Erteledikçe tehlike büyüyor

Özgür Gürbüz-Cumhuriyet (Sürdürülebilir Yaşam Eki) / 31 Aralık 2011

Güney Afrika’nın Durban kentinde gerçekleşen iklim zirvesine* cebimizde Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) rakamlarıyla gittik. IPCC, gezegenin ortalama sıcaklığındaki artışın 2 dereceyi geçmemesi gerektiğini söylüyor. Şu anda bu artış 0,8 dereceye yaklaştı. İki derece eşiği aşılırsa su ve gıda kaynakları ile biyoçeşitlilik üzerindeki baskı çoğalacak. Kıyı kesimlerinin sular altında kalması, fırtınaların sayı ve şiddetinde artış felaket senaryolarımız arasında. Tüm bunların getireceği sosyal ve sağlıkla ilgili sorunlar ise cabası.

Afrika iklim adaleti için yürüdü. Foto: O. Gurbuz.
İklim değişikliği kader değil. Cebimize koyduğumuz kağıdın bir yüzünde karşılaşacağımız tehlike diğer yüzünde ise bu durumdan nasıl kurtulacağımızın formulü yazılıydı. Formül şu: Kyoto Protokolü’nün EK-1 adı verilen listesindeki gelişmiş ülkeler 2020’ye kadar seragazı salımlarını 1990 düzeyinin yüzde 25-50 oranında aşağısına çekecekler. Uzun vadede ise hedef daha da yüksek. 2050 yılına gelindiğinde küresel seragazı salımlarını 2000 yılına göre yüzde 50 ila 85 oranında azaltmak zorundayız. IPCC’nin rakamlarını yabana atmayın. Dünya Meteoroloji Örgütü ile Birleşmiş Milletler (BM) Çevre Programı’nın birlikte kurduğu IPCC’nin amacı iklim değişikliğinin bilimsel boyutunu araştırmak ve gerekli uyarıları yapmak. 2007 yılında Nobel Barış Ödülü aldılar. Farklı ülkelerden binlerce bilim insanı iklim değişikliği ve etkilerini araştırıyor, sonuçlar yüzün üzerinde ülke tarafından onaylanıyor ve halka açıklanyor. İşte cebimizdeki rakamlar bu denli detaylı bir çalışmanın ürünü. 

Kâğıdın en altına başka bir not almışım. Uluslararası Enerji Ajansı, iklim konferansından iki hafta önce yaptığı açıklamada yeni ve küresel bir anlaşmanın 2017’den önce hayata geçirilmemesi durumunda çok geç kalınacağını söylüyor. Küresel ısınmanın nedenleri arasında başı çeken kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlara dayalı enerji santrallerini, ulaşım araçlarını bir günde değiştirmek mümkün değil. 1-2 yıllık gecikme, 2 derece sınırını aşmamıza neden olabilir. 2017 yılının altını bu nedenle olsa gerek, birkaç kez çizmişim.

Durban’da iki hafta süren toplantı sonuçlarına baktığımda, 2020 için IPCC’nin verdiği yüzde 25-40 hedefinin sonuçlarda yer aldığını gördüm ama bir farkla. Bu hedefin bir bağlayıcılığı yok. Halbuki Kyoto’nun ilk yükümlülük döneminde (2008-2012) seragazlarının yüzde 5,2 azaltılması için bağlayıcı bir hedef vardı. Durban’da Kyoto Protokolü’ne devam kararı alındı ancak ikinci yükümlülük döneminde ne kadar seragazı azaltımı yapılacağı henüz net değil. EK-1 ülkeleri 1 Mayıs 2012’ye kadar Sekretarya’ya ikinci döneme ilişkin hedeflerini bildirince bilimin ne kadar yakınında veya uzağında kalacağımızı göreceğiz. Şu an belirsiz bir durumla karşı karşıyayız. Üstelik ABD yine sahnede yok. Kanada Kyoto’dan çekildi, Japonya onu izliyor. Rusya ise hedef almaya niyetli değil. Bu ülkelerin seragazı salımlarının toplamı küresel salımların neredeyse üçte biri. Emisyonların dörtte birinden sorumlu Çin’in bu dönemde de indirim hedefi almayacağı hesaba katılırsa, Avrupa Birliği’nin tek başına bilimin işaret ettiği hedefe ulaşması zor. 2015 yılına kadar yeni bir anlaşma ile tekrar tüm ülkeleri masa başına toplama isteği de aslında bu zorunlu ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Yoksa beyaz mendiller elde, elveda dünya diyeceğiz.

İklim değişikliğini umursamamak; şu yapmıyor, bu masadan kaçıyor deme şansımız yok. Hem bu çok uluslu şirketlerin ekmeğine yağ sürüyor hem de geleceğimizi karartıyor. Kimse kendini kandırmasın, iklim değişikliği hâlihazırda etkilerini gösteriyor ve daha da kötü olacak. İngiltere Enerji ve İklim Bakanlığı tarafından İngiltere Meteoroloji Ofisi’ne hazırlattırılan ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 21 ülkeyi kapsayan raporlar Durban’da açıklandı. Bakın Türkiye’yi neler bekliyor:

  • Türkiye’de 1960’dan bu yana bir ısınma eğilimi var. Serin gecelerin sayısı azalıyor, sıcak günlerin sayısı ise artıyor. Bir projeksiyona göre, bu yüzyılın sonuna kadar ortalama sıcaklıktaki artış kuzey bölgelerinde 2,5 – 3, merkez ile güney/güneydoğu bölgelerinde 3-3,5 ve Türkiye’nin doğusunda ise 4 dereceyi bulacak.

  • Sıcaklık artışıyla birlikte yağış rejimi değişecek. Güney bölgelerinde yağışlarda yüzde 20 azalma bekleniyor. Kuzeyde ise yüzde 10’ları bulabilir. 2100’de Türkiye’de su sıkıntısı çeken nüfusunun oranı yüzde 45’i bulabilir.

  • Deniz seviyesindeki yükselme Akdeniz’de 428 bin, Ege’de 208 bin, Marmara’da 842 bin ve Karadeniz’de 201 bin kişiyi etkileyecek.

Peki, beklenen bu tablo karşısında Türkiye ne yapıyor? Öncelikle bir sitemde bulunmalıyım. Çevre Bakanı sayımız ikiye çıktı ama bir tanesi bile Durban’a gelmedi. İklim Baş Müzakerecisi Mithat Rende’nin belki de yüzyılın en önemli iklim toplantısında olmayışı da anlaşılır gibi değildi. Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, Türkiye adına genel kurulda konuşma yapan tek kişiydi. Umarım hükümet iklim değişikliği sorununu daha fazla “kalkınarak” çözmeye çalışmaz.

Müzakereler açısından Türkiye daha önceki taraflar toplantılarında olduğu gibi yine ortalarda görünmemeyi tercih etti. Bildiğiniz gibi garip bir durumumuz var. Türkiye gelişmiş ülkelerle aynı grupta yer alıyor. EK-1 ülkesi ancak 2001 Marakeş’te alınan kararla “özel bir durumu” olduğu da kabul edildi. Türkiye bu özel durumu yükümlülük almama şeklinde yorumluyor ve yeni bir anlaşma yapılmazsa 2020’ye kadar da böyle yorumlamaya devam edecek gibi görünüyor. 2020 tarihi ise kritik. Çin bu tarihte yükümlülük alabileceğine dair sinyaller verdi. Böyle bir durumda kimse Türkiye’ye dönüp, “Sen hâlâ gelişme yönünde bir ülkesin” demeyecektir. Çünkü Türkiye’nin seragazı salımı 1990-2009 arasında yüzde 97 oranında arttı. EK-1 ülkeleri içerisinde böyle bir artışın yanına dahi yaklaşan yok. Kişi başına düşen yıllık salım miktarı da 5,2 ton civarında. Neredeyse Çin kadar ve dünya ortalamasının üzerinde. Planlanan kömür santralleri, karayolları vs. hayata geçirilirse bu rakam daha da yukarılara çıkacak. Herkes azaltırken biz artırmış olacağız ve tabi ki ileriki müzakerelerde çok zor anlar yaşayacağız. Fikir vermesi için Almanya’nın bugün 10 ton olan yıllık kişi başına düşen salım miktarını 2050’de 3 tona düşürmeyi hedeflediğini anımsatayım. Düşük karbonlu yaşama doğru gidilen dünyada Türkiye’nin avantajlı bir pozisyondayken kendisini dezavantajlı bir pozisyona koymaya çalışması çok saçma. Açılan her bir kömür santralinin 40-50 yıl faaliyet göstereceğini unutmamalıyız. İklim değişikliğini önlemek için petrol, kömür ve doğalgazdan uzaklaşmak, rüzgar, güneş, biyokütle gibi temiz enerji kaynaklarıyla enerji verimliliğine önem vermek gerekiyor. Türkiye zaten fosil yakıt zengini değil ve dışa bağımlı, diğer kaynaklar ise bolca var ve yerli. Sahi, Türkiye’nin iklim değişikliği konusunda daha aktif bir rol almasını kim engelliyor acaba?

*Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 17. Taraflar Konferansı (COP 17) ile Kyoto Protokolü 7. Taraflar Toplantısı (CMP 7).

Bir nükleer santralde kaç kişi çalışır?

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Aralık 2011 

Sizce bir nükleer santral kaç kişiye iş sağlar? Nükleer Enerji Enstitüsü’ne göre bu sorunun yanıtı 400 ila 700 arasında değişiyor. Nükleer enerji taraftarı bu enstitü, 1000 MW (megavat) kurulu güce sahip bir reaktörde kalıcı işçi sayısının 400 ila 700 arasında olduğunu söylüyor. Peki, Mersin Akkuyu’ya santral kurmaya çalışan Rus firmasının Genel Müdür Yardımcısı ne diyor? 20 bin kişiye iş kapısı açacağız! Aklıma “ufaklı, civcivli” bir söz geldi ama söylemeyeceğim.

Akkuyu Nükleer Güç Santrali A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Rauf Kasumov’un 8 Aralık tarihinde basında yer alan sözleri aynen şöyle: “Yapım aşamasında 2 bin 500- 3 bin kişilik mühendis ekibi görev yapacak. 3 bin kişi demekle 20 bin kişiye iş kapısı açmış oluyorsunuz. O kadar çok insan çalıştıracağız ki Gülnar ve Silifke'deki insanlar bile yetmeyecek diye düşünüyoruz. İnşaatın üst aşamasında ise 12 bin kişi çalışacak. Bunlardan 9 bini Türk uyruklu olacak.”

İnsan giriyor elektrik çıkıyor
Anlaşılan kurmaya çalıştıkları nükleer santral el yordamıyla çalışacak. En yüksek teknoloji dedikleri şey bu olsa gerek. İçine insan atıyorsun diğer taraftan elektrik çıkıyor. Biz de uranyumla çalışacak, radyasyon sızdıracak diye korkuyorduk; içimiz rahatladı. Santral insanla çalışacakmış hem de yüzde 75'i yerli! Eşini dostunu sevmeyen santrale işçi yazdırsın.

Akkuyu'ya kurulmak istenen dört tane 1200 MW gücünde reaktör. Hepsini ayrı ayrı düşünseniz, taş çatlasın 2 bin kişi eder. Bunların çoğu da Rusya'dan gelecek ve kalifiye eleman olacak. Nükleerci yetiştirmek için bursla Rusya'ya gönderilen öğrencilerle bu işi yürütemezsiniz. Türkiye'de bırakın santral çalıştırmayı, santralin içini görmüş mühendis sayısı herhalde 2 bini bulmaz. Yapım aşamasında 2 bin 500-3 bin mühendis nasıl çalışacak, ona da akıl erdirmek zor. Her bir A4 kağıdı dört mühendis tutacak herhalde. Kuzeyden, güneyden, sağdan ve soldan... Belki de mühendisler kum eleyip, harç karacak? Elektrik Mühendisleri Odası'na söyleyelim de Rusça türkü söylemesini öğretsinler mühendislere. Harç kararken türkü söylemek adettendir.

İnşaat beş yıl gecikti
Finlandiya'da yapımı yılan hikayasine dönen Olkiluoto nükleer reaktörü geciktikçe gecikiyor. En son açıklanan bitiş tarihi 2014 Ağustos ayı. Planlanandan beş yıl daha geç. 3 milyar avroya biter diyorlardı, bu gidişle 6 milyar avroya bile bitmeyecek. Tam bir fiyasko. Akkuyu'nun sonu da aynı olacak çünkü iki projenin ortak yanları çok. Rus firmasının Akkuyu'ya yapmak istediği reaktörler türünün ilk örneği. Çalışanı yok, denenmişi yok. Finlandiya'da yapılan da Fransız Areva'nın Avrupa Basınçlı Su Reaktörü (EPR). Çalışanı yok, denenmişi yok. Her ikisinin de son teknoloji ve en ileri jenerasyon reaktörler oldukları iddia ediliyor. Rusların tek avantajı, bizde Finlandiya'daki gibi işi denetleyebilecek bağımsız bir kuruluşun olmaması. Saldım çayıra mevlam kayıra! Orada hatalar tek tek tespit edildi, reaktörü adeta yeniden yaptırttılar. Bizde bırakın bağımsız kuruluşu, denetlemeyi yapacak merci bile yok. Depreme dayanıklı santral diyorlar, inanıyorsun. Zemin etüdünü bile onlar yapıyor. Akdeniz'de kaç tane deprem araştırman var? Rus şirketi ne derse o oluyor.

Finlandiya'da santral gecikince işçi sayısı arttırıldı. Her geçen gün Areva'nın zararı artıyor. Santralin biran önce çalışıp elektrik üretmesi gerek. Fransızlar siparişi veren şirketle mahkemelik oldu, tahkime gidildi. Buna rağmen firmanın rakamları çalışan sayısını 4 bin olarak gösteriyor. 55 ülkeden işçi getirmişler. Polonyalı işçiler isyanda, saati iki avrodan az bir paraya çalıştırılıyorlarmış. Avrupa'da günde 16 avro kazanın, karnınızı zor doyurursunuz.

Bu çalışanların çoğu da geçici işçi. Santral inşa edildikten sonra geriye mühendisler ve bekçiler kalacak, toplasan 400-500 kişi. İnşaat için 5 yıl süre biçiyorlar, santralin çalışacağı süre 60 yıl. Beş yıl çalışan işçi 55 yıl yine işsiz kalır. Daha önce uluslararası verilerden yola çıkarak yazmıştık, tekrar edelim. İmal ettiğiniz ve kurduğunuz 1 megavat (MW) gücündeki her elektrik üreten güneş paneli 30 kişiye istihdam sağlar. Rüzgar enerjisinde bu rakam 15. Türkiye'de her yıl 1000 MW gücünde güneş panelleri imal edip kursanız 30 bin kişiye, 1000 MW gücünde rüzgar türbinleri imal edip kursanız, 15 bin kişiye kalıcı iş sağlamış olursunuz.

Mersin veya Sinop'a kurulacak nükleer santraller Türkiye'nin istihdam sorununu çözemez, bu açık ve net. Şişirilmiş rakamlarla halkı kandıramazsınız. Hükümetin ve Rus firmasının nükleeri savunmak için nükleer enerjinin en zayıf özelliği, istihdam yaratma potansiyelini argüman olarak sunmaları çaresizliklerine işaret. Nükleer santral istemeyen kamuoyunu ikna etmek için ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar.

Energy analyst Gürbüz: Preachers of Iraq and Libya were not present in Durban

Interview published at Today's Zaman... (19 December 2011)
A Turkish journalist who has been working on issues related to energy and the environment for the last 20 years, and who was at the Durban climate talks as an observer, said it was instructive to see once more how some developed countries like to lecture the world when it comes to democratic development -- in countries like Iraq and Libya which posses good oil reserves -- but remain silent and short-sighted when there are no material gains.
“Millions of people in the least developed countries are threatened by natural disasters, water scarcity, drought, emigration and so on. They are not responsible for climate change but they are the most vulnerable,” said Özgür Gürbüz, who was at the climate conference as an observer for the Heinrich Böll Stiftung, an independent German civil society organization.

“They do not want money nor do they beg for mercy. They want to secure their future and demand equality,” he added.

To read the rest of the article, please click here

Güney Afrikalı’nın “Deniz Feneri”ni kimse duymayacak

Özgür Gürbüz-Birgün / 18 Aralık 2011

Johannesburg-Nelson Mandela Meydanı
Foto: Özgür Gürbüz
Yabancı bir ülkeye gittiğimde o ülkenin kültürü ve politik gündemi hakkında bilgi sahibi olmaya çalışırım. Bir bakkala, süpermarkete gitmek size yemek kültüründen, sıradan insanların hayatına kadar birçok şey öğretir. Gazeteler, o ülkede nelerin konuşulduğunu anlatır ya da varsa mahallenin bakkalı. Süpermarketlerle dolu bir ülkede ne yazık ki bu şansınız yok.

İklim görüşmelerini izlemek için gittiğim Güney Afrika’da ilk günler güvenlik nedeniyle kendimi dört duvar arasında kapalı buldum. Oraya gitme vururlar, sokakta dolaşma soyarlar. Klise duvarlarında bile “izinsiz giren vurulur” yazılarını görüp, elektrikli telleri fark edince bu uyarıları ciddiye almaya karar verdim. Oturdum bir tomar gazete okudum. Bir baktım ki 10 küsür saatlik yolu boşuna gelmişim. Gündem neredeyse bizimkiyle aynı. Yelpazenin solundaki gazete de aynı dertten yakınıyor, sağındaki de. Konu basın özgürlüğü.

22 Kasım 2011 tarihinde Güney Afrika Cumhuriyeti Parlamentosu’nun alt kanadı “Gizlilik Yasası” adlı tasarıya 107’ye karşı 229 oyla evet dedi. Tasarı muhtemelen gelecek yıl parlamentonun üst kanadında tartışılacak ve oradan da geçerse Devlet Başkanı Jacob Zuma’nın onayına sunulacak. Yasa tasarısı, devletin en üst makamından belediyelere kadar her kurumuna istediği belgeye “gizli” damgası vurma hakkını veriyor. Bu belgeleri sızdıran, gazetelerde haberleştirenlerin de vay haline; 25 yıla kadar hapis onları bekliyor. Gazeteler bu güne “Kara Salı” ismini yakıştırdı.

Tasarıyı hazırlayan iktidardaki ANC (Afrika Ulusal Kongresi) partisi. ANC’nin Güney Afrika’nın ırkçılığa karşı mücadele tarihinde çok önemli bir yeri var. Güney Afrika’nın unutulmaz lideri Nelson Mandela’nın da başkanlığını yaptığı ANC, 1994 yılında ülkenin ırkçılığa veda etmesiyle birlikte iktidar koltuğuna yerleşmiş. 17 yıldır iktidardalar ve 2009’daki son seçimde yüzde 65 oranında oy toplamışlar. Mandela’nın ANC’nin silahlı kanadı Umkhonto we Sizwe’nin uzun yıllar liderliğini yaptığını da hatırlatalım.

ANC’nin “Gizlilik Yasası” 2-3 yıl önce de parti içinde gündeme gelmiş ancak parlamentoyu görmeden tasarıdan vazgeçilmiş. Güney Afrika’da yayımlanan Mail&Guardian gazetesinin, 1999 yılındaki bir yolsuzluk iddiasıyla ilgili haberleri tasarının yeniden yastık altından çıkarılıp acele bir şekilde parlamentoya sunulmasında etkili olmuş. 1999’daki yolsuzluk iddiasında Güney Afrika Devlet Başkanı Jacob Zuma’nın da adı geçiyor. O dönem, finans konularında Zuma’nın danışmanlığını yapan Schabir Shaik’in milyar dolarları bulan büyük bir silah ihalesinde Zuma’ya rüşvet verdiği iddia edilmişti. Shaik 2005 yılında suçlu bulunmuş ve 15 yıl hapis cezası almıştı. Zuma ise ceza almamayı başarmıştı.

Yasa tasarısına Güney Afrika’da tüm medya tepki gösteriyor. Sadece beyazlar değil, ANC’ye oy veren zenciler, solcu gazeteciler bile bu yasayı savunamıyor. Ülkede yolsuzluk sorunun dağ gibi büyüdüğünü görmeyen yok. Sorunu çözmenin yolu gizlemekten geçmiyor ama bunu ANC’ye ve Zuma’ya söylemek pek kolay değil. 17 yıllık iktidar ve yüzde 65’lerin üzerindeki oy potansiyeli, ANC yandaşlarını bile açık açık konuşmaktan alıkoyuyor sanki. Ne kadar kızsalar da, tahminen “bizdendir” deyip oylarını verecekler. Bizim buralarda olduğu gibi. Yine bizim buralarda olduğu gibi herkes susmuyor. Güney Afrika’nın politik sahnesinde artık fazla görünmeyen 93 yaşındaki Nelson Mandela yasa hakkında çekinceleri olduğunu söyledi. Nobel ödüllü Başpiskopos Desmond Tutu, tasarıyı “hakaret” olarak tanımlayarak, araştırmacı gazeteciliğe darbe vuracağına dikkat çekti. Güney Afrikalı gazeteciler ise ağızlarını siyah maskelerle kapatarak ANC’nin merkezinin önünde protesto gösterileri düzenlediler. Bu protestolar etkili olmazsa Güney Afrika basınında “Deniz Feneri” benzeri yolsuzluk dosyaları hiç yer alamayacak. Yolsuzluk olacak ama yok sayılacak, görülmeyecek.

Görülüyor ki, dünyada iktidarların medyayı susturmak ve kontrol etmek için yapmayacakları şey yok. Benzer taktikler ya birileri tarafından öğretiliyor ya da kulaktan kulağa her yere ulaşıyor. Türkiye’de izlenen yol daha zahmetli. Destekçilerini televizyon ve gazete açmaları için teşvik edeceksin. Mevcutları satın almaları için eşine dostuna baskı yapacaksın, rica edeceksin. Satın alamadığının üzerine vergi borcuydu, şuydu buydu diyerek yürüyeceksin. Parayla kontrol edemediğini terör örgütü üyesi ilan edeceksin, gazeteci değil diyeceksin. Uzun iş... Çıkar bir gizlilik yasası, bitir işi! Bak, elalem nasıl yapıyor.

Kyoto ölmedi ama ağır yaralı

Güney Afrika’nın Durban kentinde iki hafta süren görüşmeler iklim değişikliğini durdurmak için hangi ülkelerin niyetli hangi ülkelerin ise umursamaz olduğunu gösterdi. Maskeler düştü. İyi, kötü ve çirkin belli oldu.

Özgür Gürbüz-Birgün / 15 Aralık 2011

Durban’a giderken elde, gelişmiş ülkelerin seragazı emisyonlarını 2012 sonuna kadar 1990 yılı seviyesinin yüzde 5,2 aşağısına çekecek bir anlaşma vardı. Yasal bağlayıcılığı olan ve 192 ülke ile bir birliğin imzasını taşıyan eldeki tek metin Kyoto Protokolü’ydü. 2012 sonunda ilk yükümlülük dönemi bitiyordu ve yerine bir şey konmazsa (ikinci yükümlülük dönemi) iklim mücadelesi dipsiz kuyuya itilmiş olacaktı. Bilim, 2050’ye gelindiğinde gelişmiş ülkelerin seragazı emisyonlarını 1990’a göre yüzde 80 oranında azaltması gerektiğini söylüyor. Görüldüğü gibi daha işin başındayız. Tüm bunları bilerek gittiğimiz Durban’dan şu sonuçlarla döndük:
  • Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük dönemi belirlendi ve protokol hayatta kaldı. İkinci dönem 1 Ocak 2013’te başlayacak ve 31 Aralık 2017’de veya 31 Aralık 2020’de bitecek. Bitiş tarihi üzerinde yeni müzakerelere ihtiyaç duyulacak.
  • Seragazı emisyonlarının ne kadar indirileceği şimdilik belirsiz. Anlaşma metininde amaç 2020’ye kadar seragazı salımlarını 1990 yılına göre yüzde 25 ila 40 oranında azaltmak olarak belirtildi ancak bu hedef bağlayıcı değil. Bolivya bu konuda haklı bir itirazda bulundu ki ben de aynı görüşteyim. Hedefi aynı Kyoto’nun ilk döneminde olduğu gibi tek bir rakama bağlamak ve bağlayıcı bir hedef olarak belirlemek lazım. 
  • Kyoto’ya taraf, EK-1 diye adlandırılan listedeki gelişmiş ülkeler, 1 Mayıs 2012’ye kadar Sekretarya’ya ikinci döneme ilişkin hedeflerini bildirmek zorunda. Bu tarihte Kyoto’ya devam kararı alan ülkelerin asıl rakamlarını göreceğiz. Önümüzdeki kritik tarih 1 Mayıs. 
  • Kanada ve Japonya ikinci döneme katılmayacaklarını açıkladı. Rusya ise indirim hedefi belirtmeyeceğini söyledi. ABD yine yok. Böyle olunca küresel emisyonların neredeyse 3’te birini salan bu dört ülke sorumluluk almamış oluyor. Bu sürdürülebilir değil.
  • Durban’ın bir sonucu da, 2020 sonrası Çin ve Hindistan gibi büyük miktarda seragazı salımı yapan ülkelerin de bağlayıcı hedef alacaklarına dair verdikleri sinyallerdi. Ancak 2020’ye kadar seragazı indirimi konusunda gelişmiş ülkeler üzerlerine düşeni yapmazlarsa, Çin’in sürece katılmasının bir anlamı kalmayabilir. Çünkü bilimsel raporlar, küresel ve herkesin sorumluluk aldığı bir anlaşmanın hayata geçmesi için 2017’nin en son tarih olduğunu söylüyor.
  • Yeşil İklim Fonu’nun organizasyonu konusunda da anlaşıldı. 2020’den itibaren gelişmekte olan ülkelere her yıl 100 milyar dolar yardım yapılacak. Paranın kaynağı ise hala belli değil.
Durban’daki iklim konferansının ana sonuçları bunlar. Kyoto’nun hayatta kalması bir teselli olsa da acı gerçek dünyanın en büyük ekonomilerinin sorumlulukları arttıkça süreçten ayrılmaya başlaması oldu. Kötüler ortaya çıktı. ABD, Kanada, Rusya ve Japonya’yı bu listenin en başına yazabilirsiniz. İyiler kim derseniz, küçük ada devletleri, az gelişmiş ülkeler ve onları yalnız bırakmayan Avrupa Birliği diyebilirim. Çirkinler grubuna ise petrol kaynakları nedeniyle görüşmeleri tıkamaya çalışan Suudi Arabistan ve Venezüella konulabilir. Suudi Arabistan’ın petrol gelirleri azalacak argümanıyla tazminat istemesi, Venezüella’nın son gece Avrupa Birliği’ne yaptığı anlamsız çıkış sevimsizdi. Türkiye ise her zamanki gibi ortalarda görünmemeyi tercih etti. İki çevre bakanı da toplantılara gelmedi. İklim Baş Müzakerecisi Mithat Rende’nin belki de yüzyılın en önemli iklim toplantısında olmayışı anlaşılır gibi değildi.

Durban toplantısı bize bir kez daha acı gerçeği gösterdi. Milyarlarca canlının hayatını etkileyen bir anlaşmanın kararını verenler dünyadaki halklar değil hükümetleri kontrol eden birkaç büyük şirket oldu. Kamuoyu ve bilimin desteğine rağmen buradan dünyayı kurtaracak bir anlaşma çıkmaması başka nasıl açıklanabilir?

Dünyayı kirletenlerin listesi

Geleceğinizi fosil imparatorluğunun askerlerine teslim etmeyin.

Özgür Gürbüz-Birgün / 11 Aralık 2011

Bilmek giderek zorlaşıyor. Medyanın büyük bir bölümünün iş dünyası tarafından dolaylı ve doğrudan kontrol edilmesiyle kim suçlu, kim güçlü bilmek zorlaşıyor. Şirketler bazen reklam veren olmanın gücü, bazen de bizzat medyada sahip oldukları pay sayesinde kirli işlerini halktan saklamayı başarıyor. Birazdan yazacaklarımı okumak için BirGün gibi bağımsız bir gazeteyi almanız veya internette ne aradığını bilmeniz şart. Sadece Türkiye’de değil dünyada da durum böyle.  

Kömür karası bankalar
İklim değişikliği kendi kendine gerçekleşmiyor. Kullandığımız fosil yakıtlar (kömür, petrol ve doğalgaz) küresel ısınmayı giderek hızlandırıyor. Buna rağmen neden daha temiz enerji kaynaklarına yönelmiyor ya da enerji tasarrufu yapmıyoruz? Yapmıyoruz çünkü dünyada kurulu ‘fosil yakıt imparatorluğu’ sistemin her noktasını kontrol ediyor. Dört sivil toplum örgütü (Urgewald, Groundwork, Earthlife Africa ve Bank Track) geçtiğimiz hafta Durban’daki iklim konferansı sırasında kömüre en çok kredi veren 93 bankayı açıkladı. Çalışma kömür madeni işleten dünyanın en büyük 31şirketiyle, kömür santrali çalıştıran yine dünyanın en büyük 40 şirketini ve onlara finansman sağlayan bankaları kapsıyor. 31 Maden şirketi dünyadaki kömürün yüzde 44’ünü çıkarıyor. 40 elektrik üretim şirketi ise dünyada kömür santrallerinden elde edilen elektriğin yüzde 50,8’ini üretiyor. Araştırmanın yapıldığı süre ise 2005 ile 2010 yılları arası. 2005 yılı Kyoto’nun hayata geçtiği ve tüm dünyaya artık kömür kullanmayın dendiği zaman. Bakalım bu bankalar Kyoto’dan etkilenmiş mi?

Türkiye’den dört banka listede
2005 yılından beri bu 93 banka tarafından kömüre verilen kredilerin toplamı 232 milyar avro. Bu kredilerin yüzde 77’si 20 banka tarafından verilmiş. Kömüre en çok kredi veren banka JP Morgan. Onu Citi Bank, Bank of America ve Morgan Stanley izliyor. İlk dörtte Amerikan bankaları var. Beşinci sırada ise İngiltere’den Barclays yer alıyor. Türkiye’de sokakta şubesini görebileceğiniz bankalardan Citibank ikinci, BNP Paribas (TEB) sekizinci, HSBC yirminci, ING ise yirmi ikinci sırada yer alıyor. Bu listede yer alan birçok bankanın belki şubesi yok ama Türkiye’de kömürle ilgili projelere finans desteği sağlıyor.

Neden kömür? Çünkü iklim değişikliğinin bir numaralı sorumlusu kömür. Ormanlara ve tarlalardaki ürünlere zarar veriyor, suyun asitleşmesine neden oluyor. ABD’de her yıl 30 bin kişinin ülkedeki termik santrallere bağlı olarak hayatını kaybettiği belirtiliyor.

İklim düşmanı 12
İklim değişikliğini körükleyerek kuyunuzu kazan sadece bankalar değil. Greenpeace’in Durban’da açıkladığı listede ise küresel ısınmayı durdurma çabalarına karşı girişimlerde bulunan altı şirket ve altı kuruluşun adları var. Liste Shell ve Shell Kanada ile başlıyor. Çelik üreticisi Arcelor Mittal, Exxon Mobil, Koch ve Basf ile devam ediyor. Altı kuruluşun adları ise şöyle: Uluslararası Ticaret Odası, Kanada Petrol Üreticileri Birliği, Avrupa İşveren Örgütü Business Europe, ABD Ticaret Odası, Amerika Petrol Enstitüsü ve Sürdürülebilir Kalkınma için Dünya İş Konseyi. Bu kuruluş ve şirketlerin kara listeye alınma nedenleri birbirinden harika. Örneğin Mobil’in günahları arasında iklim değişikliğini inkar eden bilim dışı çalışmaları desteklemek var. “Küresel ısınma yok” ya da “iyi bir şey” diyen raporların nereden geldiğini anlamak açısından bu bilgiler önemli.

Pazar günü size bütün bu listeyi yazmamın nedenleri var elbette. Birincisi, çocuklarınızın ve sizin geleceğinizi çalanları tanımanız. İkincisi, bu şirketlerle ilişkinizi kesmeniz. Almanya ve ABD’de adı geçen bankalardan paralarını çeken binlerce insan var. Üçüncüsü ise, küresel ısınmayla ilgili duyduğunuz, bilimi inkâr eden bilgilere kaynağını araştırmadan, kimin tarafından finanse edildiğini bilmeden inanmamanız. Geleceğinizi fosil imparatorluğunun askerlerine teslim etmeyin.

İklim eylemcilerinden madenci şarkısı: Shosholoza

Durban'daki iklim konferansının son gününe eylemcilerin konferans merkezinin içinde yaptığı eylem damgasını vurdu. Eylemin en can alıcı kısmı ise herkesin tüylerini diken diken eden Shosholoza şarkısıydı. "Afrika sağlam dur" veya "dayan Afrika" şeklinde çevirebileceğimiz bu şarkı iklim eylemcileri tarafından uzun yıllar söyleneceğe benziyor. Güney Afrika'da bu şarkıyı daha önce maden işçileri söylüyormuş. İşte şarkının konferans merkezinin salonlarında yankılandığı anlardan bir video.

Shosholoza şarkısının sözleri şöyle:
Shosoloza, ku lezontaba (Afrika için güçlü, güçlü dur) Wen u ya baleka, ku lezontaba (Güçlü dur, seni destekliyoruz Afrika)

Durban'da büyük protesto

Özgür Gürbüz-Durban Postası / 9 Aralık 2011
Fotoğraflar: Özgür Gürbüz

Şu satırları yazdığım sırada Durban'da bakanların katıldığı "Indaba" toplantısı başlamıştı. Toplantı merkezinde (ICC) adeta güne yeniden başlıyor gibiyiz çünkü öğleden sonra görüşmelere uzun bir ara verilmek zorunda kaldı. Nedeni ise müzakerelerin gidişatından mutlu olmayan eylemcilerin konferans merkezinde düzenledikleri eylemdi.

Eylem, saat 15'de başlaması planlanan Uzun Dönemli İşbirliği Geçici Çalışma Grubu'nun toplantısını hedef almıştı. Toplantı salonu Baobab'a yaklaşık 100 metre uzaklıktaki giriş kapısında yavaş yavaş toplanan eylemciler, yerel dil Zuluca şarkılar söyleyerek Baobab'a yürümeye başladılar.
Kısa bir süre sonra eylemcilerin önü BM polisi tarafından kesildi. Göstericiler buna rağmen şarkı ve sloganlarına ara vermediler. "Afrika'yla omuz omuz", "Halkı değil kirletenleri cezalandır", "İklim katilleri" sloganları toplantı merkezinde yankılandı. Polis bu sırada göstericileri arkadan da çevirdi ve çembere aldı.

Göstericiler hem slogan hem de şarkılarla tam iki saat, bir saniye bile nefes almadan sloganlarına devam ettiler. Zaman zaman eylemcilerin bazıları, ülkelerinde iklim değişikliğinin etkilerini sloganlarla anlattılar. Ada Devletleri delegasyonundan temsilciler de eylemcilere destek verdi. Maldivler delegasyonundan bir kişi söz aldı ve slogan attırdı. 

Eylemciler iki saat sonra polisin kontrolünde konferans alanını terk etti ve giriş kartlarına el konuldu. Dışarı çıkartılan 50 kişi arasında Türkiye'den Mehveş Evin ve Ömer Madra da vardı.