Vah İsmail, Şah İsmail

Özgür Gürbüz-Beyaz Forma Siyah Şort/31 Ocak 2012

Bu yıl Beşiktaş’ın kadrosuna bakıp ‘neresi eksik’ diye bakındığınızda ilk akla gelen yer sol bek. “Orada İsmail yok mu, neden eksik olsun” demeyin. Sezon başından beri maçları izleyenler bilirler, bugün Beşiktaş’ın en zayıf noktası İsmail Köybaşı’nın olduğu yer. Büyük ümitlerle Beşiktaş’a transfer edilen İsmail beklenen ilerlemeyi ne yazık ki gösteremedi. Savunmada zoraki sağ bek oynayan Hilbert bile İsmail’e göre daha fazla güven veriyor. Bunun arkasında ise Türkiye’ye özgün bir sorun yatıyor. Futbolcular altyapıdan en basit futbol bilgilerini öğrenmeden çıkıyorlar. İsmail’de sık sık gördüğümüz zamanlama, markaj ve yer tutma hataları hep bu temel bilgilerin eksikliğinden kaynaklanıyor.

Benim gözüme çarpan ve İsmail’in sık sık tekrarladığı ilk yanlışı topu kapmak için yaptığı, karşı oyuncuya yönelik hamlelerindeki zamanlama hatası. İsmail rakip karşısına geldikten bir süre sonra, (sabırsızlıktan mıdır bilinmez) topu almak için zamansız bir hamle yapıyor ve genelde de çalımı yiyor. Türkiye’de savunma oyuncularının işinin topu kapmak olduğu yönünde, mahalle maçlarından kalma bir fikir var. Yanlış! Savunma oyuncuları en gerideki oyuncular oldukları için her şeyden önce rakibi savunma bloğunun ardına sarkıtmamaya çalışırlar. Öncelikleri atağı yavaşlatmak, topu kullandırmamak ve alan daraltmaktır. Yani, rakibin üzerine gidip onu yavaşlatarak oyunu dondurmakla savunmacı kendisinden beklenen işin büyük bir bölümünü gerçekleştirmiş olur. Savunma yerleşir, destek gelir. Kanat oyuncuları için bu daha da önemlidir. Sıfıra inmiş bile olsa rakibinizin önünü kapattığınızda ortayı önler, rakibin topu geriye çıkarmasına neden olursunuz. Görev büyük ölçüde tamamlanmıştır. İsmail gereksiz yere top kapmaya çalışarak risk alıyor ve takımı sık sık zorda bırakıyor. Eğitim kaynaklı ilk hatası bu.

İkinci hatası ise rakibi nerede karşılayacağını bilmemek. Rakip hücum yaparken İsmail çoğu zaman karşı takımın kanat oyuncusuyla aynı çizgide bekliyor, arkasında değil. Hızına güveniyor, top rakibe gelmeden kesmek istiyor olabilir. Messi gibi bir oyuncuyu savunurken topu aldırmamaya çalışmak mantıklı olabilir. İyi ama dünyada kaç tane Messi var? Halbuki daha garantili olan rakibin arkasında beklemek. Unutmadan hatırlatalım, en garantili oyunu oynamak zorunda olan oyuncular savunmacılardır. Daha sonra orta saha ve ileri uç oyuncuları gelir. Sol bekin arkada kaldığı durumlarda, rakip topu alsa ve beki geçmeye kalksa bile, bek hızıyla onu yakalayabilir. İsmail’in hızı buna uygun. Bu yüzden riske girmesine gerek yok. İsmail ise tam tersini yapıyor, rakibi orta saha çizgisine yakın bir yerde ve paralelinde bekliyor. Bu da açık alan yaratıyor. Beşiktaş Gaziantep maçında İsmail’in cezası nedeniyle aynı mevkide oynayan Tanju bu konuda İsmail’den çok daha iyiydi ve Beşiktaş o maçta sol kanattan hemen hemen hiç açık vermedi.

İsmail, yer tutma ve markaj konusunda basit hatalar yapıyor ve kendisinden umutlu olanları üzüyor. Hücuma çıkma isteği de belli ki İsmail’in kafasını karıştırıyor. Ben olsam önce savunma yeteneklerimi ve temel bilgilerimi olabilecek en üst düzeye getirir sonra hücum varyasyonlarında nasıl bir rol alabileceğimi düşünürdüm. Şu anda iki arada bir derede, garip bir oyuncu izliyoruz. İsmail daha 22 yaşında ve bu temel bilgileri öğrenmek için zamanı var. Çok zamanı yok ama var. Bunu başarırsa ‘Şah İsmail’, başaramazsa ‘Vah İsmail’ olur ve birçok isim gibi başka kulüplerin yolunu tutmak zorunda kalabilir.   

Neden vergi veriyoruz?

Özgür Gürbüz-Birgün/29 Ocak 2012

Su, elektrik, gaz parayla.
Yiyecek içecek beleş değil.
Toplu taşıma parayla, otoyol, köprü parayla.
Devlet okulu bile bağıştı, defterdi, kitaptı durmadan para istiyor.
Çöp atmak parayla; vergisi var. Kolaysa verme!
Belediye kaldırım yapsa faturası vatandaşa çıkıyor.

Üniversite parayla, iyisini okumak istersen o daha da çok parayla.
Ehliyet çıkarsan parayla, nüfus cüzdanını kaybetsen parayla.
Sosyalinden bile olsa ev almak bir dert. Kiralasan parayla, almaya kalksan bir servet.
Cep telefonu parayla, kullanmak vergiyle.
Hasta olmak bedava, iyi bakılmak parayla.
Cicili bicili hastanelere gitmek özel sağlık sigortasıyla, o da bir ton parayla.
Ölürsen de kurtuluş yok, mezar yeri de parayla.
Geçenlerde bir haberde okumuştum, Eyüp'te bir kişilik mezar yeri 10 bin lira.
Dört kişi üst üste gömülsen, imamı da ikna etsen, adam başı yine 2 bin 500 lira!
Bir tek hava bedava, o da şimdilik.
Unutmadan, tuvaletler de parayla; ister büyük ister küçük.

Harçlarla bizi haraca bağlayanlar, dolaylı vergilerle de boğazımızı sıkıyor. Böyle garip bir düzen, garip bir memleket olur mu? Madem her şeyi paralı yapacaktınız, neden vergi topluyorsunuz? Memlekette parasız bir hizmet kalmadı, kalanların da hizmet kalitesi ortada.

Devlet okulları dökülüyor, toplu taşımanın iyi olduğu kent sayısı bir elin parmağını geçmez. İşsizlik sigortasından faydalanmak için önce bir işten kovulmuş olmanız gerekiyor.
Otoyollara girmek isterseniz paralı, bozuk yollar ise bedava.
Bütün dünyadaki kentlerde halkın dinlenme alanı olan parklar bizde yok. Kalan birkaç yeşil alan da alışveriş merkezlerine, gökdelenlere feda edildi.
Sahile gitsen kumsallar otellere kiralanmış, şezlong parası vermeyene deniz de yok. Bir ağacın, bir deren yok. Mangalına kömür bulsan, mangal yakacak yerin yok. Mesire yerleri bile parayla.

İşte memleketimde vergisini tıkır tıkır ödeyen ‘sade vatandaşa’ devletin sunduğu hizmet. Bizim memlekette sade vatandaşın işi zor ama herkes sade vatandaş değil. Vatandaşlar bu ülkede ikiye ayrılır: ‘Özel vatandaşlar’ ve ‘sade vatandaşlar’.

Özel vatandaşlar genelde özel hastanelerde doğarlar, özel okula giderler. Hasta olduklarında özel doktorlar özel hastanelerin kapısında onları karşılar. Evlerini özel korumaları korur, işyerlerine ya özel araçla ya da şirketlerinin sağladığı özel servislerle giderler. Hayatları en başından sonuna kadar ‘özel’ bir hayattır. Bu bizim memlekette neredeyse bildik bileli böyledir ama özel hayatın daha bir özel olduğu tarih, Özal hükümetinin iktidara geldiği tarihtir. Özal iktidarı kısa sürede ‘özellerin’ iktidarı olmuştur.

Bugün Türkiye’de otopark hizmetlerinden enerjiye kadar birçok alanda neredeyse özelleştirilmeyen kurum, kuruluş kalmadı. Ya da şöyle diyelim, özelini isterseniz hepsi fazlasıyla var. Özel hastane, özel güvenlik, özel okul, halk otobüsünden minibüsüne kadar özel taşımacılık; o da var!

Gelelim sade vatandaşa. Bizim sade vatandaş devlet hastanesinde doğar, devlet okullarında okur. Eğitim özel olmadığı için ‘sade’dir; yabancı dil, matematik vs. gibi teferruatlardan arındırılmıştır. Bu derslerin adı vardır ama kendisi yoktur. Üniversite’nin devletine girse, yurdun özeline mahkûm kalabilir. Sade vatandaş şanslıysa kendisi gibi sade zevklere sahip bir eş bulur, evlenir. Mümkünse çocuk yapmaz çünkü okutmak zordur, mümkünse hastalanmaz çünkü çalışmak zorundadır. Sade vatandaşın özel sağlık sigortası da yoktur. Özel olmadığı için bedelli askerlik de yapamaz, sadesinden bir er-onbaşı olur.

Bizim memlekette sade ve özel vatandaşın rüyaları bile kesişmez. Tek ortak noktaları (eğer veriyorlarsa) vergi vermektir. Verilen vergilerin neye yaradığı ise bilinmez. Eski bir rivayete göre bu vergiler yol, su ve elektrik olarak vatandaşa geri dönmektedir. Gerçekte ise Türkiye'deki 5 milyon asgari ücretli ülkenin en büyük 90 firmasının ödediği kadar vergi ödemektedir. Vatandaşın sokakta çişi gelse ve eğer cebinde parası yoksa altına yapmaktan başka çaresi yoktur.

Umudu hatırlatanlara selam olsun

Bir başka Hrant, bir başka Musa, bir başka Uğur, halkını sevdiği için öldürülmeyecek, güpegündüz gelen kanlı katillere bu halk bir gün gereken yanıtı verecek. Hrant'ın ardından yürüyen on binler bu umudun selidir. En karanlık günlerde umudu hatırlayanlara, hatırlatanlara selam olsun.

Özgür Gürbüz-Birgün/22 Ocak 2012

Yıl 1980, Özgür daha çocuk, yedi yaşında, sekizine az var. Mevsimlerden yaz, Merzifon'da yaz güney illerinin baharı gibidir, Taşan Dağı'ndan esen rüzgar sıcak havayı garajlara kadar hafifçe sürükler, oradan Yedikır Gölü'nün üstüne doğru bırakır.

Rüzgarın önüne tankların çıkmasına, 12 Eylül'e günler var. Dedim ya, Özgür daha yedi yaşındaydı. Büyümemişti, annesinin elini sıkı sıkı tutarak Merzifon'un Cumhuriyet Caddesi'nden yukarı doğru ağır ağır yürüyordu. Cumhuriyet Caddesi, eskiden Çınar Oteli'nin olduğu yerde birkaç kola ayrılır, bir tanesi Özgür'ün evine, Ulus Caddesi'ne gider. Özgür'e annesinin elini sıkı sıkı tutması tembihlenmişti çünkü iki yıl önce Ulus Caddesi'ndeki evlerinin önünde Özgür'e otomobil çarpmıştı. Annesinin elini bırakıp karşı komşunun közlediği mısırı almaya koşturduğu gün kendisini asfaltın üstünde, havada bulmuştu. Özgür'e bir şey olmadı, otomobilin tamponu eğrildi. Ya da böyle avuttular Özgür'ü...

O gün Özgür annesinin elini bırakmadı ama annesi Özgür'ün elini bıraktı. Bağırıyor, yardım istiyordu. Ulus Caddesi'ne giden yolun başında iki-üç kişi bir genci öldüresiye dövüyorlardı. Güpegündüz, herkesin ortasında. Vuranlar sağ görüşlü dövülen genç ise sol görüşlüydü. Kimse kılını kıpırdatmadı. Özgür'ün çocuk aklına güvenilmez ama polisleri gördüğünü hatırlıyor, kavga çıkınca dondurmacı dükkanına saklandıklarına dair bir iddiası var. Solcu öğrencinin gözlükleri vardı, elleri sopalı saldırganlar gözlüğünü darmadağan etmişlerdi. Özgür'ün annesi atıldı, bağırdı ve belki de utançtan olacak esnaf müdahele ederek çocuğu kurtardı. Kurtardı ama duyum odur ki, Erkek Sanat Okulu'nda (Endüstri Meslek Lisesi) okuduğu söylenen o gencin kör olduğu söylenir. Umarım doğru değildir.

Aradan 14 yıl geçti. Özgür 1993 yılında ilk kez gözaltına alındı. Gazeteci-yazar Uğur Mumcu yine güpegündüz, evinin önünde öldürülmüştü. Özgür Cumhuriyet Gazetesi'nin Cağaloğlu'ndaki bürosundan Taksim'e yürüyen gruba katılmıştı. Binlerce insan. Galata Köprüsü'nün sonunda polis yolu kesti. Özgür en önde kalmıştı, burnunun ötesi polis kalkanıydı. Bir ara sırtını polise döndü, bir el ensesinden onu kalkanlara doğru çekti. Gözaltına alındı. Belli ki göze batmıştı. Ne yaptığı, ne ettiği belli değildi. Polisler, “katil polis, faşist polis diye bağırmışsın” dediler. Yoktu öyle bir şey. Bu sloganları yıllar sonra Metin Göktepe'nin ardından yapılan yürüyüşlerde duydu. O geceyi karakolda geçirdi, korkmuştu. Karakolda, öldürülen diğer gazetecileri düşündü. Çetin Emeç'i, Turan Dursun'u, Musa Anter'i... Gazeteci olmayı hep istemişti, o gün daha çok istedi.

Aradan yine 14 yıl geçti. 19 Ocak 2007'de, Hrant Dink'in öldürüldüğü gün Özgür de on binlerin arasındaydı. Kimsenin elini tutmuyordu ama binlerce insanla adeta kolkola yürüyordu. Hrant Dink de herkesin gözü önünde, göz göre göre öldürülmüştü. Hrant Dink'i düşünürken yedi yaşında yine herkesin gözü önünde öldürülesiye dövülen o genci hatırladı. Bombalanan, vurulan, öldürülen gazeteciler aklına geldi. Hrant'ın fotoğrafına bakamadı.

Bu ülkede gazeteci olmak zor. Ermeni olmak zor. Devlete muhalif olmak zor. Hrant Dink hem gazeteci, hem Ermeni hem de muhalifti. Varın siz düşünün cesaretini. Eminim cesareti bu ülkenin halklarına duyduğu sevgiden kaynaklanıyordu. Hiç tanışamadık ama böyle hissediyorum. Güpegündüz, göz göre vurulması herhalde bundandır. Bu ülkede cesurlar sevilmez, ses çıkarmamak, görmezden gelmek makbuldür. Kraldan çok kralcı olmak gerekir. Gazetecinin meslek aşkı bir kara sevdadır. Gazetecinin, yazarın, düşünürün halkına duyduğu sevgi karşılıksız bir sevgidir. Mutlu son yoktur. Bir gün ya unutulur ya da kaderine terk edilir.

Ne mutlu ki Özgür'e bugün Hrant Dink'in yazılarını yazdığı bir gazetede yazılar yazıyor. Köşesini her gün merakla okuduğu Uğur Mumcu'nun gazetesi Cumhuriyet'te yazıları yayımlandı. Her gazeteciye nasip olmaz. Ve katiller için ne acıdır ki, yedi yaşından beri gözleriyle şahit olduğu bu zulme rağmen Özgür, 14 yıl sonra bir başka gazetecinin öldürülmeyeceğine dair umudunu hâlâ yitirmedi. Bir başka Hrant, bir başka Musa, bir başka Uğur, halkını sevdiği için öldürülmeyecek, güpegündüz gelen kanlı katillere bu halk bir gün gereken yanıtı verecek. Hrant'ın ardından yürüyün on binler bu umudun selidir. En karanlık günlerde umudu hatırlayanlara, hatırlatanlara selam olsun. Işıklar içinde yatın.