Özgür Gürbüz-BirGün / 29 Mayıs 2011
Beşiktaş'ın ünlü taraftar topluluğu Çarşı, “Çıldırt bizi Kartalım, bu stadı başlarına yıkalım” diye bağırmaya görsün, tarihi İnönü Stadı'nda yer yerinden oynar. Eski kaptan “Deli” lakaplı İbrahim dışında tüm oyuncular ve seyirciler çıldırır, stad yıkılacak gibi sallanır. Beşiktaşlılar iyi bilir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan birkaç gün önce de Ankara'nın “çılgın projesi”ni açıkladı. Yine inşat, yine hafriyat. Bilgisayar desteğiyle birkaç günde yapıldığı belli olan sinevizyon gösterisinde, bir tünel animasyonu özellikle ilgimi çekti. Bildiğiniz üç şeritli bir tünel işte. Sağa dönüyor, sola dönüyor, 20 yıl öncesinin Atari oyunlarındaki araba yarışlarına benzer bir şey. Başbakan, “Tünel nasıl, tünel” diye soruyor, AKP'liler çıldırıyor. Başbakan biraz daha bastırsa salonu başlarına yıkacaklar. Gerçek hayatta pek olmaz ama animasyondaki yolun şerit çizgileri bile var. Bravo!
Dekolte giyen kadın görünce olmayan aklını yitirenlere, şimdi de tünel görünce “çıldıranlar” eklendi. Parti toplantısı değil taraftar buluşması sanki.
-Bak bu tünel.
-Heyooo!
-Bak bu köprü.
-Yaşa, varol!
Bak bu kanal, su geçiyor içinden.
-Vay beee!
Bu çıldırmış taraftar kitlesine, bu hengame içinde bir şey anlatmak, sesimizi duyurmak mümkün mü? Pek emin değilim ama yine de ezber bozma adına yazmakta fayda var. Tünel, köprü trafik sorununu çözmez. Ne kadar yol, o kadar yeni araç demektir. İstanbul ve Ankara'nın en büyük dertleri büyüklükleri, nüfus artışıdır. Sınırsız ve hedefsiz olmalarıdır. Küçük kentler güzeldir, kolay idare edilir. Yeni yerleşim yerleri açarak bir kentin küçüldüğü, nüfusunun azaldığı nerede görülmüş? Deprem tehditi altındaki yerleşim bölgeleri yeni iki kente taşınacakmış da, falan da filan. Boşaltılan yerler yeşil alan mı olacak? Haşa! Oradaki insanlar yukarıya (kalan son yeşil alanlar) taşınacak, gittikleri yerlerdeki evler ucuza kapatılacak ve yerine yeni konutlar yapılacak. Kanalından, yeni yol ve kentlerine, tüm bu inşaat işleri için İstanbul ve Ankara'ya gelenler de bu kentlerin yeni yerlisi olacak. Nüfus daha da artacak. Su sorunu, trafik sorunu ve beraberinde gelen çeşitli sosyal sorunlar da çığ gibi büyüyecek. İstanbul gibi tarihi bir kentin merkezini değiştirebilir misiniz? Bahçeşir, Esenler gibi yerlere kurulan yeni ve modern(!) kentlerle bu denenmedi mi? Denendi. Sonuç ise hüsran. Aksaray yine Aksaray, Taksim yine Taksim. Tıklım tıklım.
Yapılması gereken kentin doğal sınırlarını belirlemek ve bunun ötesinde yeni yapılaşmaya izin vermemek. Ancak bu takdirde imara yeni açılan alanlarda bina yapılmasını önler, konut yapımı için ayrılmış mevcut sermayeyi de deprem tehlikesi altındaki eski binalara aktarırsınız. Bunu yaparken de sosyal devleti ortaya çıkarır, orada yaşayanlara, doğup büyüdükleri semtte yaşama hakkını verirsiniz (parayla satarsınız demiyorum). Toki, moki dediğiniz kurumlar bu sosyal dayanışma için var, yoksa memlekette müteahhit mi yok?
Bu çılgınlıkla ilgili çok şey yazılabilir ama gözden kaçan başka bir noktaya da değinmek lazım. Başbakan Ankara'da yaptığı konuşmada, “Ankara'nın nüfusunun çok hızlı artarken şehrin buna hazırlıklı planlanmadığını” söyledi. Kızılay'da yenileme çalışması yaplacak, Ankara'ya lunapark kurulacak gibi daha bir çok şey vaadetti. Kim? Başbakan. İnsan, “Ankara'nın belediye başkanı Melih Gökçek'in eli armut mu topluyor diye” sormadan edemiyor. İstanbul'da da aynı manzara söz konusuydu. Başbakan aynı zamanda 81 ilin belediye başkanı oldu da bizim mi haberimiz yok? Kızılay'da meydan düzenlenmesinden Başbakan'a ne? İstanbul'a Ankara'ya lunapark kurma projelerinin genel seçimle ne ilgisi var? Kürt sorunu hakkında konuşan yok, işsizlik hakkında konuşan yok. Enerji politikalarında nükleerden, HES'lere, dağıtımdan enerji güvenliğine bin tane sorun var; konuşan yok.
-Ankara'ya lunapark geliyor.
-Heyooo, çıldırt bizi başbakanım!
-Köşeye de simit sarayı koyacağız, bakın animasyonda var, gevrek simit şeklinde...
-Helal olsun, çıldırt bizi Tayyip başkan.
“Her bir şeyin başkanı” diye bir mevki var mı demokrasilerde acep? Başkanlık sisteminin de ötesinde bir şey Erdoğan'ın istediği ama elim varmıyor yazmaya. Sibel Üresin'i bilmem ama Sayın Emine Erdoğan'ın “harem” meselesi nedeniyle itiraz edeceğini düşünüyorum; o iş zor biraz. Bu seçimlerde ülkenin “çılgınlığa” değil “normalleşmeye” ihtiyacı olduğunu başta AKP seçmeni olmak üzere herkesin Başbakan'a anlatması gerek. Birilerinin çıkıp, “bak, bu ağaç”, “kanal yapacağın yer orman, su havzası” demesi gerekiyor. Yoksa Tayyip bizi çıldırtacak, bu ülkeyi de hepimizin başına yıkacak. 75 milyon hafriyat altında kalmak üzere.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Ruslar Akkuyu'da
Özgür Gürbüz / 24 Mayıs 2011
Akkuyu'da kurulması planlanan nükleer santral için Rus şirket kolları sıvadı. İnşaat öncesi hazırlıkları tamamlamak isteyen Rosatom ya da Türkiye'de kurulan şirketleri Akkuyu A.Ş. öncü mühendislik çalışmalarına başladı. AtomEnergoProekt (AEP) firması, yersel araştırmaları yapıp, Haziran ayı ortasından sonra tam ölçekte yapılacak mühendislik incelemelerine geçilmesini sağlayacak. Türkiye'deki genel seçim sonrası süreç hızlanacak. Tüm bu çalışmalar sonucunda, lisans başvurusu için gerekli dökümanlar 2012 yılına kadar hazırlanmış olacak.
Santralle ilgili çalışmalar Fukuşima kazası sonrası tüm Türkiye'de oluşan tepkilere, yerel halkın itirazlarına rağmen sürdürülüyor. Nükleer santralin kurulması istenilen yerin yakınından fay hatlarının geçmesi, Türkiye'nin yenilenebilir enerji potansiyelinin adeta hiç kullanılmamış olması, bölgenin ciddi doğal güzelliklere ev sahipliği yapması, Akdeniz'in ciddi turizm geliri yaratması ve enerjinin Türkiye'de oldukça verimsiz kullanılıyor olması nükleer karşıtı argümanlardan sadece birkaçı. Aşağıdaki bağlantıdan da görülebileceği gibi Türkiye depremsellik açısından, Rus nükleer reaktörlerinin kurulduğu başta Rusya ve Ukrayna olmak üzere diğer eski doğu bloku ülkelerinden çok daha riskli bir ülke.
Haritadaki kırmızı noktalar Richter ölçeğine göre son 500 ylda gerçekleşen 5,0 ve üzerindeki depremleri gösteriyor. Bu haritaya bakıp Rusya'nın bu konuda tecrübe sahibi olduğunu söylemek çok zor (Akdeniz'de gerçekleşmiş tsunami örneklerine de dikkatinizi çekmek isterim).
Rusya açısından Akkuyu'da kurulacak bir nükleer reaktör çok büyük öneme sahip çünkü Rus şirketlerinin halihazırda Çin, Hindistan ve Bulgaristan dışında planlanan/yapımı süren reaktörleri yok. Türkiye, nükleer enerji konusunda Ruslara güvenen (Hindistan'ı saymazsak) ilk “blok” dışı ülke olacak. Rus şirketlerine nükleer santral siparişi veren yine ilk “blok” dışı Avrupa ülkesi olacak. Bu nedenle Rus firması bu santrali mutlaka yapmak ve kredibilitesiyle birlikte pazar payını hem çeşitlendirmek hem de genişletmek istiyor. Türkiye ise, yetersiz hukuki ve teknik altyapı nedeniyle batılı nükleer firmaların teklif vermeden ayrıldığı “yarışma” adı verilen ihaleden sonra adete tek seçenek olarak kalan Rosatom'la anlaşmak zorunda kaldı.
Eblehim, eblehsin, eblehiz...
Özgür Gürbüz-BirGün / 22 Mayıs 2011
Türkiye'deki insanların galiba bir kısmı aklını yitirdi. 75 milyonun hepsinin bu durumda olduğunu düşünmüyorum ama var bayağı. Vurun tahtaya, üç kere; tık tık tık... Gördüğüm o ki, akıl kaybı yaygın bir hastalık ve tedavi edilebilir düzeyde ama acil müdahale şart. Erken teşhis bildiğiniz gibi ülke kurtarır. Tıp doktoru değilim ama duyduğumu anlayabiliyor, yazılıp çizilenleri görüyorum. 1980 darbesi sonrasında başlatılan bir çeşit “eblehleştirme” politikaları sonucu, memleketimizdeki insanların düşünme kabiliyetinde hasar meydana geldiği konusunda ciddi şüphelerim var. Gelin size beni şüphelendiren nedenlerden bir tanesini anlatayım.
Kendisine “halk sağlığı”nı meslek edinmiş bir grup bilim insanı ve öğrencileri, Kocaeli'nin Dilovası İlçesi'nde bir çalışma yaparlar. Yapılan iş falcılık değildir, komplo teorisi üretmek hiç değildir. Öyle olsaydı bugün bin tane televizyon kanalında bu bahsettiğim çalışmayı yapan kişileri görürdünüz. Yapılan iş bir bilimsel çalışma. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ve akadaşları, Dilovası Belediyesi defin ruhsatlarından yola çıkarak (daha sonra da kapı kapı dolaşarak), 1 Ocak 1995 ile 10 Ekim 2004 tarihleri arasında beldede gerçekleşen ölümlerin nedenlerini araştırırlar. Halk sağlığı biliminin kendilerinden yapmalarını istedikleri türden bir çalışma yaparlar anlayacağınız. Meslekleri onlardan, halkın daha sağlıklı yaşaması için çevre sağlığı koşullarını da düzenleyerek bir anlamda ömür uzatmalarını ister. Otobüs şoförünün işi nasıl kullandığı otobüsü A noktasından B noktasına götürmekse, hak sağlığı uzmanının, doktorların işi de canlıların hayatta kalmasını sağlamaktır. Neden mi bu herkesin bildiği, bilmesi gereken şeyleri yazıyorum? Son iktidar döneminde doruk noktasına varan “eblehleştirme kampanyası”, insanlarımızın muhakeme yeteneğine feci zarar verdi de ondan yazıyorum.
Çalışma, belirlenen tarihler arasında toplam 494 ölüm gerçekleştiğini, ölümlerin yüzde 32,3'ünün kanser nedeniyle olduğunu göstermektedir. Yine kayıtlara göre bu ölümlerin yüzde 44’ü akciğer, yüzde 19,5’i de mide kanseridir. Kanserden ölenlerin yaş ve sigara içme durumlarının sonucu etkilemediği de ayrıca araştırılıp, ispatlanmış. Yani neden başka. Sanayi tesislerinin oldukça fazla sayıda olduğu, büyük bir organize sanayi bölgesinin bulunduğu Dilovası'nda sizce neden ne olabilir? Hava kirliliğiyle ilişkilendirilebilecek akciğer kanseri vakalarının bölgede bu denli çok görülmesi büyük ve talihsiz bir tesadüf olmalı! Eblehlik böyle düşünmeyi gerektirir. Halk tesadüf deyip geçmezse, “kaderdir” açıklamasına da başvurulabilir.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun, raporun açıklandığı 2004 yılındaki verilerine baktığınızda Türkiye’deki ölümlerin yüzde 12,5’inin kanser nedeniyle olduğunu görürsünüz. Dünya Sağlık Örgütü’nün aynı tarihli raporları da, dünyadaki ölümlerin yüzde 12,5’inin kanser, bu ölümlerin yüzde 17,5’inin akciğer, yüzde 11,9’unun da mide kanseri nedeniyle olduğunu gösterir. Kısacası Dilovası'nda yapılan çalışma, bölgede kanser ölümlerinin neredeyse Türkiye ortalamasından üç kat fazla olduğunu göstermektedir. “Eblehleştiremediklerimizden” biriyseniz bu çalışmanın sonucunu kamuoyuna duyurursunuz. Zaten göreviniz halk sağlığını korumaktır ve Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun yaptığı da budur.
Hamzaoğlu ve ekibi araştırmalara devam eder. 2005 yılında, bölgede 10 yıldan fazla yaşayanlarda ölme riskinin, 10 yıldan daha az yaşayanlara göre 4,5 kat daha fazla olduğu da ortaya çıkarılır. Daha sonra İl Sağlık Müdürlüğü'yle ortak çalışma yapılır. 2000 ile 2007 yılları arasında ölen 672 kişiden 204'ünün kanser olduğu ortaya çıkar. Yine yüzde 30'un üstünde bir rakamla karşılaşılır. Hamzaoğlu diyor ki, “Çocuk emziren annelerin sütünde bile çinko, demir, alüminyum tespit ettik, tehlike büyük”. İnternetten baktım, “temiz ane sütü yoksa mama alın” diyen henüz çıkmamış. Yakındır.
Bu çalışmalar bölgede birilerini tedirgin etmiş olmalı ki, AKP'li belediyeler harekete geçmiş. Kanser vakalarını durdurmak için değil tabi ki! Eblehleşmeyin sayın okur! Bu çalışmaları yapan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nu durdurmak için harekete geçmişler. Kocaeli ve Dilovası belediye başkanlıkları, “haberin geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağladığı, araştırma sonuçlarını halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı” iddiasıyla Hamzaoğlu'nu Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı'na şikayet ettiler. Dilovası'nda halkı ne kanser yapıyor diye sormayanlar, kanserden insanların patır patır dökülmesinden utanmayalar, araştırma sonuçlarının açıklanmasından, bu araştırmaların devam etmesinden rahatsızlar. Vay anasını sayın okurlar! Sizce bu ülkedeki insanların akıl sağlığından şüphe etmekte haksız mıyım?
***
Onur Hamzaoğlu'na destek için:
Japonya'yı temiz enerji kurtaracak
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 18 Mayıs 2011
Japonya isterse 10 yıl içerisinde, Fukuşima'daki bir numaralı santralin ürettiği elektriğin dört katını yenilenebilir enerjiden sağlayabilir. Bunu ben söylemiyorum. Yenilenebilir enerji üzerine yıllardır yazılar yazan Paul Gipe söylüyor. Nükleer santral kurmanın çetrefilliğini, Japonya'da kamuoyunun nükleer enerji konusunda değişen algısını düşünürseniz, 10 yılda değil altı nükleer reaktör (Fukuşima Daiçi'de altı reaktör vardı) belki de bir tanesini bile bitiremeyebilirsiniz. Gipe, Japonya'nın Almanya'nın izlediği gibi bir yenilenebilir enerji politikası izlemesi, benzer alım garantileri sağlaması halinde, 10 yıl içerisinde Japonya'da yılda 120 TWs elektrik üretebilecek bir temiz enerji kapasitesi kurulabileceğini öne sürüyor. Almanya'nın 2000-2010 yılları arasında güneş, rüzgar ve biyokütle başta olmak üzere yılda 80 TWs elektrik üreten yenilenebilir enerji kaynaklarını sisteme eklediğine vurgu yapıyor. Almanya'da 2010 sonunda yenilenebilir enerji kaynaklı üretimin 100 TWs'i geçtiğini belirtelim. Gipe, Fukuşima Daiçi'nin 2010 yılında 30 TWs'lik, Japonya'nın tüm nükleer santral filosunun da yılda 260 TWs'lik (Bu konuda bazı kaynaklar 284 TWs'i gösteriyor) üretim yaptığına dikkat çekiyor.
Bir tarafta nükleer enerjiden vazgeçmeye çalışan Almanya, diğer tarafta dünyanın ikinci en büyük nükleer kazasını yaşayana dek nükleer enerjiden daha fazla faydalanmanın planlarını yapan Japonya. Japonya 2050'ye kadar elektrik ihtiyacının yüzde 50'sini nükleerden karşılamayı planlıyordu. (Bu oran şu anda yüzde 30'un altında) Bu hedef nükleer felaketten sonra yalan oldu. Şimdi, medet umulan nükleer enerjinin yerine yenilenebilir enerji ve enerji tasarrufunun geçmesi planlanıyor. Japonya Başbakanı Naoto Kan birkaç gün önce bu yönde bir açıklama yaptı.
Gipe'nin makalesinden devam edelim. Dünyanın en büyük üçüncü ekonomisi Japonya ve dördüncü büyük ekonomisi Almanya. İki ülkenin de yüzölçümü birbirine yakın ancak Japonya'nın nüfusu neredeyse Almanya'dan 50 milyon, elektrik tüketimi de yüzde 70 daha fazla. Japonya'nın milli geliri de Almanya'dan yaklaşık yüzde 40 oranında fazla. İki ülke arasındaki fark elektrik enerjisi üretiminde yaptıkları tercihlerde. Japonya elektriğinin yüzde 1 kadarını, Almanya elektriğinin yüzde 17'sini (yüzde 14'ü rüzgar, güneş ve biyokütle) yenilenebilir enerji kaynaklarından elde ediyor. Bir deprem ülkesi Japonya'da 540 MW'lık jeotermal kurulu gücü var. Rüzgar enerjisi kurulu gücü de sadece 2304 MW. Gipe'nin Japonya'nın aldığı güneş radyasyonu miktarına göre yaptığı kıyaslamaya bakıldığında Almanya'dan yüzde 14 daha fazla potansiyele sahip bir ülke karşımıza çıkıyor. Japonya'nın fotovoltaik teknoloji konusunda bir zamanlar dünya lideri olduğunu da anımsayalım. Yazarın özetlediği bu tabloya bakıldığında şöyle bir yorum yapabiliriz. Tek eksik politik irade. İki ülkenin arasındaki en büyük fark bu.
Yazarın iddiası, Japonya'nın Almanya benzeri politikaları hayata geçirmesi halinde, endüstriyel kapasitesinin de zorlanmayacağı göz önüne alınırsa, 2022'de 50 TWs'lik fotovoltaik, 20 TWs'lik jeotermal kaynaklı elektrik üretimi yapabileceği. Rüzgar enerjisinde de Almanya benzeri (yılda ortalama yüzde 20'lik büyüme) bir yol izlenirse, sadece 10 yıl içinde 180 TWs'lik bir yenilenebilir enerji kaynaklı elektrik üretiminin mümkün olabileceğini öne sürüyor. Bu da büyük bir kısmı hurdaya çıkan Fukuşima Daiçi santralinin üretiminin altı kat fazlasına denk düşüyor. Anahtar ise yenilenebilir enerji yasası. Gipe'ye göre ABD'deki gibi rüzgar için ayrı, jeotermal için ayrı bir yol izlenirse başarı zor. Almanya'daki gibi kapsayıcı, tüm yenilenebilir enerji kaynaklarını içeren bir yasayla yola çıkılması gerektiğini savunuyor. Yine, yasanın uzun dönemli olması, en azından bir 10 yıllık güvence vermesi gerektiğini, üretim tesislerinin hazırlanması, santral sahalarının saptanması ve kurumların oluşturulması için zaman tanınmasının önemine değiniyor. Kısacası, teknoloji geliştirecek bilim insanları da, üretim yapacak yatırımcılar da kendilerini hazırlamalı ve uzun vadeli bir işe giriştiklerinin farkına varmalı diyor.
Bu yazımı boşu boşuna önemli bir makalenin çevirisine harcadığımı düşünüyor olabilirsiniz. Hemen amaçlarımı açıklayayım. İlk nedenim, dünyada yenilenebilir enerjinin hangi düzeyde konuşulduğuna dair bu önemli örneği paylaşmaktı. Türkiye'de temiz enerjiye çocuk oyuncağı gibi bakan bir zihniyet hala varlığını sürdürüyor. İkinci nedenim ise yenilenebilir enerjinin sadece çevreci ve risksiz olmakla kalmayıp, aynı zamanda oldukça hızlı bir şekilde hayata geçirilebildiğine ve beraberinde bir endüstri yarattığına dikkat çekmekti. Üçüncü nedenim ise Türkiye'de sadece fiyat üzerinden, kısa vadeli, bir veya birkaç kaynağa odaklı yenilenebilir enerji yasasına dikkat çekmekti. Temelinde, “yenilenebilir olsun ama çok da fazla olmasın” mantığının yattığı bir yasanın yerli üretimden, enerjide dışa bağımlılığı azaltmaya kadar istenen rolü üstlenemeyeceğine vurgu yapmaktı. Dördüncü ve son amacım ise kısa ve net. Nükleersiz olmaz diyenlere “bal gibi olur” demek istedim. Dünyanın en büyük üçüncü ve dördüncü ekonomilerinde nükleersiz seçenekler gündeme geliyor, konuşuluyor ve planlanıyorsa; 16. büyük ekonomisinde, hem de bu iki ülkeden daha büyük yenilenebilir enerji potansiyeline sahip Türkiye'de neden olmasın? Çıldırmaya gerek yok, inanmak yeter...
Bergama'dan Kütahya'ya siyanür maceramız
Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Mayıs 2011
Köylüler Eti Maden A.Ş.'nin kapısına dayanmış. İsyandalar... İsyandalar çünkü şirkete ait 25 milyon tonluk siyanürlü atık havuzu köylülerin evlerine, tarlalarına tüm pisliğini boşaltmak üzere. İşletmenin atık havuzlarından ikisi çöktü, geriye bir tane kaldı. O sette de sızıntılar olduğu söyleniyor, içme sularına bile siyanür karıştığından bahsediliyor. Siyanürlü atık su, son barajı da yıkar veya yağmurlar sonucu taşarsa vay halimize. Köylüler madenci şirketin kapısına dayandı çünkü hayatları pamuk ipliğine bağlı.
Çevre Mühendisleri Odası başta Köprüören, Kızılcakaya, Yoncalı ve Örenköy olmak üzere dört köyün boşaltılmasını, barajın çökmesiyle boşalacak suların Eskişehir'e ulaşabileceği nedeniyle de geniş bir bölgede önlem alınması gerektiğini söylüyor. Benim aklıma gelen ilk çözüm ise biraz farklı. Çevre Bakanı'nın bölgeye gidip atık barajından bardak bardak su içmesi gerektiğini düşünüyorum. Böyle gördük ne de olsa. Cahit Aral radyasyonlu çayla meşhur olmuş, Bedrettin Dalan Haliç'in suyunu gözlerinin rengi kadar mavi yapmış sonra da lıkır lıkır içmişti. Siyanürlü su da hoş olur, romatizmaya iyi gelir...
Kütahya'yı anlamak için Bergama'yı bilmek gerek. Türkiye'de yıllardır örgütlü ve örgütsüz bir grup insan, siyanür kullanılarak yapılan madenciliğin tehlikelerine karşı çıkıyor, hukuki ve demokratik bir mücadele sürdürüyor. Kütahya'da köylüler iş derdi nedeniyle bugüne kadar pek seslerini çıkarmamıştı ancak Bergama'yı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) dahil duymayan kalmadı. Devlet, AİHM tarafından köylülere tazminat ödemeye mahkum edildi ancak hatasından dönmedi. Süreç, tam da kapitalizmin öğrettiği çizgide ilerledi. “Kirleten öder” ilkesi tıkır tıkır işledi. Şirketin cezası devlete yani biz vergi mükelleflerine kesildi. Ne güzel işmiş patron olmak! Çevreyi kirletirim, cezamı da devletime ödetirim. Slogan gibi oldu, hey maşallah!
Bergama'da kazanılmış hukuk mücadelesi 1998 yılında Ovacık'taki madeni kapattırdı. Tübitak daha sonra yeni bir rapor hazırladı, bakanlar başbakanlar devreye girdi. Devletin hukuksuz bulduğu, İzmir İdari Mahkemesi'nin, “...insan yaşamını etkileyeceği kesin olan siyanür liç yöntemi ile altın madeni işletilmesine izin verilmesi yolundaki dava konusu işlemde kamu yararına uygunluk bulunmamaktadır” yönündeki kararı birkaç yıl sonra aynı devlet tarafından görmezden gelindi. 2001 Nisan ayında maden yeniden işletilmeye başlandı. Hukuk mücadelesini sürdürenler yılmadı. 2 Nisan 2002'de madenin kapısına yine mühür vuruldu ancak 3 Nisan günü bu defa da Bakanlar Kurulu madenin çalışması için prensip kararı aldı. Bu arada yabancı şirket gitti yerlisi geldi; imaj tazelendi. Köylülerin bazları işe alındı, madende çalışanlar ile çalışmayanlar birbirine düşman oldu. Madene karşı çıkanlar tüm ülkede “vatan haini” ilan edildi. Mücadele zayıfladı, dedikodulara kulak asanlar köşelerine çekildi. Mücadele bitmedi hala sürüyor ama “hukuk” bir kere “guguk” oldu mu işler zorlaşıyor. Bugün Kütahya'da siyanür tehlikesi varsa, bu biraz da Kütahyalının, İstanbullunun Bergama'ya yeterli desteği verememesinden, insanlarının altına olan düşkünlüğündendir. Kolumuza taktığımız bilezik Bergama'daki köyünün hayatından daha mı önemli? Sözüm meclisten dışarı.
Tüm bunlar olurken çevreci ve hukukçular çeşitli saldırılara maruz kaldılar. Hem fiziksel hem de politik saldırılar. Seslerini duyurmak için kentlerimize pijamalarıyla inip tehlikeye işaret eden bu köylülere çoğu zaman magazin malzemesi olarak bakıldı. Toprağı biz kentlilerden bin kat daha iyi tanıyan, değerini bilen bu insanların uyarılarını dinlenmedi. Bazıları “vatan hainliği” saçmalığına inandı. Komplo teorisi düşkünleri bu söylentileri yazdı, çizdi. Bunu kampanyalaştırdılar ve altın madeninin hukuğun önüne geçmesinin yolunu açtılar. Milliyetçiler dillerinden düşürmez, “bir karış bile toprak verilmez” derler ya... Sözüm toprak sevdalılarına, artık rahat olunuz, telaş etmenize hiç gerek yok. Siyanür toprağa bulanırsa ne alan olur ne de ona yan bakan. Ülkemizde “vatan hainleri”nin kahraman olmasına da alıştık artık. Nazımlar, Denizler ve daha niceleri...
Demem odur ki, patronları madenci, yazarları kalemşör olan medya Bergama'yı görmezden gelmese, bugün YGS'de gösterdiği tavrı altıncılara karşı göstermiş olsa Kütahya bunları yaşamayacaktı. Tedbirler adam gibi alınır, 2009'da 10 bini geçen maden arama ve işletme ruhsatlarının sayısı belki çok daha az olurdu. Kapitalizm vahşidir ama onu kırbaçlarsanız daha da vahşileşir. Tek derdi kâr olan şirketlere verilen politik destekler onları kırbaçlamaya benzer.
Yerli nükleer santral
Özgür Gürbüz-Birgün / 8 Mayıs 2011
Mersin’in Gülnar ilçesine bağlı Büyükeceli beldesine kurulmak istenilen nükleer santralla ilgili son imzayı da Rusya Devlet Başkanı Medvedev attı. Böylece, sık sık hukukun üstünlüğüne dem vuran AKP, hukuktan mal kaçırır gibi, uluslararası antlaşma zırhının arkasına sakladığı nükleer santral anlaşmasında prosedürü tamamladı. Kazma kürek faslına yaklaşıldı.
Mersin’in Gülnar ilçesine bağlı Büyükeceli beldesine kurulmak istenilen nükleer santralla ilgili son imzayı da Rusya Devlet Başkanı Medvedev attı. Böylece, sık sık hukukun üstünlüğüne dem vuran AKP, hukuktan mal kaçırır gibi, uluslararası antlaşma zırhının arkasına sakladığı nükleer santral anlaşmasında prosedürü tamamladı. Kazma kürek faslına yaklaşıldı.
Akkuyu bölgesinde kurulması düşünülen nükleer santralı Rusya yapacak.
Santralda çalışacak, santralı işletecek 200–300 kişilik teknik ekip Rusya’dan gelecek.
Rus şirketi santralın yüzde 100 hissesine sahip olacak.
Rus şirketi isterse, santraldaki payı yüzde 51'in altına düşmeyecek şekilde geri kalan hisseleri satabilecek, ancak çoğunluk hisse hep Ruslarda kalacak.
Kurulması düşünülen dört nükleer reaktör de zenginleştirilmiş uranyum yakıtıyla çalıştırılacak. Türkiye’nin uranyum rezervleri sınırlı, uranyum zenginleştirme işlemi de politik, ekonomik ve teknik birçok zorluk içerdiği ve astarı yüzünden pahalıya geldiği için santralın zenginleştirilmiş uranyum yakıtı da Rusya'dan gelecek.
Yaklaşık 9 bin ton uranyumu çıkarıp zenginleştirmenin ekonomik olmayacağı ortada.
Hepsi yakıt için kullanılsa bile iki reaktöre ancak yetiyor. Sadece Akkuyu’da dört adet reaktör kurulması planlanıyor.
Santral Rus dizaynı olduğundan, bu reaktör için üretilen özel yakıtı kullanmak zorundayız. İki ülke arasındaki olası bir anlaşmazlıkta başka yerden yakıt alamayacağımız için santral elektrik dahi üretemeyecek.
Ruslarla, santraldan üretilecek elektriğin kilovatsaatini 12,35 sentten (dolar) almak üzere anlaşma yapıldı. 15 yıl boyunca alım garantisi verildi. Rusya’ya verilen alım garantisindeki 12,35 sentlik fiyat, Rus şirketin bize satışı. Tüketiciye gelene kadar, iletimden-dağıtıma üstüne birçok vergi ve ek ücret eklenecek.
Bugün Türkiye’de kilovatsaati 5–6 sente elektrik üreten rüzgâr santralleri var ve hükümet bu durumdan haberdar.
Elektrik Mühendisleri Odası, 15 yıl boyunca verilen alım garantisi sonucu Rus şirkete ödenecek miktarın 15 yılda 51 milyar doları bulacağını hesaplıyor.
Elektrik ihtiyacı olmasa, yani almasak bile bu parayı ödemek zorundayız.
Kısacası, santral Mersin'de kurulacak; yakıtı, mühendisi, cıvatası oradan gelecek; yine Rusya’nın devlet şirketi tarafından işletilecek. Biz ise pahalı da olsa elektriği mecburen satın alacağız. Arıza olsa Rus şirketin tamir etmesini bekleyeceğiz.
Enerji Bakanı Taner Yıldız, birkaç gün önce nükleer santralleri kurarsak, enerji alanında Rusya’ya bağımlılığımızın azalacağını söyledi.
Fıkra gibi değil mi? Ne yazık ki değil.
İşçiler, güneş enerjisi için birleşin!
Özgür Gürbüz-Birgün / 1 Mayıs 2011
Bugün dünya enerji talebinin yüzde 80'e yakını fosil yakıtlar dediğimiz petrol, doğalgaz ve kömür tarafından karşılanıyor. Bu üç enerji kaynağı da yeraltından çıkarılıp, yerüstündeki insanın enerji istemini karşılamak için hizmetimize sunuluyor. Kömürün eldesi, doğalgaz ve petrole göre farklı. Binlerce işçinin devamlı kazması gerekiyor. Yüzlerce metre derinlikteki madenlerden kömürü sürekli yeryüzüne çıkarması gerekiyor. Doğalgaz ve petrol ise sondajlar tamamlanıp, kuyular kurulduktan sonra işi adeta otomatiğe bağlıyor.
Enerji maliyet hesaplamalarına baktığımızda iki farklı yaklaşımın, iki farklı sonuca ulaştığını görüyoruz. Toplumsal maliyeti (sosyal maliyet) hesaba katanlar ve katmayanlar. Katarsanız hesap farklı. Afşin Elbistan termik santrali yüzünden çevrede hasta olan insanlar ve santralde yakılan kömürü çıkarırken hastalanıp tedavi görmek zorunda kalan işçiler için yapılan tüm harcamalar maliyete eklenir. Santral yüzünden kuruyan ağaçlar, çiftçilerin ürün kaybının maddi değeri de yine santralin maliyetine eklenir. İklim değişikliğine neden olan kömür santralerinin çevreye verdiği zararın ekonomik karşılığı da bir başka maliyet kalemi olarak karşınıza çıkar.
Klasik hesaplamada ise maliyet, maden için devlete verilen vergiler, araç-ekipman giderleri, işçi ücretleri ve nakliye gibi temel kalemlerle sınırlı kalır. Çevreyi kirletmenin, insanları hasta etmenin maddi bir karşılığı yoktur. İşte bu ikinci hesaplama esas alınırsa, elektrik üretiminde kömürün kullanılması diğer birçok kaynağa kıyasla daha ucuza gelir. Yeraltında çalışan yüzlerce işçiye, nakliye ücretlerine, yaşam tehlikesine rağmen kömür, kuyulardan pompalarla çıkarılan petrol veya doğalgazdan bile ucuza mal olur. Madendeki işçilerin ücretlerini varın siz düşünün.
Gelelim ikinci meseleye, madencilerin aldığı riske. Türkiye'deki kömür ocaklarında 1983-2010 yılları arasında meydana gelen ölümlü kazalar sonucu 617 kişinin hayatını kaybettiğini biliyoruz*. Maden Mühendisleri Odası, 2008 sonunda kömür madenciliğinde çalışan işçi sayısının 50 bine yaklaştığını belirtiyor. Hepsi, bizlerin, daha çok da biz kentlilerin enerji ihtiyacını karşılamak için hayatlarını riske atıyor. Halbuki başka bir dünya mümkün.
Bugün, imal edilen ve kurulan her 1 megavat (MW) gücündeki fotovoltaik güneş panelleri (elektrik üreten) 30 kişiye istihdam sağlıyor**. Türkiye'de her yıl 1000 MW gücünde güneş panelleri imal edip kursanız, madende hayatı pahasına çalışan işçilerin 30 binine yerüstünde iş sağlamış olursunuz. Yerli sanayiye, halk sağlığına ve çevrenin korunmasına getirdiği katkılar da cabası. Bu rüzgar için de farklı değil. Kurulan ve imalatı yapılan her 1 MW'lık rüzgar türbini 15 kişiye iş sağlıyor. Her yıl 1000 MW gücünde rüzgar türbinleri imal edip kursanız, madenlerdeki tüm işçilere iş sağlamış olursunuz. Üretim fabrikaları da aynı bölgelerde kurulabilir. Üstelik bu hesaplamalara dolaylı istihdam rakamları da dahil değil.
Bugün 1 Mayıs. Yeraltındaki kömür işçisinin yeryüzüne çıktığı, güneşi gördüğü belki de tek gün. Onların mazereti var ama biz yerüstünde yaşamını sürdürenlerin, güneşi görmemek, ona inanmamak için bir mazeretimiz var mı? Kömürden elektrik üretiliyor da güneşten üretilmiyor mu? Üretiliyor. Kömürle evler ısınıyor da güneş enerjisiyle ısıtılmıyor mu? Isıtılıyor hatta soğutuluyor bile...
Bugün 1 Mayıs. Elimizde pankartlarla yürürken, başlarımızı biraz daha yukarıya kaldıralım. Çok zor değil. Bir karış kadar kaldırsak başımızı, güneşi göreceğiz.
*Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu, TMMOB Maden Mühendisleri Odası, 2010.
**Solar Generation 6 raporu, EPIA (Avrupa Fotovoltaik Endüstrileri Birliği ve Greenpeace, 2011.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)