Forging Ahead on Nuclear Energy in Turkey

ISTANBUL — Struggling through throngs of shoppers on the pedestrian Istiklal Avenue last weekend, a couple of thousand marchers with their anti-nuclear placards did not seem to be getting anywhere. “No to nuclear plants,” the protesters chanted, banging on drums to make themselves heard. But few in the crowd swirling around them appeared to be listening.

The tide may have turned against nuclear power elsewhere, following the Fukushima Daiichi disaster in Japan, but Turkey is being swept along by a different current. Even as governments around the world scrambled to freeze or review their nuclear energy programs last week, Turkey announced the imminent start to construction of the first of its own nuclear plants, and experts say that a majority of Turks probably support the decision.

The cornerstone for the Akkuyu nuclear power plant near Mersin on the Mediterranean coast could be laid in April or early May, said Prime Minister Recep Tayyip Erdogan of Turkey following his talks in Moscow last week. Russia has agreed to build the plant under a $20 billion deal signed in May. A similar deal with Japan, signed in December, involves the construction of a second plant near Sinop on the Black Sea coast, while the location of a third proposed plant was undecided.

It is a tricky decision to make, as Turkey is located in one of the most active earthquake regions in the world, and more than 90 percent of its territory is prone to earthquakes. The Akkuyu site in particular is close to a fault line, as the government concedes. Small tremors are registered in the region almost daily, and a quake measuring 6.2 on the Richter scale struck the nearby city of Adana in 1998.
Still, Turkey is forging ahead with its nuclear plans in the wake of the Fukushima scare, “even though some environmentalists are doing their best to sabotage the project,” Mr. Erdogan said in Moscow, referring to doubts voiced after the tsunami in Japan, Turkish newspapers reported. “Any project can go wrong, you can’t just drop it because of that. Otherwise you shouldn’t be using gas bottles in your houses, and we shouldn’t have an oil pipeline passing through the country.”

Risk was just a fact of life, agreed the environment minister, Veysel Eroglu, ...

Please read the rest of the article on NY Times, click here

Enerji Bakanı’nın nükleerde "nesil" hatası

Özgür Gürbüz - Yeşil Ekonomi / 23 Mart 2011

Japonya’nın Fukuşima Dai-içi nükleer santralinde meydana gelen kazanın boyutları, süt, ıspanak gibi gıda ürünlerinde ve Japonya’nın birçok bölgesindeki suda radyoaktivitiye rastlanmasıyla daha da ciddi bir boyuta geldi. Türkiye’de ise Fukuşima’da yaşanan kazadan sonra Akkuyu ve Sinop’a yapılması düşünülen nükleer santrallere kamuoyu tepkisi arttı. Almanya, İsviçre, Çin ve Venezuela gibi ülkelerin aksine, Türkiye’nin nükleerde ısrar etmesi, konuyu tartışmaya bile yanaşmaması sadece yurt içinde değil yurt dışında da ilgiyle (!) izleniyor.

Yabancı medyanın konuya ilgi göstermesine şaşırmamak lazım; bunda başbakanımızın ve enerji bakanımızın demeçleri etkili oldu. Nükleer kaza riski tüp gazın patlama riskiyle kıyaslandı, kozmetikle eş tutuldu. Aralık ayında Japonya’ya gezi düzenleyip, mutabakat zaptı imzalarken Japonya’yı depremlere dayanıklı santraller yaptıkları için örnek gösteren Taner Yıldız, kazadan sonra oradaki santralleri eski (1. nesil) olmakla itham etti. Açıkçası, bu demeçler bize Çernobil kazasından sonra yapılan “tarihi” açıklamaları anımsattı.

Fukuşima, 1. değil, 2. nesil
Taner Yıldız’ın Fukuşima santraliyle Türkiye’de yapılması düşünülen santralin nesillerini kıyasladığı bu demeci, yaptığımız araştırmadan sonra daha da tartışmalı hale geldi. Hatırlarsanız Sayın Yıldız, “Japonya’daki 1. nesil santral. Biz 3. nesil (3G) yapıyoruz. Çernobil’de kalbi içinde tutan kap kısım yoktu. Bizim yapacağımız 3. nesil santraller 120 metre betonla, demirle kapalı, tehlike anında da otomatik olarak kendini kapatıyor” demişti(1). Merak ettik, bizzat konunun ilgilisine, Fukuşima’daki reaktörlerin tasarımcısına sorduk. General Electric-Hitachi Halkla İlişkiler Müdürü Michael Tetuan sorularımız kurumu adına yanıtladı ve bize Fukuşima’daki tüm reaktörlerin ikinci nesil reaktör olduklarını açıkladı. Bununla da yetinmeyip Almanya’daki tanınmış nükleer enerji uzmanı Dr. Helmut Hirsch’e de sorduk ve aynı yanıtı aldık. Kısacası Bakan Yıldız’ın Türkiye’deki nükleer kaza riskini küçük göstermek için yaptığı bu açıklama da geçerliliğini yitirmiş oldu. Umarız bundan sonraki “mazeretlerin” dayanakları daha bilimsel olur.

1 http://www.dha.com.tr/hukumet-nukleerde-3glere-guveniyor-flashaber_148440.html

Ne oldu benim başbakanıma?

Özgür Gürbüz-BirGün Gazetesi / 20 Mart 2011

Benim bir başbakanım vardı. O başbakan ki, Davos'ta göstermelikte olsa, İsrail Cumhurbaşkanı'na meydan okumuş, koskoca toplantıyı yarıda terk etmişti. Kızdığı nokta, insanların hunharca öldürülmesiydi. Mesele insan hayatı olunca “van minüt”ü çeker, arkasına bile bakmadan giderdi.

Benim bir başbakanım vardı, 12 Eylül'de idam edilenler için gözyaşlarını tutamazdı(!) “Gençlerin ölümü, anaların gözyaşı, babaların yürek sızısı” için oy avcılığına karşı çıkardı. Ahmet Kaya'yı düşünür ağlardı. Ancak bu defa öyle olmadı, benim başbakanıma bir haller oldu. Japonya'da dünya tarihinin en büyük nükleer (teknoloji/endüstriyel) kazalarından biri sonucu evlerinde, sokakta ölümü bekleyen binlerce insana başbakan kayıtsız kaldı. Nükleer santral patlamaz, çatlamaz diyen sözde bilim adamlarına inanan ve Japonya'daki dehşeti görünce kandırıldığını anlayan Türkiye'deki insanlar Başbakan Erdoğan'ın, Medvedev'e resti çekip memlekete gelmesini beklediler. Rusya'da Medvedev'e “Van Münit” deyip, Rusya'yla yapılan radyasyon pazarlığından kalkacağını sandılar. Binlerce Mersinli, Antalyalı, Konyalı, “bizim için insan hayatı her şeyden önce gelir, bu anlaşma burada biter” diyecek cesarette bir başbakan aradı ama bulamadı. Başbakan, “tüp” dedi, “kozmetik” dedi ama “insan” demedi; “yaşam” hiç demedi. “İhale” dedi, “enerji” dedi ama “radyasyon” demedi. “Kuş, börtü-böcek” hiç demedi.

Nükleer yalanlar
Nükleer enerji dünyanın hemen hemen her yerinde yalanlarla dolanlarla anılır. Çernobil kazasının günlerce halktan saklanmasıyla başlayan yalanlar zinciri, nükleer santrallerin hiç seragazı salmadıklarıyla ve ucuz olduklarıyla devam eder. Nükleer santrallerin uçak düşmesine, depreme, kasırgaya, bombalara, ine, cine dayanıklı olduğu masalları da bunları izler. Öyle fütursuzca söylenir ki bu yalanlar, enerji bakanı Taner Yıldız örneğinde olduğu gibi, söyleyenin bile inandığından şüphe edersiniz. Aralık 2010'da Japonya'ya nükleer santral bakmaya giden Yıldız'ın, depreme dayanıklı santraller yaptıkları için Sinop'ta Japonları tercih ettiklerini söylediğini unutmayın. Yıldız, kazadan hemen sonra Japonya'yı örnek gösterdiğini unuttu. Bu defa, Fukuşima'daki santralin birinci nesil olduğunu söyledi, biz üçüncü neslini yapacağız dedi. Üçüncü nesil santrallerin böyle bir depremi sağlam atlacaklarına dair elde bir tecrübe var mıydı? Yoktu tabii. Rusların Akkuyu'ya yapacağı VVER-1200 tipi reaktörün dünya üzerinde denenmiş olmadığından, Japonlar depreme dayanıklı santral yapıyorsa neden Mersin'in Ruslara teslim edildiğinden bahsetmedi. Mersin üvey evlat mıydı? Değilse neydi?

Depremsiz de kaza olur
Ecemiş, Pozantı fay hatları Akkuyu'nun burnunun dibinden geçmiyor muydu? Kaldı ki, nükleer santralde kaza sadece depremle olmuyor. Japonya'da ilk kez bu denli büyük bir kaza deprem ve süprüntü (tsunami) dalgası nedeniyle meydana geldi. Çernobil'de, Üç Mil Adası'nda, Forsmark'ta, Sellafield'de de nükleer kazalar oldu ancak deprem yoktu. Nükleer taraftarlarının, ancak bu büyüklükte bir deprem olursa kaza olur, o da zaten Türkiye'de olmaz oyununa düşmemek lazım. Bakan Yıldız bu sorulara yanıt vermedi, sadece, “yapacağız da yapacağız” dedi ve diyor.

Türkiye nükleer lobinin can simidi
Nükleerin depreme dayanıklı olduğu yalanı, Çernobil'den sonra bir daha patlamayacağı, sızmayacağı, çalışanların ve güvenlik sistemlerinin hata yapmayacağı safsataları tarihin kara sayfalarında böylece yerini alırken, ülkemizde politikacılarla işbirliği etmişçesine bazı bilim adamları da nükleeri aklama çalışmalarına televizyon kanallarında, gazetelerde devam ettiler. Almanya'da nükleer lobiye yakın duran sağ koalisyon pes etti, İsviçre'de, Amerika'da nükleer taraftarları sesi kesildi ama ne gariptir ki, nükleer enerji konusunda yerli bir sanayisi daha olmayan Türkiye, tüm dünyada zor duruma düşen nükleer endüstrinin sözcülüğüne soyundu. Nükleer santralin ucuz olduğunun hikaye olduğu da zaten Rusların verdiği fiyatlar ortaya çıkınca anlaşılmıştı. Teknolojisi, yakıtı dışarıdan gelecek bir santralin yerli kaynak sayılamayacağı apaçık ortadayken bu bile iddia edildi. Nükleerciler, binlerce yıl radyoaktif kalan nükleer atıkların tüm dünyada depolandığı tek bir yer yokken bu sorunları çözeriz demekten de vazgeçmediler. Aynı, depreme dayanıklı santraller yapacaklarını iddia ettikleri gibi. Bu yalan da ortaya çıktı. Peki, geriye ne kaldı?

Türkiye elektriksiz kalır mı?
Geriye, Türkiye'nin nükleer santral kurmazsa elektriksiz kalacağı yalanından başka bir şey kalmadı. Bu iddia teknik olarak doğru olmadığı gibi, mantıksız da. Eğer Türkiye'nin rüzgar, güneş, jeotermal, biyokütle, hidroelektrik gibi yeri kaynakları kendine yetmiyorsa zaten bu ülkenin kapısına kilit vurup gitmek gerek. Bu doğru olsaydı, artan enerji talebini geriye kalan tek seçenek nükleerle karşılamak için şu anda yüzlerce reaktör kurmaya başlamamız gerekirdi. Buna Türkiye'nin ne maddi gücü yeter ne de fiziksel koşulları izin verir. Kaldı ki, Türkiye'nin enerji talebi sadece elektrikten ibaret değil. Isıtmayı, dünyanın en pahalı ısınma aracı elektrikle yapmayacağınıza göre, sadece elektrik üreten nükleer santrallerle bu işi kotarmak mümkün değildir. Türkiye'de ithal edilen doğalgazın neredeyse yarısı ısınma ve sanayide kullanılırken nükleer santralleri doğalgazın yerine geçecek diye pazarlayamazsınız.

Temiz enerji potansiyelimiz
Türkiye'de yenilenebilir enerji kaynakları yetersizdir de diyemezsiniz. Bugünkü teknolojilerle, konvansiyonel yolla üretilen elektrik enerjisi maliyetlerine yakın elektrik enerjisi üretilebilecek bölgeleri dikkate alsak bile ülkemizin toplam güneş enerjisi potansiyeli 380 milyar kilovatsaatin (kWs) üzerindedir.1 2010 ülke tüketimi ise 209 milyar kilovatsaat. Dalga geçilen dalga enerjisi potansiyeli 15-20 teravatsaatleri bulur. Enerji Bakanlığı bile bugün hayata geçirilebilecek ekonomik rüzgar kurulu gücünün potansiyelini 48 bin megavat olarak veriyor ki, bugün Türkiye'nin tüm santrallerinin kurulu gücü 50 bin megavat civarındadır. Türkiye'de bugün elektrik üretiminin yüzde 5'ini üretecek ve 5 milyon konutu ısıtacak jeotermal potansiyeli var. Ve daha da önemlisi Türkiye enerjisini oldukça kötü kullanan bir ülke olduğu için çok ciddi bir enerji tasarrufu potansiyeline sahip.

AKP iktidarı enerji yoğunluğunu düşüremedi
Bugün Türkiye'de Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'ya (GSYİH) 1000 avroluk ek getirmek için 245 kilogram petrole eş değer enerji harcamak gerekirken, Almanya'da bu rakam 151, İsviçre'de 88 kilogram kadar. Burada daha da trajik olan, AKP iktidarının başladığı 2002 ylında 1000 avroluk GSYİH için 259 kilograma eş enerji harcarken 2008 yılına gelindiğinde bu miktar sadece 245'e gerilemiştir. Halbuki aynı süre zarfında enerjiyi verimli kullanma çalışmalarını hızlandıran Yunanistan 1000 avroluk GSYİH için harcanan enerji miktarını 200 kilogramdan 169'a, Portekiz 201'den 188'e ve İspanya 194'ten 176'ya indirmeyi başarmıştır. AKP hükümeti bırakın yüzde 18'lerdeki kayıp-kaçak oranını OECD ortalaması yüzde 7'lere çekmeyi, enerjiyi akıllı kullanma konusunda Avrupa ortalamasının bile gerisinde kalmıştır. Özetle, İsviçre aynı masayı Türkiye'den yaklaşık 3 kat daha az enerji harcayarak üretebilmektedir. Enerjide dışa bağımlılıktan durmadan şikayet eden ve enerji aynaklı cari açıktan yakınan bir hükümetin, bu konuda harekete geçmemesi, üstüne üstelik nükleeri çözüm diye sunması manidardır. Bir o kadar da inandırıcı değildir.

Nükleer kazaya karşı sigorta poliçesi var mı?
Unutmayın, evinizdeki mutfak tüpünün patlamasına karşı, tüm maddi ve manevi hasarı sigortalayabilirsiniz ancak Akkuyu veya Sinop'ta gerçekleşecek bir nükleer kazaya karşı, ne o bölgedeki tarım arazilerini, ne her yıl alınacak hasadın bedelini, ne boşalacak turistik tesislerin zararlarını, ne işsiz kalacak insanların maaşlarını ve daha da korkuncu oradaki tüm canlıların yaşamlarını sigortalayacak tek bir sigorta şirketi bulamazsınız. Zaten hazine de böyle bir sigorta poliçesinin yıllık prim bedelini ödeyemez, ülke nükleer kazayı beklemeden ekonomik çöküntüye uğrar. Kısacası bu memlekete nükleer tüp kurmanın oluru, bu ısrarın da akla ve mantığa dayanan bir nedeni yoktur, neden başkadır.

1http://ozgurgurbuz.blogspot.com/2009/08/turkiyenin-temiz-enerji-kaynaklar.html

Nükleer rönesansın sonu

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/17 Mart 2011

Üç Mil Adası kazasıyla tökezleyen nükleer endüstri, 1986 yılındaki Çernobil kazasıyla ağır bir darbe almış, çok değil 5-10 yıl öncesine kadar da bu darbenin etkisiyle kendisine, enerji piyasasında büyümeyi değil, pozisyonunu korumayı seçen yeni bir rol belirlemişti. Asya'da yeni kalkınan ekonomilerin hızlı büyümesi, Rusya'nın Sovyetler Biriği'nin dağılmasından sonra kendini yeniden toparlayarak, özellikle Avrupa'da bir doğalgaz tekeli haline gelmesi ve iklim değişikliğiyle ortaya çıkan fosil yakıt ekonomisinin sürdürülebilirliği tartışmaları, kış uykusuna yatmış nükleer endüstri için yeni bir fırsat yarattı.

Nükleer rönesans hiç başlamadı
Nükleer rönesans bayrağıyla birleştirilen bu kampanya başta enerjiye aç Çin ve nükleer santral pazarlamaya hevesli Güney Kore olmak üzere Asya'daki birkaç ülkede etkili oldu. Nükleer enerjinin sorgulandığı güvenlik, maliyet ve atık sorunu gibi konularda çok önemli gelişmeler kaydedilmemiş olmasına rağmen, nükleer endüstrinin eski oyuncuları Areva, RWE, E.ON gibi devlerin ciddi çabalarıyla nükleer enerji kısa zamanda olumsuz imajını düzeltti. Yine de, şu anda inşası süren 65 reaktörün 48 tanesinin Çin(27), Rusya(11), Hindistan(5) ve Güney Kore(5) sınırları içerisinde kaldığı düşünüldüğünde nükleer rönesansın Batı'da pek de öyle net sonuçlar verdiğini söylemek doğru olmaz. Bu 65 rakamının içinde, Arjantin'deki Atucha-2 reaktörü gibi, yapımına 1981 yılında başlanan ve hala inşaatı süren santraller listesinde yer alan birçok sorunlu reaktörün de yer aldığını anımsatmakta fayda var. Ya da ABD'de inşası süren tek reaktörün aslında 1972'den beri bitirlemeyen ve Watts Bar-2 reaktörü olduğunu söylemeliyiz. Kısacası, nükleer rönesans aslında hiç var olmayan koca bir masaldı.

Ucuz nükleer kağıt üstünde kaldı
Avrupa'da bu rönesans dalgasından en çok para kazanmayı planlayan Fransız Areva'nın biri ülkesinde, biri de Finlandiya'da yapmaya çalıştığı son nesil (3+) EPR reaktörlerinin durumu da ortada. Finlandiya'daki Olkilioto reaktörünün -yüzde 2,6'lık özel faiz oranına ve 610 milyon avroluk sübvansiyona rağmen- 3 milyar 200 milyon avro olması beklenen yapım maliyeti şu anda 5,5 milyar avroyu geçti ve santral hala bitirilemedi. Bizim memlekette kilovat kurulu güç başı maliyetler kw kurulu güç başına 1200 avro gibi komik seviyelerde hesap edilip, basına bu rakamlar üzerinden demeçler verilirken, 2009 yılında Citi Investment Research&Analysis (Citi Yatırım araştırma ve Analiz) tarafından yapılan bir araştırmada, ilk yatırım maliyetinin kW başına 2500 ile 3500 avro arasında olduğu belirtiliyordu(1). Kısacası, nükleer enerjinin ucuz olduğu da bize anlatılan ikinci bir masaldı.

Rus teknolojisi hiç sınanmadı
Bize anlatılan üçüncü masal ise nükleer santrallerin fevkalede güvenlik önlemleriyle donatılmış, yüksek teknoloji ürünü makinalar olduğu ve terör saldırılarından, uçak düşmesine, depremlerden, insan hatasına kadar binbir türlü etkiye karşı dayanıklı olduğuydu. Japonya'da olan ve insanın yüreğini sızlatan deprem ve tsunami bize Nükleer Rönesans'ın son maskesini düşürdü. Çok değil üç ay önce Japonya'ya depreme dayanıklı santral bakmaya giden Enerji Bakanı Taner Yıldız, şimdi oradaki santralleri kötülemek zorunda kaldı. (Yıldız'ın 2010 Aralık ayında ziyaret etiği Kashiwazaki-Kariwa nükleer santralinde, 16 Temmuz 2007 tarihinde meydana gelen 6,8 büyüklüğündeki deprem sonucunda hasar meydana geldiğini ve radyasyon sızıntısı olduğunu da bir dip not düşelim. Belki o gezide konuşulmamıştır). Fukuşima Daiichi'deki 1 numaralı reaktörü kastederek, o santral 1.nesil santral, üçüncü nesil olsa bir şey olmazdı diyen Bakan Yıldız'ı, diğer reaktörlerdeki patlamalar ve yangınlar yalanladı. Rusların yapacağı VVER 1200 reaktörü daha dünyanın hiçbir yerinde bir saat bile çalışmamışken(2), Ruslar'ın depreme karşı dayanıklı santral inşa etme konusunda hiçbir tecrübeleri yokken yapılan, bu erken ve “ne yapalım da yapalım ihaleyi koruyalım” amaçlı demeçler aynı rönesans masalı gibi ters tepti. Başbakan'ın tüp benzetmesi, bize Çernobil felaketinden sonra radyasyonlu çay içmemizi öneren bakanları anımsattı. Görünen o ki, Türkiye 3., 5. nesil reaktörleri değil, en azından 86'dan beri değişmeyen 1.nesil politikacıları nasıl değiştireceğini tartışsa daha fazla yol alır. Yine kısacası, nükleerin güvenli olduğu iddiaları da Japonya'da yaşadıklarımızdan sonra masal oldu.

Şimdi bize masal değil gerçekler lazım:

• Türkiye nükleer santrale muhtaç bir ülke değildir, nükleer her zaman siyasi ve bazen de “ticari” bir seçenek olmuştur. Nükleer santraller dünyadaki tek elektrik üretme yöntemi değildir.

• Türkiye'nin enerji yoğunluğunu düşürmeden, verimlilik ve tasarruf tedbirlerini gündeme getirmeden, akıllı şebekelere geçişini tasarlamadan yapılacak her yeni santral bu ülkenin plansız enerji politikalarını daha da çetrefilleştirecektir.

• Ecemiş fay hattının 25 kilometre ötesine nükleer santral kurulamayacağı gibi, neredeyse tamamı deprem kuşağındaki Türkiye'nin hiçbir bölgesine, depremlere karşı dayanıklı olduğu iddia edilerek santral kurulamaz.

• Yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarının nasıl değerlendirileceğine dair ayrıntılı bir yol haritası çizilmeli ve yenilenebilir kaynakların önceliği kabul edilmelidir. Bu öncelik şebekeye erişim konularında da hayata geçirilmelidir.

• Enerji yatırımları gibi pahalı yatırımların ülke ekonomisi ve istihdam planlarıyla ilişklendirilmesi kaçınılmazdır. 10 MW'lık rüzgar türbini Türkiye'de imal edilse ve kurulsa her yıl 150 kişiye iş sağlar. Bir nükleer santralde ise 200 ila 300 kişi çalışır. İşsizlik oranı yüzde 12'leri bulan bir ülkede milyarlarca dolar, elektrik+sanayi+istihdam üretmek varken sadece elektrik üretmeye harcanamaz.

• Ve son olarak, Türkiye'de terör tehdidi bitirilmeden nükleer santrallerin güvenliğinden bahsedilemez.

Listenin uzatılabileceği muhakkak ama Japonya'daki deprem, maskelerin düşmesini sağlamış ve Türkiye'de enerji piyasasını kökten değiştirecek bir enerji devrimine gidişin yolunu açmıştır. Almanya, İsviçre, ABD, AB ve hatta Çin'den gelen nükleerle ilgili kararlar bu devrimin ilk işaretleridir. Almanya'da sokağa dökülen 60 bin nükleer karşıtı ve hızla oylarını arttıran Yeşiller partisi bu talebin siyasi ayaklarını oluşturmaktadır. Şimdi biz Türkiye olarak ya dünyadaki bu devrimin bir parçası oluruz ya da o malum fosil ve nükleer lobilerin bize anlattığı masalları bir süre daha hem de tek başımıza dinlemeye devam ederiz.

1 “New Nuclear, The Economics Say No”, Citigroup Global Markets, s. 2.


2 http://www.taek.gov.tr/component/content/article/194-nukleer-enerji-ve-nukleer-reaktorler/801-akkuyuda-kurulmasi-dusunulen-vver-1200-tipi-nukleer-santral-yeni-bir-teknolojidir-dunyada-hicbir-yerde-uygulanmamistir-rusyada-da-iki-yerde-gelistirilecektir-yapimi-tamamlanmis-boyle-bir-reaktor-var-midir-turkiye-pilot-proje-mi-olacaktir.html