Erteledikçe tehlike büyüyor

Özgür Gürbüz-Cumhuriyet (Sürdürülebilir Yaşam Eki) / 31 Aralık 2011

Güney Afrika’nın Durban kentinde gerçekleşen iklim zirvesine* cebimizde Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) rakamlarıyla gittik. IPCC, gezegenin ortalama sıcaklığındaki artışın 2 dereceyi geçmemesi gerektiğini söylüyor. Şu anda bu artış 0,8 dereceye yaklaştı. İki derece eşiği aşılırsa su ve gıda kaynakları ile biyoçeşitlilik üzerindeki baskı çoğalacak. Kıyı kesimlerinin sular altında kalması, fırtınaların sayı ve şiddetinde artış felaket senaryolarımız arasında. Tüm bunların getireceği sosyal ve sağlıkla ilgili sorunlar ise cabası.

Afrika iklim adaleti için yürüdü. Foto: O. Gurbuz.
İklim değişikliği kader değil. Cebimize koyduğumuz kağıdın bir yüzünde karşılaşacağımız tehlike diğer yüzünde ise bu durumdan nasıl kurtulacağımızın formulü yazılıydı. Formül şu: Kyoto Protokolü’nün EK-1 adı verilen listesindeki gelişmiş ülkeler 2020’ye kadar seragazı salımlarını 1990 düzeyinin yüzde 25-50 oranında aşağısına çekecekler. Uzun vadede ise hedef daha da yüksek. 2050 yılına gelindiğinde küresel seragazı salımlarını 2000 yılına göre yüzde 50 ila 85 oranında azaltmak zorundayız. IPCC’nin rakamlarını yabana atmayın. Dünya Meteoroloji Örgütü ile Birleşmiş Milletler (BM) Çevre Programı’nın birlikte kurduğu IPCC’nin amacı iklim değişikliğinin bilimsel boyutunu araştırmak ve gerekli uyarıları yapmak. 2007 yılında Nobel Barış Ödülü aldılar. Farklı ülkelerden binlerce bilim insanı iklim değişikliği ve etkilerini araştırıyor, sonuçlar yüzün üzerinde ülke tarafından onaylanıyor ve halka açıklanyor. İşte cebimizdeki rakamlar bu denli detaylı bir çalışmanın ürünü. 

Kâğıdın en altına başka bir not almışım. Uluslararası Enerji Ajansı, iklim konferansından iki hafta önce yaptığı açıklamada yeni ve küresel bir anlaşmanın 2017’den önce hayata geçirilmemesi durumunda çok geç kalınacağını söylüyor. Küresel ısınmanın nedenleri arasında başı çeken kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlara dayalı enerji santrallerini, ulaşım araçlarını bir günde değiştirmek mümkün değil. 1-2 yıllık gecikme, 2 derece sınırını aşmamıza neden olabilir. 2017 yılının altını bu nedenle olsa gerek, birkaç kez çizmişim.

Durban’da iki hafta süren toplantı sonuçlarına baktığımda, 2020 için IPCC’nin verdiği yüzde 25-40 hedefinin sonuçlarda yer aldığını gördüm ama bir farkla. Bu hedefin bir bağlayıcılığı yok. Halbuki Kyoto’nun ilk yükümlülük döneminde (2008-2012) seragazlarının yüzde 5,2 azaltılması için bağlayıcı bir hedef vardı. Durban’da Kyoto Protokolü’ne devam kararı alındı ancak ikinci yükümlülük döneminde ne kadar seragazı azaltımı yapılacağı henüz net değil. EK-1 ülkeleri 1 Mayıs 2012’ye kadar Sekretarya’ya ikinci döneme ilişkin hedeflerini bildirince bilimin ne kadar yakınında veya uzağında kalacağımızı göreceğiz. Şu an belirsiz bir durumla karşı karşıyayız. Üstelik ABD yine sahnede yok. Kanada Kyoto’dan çekildi, Japonya onu izliyor. Rusya ise hedef almaya niyetli değil. Bu ülkelerin seragazı salımlarının toplamı küresel salımların neredeyse üçte biri. Emisyonların dörtte birinden sorumlu Çin’in bu dönemde de indirim hedefi almayacağı hesaba katılırsa, Avrupa Birliği’nin tek başına bilimin işaret ettiği hedefe ulaşması zor. 2015 yılına kadar yeni bir anlaşma ile tekrar tüm ülkeleri masa başına toplama isteği de aslında bu zorunlu ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Yoksa beyaz mendiller elde, elveda dünya diyeceğiz.

İklim değişikliğini umursamamak; şu yapmıyor, bu masadan kaçıyor deme şansımız yok. Hem bu çok uluslu şirketlerin ekmeğine yağ sürüyor hem de geleceğimizi karartıyor. Kimse kendini kandırmasın, iklim değişikliği hâlihazırda etkilerini gösteriyor ve daha da kötü olacak. İngiltere Enerji ve İklim Bakanlığı tarafından İngiltere Meteoroloji Ofisi’ne hazırlattırılan ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 21 ülkeyi kapsayan raporlar Durban’da açıklandı. Bakın Türkiye’yi neler bekliyor:

  • Türkiye’de 1960’dan bu yana bir ısınma eğilimi var. Serin gecelerin sayısı azalıyor, sıcak günlerin sayısı ise artıyor. Bir projeksiyona göre, bu yüzyılın sonuna kadar ortalama sıcaklıktaki artış kuzey bölgelerinde 2,5 – 3, merkez ile güney/güneydoğu bölgelerinde 3-3,5 ve Türkiye’nin doğusunda ise 4 dereceyi bulacak.

  • Sıcaklık artışıyla birlikte yağış rejimi değişecek. Güney bölgelerinde yağışlarda yüzde 20 azalma bekleniyor. Kuzeyde ise yüzde 10’ları bulabilir. 2100’de Türkiye’de su sıkıntısı çeken nüfusunun oranı yüzde 45’i bulabilir.

  • Deniz seviyesindeki yükselme Akdeniz’de 428 bin, Ege’de 208 bin, Marmara’da 842 bin ve Karadeniz’de 201 bin kişiyi etkileyecek.

Peki, beklenen bu tablo karşısında Türkiye ne yapıyor? Öncelikle bir sitemde bulunmalıyım. Çevre Bakanı sayımız ikiye çıktı ama bir tanesi bile Durban’a gelmedi. İklim Baş Müzakerecisi Mithat Rende’nin belki de yüzyılın en önemli iklim toplantısında olmayışı da anlaşılır gibi değildi. Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, Türkiye adına genel kurulda konuşma yapan tek kişiydi. Umarım hükümet iklim değişikliği sorununu daha fazla “kalkınarak” çözmeye çalışmaz.

Müzakereler açısından Türkiye daha önceki taraflar toplantılarında olduğu gibi yine ortalarda görünmemeyi tercih etti. Bildiğiniz gibi garip bir durumumuz var. Türkiye gelişmiş ülkelerle aynı grupta yer alıyor. EK-1 ülkesi ancak 2001 Marakeş’te alınan kararla “özel bir durumu” olduğu da kabul edildi. Türkiye bu özel durumu yükümlülük almama şeklinde yorumluyor ve yeni bir anlaşma yapılmazsa 2020’ye kadar da böyle yorumlamaya devam edecek gibi görünüyor. 2020 tarihi ise kritik. Çin bu tarihte yükümlülük alabileceğine dair sinyaller verdi. Böyle bir durumda kimse Türkiye’ye dönüp, “Sen hâlâ gelişme yönünde bir ülkesin” demeyecektir. Çünkü Türkiye’nin seragazı salımı 1990-2009 arasında yüzde 97 oranında arttı. EK-1 ülkeleri içerisinde böyle bir artışın yanına dahi yaklaşan yok. Kişi başına düşen yıllık salım miktarı da 5,2 ton civarında. Neredeyse Çin kadar ve dünya ortalamasının üzerinde. Planlanan kömür santralleri, karayolları vs. hayata geçirilirse bu rakam daha da yukarılara çıkacak. Herkes azaltırken biz artırmış olacağız ve tabi ki ileriki müzakerelerde çok zor anlar yaşayacağız. Fikir vermesi için Almanya’nın bugün 10 ton olan yıllık kişi başına düşen salım miktarını 2050’de 3 tona düşürmeyi hedeflediğini anımsatayım. Düşük karbonlu yaşama doğru gidilen dünyada Türkiye’nin avantajlı bir pozisyondayken kendisini dezavantajlı bir pozisyona koymaya çalışması çok saçma. Açılan her bir kömür santralinin 40-50 yıl faaliyet göstereceğini unutmamalıyız. İklim değişikliğini önlemek için petrol, kömür ve doğalgazdan uzaklaşmak, rüzgar, güneş, biyokütle gibi temiz enerji kaynaklarıyla enerji verimliliğine önem vermek gerekiyor. Türkiye zaten fosil yakıt zengini değil ve dışa bağımlı, diğer kaynaklar ise bolca var ve yerli. Sahi, Türkiye’nin iklim değişikliği konusunda daha aktif bir rol almasını kim engelliyor acaba?

*Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 17. Taraflar Konferansı (COP 17) ile Kyoto Protokolü 7. Taraflar Toplantısı (CMP 7).

Bir nükleer santralde kaç kişi çalışır?

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Aralık 2011 

Sizce bir nükleer santral kaç kişiye iş sağlar? Nükleer Enerji Enstitüsü’ne göre bu sorunun yanıtı 400 ila 700 arasında değişiyor. Nükleer enerji taraftarı bu enstitü, 1000 MW (megavat) kurulu güce sahip bir reaktörde kalıcı işçi sayısının 400 ila 700 arasında olduğunu söylüyor. Peki, Mersin Akkuyu’ya santral kurmaya çalışan Rus firmasının Genel Müdür Yardımcısı ne diyor? 20 bin kişiye iş kapısı açacağız! Aklıma “ufaklı, civcivli” bir söz geldi ama söylemeyeceğim.

Akkuyu Nükleer Güç Santrali A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Rauf Kasumov’un 8 Aralık tarihinde basında yer alan sözleri aynen şöyle: “Yapım aşamasında 2 bin 500- 3 bin kişilik mühendis ekibi görev yapacak. 3 bin kişi demekle 20 bin kişiye iş kapısı açmış oluyorsunuz. O kadar çok insan çalıştıracağız ki Gülnar ve Silifke'deki insanlar bile yetmeyecek diye düşünüyoruz. İnşaatın üst aşamasında ise 12 bin kişi çalışacak. Bunlardan 9 bini Türk uyruklu olacak.”

İnsan giriyor elektrik çıkıyor
Anlaşılan kurmaya çalıştıkları nükleer santral el yordamıyla çalışacak. En yüksek teknoloji dedikleri şey bu olsa gerek. İçine insan atıyorsun diğer taraftan elektrik çıkıyor. Biz de uranyumla çalışacak, radyasyon sızdıracak diye korkuyorduk; içimiz rahatladı. Santral insanla çalışacakmış hem de yüzde 75'i yerli! Eşini dostunu sevmeyen santrale işçi yazdırsın.

Akkuyu'ya kurulmak istenen dört tane 1200 MW gücünde reaktör. Hepsini ayrı ayrı düşünseniz, taş çatlasın 2 bin kişi eder. Bunların çoğu da Rusya'dan gelecek ve kalifiye eleman olacak. Nükleerci yetiştirmek için bursla Rusya'ya gönderilen öğrencilerle bu işi yürütemezsiniz. Türkiye'de bırakın santral çalıştırmayı, santralin içini görmüş mühendis sayısı herhalde 2 bini bulmaz. Yapım aşamasında 2 bin 500-3 bin mühendis nasıl çalışacak, ona da akıl erdirmek zor. Her bir A4 kağıdı dört mühendis tutacak herhalde. Kuzeyden, güneyden, sağdan ve soldan... Belki de mühendisler kum eleyip, harç karacak? Elektrik Mühendisleri Odası'na söyleyelim de Rusça türkü söylemesini öğretsinler mühendislere. Harç kararken türkü söylemek adettendir.

İnşaat beş yıl gecikti
Finlandiya'da yapımı yılan hikayasine dönen Olkiluoto nükleer reaktörü geciktikçe gecikiyor. En son açıklanan bitiş tarihi 2014 Ağustos ayı. Planlanandan beş yıl daha geç. 3 milyar avroya biter diyorlardı, bu gidişle 6 milyar avroya bile bitmeyecek. Tam bir fiyasko. Akkuyu'nun sonu da aynı olacak çünkü iki projenin ortak yanları çok. Rus firmasının Akkuyu'ya yapmak istediği reaktörler türünün ilk örneği. Çalışanı yok, denenmişi yok. Finlandiya'da yapılan da Fransız Areva'nın Avrupa Basınçlı Su Reaktörü (EPR). Çalışanı yok, denenmişi yok. Her ikisinin de son teknoloji ve en ileri jenerasyon reaktörler oldukları iddia ediliyor. Rusların tek avantajı, bizde Finlandiya'daki gibi işi denetleyebilecek bağımsız bir kuruluşun olmaması. Saldım çayıra mevlam kayıra! Orada hatalar tek tek tespit edildi, reaktörü adeta yeniden yaptırttılar. Bizde bırakın bağımsız kuruluşu, denetlemeyi yapacak merci bile yok. Depreme dayanıklı santral diyorlar, inanıyorsun. Zemin etüdünü bile onlar yapıyor. Akdeniz'de kaç tane deprem araştırman var? Rus şirketi ne derse o oluyor.

Finlandiya'da santral gecikince işçi sayısı arttırıldı. Her geçen gün Areva'nın zararı artıyor. Santralin biran önce çalışıp elektrik üretmesi gerek. Fransızlar siparişi veren şirketle mahkemelik oldu, tahkime gidildi. Buna rağmen firmanın rakamları çalışan sayısını 4 bin olarak gösteriyor. 55 ülkeden işçi getirmişler. Polonyalı işçiler isyanda, saati iki avrodan az bir paraya çalıştırılıyorlarmış. Avrupa'da günde 16 avro kazanın, karnınızı zor doyurursunuz.

Bu çalışanların çoğu da geçici işçi. Santral inşa edildikten sonra geriye mühendisler ve bekçiler kalacak, toplasan 400-500 kişi. İnşaat için 5 yıl süre biçiyorlar, santralin çalışacağı süre 60 yıl. Beş yıl çalışan işçi 55 yıl yine işsiz kalır. Daha önce uluslararası verilerden yola çıkarak yazmıştık, tekrar edelim. İmal ettiğiniz ve kurduğunuz 1 megavat (MW) gücündeki her elektrik üreten güneş paneli 30 kişiye istihdam sağlar. Rüzgar enerjisinde bu rakam 15. Türkiye'de her yıl 1000 MW gücünde güneş panelleri imal edip kursanız 30 bin kişiye, 1000 MW gücünde rüzgar türbinleri imal edip kursanız, 15 bin kişiye kalıcı iş sağlamış olursunuz.

Mersin veya Sinop'a kurulacak nükleer santraller Türkiye'nin istihdam sorununu çözemez, bu açık ve net. Şişirilmiş rakamlarla halkı kandıramazsınız. Hükümetin ve Rus firmasının nükleeri savunmak için nükleer enerjinin en zayıf özelliği, istihdam yaratma potansiyelini argüman olarak sunmaları çaresizliklerine işaret. Nükleer santral istemeyen kamuoyunu ikna etmek için ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar.

Energy analyst Gürbüz: Preachers of Iraq and Libya were not present in Durban

Interview published at Today's Zaman... (19 December 2011)
A Turkish journalist who has been working on issues related to energy and the environment for the last 20 years, and who was at the Durban climate talks as an observer, said it was instructive to see once more how some developed countries like to lecture the world when it comes to democratic development -- in countries like Iraq and Libya which posses good oil reserves -- but remain silent and short-sighted when there are no material gains.
“Millions of people in the least developed countries are threatened by natural disasters, water scarcity, drought, emigration and so on. They are not responsible for climate change but they are the most vulnerable,” said Özgür Gürbüz, who was at the climate conference as an observer for the Heinrich Böll Stiftung, an independent German civil society organization.

“They do not want money nor do they beg for mercy. They want to secure their future and demand equality,” he added.

To read the rest of the article, please click here