve diktatörler gibi sadece
kendileri konuşsun istiyorlar.
Türkiye’de sandıklar yerelin sorunlarına yanıt vermiyor.
Erdoğan’ın demeci itiraf niteliğinde. Seçimler hükümetin güven oylamasına
dönüştürülerek basitleştirilmek isteniyor. Sandığa gidenlerin aklına deresindeki
HES, ilindeki nükleer santral ve kentindeki trafik sorunu gelmesin istiyorlar. İçkiydi,
dindi derken bir beş yılı daha çalacaklar. Halbuki, Gezi’den sonra gündem
değişti. ODTÜ Ormanı ve ulaşım sorunları gibi yerelin gündemi artık her gün
karşımıza çıkıyor. Yaşam hakkımızı konuşuyoruz. Ne olursa olsun, çözüm sandık
diyenlere de 2009 yerel seçimlerini hatırlatalım. Nükleer projeleri
açıkladıktan sonra AKP Sinop ve Mersin’de seçimleri kaybetmişti. Halk nükleer
müjdeden çok memnun olsa hükümete sandık sandık oy atardı. Sandıktan AKP’ye
hayır çıktı ama nükleer projeler iptal edilmedi. Demek ki sandık da sadece
işine gelince...
Hükümetin tüm sorunları genel seçimde çözme fikri ne
kadar eskiyse, nükleer enerjinin elektrik ihtiyacını karşılama konusunda tek
çare olduğu fikri de o kadar eski. 1993’te dünyadaki elektrik üretiminin yüzde
17’si nükleer santrallerden sağlanıyordu. Bu oran yüzde 13’ün altına düştü. 1993’te
rüzgar, güneş ve jeotermal gibi kaynakların küresel elektrik üretimindeki payı
sıfıra yakındı, bugün yüzde 4,5. Nükleerin payı düşerken, yenilenebilir
enerjilerin artıyor. Türkiye’nin en büyük şansı da burada. Nükleer teknoloji ve
yakıt konusunda tamamen dışa bağımlıyken yenilenebilir enerji konusunda çok
ciddi bir potansiyele sahip. Nükleer konuşarak 40 yıldır ihmal ettiğimiz rüzgar
ve jeotermal şu anda elektrik üretimimizin yüzde 4’e yakınını sağlıyor. Başka
söze gerek var mı?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)