Tarımda Küba modeli

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2016

TBMM Başkanı İsmail Kahraman Che’yi sevmeye dursun, Che ve arkadaşlarının yarattığı Küba, ekonomik ve siyasi baskılara rağmen dünyaya örnek olmaya devam ediyor. Sağlıkta Küba’nın başarısını bilmeyen yok. Bizde paralı, kalitesi tartışılan bir hizmet sunulurken, Küba’da herkese ücretsiz sağlık hizmeti veriliyor; bu bir Anayasal hak. Dünyada kişi başına düşen doktor sayısında üçüncü sıradalar. Her bin kişiye yaklaşık 6,7 doktor düşüyor. Türkiye’de bu rakam 1,7. Bizden zengin değiller ama daha sağlıklılar. 11 milyonluk Küba, sağlıktaki bu başarısını şimdi enerji ve tarım alanlarına da taşımak istiyor.

Küba, bir zamanlar dünyanın en büyük şeker üreticileri arasında yer alıyor ve dünyadaki üretimin neredeyse dörtte birini sağlıyordu. Şeker fiyatlarındaki düşüş ve Sovyetler’in yıkılması sonucu kesilen sübvansiyonlar sonucunda yaşanan krizi zor da olsa atlatan Küba, burada yapılan hatalardan ders çıkartmışa benziyor. Tek bir ürüne bağlı tarım ekonomisi (monokültür) terk edilmiş. Sadece üretimde çeşitliliği arttırmamışlar, doğaya ve insan sağlığına zararlı yapay gübre ve böcek ilacı yerine doğal yöntemleri seçip, kentlerde organik tarımın önünü de açmışlar.

Sihirli kelime ‘Organoponicos’. Havana’da bu sihirli kelimeyi söyleyince karşınıza kentin içine serpilmiş, ‘daha azla daha çok üreten’ bahçeler çıkıyor. Adındaki organik vurgusu da bu bahçelerdeki toprağın alt katmanların kimyasallarla değil, bitki artıkları, evsel ve hayvansal atıklarla oluşturuluyor olması. 2013 verileri, Havana’da 97 tane oldukça verimli organoponics bahçe olduğunu gösteriyor. İçlerinde kooperatifler tarafından yönetilen ve yılda 300 ton organik sebze üretenleri de var. Bu çiftliklerin bazılarında hayvan da yetiştiriliyor. Rakamlar, bugün Havana ili sınırlarında kalan alanın yarısının tarımsal üretim için kullanıldığını belirtiliyor. Bizdeki gibi sadece tüketen değil hem tüketen hem üreten kentler yaratmışlar.

2012 yılında Havana’da gerçekleşen tarımsal üretimin matematiksel tercümesi de şöyle: 63 bin ton sebze, 20 bin ton meyve, 10 bin ton kök ve yumru, bin 700 ton et ve 10,5 milyon litre süt. Tarımsal üretimin çoğunun organik ürün olduğunu da vurgulayalım.

Kübalılar, Havana’daki kent ve kent çevresi tarım programının ekonomiye getirdiği katkıyı da hesaplamış. 1 milyon ton sebze üretimi için bildik tarım yöntemleri kullanılırsa ton başına 40 dolar değerinde yapay gübre kullanmak gerekiyormuş. Halbuki organik gübre kullanılırsa, (hele de bu bitki ve evsel atıklardan elde edilirse) ortaya çıkan tek maliyet onu bir yerden bir yere götürmek için kullanılan petrolle sınırlı. Bu da ton başına 0,55 dolar sente denk geliyor. 1 milyon ton üretim için Küba’nın kârı 39,5 milyon dolar. Kimyasal böcek ilacı yerine biyolojik yöntemler kullanılması da maliyetleri 2 milyon 800 bin dolardan 300 bin dolar seviyesine çekmiş.

Sovyetler’in dağılmasıyla tüm bu dışa bağımlı kimyasal ilaç ve gübreden mahrum kalan, bu yüzden de açlık ve yetersiz beslenme sorunları yaşayan 20 yıl öncesinin Küba’sından organik kent bahçeleriyle üretim yapan Küba’ya gelinmiş. Sürdürülebilir tarım hamleleri başta Havana olmak üzere ülkede sağlıklı ve yerel gıda üretimini arttırmış. Bugün, BM Gıda ve Tarım Örgütü’nden Worldwatch Enstitüsü gibi saygın çevre kuruluşlarına kadar birçok yerde, Havana’daki tarım devrimi (herhalde devrim demek daha doğru) anlatılıyor.

Yedikule’deki kent bostanlarını yıkan; kentleri rant uğruna büyüterek tarım alanlarını yok eden; organik ve yerel tarımı destekleyeceğine, çiftçiyi ithal gübre ve ilaca mahkum eden; halkına sağlıklı gıda yedirmek için önlem alacağına, gıda kartellerinin isteklerini kırmayarak GDO’lu hayvan yemlerini ülkeye sokan, doğal şeker yerine halkı nişasta bazlı şekere mahkum eden Türkiye’nin gençleri neden Che tişörtüyle dolaşıyor şimdi anlayabildiniz mi?  

Gelecek hafta Küba’nın enerji ve ekoloji alanındaki hamlelerini konuşacağız.

Türkiye’nin çöküşünün sorumlusu doğa değil eğitim

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Eylül 2016 

“Uygarlıklar kurulmuş, refah ve bolluğa kavuşmuş ve çoğu kez zayıflayarak yok olup gitmişlerdir. Neden yok olup gittiklerini burada tartışacak değiliz ama şu kadarını söyleyebiliriz: Mutlaka bir kaynak tükenmesi meydana gelmiş olmalıdır. Birçok kez aynı alan üzerinde yeni uygarlıklar yükselmiştir; daha önceki uygarlığın yıkımına salt maddi kaynakların tükenmesi neden olsaydı buna olanak kalmazdı. Bu tür kaynaklar yenilerdi kendilerini.”

E.F. Schumacher[1], Küçük Güzeldir adlı başyapıtında en büyük kaynak dediği eğitimi, bu satırlarla tartışmaya açar. Bildiğimiz bir tarihten örnekle Schumacher’in ne demek istediğini biraz daha açıklayalım…

Osmanlının hüküm sürdüğü toprakların büyük bir bölümü dönemin en büyük imparatorluklarından Roma’ya aitti. Schumacher’in de dediği gibi, Roma’nın çöküşünün maddi kaynakların kaybıyla, o topraklardaki doğal zenginliklerin eksikliğiyle bir ilgisi olamaz çünkü aynı topraklarda yüzyıllarca ayakta kalacak başka bir imparatorluk, Osmanlı kurulabildi. Osmanlı’nın çöküşü de suyun azalmasından veya buğdayın bitişinden kaynaklanmadı. Neden kaynaklandı diye soracak olursanız yanıtını yine Schumacher’den alabilirsiniz:

“Tüm tarihimiz ve halen geçirmekte olduğumuz deneyimler göstermektedir ki, ana kaynağı sağlayan insandır, doğa değil: tüm ekonomik gelişmenin kilit etkeni insanoğlunun kafasında yatmaktadır. Birden bir gözü peklik, girişimcilik, buluşçuluk, yapıcılık seli boşanır, hem de birçok alanda birden. Bunun ilk nereden doğduğunu kimse söyleyemez ama kendini nasıl sürdürdüğünü ve güçlendirdiğini söyleyebiliriz… Çok gerçek bir anlamda, eğitimin tüm kaynakların en yaşamsalı olduğunu bu yüzden söyleyebiliyoruz.”  

Doğa her kaynağın/varlığın sağlayıcısıdır ancak bunları doğru kullanmak, tüketip tüketmemek insanın elinde. Kısaca özetlersek, aynı toprakta, aynı kaynaklardan faydalanarak batan bir uygarlığın yerine yenisi kurulabiliyorsa bunun nedeni insandadır diyor Schumacher. İnsanın aynı doğal varlığı farklı farklı kullanmasını sağlayan da eğitimden başka bir şey değil. Ve hepimiz biliyoruz ki yeni icat ve düşünceleri ancak farklı insanlar, farklı bilgiler ve kültürel değerlere sahip olanlar yaratabilir.

Türkiye’nin yaratıcılık anlamında yaşadığı yoksunluğun, ekonomiden edebiyata, bilimden tıbba kadar taklitçiliğe, üretmekten çok tüketmeye yönelmesinin ardında eğitim sisteminin dibe vurması yatıyor. Bugünkü terör, darbe ve kaotik ortamı hazırlayan da, Türkiye’nin yaşadığı çöküşün kaynağı da bu. Osmanlı sevdalılarının ülkeyi getirdiği yer Osmanlı’nın sonundan farklı değil çünkü kendilerini aynı dogmalara hapsettikleri için aynı hataları tekrar ettiler. Etmek de zorundaydılar çünkü savundukları devlet ve onu dayandırdıkları din merkezli sistem, biraz önce bahsettiğimiz gibi, ülkelerin ayakta kalmasına yarayan tek unsur olan insanı geliştirmeye değil, kontrol altında tutmayı öne çıkarıyor. Bu da tarihte yüzlerce defa tekrarlandığı gibi ülkelerin iflasını beraberinde getiriyor. Türkiye’de yaşadığımız da bu.

Okulların açıldığı şu günlerde, farklı düşünen eğitimcilerin, ortaokul, lise ve üniversitelerden atılması, zorunlu din dersleriyle, imam hatiplerle eğitimin insanda dönüşüm yaratma gücüne katkı sağlamaktan uzak bir hale getirilmesi bu günleri hazırladı. 1980 sonrası başlayan süreç mevcut hükümetin son hamleleriyle hızlandı. Mevcut eğitim sistemi acilen değiştirilmezse çöküş kaçınılmaz.

Türkiye’nin bu hazin sondan kurtulma şansı var mı? Elbette var ama bu, başta eğitim olmak üzere tüm yapılanların tersinin yapılmasıyla olabilir. Aldığımız eğitimin, doğanın bize sunduğu kaynakları/varlıkları sürdürülebilir ve en verimli bir şekilde kullanmamıza olanak tanımasıyla mümkün. Bu da zorunlu din dersleriyle, peygamberin hayatını öğrenmekle, bireysel özgürlükleri kısıtlayacak kıyafet dayatmalarıyla, her öğrenciden imam yaratmakla; yasak, mahalle baskısı ve tabularla iç içe yürüyen bir eğitim sitemiyle olmaz. Düşünce özgürlüğü bilimin gelişmesi için gereken ilk şartlardan biri. Düşüncesini kısıtladığını eğitimci, çöküşü durduracak öğrenci yetiştiremez.


[1] E.F. Schumacher, bir önceki yüzyıla damgasını vurmuş sosyalist-ekolojist ekonomistlerden biriydi. Küçük Güzeldir adlı kitabı bugün de doğaseverlerin başucu kitapları arasında yer alıyor.

İklim müzakerelerinin kayıp ülkesi Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2016

İklim müzakerelerinde Türkiye’nin yaptıkları, uluslararası ilişkiler derslerinde ‘bu iş nasıl yapılmazı’ anlatmak için kullanılabilir. Özeti şöyle…

COP14-Poznan'dan bir görüntü - Foto: O. Gurbuz
Dünya küresel iklim değişikliğinin insan etkisi nedeniyle gerçekleştiği konusunda şüpheler artınca ilk büyük adımı attı ve BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması (UNFCCC) ortaya çıktı. Amaç, insan etkisiyle meydana gelen iklim değişikliğini anlamak ve çözümü için tüm ulusları kapsayan bir protokol hazırlamaktı. Çerçeve Anlaşması 21 Mart 1994 yılında yürürlüğe girdi. Türkiye kendisini gelişmiş ülkelerin olduğu Ek-1 grubuna dahil ederek yanlış pozisyon aldı. Haliyle de, sonraki dönemde herkes iklim değişikliğini nasıl durdururum diye uğraşırken Türkiye, kendisini gelişmiş ülkelerin olduğu gruptan nasıl çıkarırım diye uğraştı. Sonuçta anlaşmaya 10 yıl sonra, Mayıs 2004’te taraf oldu.

Çerçeve Anlaşması’nın önünü açtığı protokolün adı 1997’de kondu. Kyoto Protokolü tarihin seragazı indirimini şart koşan ilk uluslararası anlaşmasıydı. Uzun müzakerelerden sonra Şubat 2005’te yürürlüğe girdi. Türkiye yine ne yapacağını bilemedi. Müzakereleri iyi takip etmediği gibi, pozisyon da alamadı. Enerjide kömürcülerin ağırlığı hissediliyor, ülkenin her kesiminden bunun bir komplo teorisi olduğuna dair sesler yükseliyordu. Güneş, rüzgar ve jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının ülkesi Türkiye, olmayan petrol ve doğalgazına, verimsiz yerli kömürüne rağmen, fosil yakıt taraftarlarının yolundan gitti. Yanlış takımı tuttu. Kyoto Protokolü’ne de iş işten geçtikten sonra 2009 yılında katıldı, 2020’ye kadar yükümlülük almadı ama süreçten de uzak kaldı.

2015 sonunda Paris’te düzenlenen 21. Taraflar Toplantısı’nda 180 ülke Kyoto Protokolü sonrası yürürlüğe geçecek Paris Anlaşması’nı imzaladı. Türkiye’de 180 ülke arasındaydı ancak işin doğasına aykırı bir şekilde, seragazlarını azaltma değil arttırma hedefi koydu. Tek jesti, “arttıracağız ama daha az arttıracağız” oldu ve anlaşmayı bu taahhütle imzaladı. Müzakereler Çin ve ABD’ye odaklandığı için Türkiye’nin durumu fazla gündeme gelmedi.

Paris Anlaşması Kyoto’dan daha zayıf olsa da, en kötü anlaşma hiç olmamasından iyidir şiarıyla herkesçe alkışlandı. Şu ana kadar 27 ülke Paris’teki imzalarını bir adım daha ileri götürerek, ülkelerindeki yürütme organlarının onayını da alarak Paris Anlaşması’na taraf oldu. Anlaşmanın hayata geçebilmesi için iki kritik koşul var. 55 ülke anlaşmaya taraf olacak ve taraf ülkelerin seragazı emisyonlarının toplamı dünyadaki emisyonların en yüzde 55’ine denk gelecek. İlk şartın yerine getirileceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Emisyonların %55’ine ulaşmak ise biraz daha zor. ABD ve Çin’in süreci tamamlamasıyla bu oran yüzde 39’u geçse de, birkaç büyük ülkenin daha sürece katılmasına ihtiyaç duyulabilir. Küresel seragazı emisyonlarının yüzde 7,53’ünden sorumlu Rusya; 4,10’undan sorumlu Hindistan; 3,79’undan sorumlu Japonya ve AB’den gelecek onay ikinci koşul için yeterli olabilir. İki koşul yerine getirildikten sonra, taraf ülkelerin hepsi söz verdikleri gibi dünyanın ortalama sıcaklığındaki artışı 2, hatta 1,5 derecenin altında tutmaya çalışacaklar. Halihazırda 1 derece civarındayız.

Yaptırım konusu muğlak olsa da hedef bu. İyi, güzel ama ülkelerin anlaşmayı imzalarken verdikleri ulusal taahhütler (INDC), yani seragazı azaltım veya sınırlama sözlerinin toplamı 2 derece hedefi için yeterli değil. Peki, nasıl olacak bu iş? Büyük bir olasılıkla pazarlıkla. Taraf olma faslı bitince ülke taahhütlerinin iyileştirilmesi için müzakereler başlayacak. Bu bölümde Türkiye’nin taahhüdü de tartışmaya açılabilir. Tabii, Türkiye onay sürecini tamamlarsa!

Meclis’ten her gün olmadık yasalar, KHK’ler çıkıyor ama Paris Anlaşması gündemde bile değil. Şu andaki süreçte kim iklimle ilgilenir diyebilirsiniz ama istesek de istemesek de iklim sorununu çözmek zorundayız. Birileri bu işin ucundan tutmazsa, Türkiye’nin Kyoto gibi sürecin dışında kalma olasılığı yüksek. Sağlıkta, ticarette ve uluslararası ilişkilerde bunun bedeli ağır olabilir. Türkiye’nin küresel emisyonların yüzde 1’inden sorumlu bir ülke olduğunu da anımsatalım. Burada herkese iş düşüyor. Bu savaş ortamında, iktidar kavgalarının arasında kim ilgilenir demeden politikacılara ve bürokratlara bu çağrıyı yapmak zorundayım. Kendinizi düşünmüyorsanız çocuklarınızı düşünün ve müzakere sürecine sahip çıkın.

Madde 80 dünya düzdür diyor

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Eylül 2016

Etiyopya Anayasası, madde 44: Herkesin sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşama hakkı vardır (1994).

Portekiz Anayasası, madde 66: Herkesin, sağlıklı, dengeli bir beşeri çevrede yaşama hakkı vardır (1976).

Güney Afrika Anayasası, madde 24: Herkes sağlığa zarar vermeyen bir çevrede yaşama hakkına sahiptir (1997).

İspanya Anayasası, madde 45: Herkes çevreyi kişisel gelişimleri için kullanma hakkına sahiptir (1978).

Türkiye  Cumhuriyeti Anayasası, madde 56: Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir (1982).

Dünyanın hemen hemen her ülkesinde çevre hakkı Anayasa’da böyle tanımlanmıştır. İnsanın en yaşamsal hakları içerisinde yer alır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 56. maddesinde, bu hakka sahip çıkma görevinin devlet kadar vatandaşa da ait olduğuna vurgu yapılır. Yani, Gezi Parkı yıkılmaya çalışıldığında onu korumaya çalışmak, yanlış yere yapılan rüzgar santraline karşı çıkmak, derelerin üzerine halkın olurunu almadan HES yapıldığında o şirketi mahkemeye vermek hepimizin Anayasal ödevidir. Bu, Türkiye’ye mahsus bir durum da değil, başka anayasalarda da benzer maddeler var.

Güney Kore Anayasası, madde 35: Çevreyi korumak devlet ve bütün vatandaşlarının görevidir (1948).

Kenya Anayasası, madde 30: Çevreyi bugünkü ve gelecek kuşaklar için korumak herkesin görevidir (2005).

Bazı anayasalarda çevrenin nasıl korunacağı da yazar. Örneğin Arjantin Anayasası madde 41’de, çevre hakkının korunması için yetkililerin doğal kaynakların akla uygun kullanılması, doğal ve kültürel mirasla, biyolojik çeşitliliğin korunmasıyla, çevre konusunda bilgi ve eğitim verilmesi konusunda sorumlu tutulur. Bu madde 1853 yılında yazılan ilk Arjantin Anayasası’ndan beri değişmemiştir.

Ekvador Anayasası ise adeta geleceğin yasal altyapısına işaret eder. 14. maddesinde çevrenin ve ekosistemin korunması kamu yararı olarak tanımlanır. 12. maddesinde suyun vazgeçilmez bir insan hakkı olduğu belirtilir, toplumsal kullanıma ait, devredilemez stratejik bir miras olduğunun altı çizilir. Bu kadarla kalsa iyi, sıkı durun. Madde 71’de doğanın haklarından bahsedilir. 72’de doğanın yenilenme hakkına vurgu yapılır. Madde 73 ise, “devlet, canlı türlerinin yok olmasına, ekosistemin tahrip olmasına ve doğal döngünün zarar görmesine yol açacak faaliyetlere karşı önlem almak veya sınırlama getirmekle yükümlüdür” der. Diğer anayasalar daha çok insanın yaşamı için çevreyi korumaya çalışırken ve bu amaçla devlet ve vatandaşları sorumlu tutarken, Ekvador Anayasası, doğanın yaşam hakkını korumak için devleti sorumlu tutar[1].

Türkiye’de, 7 Eylül 2016 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 6745 sayılı kanunun 80. maddesi ise özetle şunları söylüyor. Bakanlar Kurulu’nun onay verdiği projeler bir dizi teşvikten yararlanabilecek. Kamu malları ve araziler bu projeleri yürüten şirketlere bedelsiz devredilebilecek. Projeler çevreye zarar verecek nitelikte bile olsa, istenirse, kredi faizleri 10 yıl boyunca devlet tarafından karşılanabilecek, kurumlar vergisinden muaf tutulabilecek. Yüzde 50 indirimli fiyattan elektrik kullanabilecek.

Günlerdir kamuoyunu meşgul eden madde 80 (tasarıda madde 75’ti) işte bu. Doğru yere hastane, kreş vs. yapılacağını bilseniz, belki de ne güzel dersiniz. Ancak hepimiz biliyoruz ki bu teşvikler madenler, barajlar, termik santraller, üstünden araç geçmeyen, bedelini bizim ödediğimiz köprüler ve yollar için kullanılacak. Stratejik kabul edilen projeler denetimden uzak tutulacak.

Arjantin’in 1853 tarihli yasasına, 1980 darbesinin ürünü Anayasa’nın 56. maddesine bir bakın. Bir de, 2016 yılında çıkarılan 6745 sayılı kanunun 80. Maddesine... Bu yüzyılda böyle kanunlar çıkarmak, dünya düzdür demeye benziyor.



[1] http://www.karasaban.net/ekvador-anayasasi/