Bergama'dan Kütahya'ya siyanür maceramız

Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Mayıs 2011

Köylüler Eti Maden A.Ş.'nin kapısına dayanmış. İsyandalar... İsyandalar çünkü şirkete ait 25 milyon tonluk siyanürlü atık havuzu köylülerin evlerine, tarlalarına tüm pisliğini boşaltmak üzere. İşletmenin atık havuzlarından ikisi çöktü, geriye bir tane kaldı. O sette de sızıntılar olduğu söyleniyor, içme sularına bile siyanür karıştığından bahsediliyor. Siyanürlü atık su, son barajı da yıkar veya yağmurlar sonucu taşarsa vay halimize. Köylüler madenci şirketin kapısına dayandı çünkü hayatları pamuk ipliğine bağlı.

Çevre Mühendisleri Odası başta Köprüören, Kızılcakaya, Yoncalı ve Örenköy olmak üzere dört köyün boşaltılmasını, barajın çökmesiyle boşalacak suların Eskişehir'e ulaşabileceği nedeniyle de geniş bir bölgede önlem alınması gerektiğini söylüyor. Benim aklıma gelen ilk çözüm ise biraz farklı. Çevre Bakanı'nın bölgeye gidip atık barajından bardak bardak su içmesi gerektiğini düşünüyorum. Böyle gördük ne de olsa. Cahit Aral radyasyonlu çayla meşhur olmuş, Bedrettin Dalan Haliç'in suyunu gözlerinin rengi kadar mavi yapmış sonra da lıkır lıkır içmişti. Siyanürlü su da hoş olur, romatizmaya iyi gelir...

Kütahya'yı anlamak için Bergama'yı bilmek gerek. Türkiye'de yıllardır örgütlü ve örgütsüz bir grup insan, siyanür kullanılarak yapılan madenciliğin tehlikelerine karşı çıkıyor, hukuki ve demokratik bir mücadele sürdürüyor. Kütahya'da köylüler iş derdi nedeniyle bugüne kadar pek seslerini çıkarmamıştı ancak Bergama'yı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) dahil duymayan kalmadı. Devlet, AİHM tarafından köylülere tazminat ödemeye mahkum edildi ancak hatasından dönmedi. Süreç, tam da kapitalizmin öğrettiği çizgide ilerledi. “Kirleten öder” ilkesi tıkır tıkır işledi. Şirketin cezası devlete yani biz vergi mükelleflerine kesildi. Ne güzel işmiş patron olmak! Çevreyi kirletirim, cezamı da devletime ödetirim. Slogan gibi oldu, hey maşallah!

Bergama'da kazanılmış hukuk mücadelesi 1998 yılında Ovacık'taki madeni kapattırdı. Tübitak daha sonra yeni bir rapor hazırladı, bakanlar başbakanlar devreye girdi. Devletin hukuksuz bulduğu, İzmir İdari Mahkemesi'nin, “...insan yaşamını etkileyeceği kesin olan siyanür liç yöntemi ile altın madeni işletilmesine izin verilmesi yolundaki dava konusu işlemde kamu yararına uygunluk bulunmamaktadır” yönündeki kararı birkaç yıl sonra aynı devlet tarafından görmezden gelindi. 2001 Nisan ayında maden yeniden işletilmeye başlandı. Hukuk mücadelesini sürdürenler yılmadı. 2 Nisan 2002'de madenin kapısına yine mühür vuruldu ancak 3 Nisan günü bu defa da Bakanlar Kurulu madenin çalışması için prensip kararı aldı. Bu arada yabancı şirket gitti yerlisi geldi; imaj tazelendi. Köylülerin bazları işe alındı, madende çalışanlar ile çalışmayanlar birbirine düşman oldu. Madene karşı çıkanlar tüm ülkede “vatan haini” ilan edildi. Mücadele zayıfladı, dedikodulara kulak asanlar köşelerine çekildi. Mücadele bitmedi hala sürüyor ama “hukuk” bir kere “guguk” oldu mu işler zorlaşıyor. Bugün Kütahya'da siyanür tehlikesi varsa, bu biraz da Kütahyalının, İstanbullunun Bergama'ya yeterli desteği verememesinden, insanlarının altına olan düşkünlüğündendir. Kolumuza taktığımız bilezik Bergama'daki köyünün hayatından daha mı önemli? Sözüm meclisten dışarı.

Tüm bunlar olurken çevreci ve hukukçular çeşitli saldırılara maruz kaldılar. Hem fiziksel hem de politik saldırılar. Seslerini duyurmak için kentlerimize pijamalarıyla inip tehlikeye işaret eden bu köylülere çoğu zaman magazin malzemesi olarak bakıldı. Toprağı biz kentlilerden bin kat daha iyi tanıyan, değerini bilen bu insanların uyarılarını dinlenmedi. Bazıları “vatan hainliği” saçmalığına inandı. Komplo teorisi düşkünleri bu söylentileri yazdı, çizdi. Bunu kampanyalaştırdılar ve altın madeninin hukuğun önüne geçmesinin yolunu açtılar. Milliyetçiler dillerinden düşürmez, “bir karış bile toprak verilmez” derler ya... Sözüm toprak sevdalılarına, artık rahat olunuz, telaş etmenize hiç gerek yok. Siyanür toprağa bulanırsa ne alan olur ne de ona yan bakan. Ülkemizde “vatan hainleri”nin kahraman olmasına da alıştık artık. Nazımlar, Denizler ve daha niceleri...

Demem odur ki, patronları madenci, yazarları kalemşör olan medya Bergama'yı görmezden gelmese, bugün YGS'de gösterdiği tavrı altıncılara karşı göstermiş olsa Kütahya bunları yaşamayacaktı. Tedbirler adam gibi alınır, 2009'da 10 bini geçen maden arama ve işletme ruhsatlarının sayısı belki çok daha az olurdu. Kapitalizm vahşidir ama onu kırbaçlarsanız daha da vahşileşir. Tek derdi kâr olan şirketlere verilen politik destekler onları kırbaçlamaya benzer.

Yerli nükleer santral

Özgür Gürbüz-Birgün / 8 Mayıs 2011

Mersin’in Gülnar ilçesine bağlı Büyükeceli beldesine kurulmak istenilen nükleer santralla ilgili son imzayı da Rusya Devlet Başkanı Medvedev attı. Böylece, sık sık hukukun üstünlüğüne dem vuran AKP, hukuktan mal kaçırır gibi, uluslararası antlaşma zırhının arkasına sakladığı nükleer santral anlaşmasında prosedürü tamamladı. Kazma kürek faslına yaklaşıldı.

Akkuyu bölgesinde kurulması düşünülen nükleer santralı Rusya yapacak.

Santralda çalışacak, santralı işletecek 200–300 kişilik teknik ekip Rusya’dan gelecek.

Rus şirketi santralın yüzde 100 hissesine sahip olacak.

Rus şirketi isterse, santraldaki payı yüzde 51'in altına düşmeyecek şekilde geri kalan hisseleri satabilecek, ancak çoğunluk hisse hep Ruslarda kalacak.

Kurulması düşünülen dört nükleer reaktör de zenginleştirilmiş uranyum yakıtıyla çalıştırılacak. Türkiye’nin uranyum rezervleri sınırlı, uranyum zenginleştirme işlemi de politik, ekonomik ve teknik birçok zorluk içerdiği ve astarı yüzünden pahalıya geldiği için santralın zenginleştirilmiş uranyum yakıtı da Rusya'dan gelecek.

Yaklaşık 9 bin ton uranyumu çıkarıp zenginleştirmenin ekonomik olmayacağı ortada.

Hepsi yakıt için kullanılsa bile iki reaktöre ancak yetiyor. Sadece Akkuyu’da dört adet reaktör kurulması planlanıyor.

Santral Rus dizaynı olduğundan, bu reaktör için üretilen özel yakıtı kullanmak zorundayız. İki ülke arasındaki olası bir anlaşmazlıkta başka yerden yakıt alamayacağımız için santral elektrik dahi üretemeyecek.

Ruslarla, santraldan üretilecek elektriğin kilovatsaatini 12,35 sentten (dolar) almak üzere anlaşma yapıldı. 15 yıl boyunca alım garantisi verildi. Rusya’ya verilen alım garantisindeki 12,35 sentlik fiyat, Rus şirketin bize satışı. Tüketiciye gelene kadar, iletimden-dağıtıma üstüne birçok vergi ve ek ücret eklenecek.

Bugün Türkiye’de kilovatsaati 5–6 sente elektrik üreten rüzgâr santralleri var ve hükümet bu durumdan haberdar.

Elektrik Mühendisleri Odası, 15 yıl boyunca verilen alım garantisi sonucu Rus şirkete ödenecek miktarın 15 yılda 51 milyar doları bulacağını hesaplıyor.

Elektrik ihtiyacı olmasa, yani almasak bile bu parayı ödemek zorundayız.

Kısacası, santral Mersin'de kurulacak; yakıtı, mühendisi, cıvatası oradan gelecek; yine Rusya’nın devlet şirketi tarafından işletilecek. Biz ise pahalı da olsa elektriği mecburen satın alacağız. Arıza olsa Rus şirketin tamir etmesini bekleyeceğiz.

Enerji Bakanı Taner Yıldız, birkaç gün önce nükleer santralleri kurarsak, enerji alanında Rusya’ya bağımlılığımızın azalacağını söyledi.

Fıkra gibi değil mi? Ne yazık ki değil.

İşçiler, güneş enerjisi için birleşin!

Özgür Gürbüz-Birgün / 1 Mayıs 2011

Bugün dünya enerji talebinin yüzde 80'e yakını fosil yakıtlar dediğimiz petrol, doğalgaz ve kömür tarafından karşılanıyor. Bu üç enerji kaynağı da yeraltından çıkarılıp, yerüstündeki insanın enerji istemini karşılamak için hizmetimize sunuluyor. Kömürün eldesi, doğalgaz ve petrole göre farklı. Binlerce işçinin devamlı kazması gerekiyor. Yüzlerce metre derinlikteki madenlerden kömürü sürekli yeryüzüne çıkarması gerekiyor. Doğalgaz ve petrol ise sondajlar tamamlanıp, kuyular kurulduktan sonra işi adeta otomatiğe bağlıyor.

Enerji maliyet hesaplamalarına baktığımızda iki farklı yaklaşımın, iki farklı sonuca ulaştığını görüyoruz. Toplumsal maliyeti (sosyal maliyet) hesaba katanlar ve katmayanlar. Katarsanız hesap farklı. Afşin Elbistan termik santrali yüzünden çevrede hasta olan insanlar ve santralde yakılan kömürü çıkarırken hastalanıp tedavi görmek zorunda kalan işçiler için yapılan tüm harcamalar maliyete eklenir. Santral yüzünden kuruyan ağaçlar, çiftçilerin ürün kaybının maddi değeri de yine santralin maliyetine eklenir. İklim değişikliğine neden olan kömür santralerinin çevreye verdiği zararın ekonomik karşılığı da bir başka maliyet kalemi olarak karşınıza çıkar.

Klasik hesaplamada ise maliyet, maden için devlete verilen vergiler, araç-ekipman giderleri, işçi ücretleri ve nakliye gibi temel kalemlerle sınırlı kalır. Çevreyi kirletmenin, insanları hasta etmenin maddi bir karşılığı yoktur. İşte bu ikinci hesaplama esas alınırsa, elektrik üretiminde kömürün kullanılması diğer birçok kaynağa kıyasla daha ucuza gelir. Yeraltında çalışan yüzlerce işçiye, nakliye ücretlerine, yaşam tehlikesine rağmen kömür, kuyulardan pompalarla çıkarılan petrol veya doğalgazdan bile ucuza mal olur. Madendeki işçilerin ücretlerini varın siz düşünün.

Gelelim ikinci meseleye, madencilerin aldığı riske. Türkiye'deki kömür ocaklarında 1983-2010 yılları arasında meydana gelen ölümlü kazalar sonucu 617 kişinin hayatını kaybettiğini biliyoruz*. Maden Mühendisleri Odası, 2008 sonunda kömür madenciliğinde çalışan işçi sayısının 50 bine yaklaştığını belirtiyor. Hepsi, bizlerin, daha çok da biz kentlilerin enerji ihtiyacını karşılamak için hayatlarını riske atıyor. Halbuki başka bir dünya mümkün.

Bugün, imal edilen ve kurulan her 1 megavat (MW) gücündeki fotovoltaik güneş panelleri (elektrik üreten) 30 kişiye istihdam sağlıyor**. Türkiye'de her yıl 1000 MW gücünde güneş panelleri imal edip kursanız, madende hayatı pahasına çalışan işçilerin 30 binine yerüstünde iş sağlamış olursunuz. Yerli sanayiye, halk sağlığına ve çevrenin korunmasına getirdiği katkılar da cabası. Bu rüzgar için de farklı değil. Kurulan ve imalatı yapılan her 1 MW'lık rüzgar türbini 15 kişiye iş sağlıyor. Her yıl 1000 MW gücünde rüzgar türbinleri imal edip kursanız, madenlerdeki tüm işçilere iş sağlamış olursunuz. Üretim fabrikaları da aynı bölgelerde kurulabilir. Üstelik bu hesaplamalara dolaylı istihdam rakamları da dahil değil.

Bugün 1 Mayıs. Yeraltındaki kömür işçisinin yeryüzüne çıktığı, güneşi gördüğü belki de tek gün. Onların mazereti var ama biz yerüstünde yaşamını sürdürenlerin, güneşi görmemek, ona inanmamak için bir mazeretimiz var mı? Kömürden elektrik üretiliyor da güneşten üretilmiyor mu? Üretiliyor. Kömürle evler ısınıyor da güneş enerjisiyle ısıtılmıyor mu? Isıtılıyor hatta soğutuluyor bile...

Bugün 1 Mayıs. Elimizde pankartlarla yürürken, başlarımızı biraz daha yukarıya kaldıralım. Çok zor değil. Bir karış kadar kaldırsak başımızı, güneşi göreceğiz.

*Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu, TMMOB Maden Mühendisleri Odası, 2010.
**Solar Generation 6 raporu, EPIA (Avrupa Fotovoltaik Endüstrileri Birliği ve Greenpeace, 2011.

Çernobil Türkiye'de 50 bin kişiyi kanser edecek

Özgür Gürbüz-Farklihaber8.com / 26 Nisan 2011

25 yıl önce, eski Sovyetler Birliği'nde tarihin en büyük endüstriyel kazası ve en büyük nükleer faciası gerçekleşti. Japonya'daki nükleer kaza, teknik olarak Çernobil'le aynı derecede değerlendirilse de, Çernobil kazasının gizlenmesi, yanlış müdahale, reaktörün yapısal eksiklikleri ve Fukuşima'dan okyanusa esen rüzgarlar iki kazanın ölümcül sonuçlarının farklı olmasına neden oldu. Nükleer teknolojinin güvenilir olmadığı ve riskin büyüklüğünün uçak kazası veya tüp patlamasıyla kıyaslanamayacağı dünya nüfusunun büyük bir bölümünce anlaşıldı.

Çernobil kazasının ölümcül sonuçları 25 yıldır tartışılıyor. İnsanlar kansere sadece santrallerden sızan radyasyon nedeniyle yakalanmıyor. Sigara, otomobiller, kömür santralleri, yediğimiz sağlıksız yiyecekler ve daha binlerce unsur kansere neden olabiliyor. O nedenle, Çernobil kazası sonucu atmosfere salınan radyasyonun kaç kişinin canını aldığını veya alacağını kestirmek kolay değil. Özellikle da santralin uzağındaki bölgeler için. Bu konuda yapılan çalışmalar, karşımıza farklı rakamlar çıkarıyor.

Bu konuda uzun zamandır çalışmalar yapan ve düşük dozda iyonize radyasyonun da insan sağlığı üzerinde sanılandan daha fazla etki yaptığını öne süren Prof. Dr. Christopher Busby'nin son çalışması Çernobil kaynaklı kanser ölümleri. Busby, kazadan sonraki 50 yıl içinde dünya genelinde 1 milyon 438 bin Çernobil kaynaklı kanser ölümü bekliyor. Bu ölümlerin 47 bin 520'si Türkiye'de gerçekleşecek, bir bölümü de büyük bir olasılıkla gerçekleşti. Bu rakam, 2011'de yapılan Alexey Yablokov'un çalışmasıyla da örtüşüyor. Yablokov, Çernobil kaynaklı ölümlerin 900 bin ila 1 milyon 400 bin arasında değişeceğini söylüyordu. Busby, bu çalışmanın sadece kanser kaynaklı ölümleri içerdiğine de dikkat çekiyor. Busby, radyasyonun yaşam ömrünü kısaltan önemli bir faktör olduğunu, kalp krizi, çeşitli kalp hastalıkları, ölü doğumlar, kısırlık ve çocuklarda kalıtsal hastalıklarda da ciddi artış olacağını söylüyor.

Bu raporu okurken Türkiye Tabipler Birliği'nin (TTB) 2005 yılında Hopa'da yaptığı çalışma aklıma geldi. TTB'nin yaptığı çalışma, 2003,2004 ve 2005 yıllarında Hopa'daki ölümlerin yüzde 46'sının kanser kaynaklı olduğunu gösteriyordu. Türkiye, kaza olduğunda aynı bugünkü gibi, nükleer santral kurma planları yapıyordu. Zamanın yetkilileri, bu korkunç kaza nükleer enerjinin imajını zedeler korkusuyla rakamları gizledi. Halkı uyarmadı, televizyonda çay içti. Dönemin Ticaret ve Sanayi Bakanı Cahit Aral, “Dinine, imanına inanan 'radyasyon var' demez” demişti. Dönemin Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ahmed Yüksel Özemre, “Çayda tehlike yok ama dışsatımı yasaklıyoruz” şeklinde akla hayale sığmayan açıklamalar yapmıştı.

Çernobil'in üzerinden 25 yıl geçti. Karadeniz'de kanser neredeyse her eve girdi. Nükleer santral kurma konusunda işi temel atmaya kadar götüren Türkiye, bu defa da Japonya'daki nükleer santral kazasıyla sarsıldı. Fukuşima nükleer kazasından sonra, tüpgazlı benzetmeler, bekarlık daha tehlikeli açıklamları birbirini izledi. Bu açıklamalar 25 yılda ülkede pek bir şeyin değişmediğini de gösterdi. Santraller 3. nesil oldu ama bizim politikacılar hâlâ 1. nesil. Nükleerde ısrar etmenin nedeni de bu olsa gerek.

Rapora ulaşmak için: http://www.bsrrw.org/wp-content/uploads/2011/04/chernhealthrept3.pdf

Sizin mitinge gelme nedeniz ne?

Özgür Gürbüz-BirGün / 24 Nisan 2011

Her insanın hayatında unutamadığı birkaç an vardır. Toplasanız, bu anların süresi bir hayat etmez ama hayat aslında bu unutulmayan anlardan ibarettir. Gerisi biraz teferruat...

Hayatımdaki bu anların seceresine baktığımda, kendi gözlerimle gördüğüm Çernobil aklıma geliyor. Binlerce boş bina, insansız topraklar ve görünmez tehlike radyasyon. Kazaya müdahale eden ve sayıları 600 ila 800 bin arasında değişen tasfiyecilerin anlattıkları, bölgeden göç ettirilen 400 bin insan. Kaybedilen binlerce yaşam; insanlar, hayvanlar ve böcekler. Rakama vurunca giden can anlaşılmıyor, insanın yazası gelmiyor. Can acısını geride kalanlara sormak lazım. Bir de kaza sonrası yaralananlar var, kanser tedavisi görenler, psikolojik tedavi alanlar. Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreteri Kofi Annan, Belarus’ta, Ukrayna’da ve Rusya Federasyonu’nda en az 3 milyon çocuğun (Çernobil kazasına bağlı olarak) fiziksel tedavi görmesi gerektiğini, meydana gelen ciddi tıbbi durumdan etkilenenlerin tam sayısının ise 2016’da öğrenileceğini söylemişti.

Yarın, işte yine o aklıma kazınacak anlardan biri şekillenecek. İstanbul Kadıköy meydanında yapılacak nükleer karşıtı miting Türkiye'deki binlerce insanın hayatını ilgilendiriği için büyük önem taşıyor. 17 Nisan'da Mersin Nükleer Karşıtı Platform'un organize ettiği insan zinciri eylemi, Mersinlilerin kentlerinin bir nükleer santrala ev sahipliği yapmasına karşı çıktıklarını açıkça gösterdi. Nükleer Karşıtı Platform'un yarın İstanbul'da düzenleyeceği miting ise nükleer maceraya dur demek için Türkiye'nin dört bir yanından Kadıköy'e gelen insanların sesi olacak. Sinoplular, Mersinliler, Kırklareli'nden gelenler, Ankara, Bursa, İzmir, Çanakkale ve İzmir'den yola çıkanlar ve daha yüzlerce insan, “Türkiye Çernobil, Fukuşima olmasın” diye haykıracak. Herkesin bir nedeni var.

Kimi, bir nükleer kaza sonucu bebeklerinin gözle görünmez radyasyon nedeniyle hasta olmasını istemiyor; kimi, yüzyıllarca sürecek genetik bozukluklara yol açabilecek bir radyasyon sızıntısından korkuyor.

Kimi, elektriğini saatli bir atom bombasından değil güneşten, rüzgardan üretmek istiyor; kimi, “neden bu kadar çok elektrik tüketiyoruz ki” diye soruyor?

Kimi, nükleer kazalardan korkuyor; kimi, Rus teknolojisinden.

Kimi, bir deprem ülkesine nükleer santral kurulmasına anlam veremiyor; kimi, 240 bin yıl radyoaktif kalan atıkların ne yapılacağını merak ediyor.

Kimi, yurt dışında kapatılan nükleer santrallere bakıp şaşırıyor, kimi nükleer santralle tüpgazı birbirine karıştıranlara bakıp afallıyor.

Kimi, Çernobil sonrası kendisine radyasyonlu çayları içiren zihniyetin hala işbaşında olduğunu düşünüyor, yetkililere güvenmiyor; kimi kendi iradesine saygı göstermeyen hükümete demokrasi çağrısı yapıyor.

Kimi, Ruslarla yapılan anlaşmada kötü kokular var diyor; kimi bunun bir seçim yatırımı olduğunu söylüyor.

Kimi, nükleer santrallerin kapitalizmin neferi olduğunu biliyor, tüketim toplumunun temel taşı olduğunun farkında; kimi, üretilecek elektriğin neredeyse beşte birinin nakil hatlarında kaybolacağı gerçeğinin.
Kimi, bambaşka bir dünya kurmak istiyor; kimi, enerji devrimini düşlüyor.

Mersinli tedirgin, Sinoplu tedirgin, kendilerine sorulmadan alınan bu karara kızgın. Onlarca nesili tehdit eden bu kararın dört yıllığına iktidara gelmiş bir hükümet tarafından kimseye sorulmadan, tartışılmadan alınmasını kabullenemiyorlar. Hepsi kararlı, “kurdurtmayacağız” diyorlar ve kurdurtmayacaklar. Yarın Kadıköy'de yürüyecek ve “nükleere hayır” diyecek binlerin her birinin onlarca nedeni var. Sizin 24 Nisan Pazar günü Kadıköy'de yapılacak mitinge gelme nedeniz ne? Mitingde görüşmek üzere, sağlıcakla...

Nükleer santralde ÇED oyunu

Özgür Gürbüz-Farklihaber8.com / 14 Nisan 2011

Türkiye'deki her işletme, kurum ya da kuruluş, 1993 yılından beri çevreye zarar vereceği düşünülen faaiyetleri için bir Çevresel Etki Değerlendirme Raporu hazırlamak zorundadır. Bu rapor kısaca “ÇED” diye bilinir. Kurulacak tesisin çevreye zarar verip vermeyeceğini gösterir; atık, artık ve olası etkilerin nasıl bertaraf edileceğini ayrıntılarıyla anlatır. Anlatır ki, bu tesisin çevreye zarar verip vermeyeceği halk tarafından anlaşılsın. Yetkililer gerekli izinleri verirken bu rapora bakarlar. Gerekirse tesis, halk sağlığını ve diğer canlıların yaşamını etkilemeyecek şekilde yeniden tasarlanır. Tesis çevreye zarar verecekse yapımına izin verilmez.

Bir tavuk çiftliği yapmak isterseniz sizden ÇED isterler.
Maden açmak isteseniz ÇED'i sorulur.
Yol yaparken ÇED gereklidir.
Rüzgar santrali kurmak isteseniz, hemen hemen aynı anlama gelen ÇED'den muaftır belgesi istenir.

Kısacası, dünyanın en çevreci işini yapmaya da kalksanız, bu iddianızı ispat niteliğinde sayılabilecek ÇED raporu sizden istenir. Ya da, “istenirdi” diyelim. Çevre ve Orman Bakanlığı, daha önce alınan Danıştay kararına rağmen Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği'nde değişikliğe gitti. Değişiklik 14 Nisan günü Resmi Gazete'de yayımlandı. İlgili yönetmeliğin geçici 3. maddesinde yapılan değişiklikle, 1993 yılından önce yatırım planına alındığı belirtilen projeler için ÇED istenmeyecek! Hangi projeler bunlar?

  • Akkuyu'da kurulması düşünülen nükleer santral
  • Sinop'ta kurulması düşünülen nükleer santral
  • Hasankeyf'i sular altında bırakacak Ilısu Barajı projesi
  • İstanbul'un son yeşil alanlarını yok edecek üçüncü köprü.
  • Gebze-Orhangazi-İzmir otoyol projesi

Yapılan değişiklikle bu projelerin ÇED muafiyeti 2015'e kadar devam edecek. Yukarıdaki beş örnek listenin tamamı değil ama durumu anlatmaya yetiyor. Sizce bu projelerden hangisi çevreci? Ya da şöyle soralım; bir tavuk çiftliği, liman, yol inşaatı çevreye zarar veriyor da, nükleer santraller vermiyor mu? Hatırlayalım. Çernobil kazasından sonra İtalya’nın yarısı kadar bir alan, yaklaşık 150 bin km2 kirlenmiş ve Danimarka’dan biraz daha büyük, yaklaşık 52 bin km2'lik tarımsal alan harap olmuştu.1 Fukuşima'da bugün 20 km çapında bir alan insana yasaklı. Sizce böylesine riskli bir teknolojinin çevreye etkisini raporlamamak doğru mu? Çevre Bakanlığı'nın bu değişikliği yaparken hangi motivasyonla hareket ettiğini bilmek isterdim doğrusu. Ya, üçüncü köprüye ve Ilısu Barajı'na ne demeli?

Yargı daha önce Çevre Mühendisleri Odası'nın itirazını haklı bulmuş, muafiyeti kaldırmıştı. Mühendisler bu değişikliği yeniden yargıya götürecek. Bu arada birileri yangından mal kaçırır gibi Mersin'e nükleer santral kondurmaya çalışacak.

Görüyorum ki hükümet tüpgaz ile nükleer santrali gerçekten biririne karıştırıyor. Tüpgaz alırken ÇED raporu istenir mi? İstenmez! Dünyanın en geri kalmış ülkesine dahi gitseniz, nükleer santral yapmaya kalktığınızda sizden çevreye etkilerinin ne olacağına dair rapor istenir mi, tabi ki istenir. Yöre halkına sordun mu denir.

Nükleer tüp patladı patlayacak; benden söylemesi!

1Birleşmiş Milletler, http://www.un.org/ha/chernobyl/history.html

Taner Yıldız Sinop'tan aday olsun!

Özgür Gürbüz-www.farklihaber8.com / 8 Nisan 2011

Enerji Bakanı Taner Yıldız hükümetin nükleer enerji konusundaki tavrını bugünlerde sık sık yineliyor, yinelemek zorunda kalıyor. Japonya'daki nükleer kaza, tüm dünyada, “nükleer rönesans” adında yürütülen halkla ilişkiler kampanyasının bir anlamda sonu oldu. Çernobil'in üzerinden 25 yıl geçmesiyle unutulmaya başlayan nükleer kaza tehlikesi şimdi Fukuşima'dan gelen görüntülerle hafızalarımıza yeniden kazındı. Almanya, İsviçre, İtalya, ABD ve hatta enerji açı Çin bile nükleer enerji konusunda tutum değiştirdi.

Fukuşima santralindeki kaza, nükleer santral kurmaya, hatta temel atmaya hazırlanan Türkiye'de de nükleer enerjiyi tekrar masaya yatırttı. Yıllardır nükleer enerjiye yeşil ışık yakan birçok yazar, çizer ve bilim insanı fikir değiştirdi. Başbakan ve Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın açıklamaları da insanları ikna etmek yerine daha fazla endişelendirdi. Çernobil kazasından sonra çay içen politikacılar akla geldi. Dünyanın saygın gazeteleri, Türkiye'de tüpgaz patlamasıyla nükleer kazanın eş tutulduğunu, biraz da alaycı bir dille kaleme aldı.

Taner Yıldız'ın son demeçleri, riskin oranı ile büyüklüğünü birbirine karıştırmayı amaçlayan bu halkla ilişkiler yönteminden vazgeçilmediğini gösteriyor. Mutfak tüpü patlarsa ya da uçak düşerse can ve mal kaybı uçakla veya tüpün patladığı mutfakla sınırlıdır. Nükleer santralde bir sızıntı, kaza olursa radyasyon bulutları o bölgeyi, ülkeyi ve hatta ülkeleri tehdit eder. Siz Çernobil benzeri bir kaza sonucunda yok olacak tarım alanlarını, yaralıların tedavisini, kanser hastalarının kemoterapi ücretlerini karşılayacak bir sigorta poliçesi yapabilir misiniz? Çernobil kazası sonrası tasfiye çalşmalarında 800 bin kişi çalışmış, 400 bin kişi bölgeden tahliye edilmiştir. Tasfiyeci adı verilen ve çoğu asker olan bu 800 bin kişiden, 25 bininin öldüğü, 70 bininin sakat kaldığı Sovyetler Birliği dağılmadan önce elimize ulaşan tek resmi bilgi. Bazı bağımsız kaynaklar ise ölü sayısının toplam 60 bin ve sakat kalanların ise 165 bin olduğunu söylüyor. 100 yıl, 1000 yıl kullanılamayacak toprakların, ölecek insanların sigorta primini hesaplayacak sigortacı bulabilir misiniz? Ben evimi tüp patlamasına karşı sigortalar, primini her yıl öderim. Nükleer kazaya karşı gerçekçi bir sigorta poliçesinin primini bu ülkenin hazinesi ödeyebilir mi? Ödeyemez, zaten hiçbir sigorta şirketi de böyle bir poliçe düzenlemez, düzenleyemez.

Bu nedenle, “zaten her an ölebilirsiniz” diyen benzetmelerle insaoğlunun tarihinde yüzleştiği en ciddi endüstriyel kazaları küçümsemek yerine, mutfak tüpleri neden bizim ülkemizde bir batı ülkesinden daha sık patlıyor sorusunu sormak daha faydalı olacaktır.

Enerji bakanımızdan küçük bir ricam var. Bütün dünyanın gördüğü nükleer kazayı aklama çalışmalarının ne kadar başarılı olduğunu görmek adına, önümüzdeki seçimde kendisinin Sinop'tan aday olmasını öneriyorum. Amacım kendisini Meclis dışında bırakmak değil, Sinop'ta 2007 yılındaki son genel seçimde AKP yüzde 46 oy almış, en yakın rakibi CHP yüzde 20. Bu seçimde Sinop'tan iki milletvekili Ankara'ya gidecek. Yıldız aday gösterilirse milletvekilliğinin tehlikeye gireceğini hiç sanmam. Sadece Yıldız'ın, nükleer sanral kurmayı planladığı kente gidip orada yaşayan insanlarla yüzleşmesini istiyorum. Bekarlar evlilere göre daha az yaşıyora kadar varan bilimsel açıklamalarını Ankara'dan değil, Sinop'tan yapmasının daha anlamlı olacağına inanıyorum. Yıldız, Sinop'ta seçim kampanyası yürütürse, depreme dayanıklı santral savının Sinopluların içini ne kadar rahatlattığını bizzat yerinde gözlemleyecektir. AKP'nin oyu düşer mi düşmez mi, o da küçük bir güvenoyu yoklaması olur. Ben olsam bir dakika bile beklemez, Sinop'tan aday olurdum.

Yetiş başbakanım tüp patladı!

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Nisan 2011

Cin şişeden yine çıktı. Çernobil kazasından 25 yıl sonra dünya bir başka nükleer enerji faciasıyla karşı karşıya. Dünyanın felaketlere en hazırlıklı ülkesi bile hayalet düşman radyasyon karşısında etkisiz kaldı. Japonya'da milyonlarca, dünyada milyonlarca insan, 25 yıl önce Ukrayna, Belarus ve Rusya'da 7 milyon insanı etkileyen radyasyon bulutlarının kendilerinin üzerinden geçip geçmeyeceğini düşünüyor. Çernobil'de hayatını feda eden itfaiyecilerin anıtına benzer bir anıt muhtemelen yakında Japonya'da yükselecek. Dünyanın ve Japon politikacıların 25 yıl önceki felaketten ders almamalarının acısını şimdi Japon halkı çekiyor.

Radyoaktif bulutları üfleyebilir misiniz?
Korkarım muhtemelen bir 25 yıl sonra, belki daha yakın bir zamanda, benzer acıları çekme sırası bize gelecek. Türkiye'nin bu tip felaketler karşısındaki hazırlıksızlığını da göz önünde bulundurursak kazanın sonuçları daha vahim olacak. Aradan geen 25 yıla rağmen, bazı politikacılar ve bilim adamları Çernobil'den hiç ders almamış. Japonya'da olup biteni izleyen ve “atomspor” takımının birer oyuncusu olduklarını belirten başbakan ve enerji bakanımızın demeçleri, 1986'daki Çernobil kazasından sonra halka radyasyonlu çayları içiren devlet büyüklerimizin demeçlerini aratmıyor. Çernobil'de reaktör patladığında Türkiye yine, Mersin-Akkuyu'ya nükleer santral yapma hazırlığındaydı. Kazadan sonra eski Başbakan Turgut Özal, “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” derken dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, “Biraz radyasyon iyidir” gibi halkı rahatlatacak açıklamalar yapıyor, televizyon karşısında çay içiyordu. Yine aynısı oldu. Başbakan mutfak tüpleriyle nükleer santrale sahip olma riskini aynı kefeye koydu. Bu karşılaştırma o kadar tepki topladı ki bir sonraki açıklamasında televizyondan, cep telefonundan alınan elektromanyetik radyasyona dikkat çekilmeye çalışıldı. Konu dağıtılmak istendi. Televizyonu kapattığınızda elektromanyetik radyasyondan kurtulabilirdik, peki ya radyasyon bulutlarına nasıl karşı koyacaktık; üfleyerek mi dağıtacaktık kanser bulutlarını? Başbakanın nefesi yeter mi? Tabi ki yetmez!

Riskin oranı değil büyüklüğü önemli
Bu benzetmenin talihsizliğini bir kenara bırakıp, tüm iyi niyetimizle başbakanın olasılık hesabına vurgu yaptığını düşünsek bile, elma ve armutların birbirine karıştırıldığını görebiliyoruz. Bu boyutta bir nükleer santral kazanın gerçekleşme olasılığı, haliyle, 75 milyonluk ülkede bir mutfak tüpünün patlaması olasılığından azdır. Ancak, burada riskin büyüklüğü ile oranını birbirine karıştırmamak gerekir. Mutfak tüpü patlayınca hasar o mutfakla sınırlı kalır ancak nükleer santral patlayınca polisin güvenlik koridoruna alacağı alan tüm ülke, hatta tüm dünyadır. Çernobil bulutlarının Güney Afrika'ya kadar ulaştığını, Fukuşima bulutlarının ülkemize yaklaştığını anımsamakta fayda var. Mutfaktaki tüp patlarsa itfaiyeyi arıyabilirim ama Sinop veya Mersin'deki santral patlarsa ne yapacağım? “Yetiş başbakanım, nükleer tüp patladı!” mı diyeceğim? Riskin büyüklüğünü, Birgün'deki bir önceki yazımda sigorta örneğiyle açıklamıştım, tekrar etmeyeceğim.

“Radyasyon kemiklere yararlıdır netekim!”
Sadece başbakan değil Enerji Bakanı Taner Yıldız da rahmetli Devlet Bakanı Cahit Aral'ı aratmıyor, “nükleerde kararlıyız” diyor. Biz bu tip politikacılara alıştık artık. Dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren de, “radyasyon kemiklere yararlıdır” demiş ardından da gizlice kendi içtiği çayı şoförüyle ODTÜ'de analize göndermişti. Merak edenler için söyleyelim, gönderilen çaylarda kilogram başına 5 bin 600 bekarel radyoaktivite tespit edilmişti. Depremden önce Japonya'da santral gezen ve mutabakat zaptı imzalarken Japonya'yı depremlere duyarlı santral konusunda bize örnek gösteren Yıldız'ın, deprem sonrası Japonya'daki reaktörün 1. nesil olduğunu söylemesi ise tam bir trajediydi. Santralin 2. nesil olduğunu, yapımcı General Electric firmasından aldığımız bilgiyle kısa süre önce açığa çıkardık. Bakanın verdiği bilginin yanlışlığı bir yana, dünyada böyle bir deprem deneyinden geçmiş 3. nesil bir santral de zaten yoktu. Akkuyu'ya yapılmaya çalışılan Rusların VVER 1200 modeli hangi ülkede, hangi şiddette bir depremden yüzünün akıyla çıkmıştı? Sayın Yıldız bu soruya yanıt verebilir mi? Daha da komik olan, Sinop'a depreme dayanıklı Japon teknolojisi, Mersin'e denenmemiş Rus teknolojisi seçimini bakanımız nasıl açıklayacak? Mersinliler bu ülkenin ikinci sınıf vatandaşı mı?

Rüzgar türbinleri depremi atlattı
Nükleer kazaların sadece deprem nedeniyle meydana gelmediğini de anımsatmakta fayda var. Çernobil'de, Üç Mil Adası, Windscale, Mayak ve Tokaimura kazalarında depremin adı sanı yoktu. İşin ilginç tarafı, yıllardır rüzgar kesilince, güneş batınca ne olacak diyerek temiz enerji kaynaklarına çamur atmaya kalkanlar, Japonya depreminden sonra ayakta kalanın yenilenebilir enerji olduğunu şimdi ağızları bıçak açmadan izliyorlar. Depremden sonra gelen raporlar, ülkedeki rüzgar çiftliklerinin depremi hasarsız atlattığını gösteriyor. Bunlardan bir tanesi de deprem merkezine 300 km uzaklıktaki bir açık deniz santrali; muhtemelen tsunamiye de dayanmış. Sadece rüzgar değil, jeotermal enerji, yerin yüzlerce metre altında yapılan sondajlarla dışarı çıkarılan sudan elektrik üreten bu temiz enerji kaynağı da depremden etkilenmemiş. Türkiye Jeotermal Derneği Genel Başkanı Orhan Mertoğlu, Sendai bölgesindeki dokuz farklı jeotermal santralinin de depremi hasarsız atlattığını ve elektrik üretir durumda olduğunu bildirdi. Ya nükleer? Fukuşima'daki 4 reaktörün hurdaya çıkacağı kesinleşti. Şimdi inşaata başlasalar yerine yenisini koymak ve elektrik üretmeye başlamak en iyimser 10 yıl sürer. Rüzgar kesilince ne yapacaksınız diyenlere sormak lazım; 10 yıl elektrik kesilirse ne yaparsınız?

Forging Ahead on Nuclear Energy in Turkey

ISTANBUL — Struggling through throngs of shoppers on the pedestrian Istiklal Avenue last weekend, a couple of thousand marchers with their anti-nuclear placards did not seem to be getting anywhere. “No to nuclear plants,” the protesters chanted, banging on drums to make themselves heard. But few in the crowd swirling around them appeared to be listening.

The tide may have turned against nuclear power elsewhere, following the Fukushima Daiichi disaster in Japan, but Turkey is being swept along by a different current. Even as governments around the world scrambled to freeze or review their nuclear energy programs last week, Turkey announced the imminent start to construction of the first of its own nuclear plants, and experts say that a majority of Turks probably support the decision.

The cornerstone for the Akkuyu nuclear power plant near Mersin on the Mediterranean coast could be laid in April or early May, said Prime Minister Recep Tayyip Erdogan of Turkey following his talks in Moscow last week. Russia has agreed to build the plant under a $20 billion deal signed in May. A similar deal with Japan, signed in December, involves the construction of a second plant near Sinop on the Black Sea coast, while the location of a third proposed plant was undecided.

It is a tricky decision to make, as Turkey is located in one of the most active earthquake regions in the world, and more than 90 percent of its territory is prone to earthquakes. The Akkuyu site in particular is close to a fault line, as the government concedes. Small tremors are registered in the region almost daily, and a quake measuring 6.2 on the Richter scale struck the nearby city of Adana in 1998.
Still, Turkey is forging ahead with its nuclear plans in the wake of the Fukushima scare, “even though some environmentalists are doing their best to sabotage the project,” Mr. Erdogan said in Moscow, referring to doubts voiced after the tsunami in Japan, Turkish newspapers reported. “Any project can go wrong, you can’t just drop it because of that. Otherwise you shouldn’t be using gas bottles in your houses, and we shouldn’t have an oil pipeline passing through the country.”

Risk was just a fact of life, agreed the environment minister, Veysel Eroglu, ...

Please read the rest of the article on NY Times, click here

Enerji Bakanı’nın nükleerde "nesil" hatası

Özgür Gürbüz - Yeşil Ekonomi / 23 Mart 2011

Japonya’nın Fukuşima Dai-içi nükleer santralinde meydana gelen kazanın boyutları, süt, ıspanak gibi gıda ürünlerinde ve Japonya’nın birçok bölgesindeki suda radyoaktivitiye rastlanmasıyla daha da ciddi bir boyuta geldi. Türkiye’de ise Fukuşima’da yaşanan kazadan sonra Akkuyu ve Sinop’a yapılması düşünülen nükleer santrallere kamuoyu tepkisi arttı. Almanya, İsviçre, Çin ve Venezuela gibi ülkelerin aksine, Türkiye’nin nükleerde ısrar etmesi, konuyu tartışmaya bile yanaşmaması sadece yurt içinde değil yurt dışında da ilgiyle (!) izleniyor.

Yabancı medyanın konuya ilgi göstermesine şaşırmamak lazım; bunda başbakanımızın ve enerji bakanımızın demeçleri etkili oldu. Nükleer kaza riski tüp gazın patlama riskiyle kıyaslandı, kozmetikle eş tutuldu. Aralık ayında Japonya’ya gezi düzenleyip, mutabakat zaptı imzalarken Japonya’yı depremlere dayanıklı santraller yaptıkları için örnek gösteren Taner Yıldız, kazadan sonra oradaki santralleri eski (1. nesil) olmakla itham etti. Açıkçası, bu demeçler bize Çernobil kazasından sonra yapılan “tarihi” açıklamaları anımsattı.

Fukuşima, 1. değil, 2. nesil
Taner Yıldız’ın Fukuşima santraliyle Türkiye’de yapılması düşünülen santralin nesillerini kıyasladığı bu demeci, yaptığımız araştırmadan sonra daha da tartışmalı hale geldi. Hatırlarsanız Sayın Yıldız, “Japonya’daki 1. nesil santral. Biz 3. nesil (3G) yapıyoruz. Çernobil’de kalbi içinde tutan kap kısım yoktu. Bizim yapacağımız 3. nesil santraller 120 metre betonla, demirle kapalı, tehlike anında da otomatik olarak kendini kapatıyor” demişti(1). Merak ettik, bizzat konunun ilgilisine, Fukuşima’daki reaktörlerin tasarımcısına sorduk. General Electric-Hitachi Halkla İlişkiler Müdürü Michael Tetuan sorularımız kurumu adına yanıtladı ve bize Fukuşima’daki tüm reaktörlerin ikinci nesil reaktör olduklarını açıkladı. Bununla da yetinmeyip Almanya’daki tanınmış nükleer enerji uzmanı Dr. Helmut Hirsch’e de sorduk ve aynı yanıtı aldık. Kısacası Bakan Yıldız’ın Türkiye’deki nükleer kaza riskini küçük göstermek için yaptığı bu açıklama da geçerliliğini yitirmiş oldu. Umarız bundan sonraki “mazeretlerin” dayanakları daha bilimsel olur.

1 http://www.dha.com.tr/hukumet-nukleerde-3glere-guveniyor-flashaber_148440.html

Ne oldu benim başbakanıma?

Özgür Gürbüz-BirGün Gazetesi / 20 Mart 2011

Benim bir başbakanım vardı. O başbakan ki, Davos'ta göstermelikte olsa, İsrail Cumhurbaşkanı'na meydan okumuş, koskoca toplantıyı yarıda terk etmişti. Kızdığı nokta, insanların hunharca öldürülmesiydi. Mesele insan hayatı olunca “van minüt”ü çeker, arkasına bile bakmadan giderdi.

Benim bir başbakanım vardı, 12 Eylül'de idam edilenler için gözyaşlarını tutamazdı(!) “Gençlerin ölümü, anaların gözyaşı, babaların yürek sızısı” için oy avcılığına karşı çıkardı. Ahmet Kaya'yı düşünür ağlardı. Ancak bu defa öyle olmadı, benim başbakanıma bir haller oldu. Japonya'da dünya tarihinin en büyük nükleer (teknoloji/endüstriyel) kazalarından biri sonucu evlerinde, sokakta ölümü bekleyen binlerce insana başbakan kayıtsız kaldı. Nükleer santral patlamaz, çatlamaz diyen sözde bilim adamlarına inanan ve Japonya'daki dehşeti görünce kandırıldığını anlayan Türkiye'deki insanlar Başbakan Erdoğan'ın, Medvedev'e resti çekip memlekete gelmesini beklediler. Rusya'da Medvedev'e “Van Münit” deyip, Rusya'yla yapılan radyasyon pazarlığından kalkacağını sandılar. Binlerce Mersinli, Antalyalı, Konyalı, “bizim için insan hayatı her şeyden önce gelir, bu anlaşma burada biter” diyecek cesarette bir başbakan aradı ama bulamadı. Başbakan, “tüp” dedi, “kozmetik” dedi ama “insan” demedi; “yaşam” hiç demedi. “İhale” dedi, “enerji” dedi ama “radyasyon” demedi. “Kuş, börtü-böcek” hiç demedi.

Nükleer yalanlar
Nükleer enerji dünyanın hemen hemen her yerinde yalanlarla dolanlarla anılır. Çernobil kazasının günlerce halktan saklanmasıyla başlayan yalanlar zinciri, nükleer santrallerin hiç seragazı salmadıklarıyla ve ucuz olduklarıyla devam eder. Nükleer santrallerin uçak düşmesine, depreme, kasırgaya, bombalara, ine, cine dayanıklı olduğu masalları da bunları izler. Öyle fütursuzca söylenir ki bu yalanlar, enerji bakanı Taner Yıldız örneğinde olduğu gibi, söyleyenin bile inandığından şüphe edersiniz. Aralık 2010'da Japonya'ya nükleer santral bakmaya giden Yıldız'ın, depreme dayanıklı santraller yaptıkları için Sinop'ta Japonları tercih ettiklerini söylediğini unutmayın. Yıldız, kazadan hemen sonra Japonya'yı örnek gösterdiğini unuttu. Bu defa, Fukuşima'daki santralin birinci nesil olduğunu söyledi, biz üçüncü neslini yapacağız dedi. Üçüncü nesil santrallerin böyle bir depremi sağlam atlacaklarına dair elde bir tecrübe var mıydı? Yoktu tabii. Rusların Akkuyu'ya yapacağı VVER-1200 tipi reaktörün dünya üzerinde denenmiş olmadığından, Japonlar depreme dayanıklı santral yapıyorsa neden Mersin'in Ruslara teslim edildiğinden bahsetmedi. Mersin üvey evlat mıydı? Değilse neydi?

Depremsiz de kaza olur
Ecemiş, Pozantı fay hatları Akkuyu'nun burnunun dibinden geçmiyor muydu? Kaldı ki, nükleer santralde kaza sadece depremle olmuyor. Japonya'da ilk kez bu denli büyük bir kaza deprem ve süprüntü (tsunami) dalgası nedeniyle meydana geldi. Çernobil'de, Üç Mil Adası'nda, Forsmark'ta, Sellafield'de de nükleer kazalar oldu ancak deprem yoktu. Nükleer taraftarlarının, ancak bu büyüklükte bir deprem olursa kaza olur, o da zaten Türkiye'de olmaz oyununa düşmemek lazım. Bakan Yıldız bu sorulara yanıt vermedi, sadece, “yapacağız da yapacağız” dedi ve diyor.

Türkiye nükleer lobinin can simidi
Nükleerin depreme dayanıklı olduğu yalanı, Çernobil'den sonra bir daha patlamayacağı, sızmayacağı, çalışanların ve güvenlik sistemlerinin hata yapmayacağı safsataları tarihin kara sayfalarında böylece yerini alırken, ülkemizde politikacılarla işbirliği etmişçesine bazı bilim adamları da nükleeri aklama çalışmalarına televizyon kanallarında, gazetelerde devam ettiler. Almanya'da nükleer lobiye yakın duran sağ koalisyon pes etti, İsviçre'de, Amerika'da nükleer taraftarları sesi kesildi ama ne gariptir ki, nükleer enerji konusunda yerli bir sanayisi daha olmayan Türkiye, tüm dünyada zor duruma düşen nükleer endüstrinin sözcülüğüne soyundu. Nükleer santralin ucuz olduğunun hikaye olduğu da zaten Rusların verdiği fiyatlar ortaya çıkınca anlaşılmıştı. Teknolojisi, yakıtı dışarıdan gelecek bir santralin yerli kaynak sayılamayacağı apaçık ortadayken bu bile iddia edildi. Nükleerciler, binlerce yıl radyoaktif kalan nükleer atıkların tüm dünyada depolandığı tek bir yer yokken bu sorunları çözeriz demekten de vazgeçmediler. Aynı, depreme dayanıklı santraller yapacaklarını iddia ettikleri gibi. Bu yalan da ortaya çıktı. Peki, geriye ne kaldı?

Türkiye elektriksiz kalır mı?
Geriye, Türkiye'nin nükleer santral kurmazsa elektriksiz kalacağı yalanından başka bir şey kalmadı. Bu iddia teknik olarak doğru olmadığı gibi, mantıksız da. Eğer Türkiye'nin rüzgar, güneş, jeotermal, biyokütle, hidroelektrik gibi yeri kaynakları kendine yetmiyorsa zaten bu ülkenin kapısına kilit vurup gitmek gerek. Bu doğru olsaydı, artan enerji talebini geriye kalan tek seçenek nükleerle karşılamak için şu anda yüzlerce reaktör kurmaya başlamamız gerekirdi. Buna Türkiye'nin ne maddi gücü yeter ne de fiziksel koşulları izin verir. Kaldı ki, Türkiye'nin enerji talebi sadece elektrikten ibaret değil. Isıtmayı, dünyanın en pahalı ısınma aracı elektrikle yapmayacağınıza göre, sadece elektrik üreten nükleer santrallerle bu işi kotarmak mümkün değildir. Türkiye'de ithal edilen doğalgazın neredeyse yarısı ısınma ve sanayide kullanılırken nükleer santralleri doğalgazın yerine geçecek diye pazarlayamazsınız.

Temiz enerji potansiyelimiz
Türkiye'de yenilenebilir enerji kaynakları yetersizdir de diyemezsiniz. Bugünkü teknolojilerle, konvansiyonel yolla üretilen elektrik enerjisi maliyetlerine yakın elektrik enerjisi üretilebilecek bölgeleri dikkate alsak bile ülkemizin toplam güneş enerjisi potansiyeli 380 milyar kilovatsaatin (kWs) üzerindedir.1 2010 ülke tüketimi ise 209 milyar kilovatsaat. Dalga geçilen dalga enerjisi potansiyeli 15-20 teravatsaatleri bulur. Enerji Bakanlığı bile bugün hayata geçirilebilecek ekonomik rüzgar kurulu gücünün potansiyelini 48 bin megavat olarak veriyor ki, bugün Türkiye'nin tüm santrallerinin kurulu gücü 50 bin megavat civarındadır. Türkiye'de bugün elektrik üretiminin yüzde 5'ini üretecek ve 5 milyon konutu ısıtacak jeotermal potansiyeli var. Ve daha da önemlisi Türkiye enerjisini oldukça kötü kullanan bir ülke olduğu için çok ciddi bir enerji tasarrufu potansiyeline sahip.

AKP iktidarı enerji yoğunluğunu düşüremedi
Bugün Türkiye'de Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'ya (GSYİH) 1000 avroluk ek getirmek için 245 kilogram petrole eş değer enerji harcamak gerekirken, Almanya'da bu rakam 151, İsviçre'de 88 kilogram kadar. Burada daha da trajik olan, AKP iktidarının başladığı 2002 ylında 1000 avroluk GSYİH için 259 kilograma eş enerji harcarken 2008 yılına gelindiğinde bu miktar sadece 245'e gerilemiştir. Halbuki aynı süre zarfında enerjiyi verimli kullanma çalışmalarını hızlandıran Yunanistan 1000 avroluk GSYİH için harcanan enerji miktarını 200 kilogramdan 169'a, Portekiz 201'den 188'e ve İspanya 194'ten 176'ya indirmeyi başarmıştır. AKP hükümeti bırakın yüzde 18'lerdeki kayıp-kaçak oranını OECD ortalaması yüzde 7'lere çekmeyi, enerjiyi akıllı kullanma konusunda Avrupa ortalamasının bile gerisinde kalmıştır. Özetle, İsviçre aynı masayı Türkiye'den yaklaşık 3 kat daha az enerji harcayarak üretebilmektedir. Enerjide dışa bağımlılıktan durmadan şikayet eden ve enerji aynaklı cari açıktan yakınan bir hükümetin, bu konuda harekete geçmemesi, üstüne üstelik nükleeri çözüm diye sunması manidardır. Bir o kadar da inandırıcı değildir.

Nükleer kazaya karşı sigorta poliçesi var mı?
Unutmayın, evinizdeki mutfak tüpünün patlamasına karşı, tüm maddi ve manevi hasarı sigortalayabilirsiniz ancak Akkuyu veya Sinop'ta gerçekleşecek bir nükleer kazaya karşı, ne o bölgedeki tarım arazilerini, ne her yıl alınacak hasadın bedelini, ne boşalacak turistik tesislerin zararlarını, ne işsiz kalacak insanların maaşlarını ve daha da korkuncu oradaki tüm canlıların yaşamlarını sigortalayacak tek bir sigorta şirketi bulamazsınız. Zaten hazine de böyle bir sigorta poliçesinin yıllık prim bedelini ödeyemez, ülke nükleer kazayı beklemeden ekonomik çöküntüye uğrar. Kısacası bu memlekete nükleer tüp kurmanın oluru, bu ısrarın da akla ve mantığa dayanan bir nedeni yoktur, neden başkadır.

1http://ozgurgurbuz.blogspot.com/2009/08/turkiyenin-temiz-enerji-kaynaklar.html

Nükleer rönesansın sonu

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/17 Mart 2011

Üç Mil Adası kazasıyla tökezleyen nükleer endüstri, 1986 yılındaki Çernobil kazasıyla ağır bir darbe almış, çok değil 5-10 yıl öncesine kadar da bu darbenin etkisiyle kendisine, enerji piyasasında büyümeyi değil, pozisyonunu korumayı seçen yeni bir rol belirlemişti. Asya'da yeni kalkınan ekonomilerin hızlı büyümesi, Rusya'nın Sovyetler Biriği'nin dağılmasından sonra kendini yeniden toparlayarak, özellikle Avrupa'da bir doğalgaz tekeli haline gelmesi ve iklim değişikliğiyle ortaya çıkan fosil yakıt ekonomisinin sürdürülebilirliği tartışmaları, kış uykusuna yatmış nükleer endüstri için yeni bir fırsat yarattı.

Nükleer rönesans hiç başlamadı
Nükleer rönesans bayrağıyla birleştirilen bu kampanya başta enerjiye aç Çin ve nükleer santral pazarlamaya hevesli Güney Kore olmak üzere Asya'daki birkaç ülkede etkili oldu. Nükleer enerjinin sorgulandığı güvenlik, maliyet ve atık sorunu gibi konularda çok önemli gelişmeler kaydedilmemiş olmasına rağmen, nükleer endüstrinin eski oyuncuları Areva, RWE, E.ON gibi devlerin ciddi çabalarıyla nükleer enerji kısa zamanda olumsuz imajını düzeltti. Yine de, şu anda inşası süren 65 reaktörün 48 tanesinin Çin(27), Rusya(11), Hindistan(5) ve Güney Kore(5) sınırları içerisinde kaldığı düşünüldüğünde nükleer rönesansın Batı'da pek de öyle net sonuçlar verdiğini söylemek doğru olmaz. Bu 65 rakamının içinde, Arjantin'deki Atucha-2 reaktörü gibi, yapımına 1981 yılında başlanan ve hala inşaatı süren santraller listesinde yer alan birçok sorunlu reaktörün de yer aldığını anımsatmakta fayda var. Ya da ABD'de inşası süren tek reaktörün aslında 1972'den beri bitirlemeyen ve Watts Bar-2 reaktörü olduğunu söylemeliyiz. Kısacası, nükleer rönesans aslında hiç var olmayan koca bir masaldı.

Ucuz nükleer kağıt üstünde kaldı
Avrupa'da bu rönesans dalgasından en çok para kazanmayı planlayan Fransız Areva'nın biri ülkesinde, biri de Finlandiya'da yapmaya çalıştığı son nesil (3+) EPR reaktörlerinin durumu da ortada. Finlandiya'daki Olkilioto reaktörünün -yüzde 2,6'lık özel faiz oranına ve 610 milyon avroluk sübvansiyona rağmen- 3 milyar 200 milyon avro olması beklenen yapım maliyeti şu anda 5,5 milyar avroyu geçti ve santral hala bitirilemedi. Bizim memlekette kilovat kurulu güç başı maliyetler kw kurulu güç başına 1200 avro gibi komik seviyelerde hesap edilip, basına bu rakamlar üzerinden demeçler verilirken, 2009 yılında Citi Investment Research&Analysis (Citi Yatırım araştırma ve Analiz) tarafından yapılan bir araştırmada, ilk yatırım maliyetinin kW başına 2500 ile 3500 avro arasında olduğu belirtiliyordu(1). Kısacası, nükleer enerjinin ucuz olduğu da bize anlatılan ikinci bir masaldı.

Rus teknolojisi hiç sınanmadı
Bize anlatılan üçüncü masal ise nükleer santrallerin fevkalede güvenlik önlemleriyle donatılmış, yüksek teknoloji ürünü makinalar olduğu ve terör saldırılarından, uçak düşmesine, depremlerden, insan hatasına kadar binbir türlü etkiye karşı dayanıklı olduğuydu. Japonya'da olan ve insanın yüreğini sızlatan deprem ve tsunami bize Nükleer Rönesans'ın son maskesini düşürdü. Çok değil üç ay önce Japonya'ya depreme dayanıklı santral bakmaya giden Enerji Bakanı Taner Yıldız, şimdi oradaki santralleri kötülemek zorunda kaldı. (Yıldız'ın 2010 Aralık ayında ziyaret etiği Kashiwazaki-Kariwa nükleer santralinde, 16 Temmuz 2007 tarihinde meydana gelen 6,8 büyüklüğündeki deprem sonucunda hasar meydana geldiğini ve radyasyon sızıntısı olduğunu da bir dip not düşelim. Belki o gezide konuşulmamıştır). Fukuşima Daiichi'deki 1 numaralı reaktörü kastederek, o santral 1.nesil santral, üçüncü nesil olsa bir şey olmazdı diyen Bakan Yıldız'ı, diğer reaktörlerdeki patlamalar ve yangınlar yalanladı. Rusların yapacağı VVER 1200 reaktörü daha dünyanın hiçbir yerinde bir saat bile çalışmamışken(2), Ruslar'ın depreme karşı dayanıklı santral inşa etme konusunda hiçbir tecrübeleri yokken yapılan, bu erken ve “ne yapalım da yapalım ihaleyi koruyalım” amaçlı demeçler aynı rönesans masalı gibi ters tepti. Başbakan'ın tüp benzetmesi, bize Çernobil felaketinden sonra radyasyonlu çay içmemizi öneren bakanları anımsattı. Görünen o ki, Türkiye 3., 5. nesil reaktörleri değil, en azından 86'dan beri değişmeyen 1.nesil politikacıları nasıl değiştireceğini tartışsa daha fazla yol alır. Yine kısacası, nükleerin güvenli olduğu iddiaları da Japonya'da yaşadıklarımızdan sonra masal oldu.

Şimdi bize masal değil gerçekler lazım:

• Türkiye nükleer santrale muhtaç bir ülke değildir, nükleer her zaman siyasi ve bazen de “ticari” bir seçenek olmuştur. Nükleer santraller dünyadaki tek elektrik üretme yöntemi değildir.

• Türkiye'nin enerji yoğunluğunu düşürmeden, verimlilik ve tasarruf tedbirlerini gündeme getirmeden, akıllı şebekelere geçişini tasarlamadan yapılacak her yeni santral bu ülkenin plansız enerji politikalarını daha da çetrefilleştirecektir.

• Ecemiş fay hattının 25 kilometre ötesine nükleer santral kurulamayacağı gibi, neredeyse tamamı deprem kuşağındaki Türkiye'nin hiçbir bölgesine, depremlere karşı dayanıklı olduğu iddia edilerek santral kurulamaz.

• Yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarının nasıl değerlendirileceğine dair ayrıntılı bir yol haritası çizilmeli ve yenilenebilir kaynakların önceliği kabul edilmelidir. Bu öncelik şebekeye erişim konularında da hayata geçirilmelidir.

• Enerji yatırımları gibi pahalı yatırımların ülke ekonomisi ve istihdam planlarıyla ilişklendirilmesi kaçınılmazdır. 10 MW'lık rüzgar türbini Türkiye'de imal edilse ve kurulsa her yıl 150 kişiye iş sağlar. Bir nükleer santralde ise 200 ila 300 kişi çalışır. İşsizlik oranı yüzde 12'leri bulan bir ülkede milyarlarca dolar, elektrik+sanayi+istihdam üretmek varken sadece elektrik üretmeye harcanamaz.

• Ve son olarak, Türkiye'de terör tehdidi bitirilmeden nükleer santrallerin güvenliğinden bahsedilemez.

Listenin uzatılabileceği muhakkak ama Japonya'daki deprem, maskelerin düşmesini sağlamış ve Türkiye'de enerji piyasasını kökten değiştirecek bir enerji devrimine gidişin yolunu açmıştır. Almanya, İsviçre, ABD, AB ve hatta Çin'den gelen nükleerle ilgili kararlar bu devrimin ilk işaretleridir. Almanya'da sokağa dökülen 60 bin nükleer karşıtı ve hızla oylarını arttıran Yeşiller partisi bu talebin siyasi ayaklarını oluşturmaktadır. Şimdi biz Türkiye olarak ya dünyadaki bu devrimin bir parçası oluruz ya da o malum fosil ve nükleer lobilerin bize anlattığı masalları bir süre daha hem de tek başımıza dinlemeye devam ederiz.

1 “New Nuclear, The Economics Say No”, Citigroup Global Markets, s. 2.


2 http://www.taek.gov.tr/component/content/article/194-nukleer-enerji-ve-nukleer-reaktorler/801-akkuyuda-kurulmasi-dusunulen-vver-1200-tipi-nukleer-santral-yeni-bir-teknolojidir-dunyada-hicbir-yerde-uygulanmamistir-rusyada-da-iki-yerde-gelistirilecektir-yapimi-tamamlanmis-boyle-bir-reaktor-var-midir-turkiye-pilot-proje-mi-olacaktir.html

Nükleer Hala Tehlikeli, En Son Nesil de Olsa!

Bianet'te yayımlanan söyleşiyi iletiyorum...

Haber:   Nilay Vardar / 14 Mart 2011
İstanbul BİA Haber Merkezi

Japonya'daki depremin ardından oluşan nükleer santrallerdeki kazalar, tüm dünyada tartışılan nükleer enerji meselesini yine gündeme getirdi.Bakan Yıldız, "Bizimkiler 3.nesil" derken, yazar Gürbüz, "3.nesil santraller deprem testinden geçmiş değil" dedi.
Geçtiğimiz günlerde Japonya'da  gerçekleşen 9 büyüklüğündeki depremin ardından, nükleer santrallerdeki kazalar, "yeni bir Çernobil faciası mı" sorusunu gündeme taşırken, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, "Japonya'daki santraller 1.nesil, bizimkiler 3.nesil" dedi.

Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), Mersin Akkuyu'da kurulmak istenen santralin, 6-7 büyüklüğünde deprem üretebilecek Ecemiş Fay Hattı'na 25-30 km mesafede olduğunu söyleyerek uyardı.

Bianet'e konuşan çevre ve enerji konusunda yazılar yazan, aktivist gazeteci Özgür Gürbüz, Japonya'daki santralleri Türkiye'ye örnek gösteren Enerji Bakanı Yıldız'ın, "1. nesil, 3. nesil karşılaştırmasıyla" kafaları karıştırmak istediğini, 3. nesil santrallerin güvenliliğine dair bir kanıt olmadığını söyledi.

"Tecrübe edilmemiş bir şey yaşanıyor"
Nükleer Santral Deprem İlişkisi: Santraller en ufak bir sarsıntıdan etkilenirler. Her ne kadar acil durum için kendi kendini kapatma sistemi olsa da Japonya örneğinde de gördüğümüz gibi, bu sistem bir süre sonra çalışamaz hale geldi. Japonya'dan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'na (UAEK)  gelen bilgiler net ve bilgilendirici değil. Şu anda Japonya daha önce hiç tecrübe edilmemiş, olağanüstü bir durum yaşadığı için, uzmanlar farklı yöntemler deniyor. Sonuçlarını da yaşayarak göreceğiz.

"3.Nesil Santral, depremden etkilenmez diye bir kanıt yok"
3. Nesil Nükleer Santral: 1.nesil, 3. nesil karşılaştırmasını, 1. nesil olan bakanımız kafaları karıştırmak için yapıyor. 3. nesil santral demek, 1950- 60'lı yıllarda yapılan dizaynın teknik donanım ve güvenlik açısından daha iyileştirilmiş olmasıdır. Ama bu depremden etkilenmeme riskinin ortadan kalktığını göstermez. Yıldız, daha düne kadar Japonya'yı bize örnek gösteriyordu. Depremden sonra, oradaki santraller 1. nesil oluverdi.

"Hala 1976 Yer Lisansı kullanılıyor"
Fay Hattı Üzerinde Nükleer Santral: Türkiye'nin en büyük sorunu 1976'da alınan yer lisansına dayanarak santral yapmak istemesi. O zaman Çevre Bakanlığı bile yoktu. Bu kadar yıl geçtikten sonra tekrar jeolojik araştırma yapılmadan, alalacele santral yapmak istemek, bir şeylerden korkulduğunu da gösteriyor. Akkuyu'da Ruslarla anlaşma yapıldı, madem Japonya örnek gösteriliyordu neden Ruslara verildi bu iş. Sadece Rusya'da olan bu santraller hangi şiddetteki depremi atlatmış, hangi deprem testinden geçmiş. Akkuyu'daki ihaleye en düşük fiyatı Rusya verdi, acaba Rusya hangi güvenlik önlemlerinden taviz verip bu fiyatı verdi. Çünkü nükleer santral çok pahalı bir enerji aracıdır ve tüm dünyadaki fiyat aralığı bellidir.
Ucuz Değil, Güvenli Değil, Neden Bu Israr?
Neden Nükleer Santral: Nükleer santral ucuz ve güvenli değil, hala insan hatası söz konusu. Güvenlik, deprem, kaza, terörist saldırı gibi riskler barındıran bir enerji türü neden tercih ediliyor? Bakan bu soruyu, 'bizim başka enerji kaynağımız yok' diyerek yanıtlamamalı. Rüzgar, güneş enerjisi varken neden hala nükleer enerji.

Nükleer rönesans masalının sonu

Yeşil Gazete / 13 Mart 2011
Söyleşi: Savaş Çömlek


Japonya’da yaşanan depremin ardından ortaya çıkan nükleer santrallerdeki kazalar tüm gezegeni etkileyen bir nükleer felakete de dönüşüyor. Tarihin en büyük beşinci depremiyle sarsılan Japonya’da elektrik enerjisi üretiminin %28’ini karşılayan 55 nükleer reaktör var. Bu reaktörlerden en az üçünün, Fukuşima 1 ve 2 ile Oganawa’nın depremde zarar gördüğü bildiriliyor. Ayrıca iki santral daha devre dışı kaldı.

Bir yandan da Japonya hükümetinin güvenlik çemberini artırıp tüm dünyadan yardım talebinde bulunduğu haberleri geliyor. Böyle büyük bir nükleer felaketin orta yerinde, bir yandan Dünya Nükleer Enerji Birliği, bir yandan da Türkiye’nin kerameti kendinden menkul nükleerci profesörleri ortaya çıkıp Japonya’da yaşanan kazayı küçümsemeye, bizi endişe verici bir şey olmadığına inandırmaya, geleceği kalmayan nükleer enerjiyi bir kez daha aklamaya çalışıyorlar.

Yeşil Gazete okurları için, konuyu yakından takip eden, enerji, çevre, ekonomi alanında bağımsız çalışmaları olan, hem gazeteci hem de aktivist olarak tanıdığımız Özgür Gürbüz’le bir söyleşi yaptık. Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın, tüm bu olan bitene rağmen, “Japonya depreminden çıkarılacak sonuçlar var” demekle yetinmesini eleştiren Özgür Gürbüz, bu vahim olaydan çıkarılacak tek sonucun, ‘’bu nükleer sevdadan derhal vazgeçilmesi’’ olduğunu ifade etti. Bakanın da Türkiye’deki milyonlarca insanın hayatını hiçe sayan bir plana önderlik ettiği için özür dileyip görevini bırakması gerektiğini söyleyen Gürbüz “sorumlu ve onurlu bir davranış kanımca bunu gerektirir’’ dedi.

-Nükleer santral kazası nasıl bir şey? Çekirdek erimesi nedir? Neden bu kadar korkuyoruz?
Nükleer santrallerde gerçekleşen kazaların tek bir çeşidi yok ancak en çok korkulan 25 yıl önce Çernobil’de olduğu gibi reaktör kalbinin erimesine kadar varan kazalar. Reaktörün kalbi, adı üstünde nükleer yakıttan, kontrol çubuklarına kadar tüm hayati donanımın olduğu yer. Kalbin erimesi dediğimiz şey ise, bu merkezin aşırı ısınma dolayısıyla da kullanılamaz hale gelmesi. Teoride, yakıt çubuklarıyla kalbe indirilen yakıtta (zenginleştirilmiş uranyum) başlatılan nükleer reaksiyon sonucu ısı elde edilir ve su buharlaştırılarak türbinler çalıştırılır ve elektrik üretilir. Bu reaksiyon kontrol edilemezse aşırı ısınma ve radyoaktif yakıt kaynaklı radyasyon sızıntısı kaçınılmazdır.

Acil durumlarda reaksiyonu kontrol etmek için açığa çıkan nötronları emen (absorbe eden) kontrol çubukları kullanılır. Santrallerde farklı yavaşlatıcılar kullanılsa da Japonya’daki kaynar su reaktöründe olduğu gibi su da bunlardan biridir. Soğutma sistemleri işte bu nedenle çok önemlidir. Reaksiyonun ve ısının kontrol altına alınmasında büyük önem arz ederler. Eğer reaksiyon kontrolden çıkarsa, adeta, bir çelik fanus içinde birden fazla atom bombası patlatmış olursunuz. Bu miktardaki bir radyasyonun doğaya yayılması da aynı Çernobil’de olduğu gibi korkunç sonuçlar doğurur.

Nükleer kazalardan çok korkulması da doğal. Japonya’da petrol rafinerisinde de yangın çıktı ama yangın durduğunda tehlike büyük ölçüde geçti. Nükleerde ise durum çok farklı. Doğaya yayılan radyoaktif maddeler yüzyıllarca etkisini yitirmiyor. Radyasyon gözle görülür değil, tutulamıyor, kontrol edilemiyor. Adeta bir hayalet gibi sizi yakalıyor ve ölümcül sonuçlar doğuruyor. Japonya’da kısmi bir çekirdek erimesi yaşandığına dair bilgiler geliyor. Bu da şu anda tek güvence olarak görülen reaktörü kalbini çevreleyen çelik kabın içinde çok ciddi miktarda radyasyon depolandığına işaret ediyor. Daha önce ABD’deki Üç Mil Adası ve Çernobil’de meydana gelen kazalar çekirdek erimesi dediğimiz kazalar iyi birer örnek.

-Japonya'daki nükleer santralde neler oluyor? Nükleer santraller tehlike aninda kapattık denince kapanıyor mu? Japonya da geçmişte de kaza olmuş muydu?
Japonya’daki Fukuşima’daki santralin 1 numaralı reaktörü depremden sonra hemen otomatik olarak kapatılmaya çalışıldı. Yalnız bir nükleer santrali kapatmak, doğalgaz santralini kapatmaya benzemez. Reaksiyon hemen durdurulamaz, bu nedenle de yakıt çubuklarının kontrol altında tutulması, soğutulması gerekiyor. Kapattık denince kapatılmıyor yani, aynı nükleer atıkların 10-15 yıl soğutma havuzlarında kontrol altında tutulması gibi.

Öğrendiğimiz kadarıyla deprem sonrası her santralde acil durumlarda devreye giren dizel jeneratörlerle çalışan soğutma sistemi bir saat sonra devre dışı kalmış. Japon yetkililer çareyi reaktörde giderek artan ısı ve basıncı azaltmak için doğaya radyasyon bırakmakta buldu ancak bu da anlaşılan yeterli olmadı. Şu anda gelen bilgiler deniz suyuyla reaktörün kalbinin doldurularak reaksiyonun yavaşlatılmasına çalışıldığı yönünde. Umarım başarırlar yoksa tarihi bir felaketle karşı karşıyayız demektir.

Japonya benim yılladır dikkatle izlediğim bir ülke. Çok sık kazalar meydana geliyordu. Bundan önce de deprem sonrası bir kaza olmuştu örneğin. 16 Temmuz 2007 yılında Japonya’da meydana gelen 6,8 büyüklüğündeki deprem sonucunda, Kashiwazaki-Kariwa nükleer santralinde hasar meydana geldi. Japonya’nın en büyük nükleer reaktörü olan Kashiwazaki-Kariwa’da depremden sonra 63 farklı problem ortaya çıktığı, Fukuşima’nın da işletmecisi olan TEPCO (Tokyo Electric Power Company) firması yetkilileri tarafından açıklanmıştı. Santralde deprem sonrası çıkan yangın dört saatte söndürülmüş, denize de radyasyon sızmıştı. Sadece Japonya değil, yine 2007 yılında dünyanın en iyi güvenlik kayıtlarına sahip İsveç’in Forsmark santralinde de Çernobil tipi bir kazanın kıyısından dönüldü. Türkiye’de medya nükleer ihaleyle o kadar iç içe ki, bu kazayı da diğerlerini de hep “es” geçtiler. Japonya’da olan biteni bile halka tam olarak
anlatmıyorlar. Akkuyu’da kurulması düşünülen santral fay hattının burnunun dibinde!

-Deprem ve santral kazaları arasında nasıl bir ilişki var? Yani yüksek teknoloji kullanılması nükleer santral kazalarını önler mi?
Bu son deprem gösterdi ki, doğal afetlerin sınırı, ölçeği yok. Şimdi onlarca mühendis televizyonlarda açıklama yapacak, diyecekler ki, 9 şiddetinde bir depreme karşı duracak santralde yaparız. Uçak düşer bir şey olmaz. Bunun bir garantisi olmadığı ortaya çıktı. Böyle bir felakette olasılıklar sınırsız. Kimse bu depremlere Japonya kadar hazırlıklı değil dünyada ama onlar bile devasa bir faciayla karşı karşıya. Kaldı ki, siz daha fazla çelik, çimento koyarsanız maliyet de o kadar artar. Nükleer santraller zaten ateş pahası! Sonuçta rüzgar da, güneş de, doğalgaz da elektrik üretiyor. Kim aynı elektriği iki-üç katına ve bunca riske rağmen nükleerden üretmek ister ki? Aklı başında olan ya da bu işten çıkarı olmayan herkes bu olaydan sonra nükleerden vazgeçecektir. Japonya’dan olup biten nükleer rönesans masalının sonu olmuştur.

-Ülkemizde yapımı planlanan nükleer santrallerin fay hatları üzerinde olduğunu biliyoruz? Özelikle Ecemis fay hattı. Bu konuda bize bilgi verir misin?
Türkiye neredeyse baştan aşağıya ciddi deprem riski altında. Mersin Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santralin de Ecemis Fay Hattı’na çok yakın olduğu yönünde araştırmalar var ancak hükümet bu araştırmaları bırakın değerlendirmeye almayı, gündeme bile getirmek istemiyor. Zaten santralin fay hattına uzak olması tehlikenin geçtiği anlamına da gelmiyor. Deprem olduğunda santralde başlayacak bir yangına personelin vereceği yanlış bir tepkiden, inşaatta ihmal edilebilecek ufak bir hatanın depremde ortaya çıkmasına kadar onlarca olasılık bu işin riskini arttırıyor.

Burada hayret edilecek olan aslında Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın, tüm bu olan bitene rağmen, “Japonya depreminden çıkarılacak sonuçlar var” demekle yetinmesi. Bu vahim olaydan çıkarılacak bir tek sonuç var Sayın Bakan. Bu nükleer sevdadan derhal vazgeçilmesi. Bakanın da Türkiye’deki milyonlarca insanın hayatını hiçe sayan bir plana önderlik ettiği için özür dileyip görevini bırakması gerekir. Sorumlu ve onurlu bir davranış kanımca bunu gerektirir.

Onagawa'da yangın söndü, Tokai'de yeni deprem oldu

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), Japonya'daki dev deprem ve onu izleyen tsunaminin, ülkedeki nükleer santrallar üzerindeki etkisiyle ilgili bir açıklama yaptı. Ajansın Japon yetkililerden aldığı bilgilere göre Onagawa'daki yangın söndürüldü, Tokai yakınında ise 6,5 şiddetinde yeni bir deprem oldu

Özgür Gürbüz / 11 Mart 2011

Richter ölçeğine göre 8,9 büyüklüğündeki depremden sonra Japonya tsunami ve artçı şoklarla boğuşuyor. Japonya'nın kuzeybatısındaki nükleer santrallerden de az ve net olmayan haberler geliyor. UAEA'nın bugünkü (11 Mart) açıklamasında resmi nitelikte ve daha önemli bilgiler var. Japonya Nükleer ve Endüstriyel Güvenlik Ajansı'ndan aldığı bilgilere göre, “Fukuşima-Daiçi” nükleer santrlinde ileri düzeyde alarm verildi. Santral kapatıldı ve herhangi bir radyasyon sızıntısı gerçeleşmedi. Daha kuzeydeki ve deprem merkezine en yakın durumdaki Onagawa santralinde çıkan yangın ise söndürüldü. Bu iki santral dışında, Japonya'nın kuzeybatısında yer alan Fukuşima-Daini ve daha güneydeki Tokai santralleri de otomatik olarak devre dışı kaldı.

Tokai'de yeni deprem
UAEA'nın açıklamasında yeni bir bilgi de yer alıyor. İki reaktöre sahip Tokai santralinin yakınlarında 6,5 şiddetinde yeni bir deprem meydana geldiği belirtiliyor ancak konu hakkında daha fazla bir açıklama yapılmıyor. Japonya'daki nükleer santraller konusunda UAEA'ı da henüz fazla bir bilgiye ulaşamamışa benziyor. UAEA daha fazla bilgi aradığını da açıkça belirtmiş. Açıklamada aynen şöyle yazıyor: “UAEA, santral sahasındaki elektrik kaynakları, soğutma sistemi ve reaktör binalarının hali de dahil olmak üzere Fukuşima-Daiçi ve diğer nükleer santrallerle araştırma reaktörlerindeki durum hakkında daha fazla bilgi istiyor. Nükleer yakıtlar, santraller kapatıldıktan sonra da kontrollü bir soğutma işlemi gerektirir”.

Japonya'nın çalışır durumda 54 adet nükleer reaktörü bulunuyor. Bunlardan 15'ine ev sahipliği yapan dört nükleer santral, depremden sonra devre dışı bırakıldı.

Japonya'da nükleer santralde yangın

Özgür Gürbüz / 11 Mart 2011
Onagawa NS - Kaynak:INSC

Japonya'da meydana gelen, Richter ölçeğine göre 8,9 büyüklüğündeki depremden sonra Japonya'nın Onagawa Nükleer Santrali'nde yangın çıktığı belirtildi. Kyodo Haber Ajansı'nın bu haberi, santrali işleten firma tarafından doğrulanmadı. Daha önce de santralin soğutma sisteminin çalışmadığı yönündeki haberler yalanlanmıştı. İlginç olan, Japon medyasına göre, hükümetin “nükleer enerji acil durum”unu ilan etmesi oldu. Reuters'in haberine göre bu sadece radyasyon sızıntısı olduğunda hayata geçirilen bir önlem.

Onagawa Santrali'nde üç nükleer reaktör bulunuyor. Bir numaralı reaktör, Toshiba firması tarafından yapılmış, 497 megavatlık (Mwe) kurulu güce sahip. İkinci reaktöre ise yine Toshiba tarafından sağlanmış, 796 Mwe gücünde bir reaktör. Üçüncüsü de aynı güçte ancak daha yeni, 2001'de devreye alınmış. Reaktörlerin ilki 1984, ikincisi ise 1995 yılında ticari faaliyete başlamış.

Bilindiği gibi Enerji Bakanı Taner Yıldız kısa bir süre önce Japonya'ya bir ziyaret yapmış, Türkiye'de bir nükleer santral inşaatı için mutabakat zaptı imzalanmıştı. Yıldız, Japonya'yı seçme konusunda depreme dayanaklılığın öne çıktığını söylemişti.

Yıldız'ın daha önce Rusya ile anlaşma imzalarken depremden bahsetmemesinin nedenleri ve deprem konusu bu kadar önemliyse, daha önce neden Rusya'yı seçtikleri gibi aklımıza takılan sorular ise her zaman olduğu gibi Enerji Bakanı'na sorul(a)mamıştı. Akkuyu'da kurulması düşünülen santralın Ecemiş Fay Hattı'na yakınlığı şimdi daha da tartışmalı bir konu haline geldi. 

Japonya'yla ilgili gelişmeleri izlemeye ve bilgi vermeye devam edeceğim...

Vizyonsuzluk

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 24 Ocak 2011

1990'lı yılların başı ile ortası arasıydı. Bizim gibi birkaç kendiniz bilmez çevreci, yeşil, anarşist, falan filan, Akkuyu'da kurulması düşünülen nükleer santrala itiraz ediyor, dünyada hızla gelişen rüzgar ve güneş enerjisinden örnekler veriyorduk. Gelecekte insanoğlu gereksinim duyduğu elektriği bu kaynaklardan, doğaya mümkün olduğunca az zarar vererek üretecek diyorduk. O dönemin yetkilileri ise bize, “fırıldaktan elektrik mi üreteceksiniz” diye sorup, tabir-i caizse “dalga” geçiyordu. Kömür, nükleer, gaz lobilerinin etkisini bir yana bırakalım, en basitinden görmüyor, göremiyorlardı. Onların “vizyonsuzluğundan” ne yazık ki Türkiye de nasibine düşeni almak zorunda kaldı. 1995'te temiz enerjinin hizmetindeki naçizane kulunuz, “nükleer ileriye doğru değil geriye doğru bir adımdır diyerek” nükleere kaşı 170 km geri geri yürüken, Türkiye gazetesinin yaşı kemale ermiş kalemlerinden biri, “bunlar sahiden gerici” diyerek bana köşesinden yanıt veriyordu. Dönemin hükümeti ve destekçileri geleceği görmekten ne kadar uzak da olsa, 18 günlük yürüyüşüm boyunca karşıma çıkan her bir vatandaş onların tam tersine, temiz enerjiye, doğasına ve yaşamına sahip çıkmaya kararlıydı. Bu, Türkiye'ye özgü bir durum değil, dünyanın birçok ülkesinde halk kendisini yönetenlerden daha ileride durur.

O zamanlar rüzgar türbini resimlerini yabancı dergilerde görüyorduk. Memlekette rüzgarı savunanlara gerici dendiği zamanlarda, 1995'te, Avrupa'da 814 megavatlık rüzgar kurulu gücü kurulmuştu. Neredeyse, Türkiye'nin 2010 yılında ulaştığı toplam kurulu güce eşit, gericiliğin hesabını siz yapın artık. 2009'a gelindiğinde ise Avrupa'da sadece o yıl kurulan rüzgar türbinlerinin kurulu gücü 10 bin megavatı geçiyor, doğalgaz santrallarını bile geride bırakıyordu.

Rüzgar Avrupa'da 200 bin kişiye iş sağlıyor
Avrupa'da rüzgar enerjisi bugün 200 bine yakın insana iş sağlıyor. Bundan iki yıl önce bu rakam 155 bindi. 2002 ile 2007 yılları arasında rüzgar enerjisi sektöründe doğrudan çalışan işçi sayısı yüzde 125 arttı, her gün 33 kişiye istihdam sağlandı. Avrupa Rüzgar Enerjisi Birliği (EWEA), 2020 yılında sektörde çalışan sayısının 446 bin, 2030 yılında ise 479 bine ulaşacağını öngörüyor. Avrupa Komisyonu ise, 2020 yılı hedeflerinin tutturulması halinde yeşil yakalı işçi sayısının 2 milyon 800 bine ulaşmasını bekliyor. EWEA'nın yaptığı ankete göre çalışanları yüzde 37'si türbin üretiminde, yüzde 27'si rüzgar çiftliklerinin planlanmasında, kurulmasında, çalıştırılması ve bakımında görev yapıyor. Parçaların üretiminde de çalışanların yüzde 22'sine istihdam sağlanıyor. Yani, şu türbin imalatının neresinden tutarsanız tutun, elinizde istihdam kalıyor.

Yasa hiçbir şey söylemiyor
Geçtiğimiz günlerde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden geçen yasa değişikliği tasarısıyla yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektriğe verilen alım garantileri değiştirildi, güneş enerjisi gibi bazı yeni kaynaklar da listeye alındı. Nereden baksanız, 2005 yılında çıkan ilk kanunla birlikte başlayan, alım garantilerinin yeterliliği üzerinde süren tartışmalar, bu değişiklikle de son bulmadı. RESYAD'ın yasadaki değişikliğin resmi gazetede yayımlanmasından sonra yaptığı açıklamada, rüzgar ve hidroelektrik için bir değişiklik olmadığı, güneş ve biyokütle içinse önerilen rakamların beklentilerin altında olduğu belirtilmiş. Bunu bir kenera not düşmek gerekir. Ancak asıl sorun, bu yasanın da daha önceki yasa gibi, Türkiye'nin geleceği için bir öngörüde bulunmamasıdır. Kamuoyu araştırmalarında ilk sıralarda yer alan ve giderek kronikleşen işsizlik sorununun çözümünde önemli rol oynayabilecek yenilenebilir enerji kaynaklarının, bu anlamda kullanılacağına dair yasada ciddi bir işaret bulmak oldukça zordur. Türkiye'nin kuvvetli iç pazarına dayanarak, başta güneş paneli olmak üzere, bu enerji kaynaklarından enerji üretiminde kullanılacak aksam ve parçaların üretilmesinde bir merkez olacağı, ihracat üssü haline geleceği yönünde bir vizyonun ana hatları bu yasayla da çizilmemiştir. Sadece yenilenebilir enerji değil, nükleerden kömüre, hemen hemen diğer tüm enerji kaynaklarıyla ilgili yasal düzenlemelerde de, iç talep gibi, üretimin sihirli kelimelerinden birine sahip olunmasına rağmen, bunu destekleyecek bir programın eksikliği kendini göstermektedir.

Türbin döner Ahmet bakar
Ceyhan'ın taşıma petrolle bir “merkez” olacağına inanılacağı kadar, yerli kaynaklarla, hem enerji üretimi hem de ekipman ihracı yapılabileceğine inanılsaydı, sanırım Türkiye'de ne bu kadar işsiz olurdu ne de memleket enerjide bu kadar dışa bağımlı kalırdı. Türkiye'nin mevcut ve yaşımın elverdigi kadarıyla anımsadığım tüm hükümetlerinin asıl sorunu işte bu vizyon yoksunluğu aslında. Bu nedenle, bugün ne bindiğimiz otomobilin adı “devrim”, ne gittiğimiz yollar “demir ağlarla” örülü. Mehmet güneş enerjisine 13,3 dolar sent verseniz de işsiz, 20 verseniz de. Panel yapmasını öğretecek, fabrika kurduracak vizyon olmadıktan sonra; ha türbin döner Ahmet bakar, ha su akar Zeynep bakar.

Çevreciler Meclis önünde

Özgür Gürbüz / 23 Ocak 2010

Daha önce İzmir Barosu'nun ayrıntılı itirazına yer verdiğimiz “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı”na tepkiler giderek artıyor. 24 Ocak günü birçok çevre kuruluşu, Ankara'da Türkiye Büyük Milet Meclisi önünde biraraya gelerek tasarının onaylanmaması için seslerini yükseletecek. Bu kuruluşlara WWF-Türkiye'de (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) eklendi.

WWF-Türkiye, yaptığı yazılı açıklamada söz konusu tasarının Türkiye'de yıllardır korunan alanları tehdit ettiğine dikkat çekerek, söz konusu tasarının biyolojik çeşitliliği korumak yerine, doğayı tahrip edebilecek yatırımlar da dâhil her türlü kullanımın önünü açacağını öne sürüyor. Açıklamada, “... tasarı ile "Doğal Sit" statüsü ortadan kaldırılarak ülkemizdeki 1234 Doğal Sit Alanı'nda tahribatın önü açılacaktır. Oysa HES'ler başta olmak üzere doğaya zarar veren birçok müdahale Doğal Sit'ler sayesinde koruma kurulları tarafından engellenebilmiştir” deniyor.

Birçok çevreci ve yeşil örgüt 24 Ocak 2011 tarihinde, saat:11:30'da Ankara'da TBMM'nin önünde buluşacak. Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı'na yönelik eleştirilerini dile getirmek üzere bir araya gelecek bu kuruluşlara destek olmak isteyenlere duyurulur.

Tabiatı Koruma Yasa Tasarısı'na İzmir Baro'su tepkili

Özgür Gürbüz / 12 Ocak 2011

2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nu değiştirmeyi amaçlayan “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı" hükümet tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) sunuldu. Tasarıya çevreciler kadar hukukçular da tepkili. İzmir Barosu yaptığı yazılı açıklamada, tasarının yasalaşması halinde her türden koruma alanı ile ilgili doğal ve tabii sit kararları ve bu alanların doğal ve tabii sit statülerinin sona ereceğine dikkat çekiyor. Çevreyle biraz olsun haşır neşir olanlar çok iyi bilir ki, doğal çevreyi korumada yasaların arkasına dolanmanın moda olduğu ülkemizde bu değişikliklerin gerçekleşmesi adeta doğal hayatın idam fermanının imzalanması anlamına gelir.

İzmir Barosu'nun açıklamasındaki önemli bir husus da, tasarının genel gerekçesinde yer alan, “Avrupa Birliği (AB), Türkiye’nin birliğe katılma süreci içinde Çevre Faslını açmış bulunmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin AB’ye üye olarak katılabilmesi için tabiatın ve biyolojik çeşitliliğin korunması gibi yerine getirmesi gereken bazı taahhütleri bulunmaktadır. Bu taahhütlerden bazıları; Kuş Direktifine uyum, Habitat Direktifine uyum, Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ile Uluslararası Ramsar Sözleşmesi hükümlerinin yerine getirilmesi ve iç mevzuatın AB mevzuatı ile uyumlaştırılması” iddiasının asılsız olduğunu öne sürmesi. Baro'nun iddiasını destekleyen açıklaması aynen şöyle: “Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu yasa Tabiatı ve Biyolojik Varlıkları korumaya ilişkin bir yasa değildir. Bu yasa, amaç maddesinde yazılı koruma kullanma dengesi ifadesi ile de açığa vurulduğu gibi; aslında korunması gereken alanların mevcut durumdan daha da fazla yapılaşmaya açılmasının, bu alanların, işletme ve yönetme adı altında piyasalaştırılması önünde hiç bir engel kalmaması amacıyla hazırlanmış bir yasadır. AB uyum süreci ile de bir ilgisi de bulunmamaktadır. AB ilerleme raporunda 'endişe verici bir gelişme' olarak ifade edilmiş bir kanun tasarısıdır.”

İzmir Barosu'nun diğer itiraz nedenleri de kısaca şunlar:

*Yasanın gerekçesinde “Tabiatı koruma konusundaki farklı kurumların yetkili olması yetki karmaşasına neden olmakta” denilmektedir ancak Baro, koruma alanları ve sorumlu kuruluşların incelenmesi halinde bu alanların yüzde 86'sının zaten Çevre ve Orman Bakanlığı'na bağlı olduğunun, Doğal SİT Alanları ile Doğal Varlıkların'ın Turizm ve Kültür Bakanlığı'ndan alınarak Çevre ve Orman Bakanlığı'na verildiğinin anlaşılacağına dikkat çekiyor.

*Kanun maddeleri tek tek incelendiğinde, yapılmak istenen değişikliğin vereceği zararın telafisinin çok uzun yıllar boyunca mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır. Çünkü, Yasa'nın geçici 1. ve 2. maddesi her türden koruma alanı ile ilgili doğal ve tabii sit kararları ve bu alanların doğal ve tabii sit statüleri sona erdirilmektedir.

*15.madde ile ülke düzeyinde ‘’üstün kamu yararı’’ ve ‘’stratejik kullanımı ‘’gerektiren doğal sit alanlarında kullanma izni, intifa ve irtifak hakkının 49 yıla kadar süre ile Bakanla Kurulu Kararı ile verilebileceği hükme bağlanmıştır. Böylece otoyollar, nükleer santraller, boğaz köprüleri, HES’ler, kitle turizm tesisleri ve benzeri yatırımların önündeki koruma hukuku engeli kaldırılmıştır. İşte yasanın gizli amacı, tamamen Hükümetin kontrolü altında bulunan Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu tarafından çok kısa süre içinde rant getirecek projeleri 1.derecede doğal sitler, milli parklar ve tabiat alanlarında yaşama geçirmektir.

*Tasarının geçici 1. maddesine göre mevcut tüm statüler kaldırılacak , Bu alanlar tekrar isimlendirilecektir. Yapılacak bu yeniden değerlendirilme sonucu, koruma statüsü özellikleri taşımadığına karar verilenler artık korunmayacaktır. Koruma statüsü özellikleri taşıdığı anlaşılanların ise yasanın 9. maddesi ile belirlenen 13 korunan alan statüsünden hangisine girdiği saptanıp bu alanlara uygun statüler ihdas edilecektir.

*Koruma ya da koruma bölgesi dışına çıkarma ile ilgili bütün kararlar, ikisi sivil toplum kuruluşlarından, dördü akademisyen olmak üzere altı temsilci ile 16 çeşitli bakanlık bürokratlarından oluşacak yirmi iki kişilik, adına Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu denilen ve yapısı itibariyle idareye dolayısıyla hükümete bağlı bir kurul tarafından verilecektir.

*Yasa ile getirilen 13 korunan alan statüsünün uluslararası anlaşmalarda belirlenen standartlarda olmaması bir yana, bu alanların neredeyse tamamında her türlü kullanıma ve yapılaşmaya yol açacak düzenlemeler getirilmektedir.

*Yine, taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan koruma statülerinden bahsedilmemiş bu statülerin ne olacağı belirtilmemiştir.

*Koruma statüsündeki 13 alanın 10'unun, mutlak koruma alanı dışında kalan kısımları, her türlü kullanıma ve işletmeye açılacaktır. Koruma statüsündeki, gen koruma alanı, tabiatı koruma alanı ve yaban hayatı geliştirme sahaları ile diğer 10 koruma statüsünün mutlak korunma alanlarında bile, Bakanlar Kurulu kararıyla ülke düzeyinde, üstün kamu yararı ve stratejik kullanımı gerektiren kullanma izni, intifa ve irtifak hakkı verilebilecektir.

*Koruma alanlarına ilişkin planlama yetkisi, Çevre ve Orman Bakanlığı'na ait olacaktır. Bu planlara uygun olarak, söz konusu koruma alanları 49 yıla kadar, intifa ya da irtifak tesisi suretiyle gerçek ve tüzel kişilerin kullanımına veya işletmesine verilebilecektir. Bu kanun kapsamındaki alanlar, Bakanlığın uygun görüşü alınarak turizm bölgesi ya da merkezi olarak da ilan edilebilecektir.

İzmir Barosu'nun açıklamasından da anlaşıldığı üzere, amaç Türkiye'nin yıllardır üzerinde titrediği doğal alanlarını, bir tutam yeşilini, kar amaçlı işletmelere açmaktır. Kızıldereliler, paranın yenmeyeceğini son balık tutulduğunda beyaz adamın da anlayacağını söyler. Bakalım bu tasarıyı hazırlayan, hiç çekinmeden, yetim hakkı, kul hakkı demeden oylamaya hazırlanan AKP'li milletvekilleri de paranın yenmeyeceğini bir gün anlayacak mı? Belki de onlar gerçekten para yiyordur. Dünya garip insanlarla dolu; kimbilir? Yanılmış olmayı ve bu tasarının TBMM'den geçemeyerek yasalaşmadığını yine bu mecrada kaleme almayı içtenlikle ümit ediyorum.

2011

Yıllardır bu e-günlük (blog) aracılığıyla dertlerimi, ümidimi ve yaşam mücadelesini paylaştığım tüm dostlarıma, sarı papatyalar kadar güzel bir yıl diliyorum.

2011'de yazıları, eylemeri ve paylaşımları arttırma dileğiyle, 2010'un büyük bir bölümünü Çin'de geçirdiğim için Çince söyleyerek, (Xin Nian Kuai Le), hepimizin yeni yılını kutluyorum.

Özgür