İstikbal göklerdedir!

Özgür Gürbüz / 9 Temmuz 2010

Bakalım şimdi ne olacak? Ampul yakamaz dedikleri güneş enerjisi uçak uçurdu. Sanırım pek kimse farketmedi ama hem de bilinen jet yakıtlı uçakların yapamadığını yaparak. Hiç yakıt almadan, 26 saat havada kalarak yaptı bu tarihi uçuşunu. Diğer uçaklar havada kaldıkça yakıt tüketirken, “Solar Impulse” adı verilen ve sadece güneş enerjisiyle çalışan uçak havada kaldıkça yakıt depoladı. Pilot yorulmasa sonsuza kadar (her teknolojide karşılaşılabilecek teknik problemler olmazsa) havada kalabilecekti. Şimdi merakla bekliyorum. Sonsuz enerjiyi arama yolunda “Erge dönergeci” dahil her şeye ilgi (!) gösteren medyamız, enerji bürokratlarımız bakalım bu defa kafasını kaldırıp, “aaa, güneş” diyecek mi? Yoksa, kafasını nükleere gömmeye devam mı edecek?

26 saat havada kaldı
Dünyanın güneş enerjisiyle gerçekleştirilen en uzun uçuşu, “Solar Impulse” adı verilen prototip bir uçakla yapıldı. Sadece tek bir pilot taşıyabilen uçak güneş enerjisini 63 metreyi bulan kanatlarına yerleştirilmiş 12 bin güneş hücresi vasıtasıyla elektriğe çeviriyor, dört motorunu çalıştırıp fazla enerjiyi de motorların arkasına yerleştirilmiş akülere depoluyor. Böylece gündüz depolanan fazla enerji uçağın gece de uçmasını sağlıyor. Kalkış sırasında da yine sadece güneş enerjisi kullanılıyor. İsviçre'nin başkenti Bern'den 7 Temmuz'da havalanan Solar Impulse, 26 saatlik rekor uçuşuyla güneş enerjisiyle çalışan uçaklar içinde bugüne kadar en uzun süre havada kalan uçak olmanın yanı sıra 8700 m yüksekliğe çıkarak da en yükseğe çıkan temiz enerjiyle çalışan hava aracı oldu. Gündüz depolanan enerjinin fazlalığı da sevindiriciydi. Gece boyunca havada kalan uçağın akülerinde güneş yeniden doğduğunda hala üç saat kadar uçağı havada tutacak elektrik enerjisi depolanmıştı.

Saatte ortalama 70 km
Karbonfiberden yapılan 1600 kilogram ağırlığındaki uçağın dört motoru toplam 40 beygir gücünde. Yüzde 12 verimle çalışan güneş hücreleri, 24 saatlik dilim boyunca metrekare başına ortalama 250 watt elektrik enerjisine eşdeğer güneş ışığı alıyor. Uçakta 200 metrekarelik güneş hücresi kullanılmış. Bu da, ortalama 8 beygir gücüne yakın (6 kW) güç üretiyor. 1903 yılında ilk motorlu uçuşu gerçekleştiren Wright kardeşlerinin uçağının gücüne yakın. Uçak 35 km hızla kalkıyor, saatte yine ortalama 70 km hızla yol alabiliyor. Yerden yüksekliği 6,40m, uzunluğu ise 21 metrenin biraz üzerinde. Uçağın bilgisayar donanımı enerjinin verimli kullanılasına yardımcı oluyor.

Hedef dünya turu
Uçağın prototip olduğu, sadece bir pilot taşıdığı ve bu teknolojinin yolcu uçaklarına uygulanmasının şu an için zor olduğu ortada. Unutmamak gerekir ki, ilk uçaklarda sadece uygun hava koşullarında ve tek pilotla bundan daha kısa süre ve mesafelerde uçarak yola koyulmuştu. Teknoloji çok çabuk gelişti. Bu nedenle “Solar Impulse”ın uçuşu, projenin yaratıcılarından Bertrand Piccard'ın da belirttiği gibi bir dönüm noktası. Piccard, “Bizi bir başka tam gün uçuşundan, sürekli uçuş efsanesini gerçekleştirmekten hiçbir şey alıkoyamaz” diyor. El Cezire televizyonuna verdiği demeçte ise Piccard, yenilenebilir enerjilere sırtını dönenlere imalı mesajlar gönderiyordu. Şimdi, ekibin hedefleri arasında 2013'te dünyanın çevresinde tur atmak ve Atlantik Okyanusu'nu geçmek var.

Anlayana sivrisinek saz...
Güneş enerjisini anlamak, uygulamaya geçirmek bir vizyon işi. Türkiye'nin en büyük sorunu da günümüzdeki politikacı ve liderlerin vizyonsuzluğu. Şu andaki seçenekler içerisinde, geleceğin enerji sorununu çözme potansiyeline gerçek anlamda sahip tek kaynak olan güneşi görmek, istikbalin göklerde olduğunu anlamak için daha kaç örnek lazım?

“Solar Impulse”ı Ankara semalarında mı uçurmalı acaba?

Prof. Tolga Yarman'dan milletvekillerine çağrı

Türkiye'nin sayılı nükleer mühendislerinden, Başbakanlık Atom Enerjisi Kurumu Danışma Kurulu ve Nükleer Güvenlik Komitesi Eski Üyesi Prof. Tolga Yarman'ın miletvekillerine yazdığı 5 Temmuz 2010 tarihli mektubu aynen yayımlıyorum. Yayılmasına katkıda bulunmanızı rica ediyorum. Dilerseniz siz de, milletvekillerimizin eline geçtiğinden emin olmak amacıyla bölge milletvekillerinize iletebilirsiniz.

***
Degerli Milletveklili:

Asagidaki, keza ekli, iki yazimi, onemle dikkatine sunuyorum... Vicdaninla bas basa kalarak davranman, sorumlulugunun bas geregidir...

Guzel dileklerimle, sevgiler, saygilar sunuyorum...


T. Yarman*


Rusya ile anlaşma itibariyle, kısaca Akkuyu ve nükleer:

Milletvekillerimiz, çok alaturka duran anlaşmaya, "hayır" demelidirler!..

Hem ekonomik, hem de çevresel ve toplumsal maliyetleriyle en pahalı enerji üretim tesislerinden olan nükleer santrallerin inşası, Dünya’da, genel olarak, belirgin bir duraksama göstermektedir. Bu bağlamda, öncelik, gitgide daha yoğun olarak, "enerjinin verimli kullanımına" ve "yenilenebilir kaynaklara" kaydırılmaktadır.

Türkiye, bugün, Hükümet'in Rusya'yla kapalı kapılar arkasında imzalayıp, hızla TBMM'den geçirmek istediği ikili nükleer anlaşmayla, üstelik ülkemizin hiç bir ciddi nükleer örgütlenme ve ehliyet birikimi olmaksızın, tersine, atom enerjisi yönetiminin, yakın geçmişte sergilediği tam anlamıyla, "bilgi özürlü örnekler" ortada dururken, sonu katiyen belli olmayan bir "nükleer maceraya", sürüklenmektedir. Bu anlaşmayla aynı zamanda kuşaklar boyunca sürecek, o da her şey tıkır tıkır işleyecek olsa dahi, düzinelerce milyar dolarlık bir mâli yükün altına, sokulmaktayız.

Her biri Keban Barajı gücünde, dört, nükleer santralin bugün, Akkuyu mevkiine kurulmak istenmesi, hazindir... Akdeniz Bölgemiz, bizim misafir odamızdır... Buraya kurulacak nükleer santraller, "kaş yapalım" derken, göz çıkartacaktır. Turizmi ciddi olarak, olumsuz etkileyecektir... Akdeniz Bölgemiz'in, sebze ve meyve tüketimini de gayet olumsuz etkileyecektir.

Fazla olarak Akdeniz suyu, çok sıcaktır... Buraya kurulacak santral, Karadeniz'e kurulacak olması durumunda sağlayacağı verimin onda bir kadar, daha azını, sağlar... Bu ise, yirmi milyar dolarda iki milyar dolar demektir ki, bu başlı başına bir Keban Barajı ederini, işaret eder...

Kestirme deyişle, "sıcak suyla", nükleer santral soğutmak, bugün için hiç aklı kârı değildir; böyle bir zorunluluk yoktur...

Bütün bu gerekçeler, 1999'daki Hükûmet Enerji Zirvesi'nde, tarafımdan dile getirilmiş olup; üç koalisyon ortağından oluşan günün Ecevit Hükûmeti; Akkuyu'a nükleer santral tesisinden, oybirliğiyle vaz geçmistir... 1976’da, Akkuyu’ya, Türkiye Elektrik Kurumu’nun istemi uzantısında, fevkalade kıvanç duyduğumuz, çalışmalar uzantısında, lisans verilirken, ortada ne 1979 Three Miles Island (Penisilvanya, ABD), ne de Çernobil (Ukrayna, Sovyetler Birliği) nükleer kazaları vardı, ne de dolayısıyla, nükleerin turizme, sebze, meyveye etkisinin dikkate alınmasını, gerektirecek ölçütler. Fazla olarak, o tarihte, soğuk savaş dorukta olup, Genelkurmay Başkanlığımız, Trakya Bölgemiz’in Karadeniz sahiline; gerek Yunanistan’a gerekse de ve bilhassa Bulgaristan’a yakın olması sebebiyle, nükleer santral tesisi izni vermiyordu. Ayrıca nükleer enerji üretimi o tarihte, bir zorunluluk olarak algılanıyordu… Bütün bu denklemler yol boyu çok değişti.

Kanunî Sultan Süleyman zamanında, Taksim Meydanı’na, ayrıca gayet saygın teknik çalışmalar uzantısında bir hamam kurma ruhsatı verilmiş olsa; bugün artık o ruhsatla Taksim’de, şimdi Cumhuriyet Abidesi’nin bulunduğu yere hamam kurma iddiasını ileriye sürmek ne kadar abesse, 1976’da Akkuyu’ya verilen ruhsatla, bugün oraya nükleer santral kurmaya kalkışmak, işte o kadar abestir.

Akkuyu'ya kurulacak nükleer santraller, bugün artık, misafir odamızda, halının üzerine konmaya yeltenilen, "lâzımlık" gibi, durmaktadır... Bu çerçevede, traji-komiktir...

Bu konuda, onca uyarımıza rağmen, hala daha hiç bir etüdün yapılmamış olması Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ciddiyetiyle, hiç bir bicimde, bağdaşmamaktadır...

Milletvekillerimiz, çok alaturka duran, anlaşmaya, "Hayır!" demelidirler…

*Profesör Nük. Müh. Tolga Yarman,
Ph.D., Massachusetts Institute of Technology,
1972 Başbakanlık Atom Enerjisi Kurumu Danışma Kurulu ve Nükleer Güvenlik Komitesi Eski Üyesi

Çernobil'den 24 yıl sonra koyunlar temize çıktı

Özgür Gürbüz / 6 Temmuz 2010

Türkiye şuursuzca nükleer santral kurma hazırlıklarına devam ederken İskoçya'dan gelen bir haber unutturulmaya çalışılan gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi. 1986 yılında meydana gelen ve dünyanın en büyük teknoloji kazası olarak da bilinen Çernobil nükleer faciası sonucu dünyaya yayılan radyasyon bulutları eski Sovyetler Birliği'nden, Güney Afrika'ya kadar dev bir coğrafyayı etkilemişti.

Karadeniz'de gömdüler, İngiltere'de ölçtüler
İçinde başta Karadeniz olmak üzere Türkiye'nin de bulunduğu radyoaktif kirlenmeye uğrayan bu alanların bazıları 24 yıldır kontrol altında tutuluyordu. Türkiye'de radyasyonlu çaylar dere yataklarına, toprağa gömülüp yakılmaya, Karadeniz'de üretilen fındıklar okul ve kışlalarda vatandaşlara yedirilmeye çalışılırken, Büyük Britanya'da yetkililer kazayı gizlemek ve nükleerin adına leke düşürmemek gibi anlamsız çabaların yerine vatandaşlarının en az zararla bu felaketi atlatmasına çalışıyordu.

23 çiftlik yıllarca kontrol edildi
İskoçya'nın hayvancılık merkezi olarak da kabul edilen güneybatı ve merkez bölgelerindeki çiftliklerde Gıda Standartları Ajansı tarafından çeyrek asıra yakın bir zamandır düzenli kontroller yapılıyordu. Koyunların etlerinde kilo başına 1000 bekarelden fazla radyoaktivitiye rastlandığında bu etlerin pazara çıkması engelleniyordu. 1987 yılında 73 çiftlik kontrol altındaydı. 2009 yılına gelindiğinde düzenli olarak kontrol edilen koyun sayısı 3 bine kadar indi. Şubat 2010'da iki alan üzerinde hayvan otlatma yasağı devam etti. Bu alanlardan bir tanesi tarım alanı olarak kullanılmamaya başlandı, diğeri ise 21 Haziran itibariyle radyasyon değerlerinin düşmesiyle kullanıma açıldı.

İskoçya'da yayımlanan Sunday Herald (The Herald) gazetesinde 4 Temmuz günü yayımlanan makale, bu son adımla birlikte artık bu uygulamanın sona erdiğini, kazadan 24 yıl sonra koyunların otladığı çayırlardaki radyasyon miktarının güvenlik sınırlarının aşağısına düştüğünü yazdı. Tam 24 yıl sonra, Çernobil'den 2300 km uzaklıkta yaşananların başta Enerji Bakanı ve önümüzdeki günlerde Meclis'e gelecek olan nükleer anlaşmaya “evet” oyu vermeye hazırlanan milletvekillerinin gözlerini açmasını umuyorum.

Unutmayın, ne Mersin bize Kiev kadar uzak, ne de yapılması düşünülen nükleer santral Çernobil'dekinden farklı. Ecemiş Fay Hattı üzerine, Türkiye'nin Akdeniz'deki turizm potansiyelini yok etme pahasına nükleer santral kurmaya çalışmak gerçekten de akıl karı değil. Türkiye'nin nükleere muhtaç olmadığını hesap kitap bilen herkes biliyor. Halkı aptal yerine koymak iyi bir şey değil. Bir politikacı içinse adeta sonun başlangıcı.

Desa'da grev sil baştan

Özgür Gürbüz / 5 Temmuz 2010

Deri-İş Sendikası'nın Desa'da örgütlenme çalışmaları iki yılı aşkın bir süredir devam ediyor. 2009 Ağustos ayında sendika ve işveren arasında imzalanan protokol sonucu sorunların çözüldüğü düşünülürken, Deri-İş'ten yapılan açıklama durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığını anlatıyor.

İşverenin çeşitli bahanelerle işçileri işten attığını belirten Deri-İş yetkilileri, sendika üyesi işçilerin de tekrar işten çıkarılmaya başlandığına dikkat çekiyor. Daha da önemlisi, Desa malarını boykoto yönelik uluslararası kampanya tekrar başlatıldı. Desa sadece kendi adıyla satış yapmıyor, Prada, Mulbery, Debenhams, Marks & Spencer ve El Corte Ingles gibi markalara da mal üretiyor. Uluslararası "Temiz Elbise Kampanyası" yine tüm dünyadaki tüketicileri Desa ve onun üretim yaptığı lüks markaları boykot etmeye çağırıyor. Daha önce yapılan kampanya başarılı olmuş, Desa yöneticileri sendikayla masaya oturmaya razı olmuştu.

Desa grevi, Düzce'deki üretim merkezindeki işçilerin ve İstanbul Sefaköy'de tek başına greve çıkan türbanlı Emine Aslan'ın tek başına aylarca fabrika kapısındaki direnişiyle kamuoyunda duyurulmuştu. Aktüel Dergisi'nde çalıştığım sırada bir tam gün, Emine Aslan'la kapıda beklemiş, geceyi evlerinde geçirmiştim. O gün içerisinde, "özel bir kişinin" ciddi koruma tedbirleri altında fabrikadan alışverişe geldiğine şahit olduk. Polisler görüntü almamıza izin vermese de alışverişe gelenin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan olduğu bilgisi bize ulaştı. Bilgiyi resmi ağızlardan onaylatamadığım için ancak iddia olarak yazabiliyorum. Hazırladığımız haber de Aktüel dergisinde hiç yayımlanmadı... Nedenini ben ve birkaç kişi biliyor.

Güneş olmazsa müzik de olmaz

Özgür Gürbüz/1 Temmuz 2010

Yaz konserleri bir başka olur, hele de yukarıda yıldızlar, yakınlarda deniz varsa. Konser boyunca yağmur yağsa bile fark etmez. 4 Temmuz 2010 Pazar günü Heybeliada'da gerçekleştirilecek konser ise diğer yaz konserlerinden de farklı olacağa benziyor. Konser boyunca sahnede yer alacak her türlü elektrikli aletin enerjisi güneşten sağlanacak. Fotovoltaik paneller vasıtasıyla elektrik enerjisine çevrilen güneş ışınları, “Serap Yağız ve Suların Uğultusu” grubunun seslendireceği şarkılar için nota olup, adaya yayılacak.

Heinrich Böll Stiftung Derneği ile Adalar Belediyesi’nin desteği ve işbirliği ile Pazar günü Heybeliada’da “Serap Yağız ve Suların Uğultusu” grubunun yer alacağı bir konser düzenleniyor. Sahne için gerekli elektrikli aletlerin sadece güneş enerjisiyle çalıştırılacağı konser herkese açık ve ücretsiz. Konser, Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin 3-8 Temmuz 2010 tarihinde Heybeliada’da düzenlediği “İklim Değişikliği, Akıllı Enerji Politikaları ve Nükleer Enerji” başlıklı yaz okulu kapsamında gerçekleştiriliyor. Yaz okulunda öğrenilenlerin hayata geçirildiği, öğrencilerin teoriyi pratikle birleştirdikleri bir deneyim aslında. Elimizin altındaki, pardon, başımızın üstündeki güneş enerjisini aslında hayatın her alanında kullanabileceğimize güzel bir örnek olan, güneş enerjili müzik konserleri, adeta müziğin de “çevrecisi” olur diyor.

Fikir babası Taner Öngür'e teşekkür etmeden bu yazıyı bitirseydik bir şeyler eksik kalırdı. Taner Öngür, güneş olmazsa yaşamın da olmayacağını anlamış sayılı insanlardan. Güneş olmazsa hiçbir şey olmaz, müzik de olmaz diyenler ve Serap Yağız ve Suların Uğultusu'nun söyleyeceği güneş şarkılarına eşlik etmek isteyenler, Heybeliada planlarını şimdiden yapsa iyi olacak.

Müdür Bey’in karbon ayak izi

Özgür Gürbüz-29 Haziran 2010

İstanbul’un Eyüp İlçesi Milli Eğitim Müdürlüğü’nü dört yıldır vekaleten yürüten ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın akrabasi olan Güsamettin Erdoğan’ın, son 4 yılda 160 ülkeyi dolaştığına ilişkin Haberturk gazetesinde Sultan Uçar imzasıyla çıkan haber düşündürücüdür. CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce tarafından Büyük Millet Meclisi’ne verilen soru önergesinde yer alan, bu gezilerin kimin parasıyla yapıldığı, nasıl zaman bulunduğu gibi yerinde sorulmuş sorulara ek olarak, birkaç soru da ben sormak istiyorum.

Acaba Sayın Erdoğan, kaplan kucaklayarak, devlete ait olmayan belli bir cemaate ait okulları gezerek sürdürdüğü Türkiye’nin örf ve adetlerini tanıtma kampanyası sırasında kendi başına bir çevre katliamı yaptığının farkında mıdır? Bir eğitmen olarak, Sayın Güsamettin Erdoğan acaba küresel ısınma hakkında en ufak bir bilgiye sahip midir? Dört yılda 160 ülke gezmek için oldukça sıkça uçağa bindiğini tahmin ettiğimiz Milli Eğitim görevlisinden bir ricamız var. Vakit bulup da bir gün matematik dersine girebilirse, kendi karbon ayak izini sınıftaki öğrencilere hesaplatmasını rica ediyorum. Daha sonra da yol açtığı çevre katliamının faturasını, Milli Eğitim Müdürlüğü’nün resmi sitesine yerleştirdiği gezi fotoğrafların yanına koymasını.

Eğitime ve barışa kendi çapında katkıda bulunmak için bu gezilere gittiğini söyleyen Erdoğan’ın bindiği uçaklarda harcanan petrol için çıkan savaşlardan da bir haber olduğunu eklemeden edemeyeceğim.

Erdoğan şu anda tatilde olduğu için, derslerde çocuklara öğretilmesi gerektiğini düşündüğüm karbon ayak izi hesaplamasını anlatacak zaman bulamayacaktır. Tatilini yarım bırakmaması için hesaplamanın bir örneğini aşağıda iletiyorum.

Örnek problem:
X ülkesindeki Yemiş adlı müdürün en büyük zevki vakit buldukça farklı ülkelere gidip, fotoğraf çektirmektir. Müdür Yemiş'in son dört yıl içerisinde 160 ülkeyi gezdiği bilinmektedir. Her bir gezinin uçakla yapıldığı ve ortalama gidiş dönüş mesafesinin İstanbul-Londra seyahati kadar olduğu (5038 kilometre) varsayılırsa, Müdür Bey’in son dört yılda atmosfere saldığı karbondioksit miktarını hesaplayınız.

Çözüm:
Uçakla yapılan seyahatlerde her bir kilometre için yaklaşık 0,102 kg CO2* atmosfere salındığına göre, Londra’dan İstanbul’a ve İstanbul’dan Londra’ya yapılan uçuş sonrasında Müdür Yemiş atmosfere 520 kilogram CO2 emisyonu salmıştır. Müdür Yemiş'in 4 yılda buna benzer 160 seyehat yaptığı düşünülürse, sadece uçak seyehatleri sonucunda atmosfere;

160 x 520 = 83 bin 200 kg seragazı saldığı hesaplanabilir.
Bir yıl için bu rakam 20 bin 800 kg olur. Yani, 20,8 ton.

Türkiye’de kişi başına düşen yıllık karbondioksit emisyonunun 4 ton civarında olduğu anımsanırsa, Müdür Yemiş’in sıradan bir vatandaşın ısınmadan elektriğe, ulaşımdan gıda üretimine kadar bir yılda yol açtığı seragazı emisyonunun 5 katını her yıl sadece uçak seyahatleri sonucu atmosfere saldığı ortaya çıkmaktadır.

* Britanya Havayolları’nın hesaplaması esas alınmıştır.

Mersin'de nükleer karşıtı miting düzenlendi

Özgür Gürbüz / 27 Haziran 2010

Mersin sınırları içerisindeki Büyükeceli beldesinde yapılması planlanan nükleer santrale karşı çıkan sivil toplum örgütleri, parti temsilcileri 26 Haziran'da Mersin'de bir miting düzenledi. 120 farklı kuruluş tarafından desteklenen Nükleer Karşıtı Platform tarafından düzenlenen mitingde, AKP hükümetinin Akkuyu ve Sinop'ta kurmayı planladığı nükleer santral projelerine karşı çıkıldı.

Akkuyu Ruslara satıldı
Nükleer Karşıtı Platform (NKP) tarafından yapılan açıklamada, AKP hükümetinin kamu kaynakları üzerinden rant kazandırmak amacıyla Akkuyu'yu Ruslara sattığı öne sürüldü. Açıklamada, “AKP Hükümeti insanlık suçu işleyerek, Rusların tamamen denetiminde olacak, hammadesi, teknolojisi, çalışacak tüm personeli Rusyadan sağlanacak nükleer santralin kurulum sözleşmesini onaylayarak, nükleer soygun yapmak için Akkuyu'yu Ruslara satmıştır” dendi.

Rusya'yla imzalanan sözleşme karşılığında 15 yılda 71 milyar dolar ödeme yapılacağına dikkat çeken Nükleer Karşıtı Platform, yapılan anlaşmanın halkı daha da yoksullaştıracağına dikkat çekerken, anlaşmanın kapalı kapılar ardında gerçekleştirilmesi ve bölgede yaşayanların fikrinin alınmaması nedeniyle sürecin antidemkratikliğine de dikkat çekti.

Santral fay hattında
Akkuyu'da kurulması düşünülen santrale pahalı, tehlikeli ve atık sorununun çözülememeiş olması gibi nedenlerle karşı çıkan nükleer karşıtları, Mersin'deki aktif Ecemiş Fay Hattı'na da dikkat çekiyor. NKP, “Ülkemiz madenlerinde, tersanelerinde insanları ölüme gönderen, kadercilik zihniyetiyle, bilimsel olmayan tamamen siyasal tercihlerle, Ecemiş Fay Hattı üzerinde kurulacak bir nükleer santralin ülkemizde bir başka Çernobil faciası yaratacağını biliyoruz” açıklmasını yapıyor ve kurulacak santralle enerjide Ruslara yüzde 70'e varan oranlarda bağımlı kalınacağına dikkat çekiyor.

10 ayda devr-i Asya

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Haziran 2010

Fotoğraflar: Selcen Küçüküstel ve Maria Valencia

Çin’de karşınıza çıkan her şey sizi şaşırtabilir. Bazen hayalinizdeki Çin’le günümüzdeki Çin’in arasındaki farklar, bazen yolda gördüğünüz insanlar, belki de yiyecekler. Beni birkaç hafta önce burada en çok şaşırtan olay ise Selcen Küçüküstel adlı bir öğretmenin ziyareti oldu. Adeta, “Çin Çin, ben geldim” der gibi, Pekin’de beni ziyarete geldi. Haberim vardı ama yine de şaşırdım; gelişine değil ama buraya kadar nasıl geldiğine, yol boyunca hiç tanımadıkları insanların arasına nasıl karışıp, aileden biri olmalarına.

Selcen, 10 ay önce Türkiye’den yola çıkarak sırasıyla Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Hindistan, Nepal, Çin ve Moğalistan’ı gezmiş. 10 ayda 10 koca ülke dolaşmış. Beykent Üniversitesi’nde İngilizce dersleri veren 26 yaşındaki Selcen Küçüküstel, okulundan bir yıllık izin alınca kendini bir anlamda yollara atmış. Kaf Dağı’nın ardındaki Zümrüt-ü Anka Kuşu’nu aramaya çıkmış. Çin’de kapımıza kadar gelen genç gezgin dostumuza, “Nerden çıktı bu iş” diye sormadan edemedik. İşte yanıtlar:

Yola yaklaşık 4 yıl önce İran seyahatinde tanıştığım İspanyol bir arkadaşımla (Xavi) başladım. Daha sonra Maria Valencia ile devam ettim. Yolculuğa beraber karar vermedik aslında, tek başıma da olsa ben bu turu yapacaktım. Xavi ile Türkiye’den yola çıktık. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’ı birlikte geçtik daha sonra Orta Asya’da Maria bize katıldı. Kazakistan’dan itibaren Maria ile beraber İran’da bir firmanın hediye ettiği ufak bir motosikletle tura devam ettik. Maria ile de bir başka gezide Mısır’da tanışmıştık. Ben karadan Mısır’a gitmiştim, Maria da İspanya üzerinden çıkıp Kuzey Afrika’yı takip ederek Mısır’a gelmişti. Orada karşılaştık. Maria daha sonra Türkiye’ye geldi, beş ay Türkiye’yi dolaştı. Daha sonra Türkiye’den ayrıldı ve yine yollara düştü.

-Bu ilk seyahatin değil o halde?
İlk seyahatim değil. Orta Asya’da, Güney Doğu Asya’da; Asya ağırlıklı birçok seyahatim oldu. Ama onlar genelde iki ya da üç ay sürüyordu. Bu gezme tutkusu, yolculuk bir hastalık olduğu için bu defa sadece yaz tatilleriyle sınırlı bir seyahat olsun istemedim. Uzun bir tur yapmak istedim.

-Maria ve Xavi çalışıyor mu?
Xavi bankacı, Maria ise doktor. Maria iki yıldır dolaşıyor, benim de aralıksız 10 ay oldu.

-Fikir nasıl ortaya çıktı, niye Asya?
Çok yakın bir arkadaşım vardı, yazar. Onunla oturup konuşurken çıktı bu fikir. Amaç sadece gezmek, yeni bir yer görmek değil, başka bir dert bu. Öyle olsa tura katılırsınız. Simurg masalında kuşlar hayatın anlamını öğrenmek için Kaf Dağı’nın ardına uçarlar. Bir sürü zorlukları aşarlar, kimi geri döner, kimi yolda ölür. En son 30 kuş Kaf Dağı’na varır. Simurg’u sorarlar ama bulamazlar. Ve anlarlar ki, asıl bilgi kendi içindeki bilgidir ve asıl yolculuk kendi içinizde yaptığınız yolculuktur. Bu masal projenin başlangıcı oldu. Olay, varılacak bir hedef değil, yolculuğun kendisidir. Yolda kendini bulmaktır. Projenin adını da o yüzden ‘Kaf Dağı’na yolculuk’ koyduk. Kaf Dağı var mı onu bilmiyoruz, ama bu bahaneyle çıktığımız yolda kendi hayalimizin peşinde koşarken gittiğimiz yerlerdeki insanların hayallerini öğrenmeye çalıştık. Kırgızistan’ın dağlarındaki göçebe ailesinde bir çocuğun hayali nedir? Özbekistan’daki kervansarayda yaşayan yaşlı adam ne istiyor? Projenin üç hattı var. Biz kendi hayallerimizi gerçekleştiriyoruz, oradaki insanların hayallerini öğrenmeye çalışıyoruz ve son olarak gittiğimiz her ülkeden mümkünse masal kahramanının da arayış içinde olduğu bir masal buluyoruz.

-Cebinize para koyup gezmek kolaydır, en iyi yerlerde kalıp. Siz öyle yapmıyorsunuz...
İnsanlar zaten soruyor, çok mu zenginsiniz diye. 10 aylık geziye, iki yıl öncesinden biriktirmeye başladığım toplam 5 bin dolar gibi bir parayla çıktım. Zaten bu para yeter mi diye hesaplayarak da yola çıkmadım.

-Yol boyunca evlerde ağırlanmışsınız, bunun çok da kolay olduğunu düşünmüyorum. Sanırım bu konuda bir yeteneğiniz var.
İnsanların genelde tehlikeli olduğunu değil tam tersine iyi niyetli olduğunu düşünüyorum. Sizin yaklaşımınız çok önemli. Yolculukta mafya babalarıyla tanıştığımız, evlerinde kaldığımız da oldu. Ama bu bile o insanların size bir kötülük yapacakları anlamına gelmiyor. Bir tek Kazakistan-Çin sınırında askerlerin yakınında kaldığımızda sıkıntılı anlar yaşadık. Sonuçta üzerimizde fotoğraf makinesi dışında soyulacak bir şey de yok. İki tişört, iki pantalon...

-Tanrı misafiri olma konusunda herkese garanti verebilir miyiz?
Özellikle Orta Asya’da çok da kolay değil aslında. Kazakistan’ı küçük bir motosikletle gezmek istememiz de biraz bu yüzdendi. Altlarında pahalı bir motosikletle dolaşan iki zengin batılı kadın gibi gezmek istemedik. İnsanlarla aynı seviyede olduğunuz zaman misafirlik başlıyor. Bizim de onlar gibi yardıma ihtiyaç duyduğumuzu gördüklerinde işler değişiyor. Otele gidin dediklerinde, paramızın olmadığını söylüyoruz, paramızın olmadığını anladıklarında işler değişiyor.

-En çok neresi etkiledi seni?
Gürcistan’ı çok sevdim. Doğası bizim Karadeniz gibi ve insanları inanılmaz misafirperver. Kazakistan’ın bâkirliği, ıssızlığı ve hiçbir turistin olmaması çok güzel. En çok Hindistan’da kaldık, üç ay kadar. Bu kadar farklı kültür ve coğrafyayı içeriyor olması şaşırtıcı. Çöl de var, dağ da var ancak karmaşası insanı yoruyor. Hindistan’ı hemen hemen hep bisiklet üstünde gezdik. Bisikletle hiçbir şeyi kaçırmıyorsun. Bundan sonra bir geziyi tamamen bisikletle yapmak istiyorum, görmediğiniz nokta kalmıyor. 10 ay içerisinde Kazakistan’dan Hindistan’a ve Nepal’den Çin’e olmak üzere iki kez uçağa bindim. Moğalistan’dan Türkiye’ye dönerken de bir kez daha uçağa bineceğim. Tibet’te mesleğimi özlediğimi fark ettim, orada öğretmenlik yapmak istedim. Gerçekten öğrenmeye aç birilerini görünce farklı duygulara kapılıyorsunuz.

-Türkiye’de seyahat denilince akla, pahalı turlara katılmak ve özellikle de Avrupa’ya gitmek geliyor...
Avrupa benim çok ilgimi çekmiyor. Para da bahane değil, istendiğinde çok ucuza gezmek de mümkün. Hindistan’da bisikletle gezmeye başladıktan sonra ayda 200 dolar gibi bir para harcayarak dolaşabildik. Çadırda kalmaktan gocunmam, yemeğimi kamp ocağında pişiririm, otostop yaparım, diyorsanız çok ucuza gezmek mümkün. Asya hem ucuz hem de çok daha ilginç. Gürcistan, İran ve Suriye gibi ülkelerden de başlanabilir, vize sorunu yok, yakın ve çok ilginç ülkeler.

-Sağlık sorunları yaşadın mı?
Birkaç kez ishal olmanın dışında hiçbir ciddi hastalık geçirmedik. Bu ülkelerin çoğunda o bildiğiniz uluslararası hijyen standartları yok, sokaktan yemek alıp yiyoruz. Hiçbir şey olmadı. Türkiye’de çoğu aile sadece bu nedenden dolayı herhalde karşı çıkardı böyle bir tura. Benim annem ve babam da gezmeyi çok seviyor. Babam birçok kez Afrika’ya gitti, annem Hindistan’a beni ziyarete geldi. Zengin bir aile de değiliz, ikisi de öğretmen. Annem geldiğinde biraz daha iyi yerlerde kaldık ama yine de çok lüks değildi.

-Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum ve ‘yolculuk hastalığının’ hiç bitmemesini diliyorum.
Ben de size teşekkür ederim...