Adam kazandı mesajı ve gazetecilik üzerine

Özgür Gürbüz/26 Haziran 2018

Muharrem İnce ile İsmail Küçükkaya arasında geçen mesajlaşma ve onun haberleştirilmesi tartışma konusu oldu.Bu konuyu tartışmak bile anlamsız ama görüşümü söyleyeyim. Öncelikle bana, "adam kazandı" yazılı bir mesaj gelse, biçemi nedeniyle resmi açıklama olmadığını düşünür, bunu açıklayabilir miyiz diye gönderen kişiye sorardım. Belli ki arada samimiyete dayalı bir ilişki var ve ona dayanarak atılmış bir mesaj bu. Hayatımda bu tavrım nedeniyle sansasyonel çok sayıda haberi ötelediğim ya da yapmadığım olmuştur ama insanların saygısını ve sevgisini kazandığımı (umarım) düşünüyorum. O da reytingden daha önemli benim için.

Muharrem İnce'nin o gece bir gazeteciyle mesajlaşması ise bir hata, kendi de söyledi. Olgun tavrı ve özür dilemesi de puan kazandırdı. Yalnız, bu sadece onun hatası değil, İnce'nin iletişiminden sorumlu olanların da hatası. İnce'nin telefonu o gece iletişimcisinin elinde olmalıydı. Bunu da not edelim.

Olay aslında gazeteciliği nasıl yapmak istediğinizle ilgili. Gazeteciler haber kaynaklarıyla dost olabilir, samimi bir dille aralarında muhabbet edebilirler. Bunda bir sorun görmüyorum. İş kamuya mal olma kısmına gelince, haberin, yazının belli kuralları vardır ve profesyonel davranmak gerekir. Bu tip ilişkilerde konunun ne zaman profesyonelleştiğinin iki taraf açısından da açık ve net bir şekilde bilinmesi gerekir. Gördüğüm kadarıyla bu meselede o çizginin iki taraf içinde net bir şekilde çizilmediği ortada. Ben Küçükkaya'nın yerinde olsam gelen mesajı haber yapmaya karar veridğim anda Muharrem İnce'den resmi bir açıklama koparmaya çalışırdım ya da canlı yayına almak için ikna etmeye çabalardım. Böylece o haberi duyururdum. Bunların hiçbirini denemeden, aradaki samimiyete dayalı bir mesajı haberleştirerek, sohbeti bir anda profesyonel ilişkiye çevirmek pek doğru olmamış. Zor bir gün ve önemli bir bilgi elbette ama ben öyle yapmazdım. Yine de Küçükkaya ile uğraşılmasını da hiç doğru bulmuyorum, onu da söylemeliyim. İkinci paragraftaki sorun çözülmesi gereken ilk konu bence.

Son söz. Şimdi bu polemiği bir kenera bırakıp bir sonraki seçimi demokrasiyi savunanların nasıl kazanacağını, parlamenter sistemi nasıl savunacağımızı konuşalım. Artık ana akımın bize öğrettiği bu, "popüler, kalıcı bir değer yaratmayan konuları gündeme taşıma alışkanlığın"dan da vazgeçelim.

Gözündeki umudu seviyorum

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Haziran 2018

Sık sık seçim olan bir ülkede pazartesi günleri yazı yazmak ne zor işmiş. Bu seçim sonuçlarını görmeden yazdığım kaçıncı yazı hatırlamıyorum. Siz bu yazıyı okuduğunuzda sonuçları biliyor olacaksınız. Belki şu an kutlama yapıyorsunuz belki de haksızlıklar için mücadele ediyorsunuz. Sonuçları henüz bilmiyorum ama önemli değil. Size kazananı söyleyebilirim. Türkiye’de seçimi umut kazandı!

Bu seçimde çok şey değişti. Haksızlığa, adaletsizliğe, yolsuzluğa karşı gösterilen tepki kitleselleşti. Sadece sol partiler değil, İyi Parti ve Saadet Partisi gibi iki sağ partinin de Adalet Yürüyüşü ile sloganlaştırılan, “hak, hukuk, adalet” talebine en güçlü şekilde katıldıkları görüldü. Adaletli, hukuka dayalı, yasama, yürütme ve yargının bağımsız hareket edebildiği bir demokratik sisteme dönüşün umudu arttı. Tek adamcılar, hukuku hiçe sayanlar, yolsuzluğa göz yumanlar ülkemizde azınlık ve şimdi onlar da bunu biliyor.

Barış ve huzur isteği her türlü talebin önüne geçti. İktidarı tek bir adamın etrafında toplamayı amaçlayan ittifak planına karşı, demokrasi talebi garip geldi. Asıl ittifakı demokrasiye, parlamenter sisteme inanalar yaptı. Padişahlık hayali, tek adam saltanatı, saraylardaki dokunulmazlıklar çöktü. Bu ülkenin insanlarının yoksul halkın parasıyla saltanat sürmek isteyenlere hayır diyeceği kesinleşti. Seçimin belki de en çarpıcı sloganı, “Patates, soğan; güle güle Erdoğan” oldu. Patates alamayan vatandaşa iktidarın vaadi ise kıraathane ve ücretsiz kek oldu. Ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin misali… Ona oy verenler bile sarayın halkın düştüğü durumla ilgilenmediğini anladı. Refleksleri hızlı olanlar bu seçimde saraya oy vermeyi bıraktı, diğerleri de bundan sonra bırakacak.

Umut fakirin ekmeğiydi, o umut kitleselleşti, miting alanlarını doldurdu. Sarayları savunanların mitingleri zayıf, isteksiz kitlelerce, “emirle” doldurulurken, başta Muharrem İnce olmak üzere muhalefetin mitingleri inançlı ve heyecanlıydı. Türkiye tarihinin görmediği büyüklükte mitingler arka arkaya ve ülkenin dört bir yanında gerçekleşti. Devlet imkanları seferber edilmedi, gelenlere para ödenmedi, memurlar veya öğrencilere mitinge katılmaları yönünde tehdit mesajları gönderilmedi ama milyonlar sokağa çıktı. Seçime üç gün kala üç büyük kentte 10 milyona yakın insan toplandı. O insanların gözündeki umut, ülkenin umudu oldu. Hırsızlık, oy çalma ve baskıya müsaade edilmeyeceği o mitinglerden gelen mesajlardan belliydi.

İktidarın tekelindeki medya iyice itibarsızlaştı. Çoğunun seçimin kaybedilmesi durumunda yayın politikalarını değiştirmeye hazırlandığına emin olabilirsiniz. Çok geç kaldıklarını hepimiz biliyoruz. Halk o kanalları da, o kanallara mecbur kaldığı için değil çıkarı için hizmet verenleri affetmeyecek. Küçümsedikleri, tek stüdyoya dünyayı sığdırmaya çalışan kanalların izlenme oranları plazalardaki ihtişamlı kanallara fark attı. Medya’da da sarayda oturanlar  kaybetti. 25 Haziran’dan sonra bağımsız medya daha da güçlenecek. Uydu antenleriyle bağımsız kanallar izlenecek. Kimse yandaşları unutmayacak. BirGün gibi gazetelere abonelikler artacak. Yeni bir Türkiye kuruluyor ve artık halk bu yeni ülkenin medyasını da kendisinin kurması gerektiğini biliyor.

En önemlisi de bu seçimden sonra ülkedeki kutuplaşma azalacak. Ayrımcılığın, şiddetin dili kaybedecek. Irkı, dini, mezhebi farklı olsa da ezilenlerin aynı safta birleşmesi Türkiye’de ön yargıları kıracak. Kıyafet, mezhep, ırk ve din üzerinden politika yapıp dostları düşman edenlerin ömrü doldu. Devir soğanı bulma ve adaletli bir şekilde paylaşma devri.

Bu seçim döneminde ben insanların gözünde bu umudu gördüm. Bu umudun onları mutlu ettiğine şahit oldum. Ben zaten bu ülkenin dağından, denizinden çok insanındaki umudunu seviyorum.

Patileri kim kesti

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Haziran 2018

Sakarya’da patileri kesilen ve hayata veda eden köpeğin haberini gördüğümde aklıma rahmetli Cemal Şener’in anlattığı olay geldi. Alevilik-Bektaşilik üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Cemal Şener’le Sivas Katliamı’nın hemen sonrasında bir kitap fuarında tanışmıştım. Nefes dergisini çıkarmışlardı. Yerel bir gazeteye ve sağa sola yazdığımı öğrenince yazılarımı istemiş, sonra da dergide yazmamı istemişti.

Bir gün Cemal Şener’le sohbet ediyorduk. Bana Malatya’da bir cemevinde yaşananları anlattı. Bilenler bilir, ‘cem’ ibadetine ‘rızalık alınarak’ başlanır. Önce ‘dede’ ya da ‘ana’ “benden razı mısınız” diye sorar sonra da ceme katılanlar birbirinden ‘rızalık’ alır. Şikayeti olan ve ceme getirmeden çözemeyen orada derdini söyler. Malatya’da da öyle olur. Biri kalkar ama şikayeti kendi adına değildir. Şu kişi benim köpeğimi incitti (tekmeledi), ondan razı değilim der. Köpeğe zarar veren kişi kalkar ve özür diler ama dede araya girer. “Senin rızalığını biz veremeyiz, köpeği getirin” der. Köpeği ceme alırlar, köpek kendisine zarar veren insanı görünce hırlamaya başlar. Dede, köpeğe kötü davranan kişiye bir sonraki ceme kadar o köpeğin gönlünü alması gerektiğini söyler. Bu süre boyunca köpeğe zarar veren kişi, hayvana yaklaşmaya çalışır, onu besler ve sever. Yeniden cem ibadeti için toplanıldığında köpek tekrar içeri alınır ve kendisine kötü davranan kişinin yanına getirilir. Bakarlar ki, köpek o insanı affetmiştir, kendisini sevdiriyor; herkes razı gelir.

Malatya’da yakın tarihte yaşanmış bu olayı aklımda kaldı kadarıyla anlatmaya çalıştım. Bu ülkenin hamurunda neler olduğunu hatırlatmak için verebileceğim onlarca örnekten biri bu. Hiçbir zaman şiddetsiz, barışçıl bir toplum olmadık ama son yıllarda şiddetin dozu arttı. Sokaklarda insana saldıran taksici çetelerden, akademisyenlerin kanında duş almak isteyen mafya babalarına kadar her şey var. Yanı başımızda böyle öğretiler, kültürler ve dini inançlar varken ne oldu da biz pati kesen, hayvanlara tecavüz eden, öldüren bir topluluk olduk?

Her şeyden önce şiddetin bireysel bir eylem olmadığını anlamamız gerek. Sokakta biri bir başkasını dövüyorsa bilin ki aslında toplum o kişinin ardındadır. İnsanların herkesçe yanlış kabul edilen eylemlerde bulunmayacağına inanıyorum. Ufak destekler bile suça motive eder. Bu yüzden de şiddeti öğretmeyi, övmeyi, normalleştirmeyi hayatımızdan çıkarmak ilk yapılacak iş. Televizyonlardaki dizilerde bugün ne övülüyorsa sokakta gördüğümüz o. Kurtlar Vadisi izleyen,  yarışma programlarında birbiriyle kavga edenlere bakıp gülen, siyasi liderlerden nefret söylemi ve ötekileştirmeyi öğrenen çocukların, başkalarına farklı davranmasını beklemeyin.

Televizyonlarından banka numarası takip eder gibi, ‘etkisiz hale getirilen terörist sayısını’ takip eden bir nesil öldürmenin kötü bir şey olduğunu unutur.

Şehit dendiği için bir insanın aslında ölmesi gereken yaştan çok önce öldüğünü algılayamayan gençler ölümün acısını anlayamaz. Yaşam değersizleşir.

14 yaşındaki Berkin’in annesi yuhalatılırsa toplum acılarını paylaşamaz; insanlar yalnızlaşır.

Barış istediği için hapse atılan 14 öğrenciye sahip çıkamayanlar, tüm hayatını koca bir hapiste geçirmeye başlamıştır ama fark edemez. Halbuki bu ülkenin John Lennon’larıydı o çocuklar.

Kavga edenlerin karşı tarafı suçlaması ya da mazeret bulması hep o ‘şiddeti haklı çıkarma ihtimaline’ yapılan bir göndermedir. Toplum şiddeti kayıtsız şartsız reddetmedikçe, “o başlattı”, “tahrik etti” gibi binlerce mazeretten birine prim verdikçe şiddet uygulayanlar toplumdan aldıkları bu güçle başkalarına zarar vermeye devam eder. Bu yüzden de yapılacak ikinci iş mazeret kültürünü yok etmek olmalıdır. Yoksa yarın biri çıkar, “o köpek bana havladı, pati attı, çocuğumu korkuttu” der.

Devletlere düşen ise başkadır. Şiddete yardım ve yataklık eden mazereti, öğretiyi ve mağdur edebiyatını toplumların hafızasından çıkarmak, yasalardan silip atmak, suça fırsat tanıyan her koşulu ortadan kaldırmak devletlerin ve onların icracı organları hükümetlerin görevidir. Türkiye’nin en büyük sorunu da burada yani hükümettedir. Köpeği insanla eş tutan kutsal öğretiler unutulduysa, televizyonlarda bunlar değil küçük çocuklara tacizi onaylayan, suça mazeret bulmaya çalışan, bir kere olduysa boş verin diyenler boy gösteriyorsa Sakarya’daki köpeğin başına gelenlerden hükümet sorumludur. Oy atarken Sakarya’daki meleği, yurtlarda tacize uğrayan çocukların ve şiddete maruz kalan insanları düşünün. Tüm canlılar için şiddetsiz, başka bir dünya için oy verin.